18 Nisan 2011 Pazartesi

Hz. Muhammed (sav) gönderdiği mektuplar





Hz. Muhammed (sav)'in çeşitli ülkelerin krallarına ve bazı eyaletlerin valilerine yazdığı tebliğ mektuplarından bir kısmının orijinalleri günümüze kadar muhafaza edilmiştir. Hükümdarların ve halklarının en güzel ve hikmetli şekilde hak dini yaşamaya davet edildiği bu mektuplar, Peygamber Efendimiz (sav)'in üstün ahlakının, bağışlayıcılığının, hoşgörüsünün ve tebliğ gücünün tarihi örneklerindendir.

Yüce Allah'ın, Kuran-ı Kerim'de “Alemlere Rahmet” olduğunu bildirdiği Peygamber Efendimiz (sav), kendisine bu şerefli görev vahyedildiği ilk andan yaşamını yitirdiği ana kadar Rabbimiz'in dinini tebliğ etmiştir. Hz. Muhammed (sav)'in bu tebliğleri sırasında izlediği yöntemlerden en etkili olanlardan biri ise şüphesiz çeşitli ülkelerin hükümdarlarına yolladığı mektuplar olmuştur. Bu mektuplardaki hikmetli, etkileyici ve ılımlı üslup, pek çok kişinin hak din İslam'ı tanıyıp kabul etmelerine vesile olmuştur. Kuşkusuz Peygamberimiz (sav)'in tebliğindeki bu hikmetli üslup tüm Müslümanlar için bir örnektir.

Hz. Muhammed (sav) gönderdiği mektuplarda toplulukların liderlerine, öncelikli olarak Yüce Allah'ın tek İlah olduğunu ve asla ortağı olmadığını tebliğ etmiştir. Bununla birlikte Peygamberimiz (sav) mektuplarında uzlaştırıcı, davetçi ve Allah'ın koruması altında olduğunu bildirmiştir.

Mektup yolladığı her hükümdarı İslam'a çağıran Peygamberimiz (sav), eğer Müslüman olurlarsa ve topluluklarına da bunu ulaştırırlarsa Allah Katında sevaplarının çok büyük olacağı müjdesini vermiştir. Ayrıca itaat edip tebliği kabul ederlerse iktidarlarını koruyacaklarını, kabul etmezlerse de lideri oldukları topluluğun sorumluluğunu taşıyacakları ve dünyada da iktidarlarının kalmayacağını vurgulamıştır. (Harun Yahya, Hazreti Muhammet)

Kutlu Peygamberimiz (sav), Hıristiyanlara yazdığı tebliğ mektuplarında hep Kuran ayetlerini aktarmış, Kuran'da Allah'ın emrettiği, Ehl-i Kitap ile olması gereken ilişkileri ve diyalogları da emredilen şekilde yerine getirmiştir. Yüce Rabbimiz, Kuran'da Müslümanların, Ehl-i Kitap ile aralarında olması gereken ilişkiyi şöyle bildirir:

“De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim." Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız." (Al-i İmran Suresi, 64)

Habeşistan Necaşisi'ne Gönderilen Mektup…

Hz. Muhammed (sav)'in Habeşistan Kralı Ashama'ya hitaben yazmış olduğu mektup, Müslümanların Hıristiyanlara bakış açısını göstermesi açısından son derece önemlidir. Ashama, Hz. Muhammed (sav)'in mektubunun ve Müslüman elçilerle yaptığı konuşmaların sonrasında, ülkesine sığınan Müslümanları koruyan bir politika izlemiştir. Peygamberimiz (sav), mektupta şöyle buyurmuştur:

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Allah Rasulü Muhammed'den Habeş Necaşisi Ashama'ya.
Kendisi'nden başka İlah bulunmayan gerçek Hükümdar, Mukaddes, Selam, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah'ın övgüsünü sana iletirim. Tasdik edip şehadet ederim ki; Meryem oğlu İsa Allah'ın Ruhu ve Kelimesi'dir. Kendisine dokunulmamış Meryem'e nasib edilmiştir. Böylece Meryem İsa'ya hamile kalmış, Allah Teala da Ruh ve Nefesi'nden olmak üzere Adem'i nasıl yarattıysa onu da öylece yaratmıştır. Seni Tek olan ve Eşi bulunmayan Allah'a çağırıyorum. O'na itaat konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum. Beni takib et, bana uy ve bana gelen şeye iman et. Muhakkak ki ben, Allah'ın Resuluyüm. Bu nedenle seni ve etrafında bulunan askerlerini Allah'a iman etmeye davet ediyorum. Nasihat ve sözlerim size ulaşınca kabul etmenizi tavsiye ederim. Amca tarafından yeğenim olan Cafer'i yanında az sayıda Müslüman grubuyla beraber sana doğru yola çıkarıyorum. Selam gerçek hidayet yolu üzerinde bulunanlara olsun.

Peygamberimiz (sav)'in Mısır'da Mukavkıs'a Gönderdiği Mektup…

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Allah'ın kulu ve Resulü Muhammed'den, Kıbtilerin Büyüğü Mukavkıs'a. Allah'ın Selamı; hidayet yoluna girmiş bulunanların üzerine olsun. Buna göre Ben, Seni tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam'a gir. Sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Bunun karşılığında Allah sana iki defa sevab verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan bütün Kıbtilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır…

Bizans İmparatoru Heraklius'a Gönderilen Mektup…

Hz. Muhammed (sav)'in, Bizans İmparatoru Heraklius'a gönderdiği mektup da Ehl-i Kitab'a yapılacak davette Kuran'dan ayetlerin kullanılmasının gerektiğini gösteren hikmetli bir örnektir. Peygamber Efendimiz (sav), mektubunda daha önce aktarılan Al-i İmran Suresi 64. ayetini, yazarak tebliğ yapmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim,
Allah'ın kulu ve elçisi Muhammed'den, Bizanslıların büyük reisi Herakliyus'a: “Selam hakikat yolunu izleyene (olsun)! İlave edeyim ki, seni bütün olarak İslam'a davet ediyorum. İslam'ı kabul et ki felah bulasın. İslam'ı kabul et ki Allah değerini iki kat artırsın. Ama eğer kaçınırsan, tebeanın günahı da senin üzerine yüklenecektir. Ve siz, ey Kitab-ı Mukaddes'in insanları (Ey Ehl-i Kitab!) sizinle bizim aramızda aynı olan bir söze doğru geliniz; ki biz ancak Allah'a taparız, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayız ve aramızda kimse kimseyi, Allah'ın dışında sahib (Rab) edinmez. İmdi, eğer kaçınırlarsa, şöyle deyiniz: Şahit olun biz Müslümanlardanız (Allah'a teslim olanlarız).

İran İmparatoru Kisra'ya Gönderilen Mektup…

Hz. Muhammed (sav) müşrik toplulukların liderlerine gönderdiği mektuplarında onlara sonsuz ilim sahibi Allah'ın tek İlah olduğunu ve kendisinin de O'nun elçisi olduğunu tebliğ etmiştir. Ehl-i Kitap olan topluluklardan farklı olarak müşrik toplumla- ra yollanan bu mektuplarda Yüce Allah'ın varlığı ve birliği ana konu olarak vurgulanmıştır.

Bismillahirrahmanirrahim,
Allah Resulü Muhammed'den, İranlıların büyüğü Kisra'ya: Selam, hakikat yolunu izleyip Allah'a ve Resulüne iman edenlerin ve Allah'tan başka İlah olmadığına, O'nun bir ve ortaksız olduğuna ve Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet edenlerin üzerine olsun! Seni İslam'ı kabule çağırıyorum. Zira Ben, Allah'ın, canlı olan herkesi uyarmak ve ilahi kelamın kafirlere karşı hükmünü tamamlaması için tüm insanlara gönderdiği elçisiyim. Şimdi İslam'a teslim ol ve felaha er. Ama eğer reddedersen, o zaman Mecusilerin günahları da senin üzerine olacaktır.

Uman Melikleri Ceyfer ve Abd'e Gönderilen Mektup…

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
Allah Resulu Muhammed'den, Culanda'nın iki oğulları Ceyfer ve Abd'e: “Selam, hakikat yoluna tabi olanlar üzerine olsun! Sizin her ikinizi İslam'ın davetine çağırıyorum. İslam'a tabi o-lun ve kurtuluşa erin. Zira ben, Allah'ın tüm canlıları uyarmak üzere ve vaadini kafirler üzerine tamamlaması için tüm insanlığa gönderdiği elçisiyim. Şimdi, eğer her ikiniz de İslam'ı tanırsanız, her ikinize de iktidar vereceğim. Ama ikiniz de (İslam'ı) kabul etmeyi reddederseniz, ikinizin de krallığı sizden uzaklara yok olup gidecektir, süvarilerim, ülkenizde ordugah kuracaklar ve peygamberlik vasfım krallığınıza galip gelecektir.”

El Ahsa Valisi El Münzir'e Gönderilen Mektup..

Bismillahirrahmanirrahim.
Allah Resulü Muhammed'den, El-Münzir b. Sava'ya! Selam üzerine olsun. Seni, kendisi dışında hiçbir ilah olmayan tek bir Allah'a hamd etmeye çağırıyorum ve ilan ediyorum ki, O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. Sana Kadir-i Mutlak ve Şanı Yüce Allah'ı hatırlatırım ki; zira kim iyi bir nasihate kulak verirse kendi iyiliği içindir; ve kim benim elçilerime itaat eder ve emirlerine uyarsa bizzat bana itaat etmiş olur. Ayrıca, kim onlar hakkında iyi düşünürse benim hakkımda iyi düşünmüş olur. Muhakkak benim elçilerim seni övmüşlerdir. Ben de senin halkına şefaatini kabul ediyorum. İmdi, Müslüman olmadan evvel sahip oldukları şeyleri Müslümanların elinde bırak. Ve ben suçluları affediyorum. İmdi sen de onların pişmanlıklarını kabul et. Biz ise, sen iyi davrandığın sürece seni görevden azletmeyeceğiz. Aksine, kim ki Yahudilik ya da Mecusilikte ısrar ederse cizyeye tabi olacaktır.
Bu mektuplar, Müslümanların Ehl-i Kitap ve diğer müşrik ve inkarcılar ile olan ilişkilerinde nasıl davranacaklarını görmeleri açısından günümüzde de çok değerli tebliğ örnekleridir. Dinsizliğe karşı mücadele etmesi gereken Müslümanların ve Ehl-i Kitab'ın birleştirilmesi için de bir yöntemdir. Bu birliktelik, Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişini beklediğimiz bugünlerde dünyayı aydınlığa ve huzura kavuşturacak en önemli vesilelerden biri olacaktır.

Kutsal Emanetlerin Merkezi: İstanbul

Peygamber Efendimiz (Sav)'in mektupları her yönüyle hikmetli, amaca yönelik ve Allah'ın dinini tebliğ etmede gösterilen kararlılıklarla doludur. Bunların yanı sıra bu mektupların başka bir özellikleri daha vardır: Mektupların büyük bir kısmı İstanbul'da Topkapı Sarayı'nda saklanmaktadır. Sarayın Mukaddes Emanetler bölümünde Peygamberimiz (sav)'den ve Sahabe-i Kiram'dan kalan diğer eşyalarla beraber özenle korunan mektuplar, Hz. Muhammed (sav)'in Sancak-ı Şerifi, Hırka-i Saadeti ve Kılıcı ile aynı odada sergilenmektedirler.

Ayrıca özellikle belirtmek gerekir ki; Hadis-i Şeriflerde, Hz. Mehdi'nin çıkış yeri ile ilgili alametlerin başında bu emanetlerin olduğu yer gösterilmektedir. Bu Hadis'i Şeriflerden bazıları şöyledir:

Abdullah b. Şurefe'den nakledildi ki: Mehdi'nin beraberinde süslenmiş bir halde Peygamberimizin bayrağı olacaktır. (Kitab-ul Bürhan Fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, 65)

Alametlere gelince: beraberinde Allah Resulü'nün (s.a.v) gömleği, kılıcı, sancağı bulunacaktır. O sancak ki Resulüllah (s.a.v)'ın vefatından bugüne kadar hiç açılmamıştır. Mehdi'nin zuhuruna kadar da açılmayacaktır. Sancağında “ El Biat'u Lillah” (Allah için Biat) ibaresi yazılı olacaktır. (Kıyamet Alametleri, sayfa 164)

Hiç şüphesiz yüzyıllar öncesinden bildirilen bu hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimiz (sav)'in ahir zamanda olacakları müjdelemesi de büyük mucizelerdendir. Hadis-i şeriflerde bildirildiği gibi günümüzde Topkapı Sarayı'nda korunan bayrak süslenmiş ve yine hadiste belirtildiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu dönemde savaşlara götürülmesine rağmen bir muhafazanın içinde tutulmuş ve günümüze kadar açılmamıştır. Hadis-i şeriflerde bildirilen bu özelliklerin aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala geçerli olması, kuşkusuz Peygamber Efendimiz (sav)'in hikmetli sözlerinin birer delilidir.

Hz. Mehdi'ye dair hadisler, Allah'ın izniyle ahir zamanda gerçekleşecek ve Altınçağ'ın habercisi olan bu mucizeler Müslümanların şükrüne vesile olacaktır.




Hz. Muhammed (a.s.m.) bütün insanlara peygamber olarak gönderilmişti. O, önce yakın çevresini ve içinde yaşadığı toplumu İslâma davet etti.


Daha sonra da İslâm Dini'ni dünyaya tebliğ etme görevine başladı. Bu maksatla Bizans İmparatoruna, İran, Mısır, Habeşistan, Umman ve Bareyn devlet başkanlarına elçiler yolladı. İslâma davet mektupları gönderdi.


Peygamberimiz gümüşten bir mühür yaptırmış, üzerine de "Muhammedü'r-Rasûlüllah" cümlesini yazdırmıştı. Mektuplarının altını bununla mühürlüyordu.


Habeşistan hükümdarı Peygamberimizin mektubunu alınca müslümanlığı kabul etti.


Bizans İmparatoruna gönderilen mektup: "Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın kulu ve Resuûlü Muhammed'in Rumların büyüğü Hirakl'e. Hidayet yoluna uyanlara selâm olsun. Bundan sonra, ben seni İslâma davet ediyorum. Müslüman ol ki selâamete eresin. Allah da sana ecrini iki kat verir. Eğer kabul etmezsen halkının vebali senin boyundadır. Ey Ehl-i Kitap! Biizmle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin: Ancak Allah'a kulluk edelim. O'na hiçbir şeyi ortak yapmayalım. Allah'ı bırakıp bir kısmınız diğer kısmınızı rab edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse, şahit olun, biz müslümanız deyin."


Bizans İmparatoru Hirakl, Peygamberimizin gönderdiği elçiye: "Ben bu Peygamberin zuhur edeceğini biliyordum fakat onun Arabistan'dan çıkacağını zannetmiyordum. Eğer ona ulaşabileceğimi bilsem, her zahmete katlanırdım, yanında olsam ayaklarını yıkar, hizmet ederdim." dedi.


İmparator, müslümanlığı kabul etmedi ancak peygamberin elçisine iyi davrandı ve ona hediyeler vererek geri çevirdi


Resûl-i Ekrem, Tâiflilerin insafsız ve âdice hücum ve hakaretlerine hedef olduktan sonra, Mekke'ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, îman ve İslâmı tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Tâif dönüşü, İslâma dâvet dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslâma dâvete başladı.
Bir dâvânın hızla intişârı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiblerinin çokluğu ile doğru orantılıdır. Resûl-i Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem îmâna davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle Hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İslâma girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunların İslâm safına katılmalarına engel oluyordu.
İslâma dâvet edilen bazı kabileler ise, dâvete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.
Resûlullahın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu âdeta bir gölge gibi takib ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslâmiyetten uzak durmalarında şüphesiz müşriklerin menfı, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalarının da büyük rolü vardı.
Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukâz, Mecenne, Zü'l-Mecâz panayırlarını (bir nevî fuâr) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kur'ân okuyup ve onları İslâma davet etmeyi asla ihmal etmezdi. Ne var ki, o, kudsî gayeyle halk arasında dolaşırken, Ebû Leheb de ara sıra geziyor ve "Muhammed atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor, ona kanmayın" diyor, halkın kendisiyle temas etmesine mâni olmaya çalışıyordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp, tebliğ vazifesinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslâmı onlara anlatıyordu. Çünkü, kabile ferdlerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri vardı. Reislerinin İslâmı benimsemesi demek, tamamının mü'minler safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resûlü, kısa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.
Resûl-i Ekremin bu tarz bir usül takip etmesinde; hak ve hakikatı tebliğde, mühim bir prensibi tesbit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikata dâvete mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlanmalıdır. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikatı kabul etmesi, şüphesiz halkın da sür'atle aynı dâvâyı benimsemesini kolaylaştıracaktır.

Medineli ilk Müslümanlar
Bi'setin 11. senesi hac mevsimi idi.
Mekke'ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsimlerinde âdetleri olduğu üzere, kabileler arasında dolaşıp onları İslâm dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi.Onlara,
"Siz kimsiniz?" diye sordu.
"Hazreç kabilesindeniz" diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz,
"Yahudîlerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?" diye sordu.
"Evet," dediler.
Bunun üzerine Efendimiz,
"Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?" dedi.
"Olur" deyip oturdular.
Nebiyy-i muhterem Efendimiz, onları Allah'ın varlık ve birliğine îmâna çağırdı. İbrâhim Sûresinden bir bölüm okudu, onları İslâm dinine dâvet etti.321
Onlar, "Galip ibn-i Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evlâdından bir peygamber gelecek" diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş. Ayrıca, Medine'de oturan Yahudilerle iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anlaşmazlık vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı. Yahudiler ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler.
Evs ve Hazreçliler ise Allah'a şerik koşar, puta taparlardı. Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, "Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tabi olacak, İrem ve Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" der, dururlardı.
Bu sefer Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, onları İslâma davet edince birbirlerine bakıştılar ve aralarında, "Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir. Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler" diye konuşarak hemen îmân ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i şehâdet getirdiler.322
Sonra da Resûl-i Kibriyâ Efendimize hitaben şöyle konuştular:
"Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki, Allah onları da sayenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz.
Eğer Allah, onları bu din üzerine bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz."323
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dâvetine icabet edip İslâmiyetle müşerref olan Medineli ilk altı zât şunlardı: Ebû Ümâme Es'ad bin Zürâre (r.a.), Avf bin Hâris (r.a.), Rafi' bin Mâlik (r.a.), Kutbe bin Âmir (r.a.), Ukbe bin Âmir (r.a.), Cabir bin Abdullah bin Riâb (r.a.).324
Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Medine'ye döndüklerinde, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp, onları İslâma dâvet edince, İslâmiyet Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve Resûlullah sadası şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Peygamberimiz ve İslâmın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi. Böylece, Medine'ye İslâm nûrundan parıltılar götürme bahtiyarlığına bu altı zât ermişti.
Medine'ye parıltıları ulaşan ebedî Nûr, artık birden bire burada parlayacak ve kısa zaman sonra şehri, İslâm Devletinin merkezi haline getirecekti.

321. İbni Hişâm, Sîre: 2/70; İbni Sa'd, Tabakât: 1/217; Taberî, Tarih: 2/234
322. İbni Hişâm, Sîre: 2/70; İbni Sa'd, Tabakât: 1/217; Taberî, Tarih: 2/234
323. İbni Hişâm, Sîre: 2/71; Taberî, Tarih: 2/234
324. İbni Hişâm, Sîre: 2/71; İbni Sa'd, Tabakât: 1/218-219; Taberî, Tarih: 2/234-235

Peygamberimiz’in Hükümdarları İslam’a Daveti


Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dini ve dâveti umumidir. Hitabı, bütün insanlığadır. Diğer Peygamberler gibi bir kavme, bir kabileye, bir millete veya bir bölgeye münhasır değildir.
Cenâb-ı Hak, bir çok âyet-i kerimede bu hususu beyan buyurmuştur:
“De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim…”259
Buna binâen Peygamber Efendimizin dâveti elbette yalnız bazı Arap kabilelerine, bir takım insanlara ve belli bölgelere münhasır kalamazdı. Bütün insanlığa bu imân ve İslâm dâveti sesinin duyrulması gerekiyordu.
Bunun için, Hudeybiye Sulhü sonrası en müsait bir zamandı. Zira, anlaşma gereğince 10 yıl harp yapılmayacaktı.
Hicretin 7. senesi, Muharrem ayı idi. Peygamber Efendimiz, birgün Ashab-ı Kiramı toplayarak şöyle buyurdu:
“Allah, beni bütün insanlara rahmet olarak gönderdi. İslâmı yayma hususunda bana yardımcı olun! Havarilerin Meryem oğlu İsâ’ya muhâlefetleri gibi, siz de bana karşı muhalefette bulunmayın!”
Sahabîler, “Yâ Resûlallah! Havariler, Hz. İsa’ya (a.s.) nasıl muhalefet etmişlerdi?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem şöyle izah etti:”Benim sizi dâvet ettiğim vazifeye, o da Havarilerini dâvet etmişti. Ancak onun yakın yere gönderdiği kimseler isteyerek gidip selâmete eriştiler. Uzak yere göndermek istedikleri kimseler ise, gitmekten kaçındılar. İsâ (a.s.), bu durumu Allah’a arzetti ve şikâyette bulundu.
“Gitmeye üşenenlerin her biri, gönderilecekleri milletlerin dillerini konuşur oldukları halde sabahladılar. İsâ (a.s.), onlara, ‘Bu, Allah’ın sizin için kesinleştirdiği, ve ehemmiyet verdiği bir iştir. Haydi gidiniz!’ demişti. Onlar da gitmişlerdi!”260
Bunun üzerine Sahabîler, “Yâ Resûlallah,” dediler, “biz sana bu hususta yârdımcı olacağız, Bizi arzu ettiğin yere gönder” dediler.261

Kim Nereye Ve Kime Gönderildi?
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, İslâma dâvet maksadıyla Ashabından:
1) Dihyetü’1-Kelbî’yi Rum Kayseri* Heraklius’a,
2) Amr bin Ümeyye ed-Demri’yi, Habeş Necaşîsi Ashame’ye,
3) Abdullah bin Huzâfe’yi İran Kisrâsı Hüsrev Perviz’e,
4) Hanb bin Ebî Beltâa’yı Mısır Firavunu Mukavkıs’a,
5) Salit bin Amr’ı, Yemâme Valisi Havza bin Ali’ye,
6) Şuca’ bin Vehb’i Gassân Meliki Münzir bin Hâris bin Ebî Şemir’e gönderdi.262
Gönderilen elçinin hepsi de gönderildikleri memleketlerin dillerini biliyorlardı. Peygamber Efendimiz, bu elçilerine, mezkur hükümdarlara verilmek üzere birer mektup da yazarak teslim etti.
Mektupları yazdığı sırada, Sahabîler hükümdarların mühürsüz mektup okumadıklarını bildirince Resûl-i Ekrem Efendimiz, gümüşten bir mühür üzerine alt alta gelmek suretiyle şu şekilde imzasını da yazdırdı:
“Allah
“Resûl
“Muhammed”263
Kâinatın Efendisi bu yüzüğünü vefâtına kadar takmıştır. Vefâtından sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman takmışlardır. Günün birinde Hz. Osman’ın elinden Eris Kuyusuna düşerek kaybolmuştur. Kuyunun Bütün suyu çektirildiği halde, bir türlü bulunamamıştır.264

259. Araf Sûresi, 158. Konu ile ilgili olarak diğer âyetler için bkz.: Nisâ Sûresi, 79,170,174; Tevbe Sûresi, 33; Sebe’ Sûresi, 28; Hacc Sûresi, 67; Ahzab Sûresi, 40.
260. Sîre, 4:254.
261. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:507.
* O zamanlar Rum (Bizans) devirt başkanına Kayser, İran Şahına Kisnjt, Mısır devlet başkanına Firavun, Yaman hükümdarına Tubbâ, Habeş hükümdarına ise Necaşî denilmekteydi,
262. Sîre, 4:254; Tabakât, 1:258; Ensab, 1:531; Taberî, 3:84; İbn-i Kesir, Sîre, 3:343.
263. Tabakât, 1:258.
264. Buharî, 7:54; Müslim, 3:1658.

İMTİHAN SON ANA KADAR DEVAM EDER

İnsanın dünya hayatındaki imtihanı, yaşamının son anına kadar devam etmektedir. Bir insan eğer 75 yıl yaşıyor ise, 75. yılının en son gününde de Allah'a karşı olan sorumluluğu devam eder, Allah tarafından imtihan edilir ve eğitilir. Bu yüzden yaşamının her anında Allah'ın hükümlerine uymalı, ibadetlerini yerine getirmeli, O'nu anarak rızasını aramalıdır.


Ve bu gerçek, çok önemli bir sonucu daha beraberinde getirmektedir: Eğer insan, bu son gününde, hatta son anında dahi yolundan sapacak, Allah'a karşı nankörlük edecek olsa, imtihanı kaybetmiş ve tüm dünya hayatını boşa harcamış olabilir. Bu son andan önceki hayatını Allah'ın rızasına uygun olarak geçirmişse bile, son andaki bir isyankarlığı, tüm emeklerini boşa çıkarabilir.
Bu, her Müslümanın dikkate alması gereken bir tehlikedir. Çünkü insanın en büyük düşmanı olan Şeytan, son nefesine kadar insanın zayıf anlarını ve zayıf yönlerini kullanarak onu saptırmaya gayret edecektir. Türlü yollar, yöntemler kullanarak insanları Allah'a karşı isyana ve inkara sürüklemeye çalışacaktır. "Son an" da, Şeytan'ın insanı saptırmak için çabalayacağı çok önemli bir zaman olabilir. "Ben nasıl olsa Allah'a iman ediyorum, O'nun rızası için bu kadar iş yaptım, elbette artık kurtuluşa erdim." diyen insan büyük bir gaflete düşmüştür. Çünkü ayetlerde insanın son ana kadar hep "korku ve umutla dua" etmesi gerektiği (Secde Suresi, 16) bildirilmektedir ve her Müslüman, Allah'ın aşağıdaki emri üzerinde düşünmeye davet edilmektedir:
Ey iman edenler, Allah'tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum üzerinde) ölmeyin. (Al-i İmran Suresi, 102)
İMANLARINDAN SONRA İNKARA DÖNENLER
İman, Allah'ın vermiş olduğu en büyük nimetlerdendir. İnsanın bu dünya hayatındaki mutluluk ve huzuru da, sonsuz hayatındaki kurtuluşu da imanı sayesinde olur. Bu yüzden her nimet gibi, iman nimeti için de Allah'a şükretmek gerekmektedir. Allah, imanı dilediği kuluna nasip eder, dilediğine ise etmez. Allah'ın iman nasip etmediği kişiler, tüm dünya onları imana davet etmek için uğraşsa dahi, hiçbir şekilde iman edemezler. Bu gerçek, Allah'ın Peygamberimize hitaben indirdiği bir ayetinde şöyle belirtilmektedir:
Sen, onların hidayet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidayet vermez, onlar için yardım edecek yoktur. (Nahl Suresi, 37)
İşte Allah'ın hidayet verdiği insanlar, yani müminler, O'nun rahmeti sayesinde inkardan kurtulmuş olurlar. Bu nedenle de her mümine düşen, cennet ehlinin yapacak olduğu duayı şimdiden yaparak "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik..." deyip şükretmektir. (Araf Suresi, 43)
Bir nimete şükretmek ise, sözlü olarak Allah'a hamd etmenin yanında, fiili olarak Allah'ın rızasına uygun tavırlar göstermekle olur. İmanın şükrü ibadettir. Her mümin, Allah'ın kendisine verdiği imana bir şükür olarak, ibadetlerini titiz bir biçimde yerine getirmeli, elinden gelen tüm imkanları Allah rızası için kullanmalı, kendisini Allah'a tam manasıyla adamalıdır.
Eğer bu şükür yapılmaz ise, yani mümin olan kişi, "Ben nasıl olsa müminim, cennet ehlinden olacağım." gibi bir mantık içinde rehavete kapılıp, bir denemeden geçirildiğini unutursa, o zaman kendisine verilen nimet geri alınabilir. Kuran'da Allah'ın tarif ettiği biçimde kalbi katılaşabilir ve sonunda inkara düşebilir. Bu durumda, daha önceki imanı ve yapmış olduğu salih işler kendisine hiçbir yarar sağlamayacak, boşa çıkacaktır. Allah bu gerçeği birçok ayetinde haber vermiştir:
... sizden kim dininden geri döner ve kafir olarak ölürse, artık onların bütün işledikleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 217)
Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın." (Zümer Suresi, 65)
İman edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır." derler. Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisinin onları sevdiği, onların da Kendisini sevdiği müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 53-54)
Allah Kuran'da imanlarından sonra inkar eden bu gibi insanların varlığını bildirir. Ayetlerde, bu kişilerin büyük bir sapkınlığa düştükleri ve Allah tarafından bağışlanmayacakları haber verilmektedir:
Gerçek şu, iman edip sonra inkâra sapanlar, sonra yine iman edip sonra inkâra sapanlar, sonra da inkârları artanlar... Allah onları bağışlayacak değildir, onları doğru yola da iletecek değildir. (Nisa Suresi, 137)
Doğrusu, imanlarından sonra inkâr edenler, sonra inkârlarını artıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez. İşte bunlar, sapıkların ta kendileridir. (Al-i İmran Suresi, 90)
Bu gibi kişilerin ahiretteki durumları ise şöyle bildirilir:
Bazı yüzlerin ağaracağı, bazı yüzlerin de kararacağı gün... Yüzleri kapkara-kesilecek olanlara:
"İmanınızdan sonra inkar ettiniz, öyle mi? Öyleyse inkar etmenize karşılık olarak azabı tadın" (denilir). (Al-i İmran Suresi, 106)
Tüm bu ayetler, "imandan sonra inkara sapma" gibi bir tehlikenin varlığını açıkça göstermektedir.
Ayetlerde sözü edilen kişiler, yaşamlarının bir kısmında Allah'ın varlığına ve birliğine iman edip, O'nun hükümlerine göre yaşamış kişilerdir. Ancak sonra, bir şekilde nefisleri onları Allah'ın dininden uzaklaştırmış ve inkara sürüklemiştir. Bu şekilde inkara düşmekle, belki de diğer pek çok inkarcıdan daha suçlu hale gelmişlerdir. Çünkü onlar doğru olanı öğrenmiş, bir müddet yaşamış ama sonra vicdanları kabul ettiği halde Allah'ın dinini terk etmişlerdir. Bu yüzden bir zamanlar yaptıkları tüm hayırlı işler de, tamamen boşa gitmiştir. (En doğrusunu Allah bilir.) Bu yüzden bir insanın dünyada geçirdiği süre boyunca bir gün bile imtihan edildiğini unutmaması gerekir. Karşılaştığı tüm olaylarla denemeden geçirildiğini, şeytanın kendisine çeşitli vesilelerle vesvese vermeye çalışacağını, karşısına çıkan zorlukları hiç bitmeyecekmiş gibi göstermeye ve bu yolla onu doğru yolundan döndürmeye çalışacağını asla aklından çıkarmamalıdır. Çünkü imandan sonra inkara sapmak, sonsuz bir azabı hak etmek demektir.
Üstelik bu kişiler imanlarından döndükten sonra dünyada sefil bir hayat yaşarlar. Maddi olarak zenginliğe ve refaha ulaşsalar bile, hayatlarının sonuna kadar manevi bir azap çekerler. Gerçeği bildikleri için sürekli olarak vicdanlarını bastırmaya çalışırlar, ama bunun verdiği vicdan azabı ise sürekli olarak canlarını yakar. Asıl büyük azabı ise, ölümleriyle birlikte başlayacak olan ahiret hayatında yaşarlar. Allah bu gibilerin durumunu şöyle haber vermektedir:
Şüphesiz küfredip kafir olarak ölenler, bunların hiçbirinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır ve onların yardımcıları yoktur. (Al-i İmran Suresi, 91)
Madem böyle bir tehlike vardır, bir mümin hayatının en son anına kadar bu tehlikeden sakınmak zorundadır. Çünkü insanın "iman ettim" deyip, gevşeklik göstermemesi çok önemlidir. İnsan ne zaman yaptıklarının sonsuz ahiret hayatına ulaşmak için yeterli olduğunu düşünse, o zaman "Hayır; gerçekten insan, azar. Kendini müstağni gördüğünden." (Alak Suresi, 6-7) ayetinde bildirildiği gibi azgınlık gösterebilir. Bu nedenle de her an bu tehlikeyi gözönünde bulundurmalı, her hareketinde Allah'ın rızasına uygun hareket etmelidir. Çünkü imtihan, insanın hayatının son anına kadar devam etmektedir.
MÜCADELEDEN KAÇANLAR VE GERİ KALANLAR
Kalbindeki iman zayıflamış ya da tümüyle yok olmuş bir kimse, bir süre sanki hiçbir şey yokmuş gibi Müslümanların arasında bulunabilir ve dinin kurallarına uygun bir görüntü altında yaşayabilir. AncakAllah bu gibi insanları açığa çıkarmak için bazı imtihan ortamları yaratır. Zorluklarla, açlıkla, yoklukla, hastalıkla, mallardan ve canlardan eksiltmeyle denemeden geçirilen müminlerin bu zorluklar karşısında sağlamlığı artarken, kalplerinde hastalık olanlar ise her geçen an inkara biraz daha yaklaşırlar.
İşte son anın önemi burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Bir insan hayatının büyük bölümünü iman ederek geçirebilir. Dine büyük hizmetlerde bulunup, son derece hayırlı işler yapabilir. Ancak eğer vicdanına uymaktan vazgeçer, gevşeklik gösterir ve bu nedenle de kalbi katılaşır ise, söz konusu imtihan anlarında gereken dirayeti gösteremeyecektir. Dünya sevgisi ve can korkusu Allah rızasına ağır basıp, bu kişiyi küfre sürükleyebilir.
Ayetlerde pek çok Peygamberin, kendi döneminde saldırgan bir topluma karşı, masum insanları korumak ve Allah'ın dinini muhafaza etmek için mücadele ettiğinden bahsedilmektedir. Bu mücadele o dönemler için çok önemli bir ibadettir. Peygamberimiz döneminde de inkarcı topluluklara karşı güçlü bir mücadele yürütülmüştür.Allah'ın ve Peygamberin emriyle gerçekleştirilmiş olan bu mücadelelerin hepsi dini bir yükümlülüktür. Bu görevden kaçmak isteyenler ise, Kuran'da kalpleri mühürlenmiş, yani tam olarak imandan çıkmış kimseler olarak bildirilmektedir.
Günümüzde ise Müslümanların inkarcılara karşı yapacakları bu mücadele fikri alanda yürütülmektedir. Bu fikri mücadele ise inkarcıların tüm dayanak noktalarının bilimsel olarak ortadan kaldırılması, ilmi olarak çürütülmesi anlamını taşımaktadır. Bu konuda her Müslümana çok büyük bir sorumluluk düşmektedir ve hiç kimse fikri mücadelede geri planda kalmamalıdır. Çünkü Allah ayetlerinde, geride kalmayı tercih edenlerin kalplerinin katılaştığını bildirmiştir:
"Allah'a iman edin, O'nun elçisi ile cehd etmeye çıkın" diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sahibi olanlar, senden izin isteyip: "Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım" dediler. Geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kalbleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar. (Tevbe Suresi, 86-87)
Kuran'da verilen başka bir örnek ise bir zorlukla karşılaştıklarında hemen bahaneler öne sürüp, kaçmaya çalışanların kendi nefislerini nasıl helake uğrattıklarıdır:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Gerek Peygamberimiz döneminden, gerekse geçmiş Peygamberlerin dönemlerinden verilen bu örnekler bir gerçeği açıkça ortaya koymaktadır: Allah insanları yaşamlarının her anında imtihan etmekte ve doğru söyleyenler ile yalancıların birbirinden ayrılacağı ortamlar yaratmaktadır. Özellikle zorluk ve sıkıntılarla karşılaştıkları dönemlerde Müslümanlar güçlü bir kararlılık gösterirken, zayıf olanlar kendilerini belli etmekte ve dinlerinden geri dönmektedirler. Bunun bir örneği de, Peygamberimiz döneminde Müslümanlar ile inkarcılar arasında geçen bir savaş anında yaşanmıştır. Ayetlerde böyle bir zorluk anında bazı Müslümanların zayıflık gösterdikleri ve "Allah hakkında cahiliye zanlarına kapıldıkları" anlatılmaktadır. Şeytan, zorluk anında, bu Müslümanların "ayaklarını kaydırmak" istemiştir:
İki topluluğun karşı karşıya geldikleri gün, sizden geri dönenleri, kazandıkları bazı şeyler dolayısıyla şeytan onların ayağını kaydırmak istemişti. Ama andolsun ki, Allah onları affetti. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, yumuşak olandır. (Al-i İmran Suresi, 155)
Allah bu olayda zayıflık gösteren Müslümanları affettiğini bildirmiştir.
İşte bu ayetlerde bildirilen olayda inananlar için çok büyük dersler vardır. Çünkü Allah iyilerle kötülerin ayrılması için insanların mutlaka denemelerden geçirileceklerini vaat etmiştir. Bu "zor anlar"a karşı dayanıklı olmanın tek yolu ise Allah'a güçlü iman, ihlas ve samimiyettir. Elbette Allah salih kullarına kolaylık verir, onların "ayaklarını sağlamlaştırır", onların kalplerine her türlü zor ortamda "huzur ve güven duygusu" indirir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, Allah'ın yeryüzünde insanları imtihan edeceğine ve iyilerle kötüleri ayıracağına dair vaadi kesindir:
Yoksa siz, içinizden cehd edenleri (çaba harcayanları) ve Allah'tan ve Resûlü'nden ve müminlerden başka sır-dostu edinmeyenleri Allah 'bilip (ortaya) çıkarmadan' bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Tevbe Suresi, 16)
İnsanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)

7-Bölüm:Gerçek imana davet

7-Bölüm:Gerçek imana davet
Nasrani inancının tarihin derinliklerine gömülmesinden sonra ne oldu? Yahudiler,
kendi kurtuluşlarını, yani Hz. İsa'yı reddettiklerine, Pavlusçu Hıristiyanlar hayali
bir Hz. İsa'ya inandıklarına, Nasrani inancı da tarihin dışına itildiğine göre, Hz.
İbrahim'den gelen ve Hz. İsa'yla devam eden İlahi din ne oldu?
Yahudiler Hz. İsa'yı reddettiler. O, onların peygamberi ve Mesihiydi, ama
kalplerindeki katılık ve kibir nedeniyle onu tanımadılar. Dahası onu Roma valisine
gammazlayarak öldürmeye kalktılar.
Hıristiyanlar ise Hz. İsa'yı benimsediler. Ama onu yanlış anladılar. Hz. İsa kendi
hayatını Tevrat'ın "Tanrın olan Rab'be tap, yalnız O'na kulluk et" emrine uymaya
adamıştı. İnsanlara yaydığı mesaj da buydu. Ama Hıristiyanlar, Pavlus'un pagan
dininin peşinden gittiler ve Hz. İsa'ya taptılar, ona kulluk ettiler.
Dolayısıyla her iki din de, göklerin ve yerin Yaratıcısı ve Rabbi olan tek Allah'ın
yolundan saptı.
Hz. İsa'yı gerçekten izleyenler, bir tek Nasraniler'di. Aslında onlar, sırf Hz. İsa'nın
değil, Hz. İbrahim'in, İshak'ın, Yakup'un, Hz. Yusuf'un, Hz. Musa'nın, İlyas'ın ve
diğer tüm peygamberlerin de yolunu izliyorlardı. Çünkü tüm bu peygamberler,
Hz. İsa da dahil, tek bir gerçeği anlatıyor ve insanları tek bir dine çağırıyorlardı:
Allah birdi ve insan başka herhangi bir yol göstericiye-kendi isteklerine, atalarının
geleneklerine, "din adamı" gözüken sahtekarlara-göre değil, O'nun dinine göre
yaşamalıydı...
Ancak bu temiz Nasrani inancı da yaşayamadı ve Pavlusçu Hıristiyanlar
tarafından yok edildi...
Bir kaç satırda özetlediğimiz bu tabloyu bu yazı dizisinin başından bu yana en
ufak ayrıntısına inene dek inceledik. Ancak sormadığımız bir soru kaldı: Acaba
Nasrani inancının tarihin derinliklerine gömülmesinden sonra ne oldu?

Hz.İsa'nın geleceğini müjdelediği Peygamber
Yahudiler, kendi kurtuluşlarını, yani Hz. İsa'yı reddettiklerine, Pavlusçu
Hıristiyanlar hayali bir Hz. İsa'ya inandıklarına, Nasrani inancı da tarihin dışına
itildiğine göre, Hz. İbrahim'den gelen ve Hz. İsa'yla devam eden İlahi din ne
oldu?
Bu dini peygamberleri ile insanlara ulaştıran Allah, bu dinin tarihin içinde
kaybolup gitmesine izin mi verdi?
Hayır. Aksine, aynı İlahi din, Nasraniler'in saf dışı edilmelerinden kısa bir süre
sonra, aynı coğrafyanın biraz daha güneyinde, Arabistan'da yeniden ortaya çıktı.
Allah, yeni bir peygamberle tarihin başından beri var olan dinini yeniden duyurdu.
Bu kez bu peygamber Yahudi değildi. Çünkü Yahudiler Hz. İsa'yı reddetmekle ve
onu öldürmeye kalkmakla büyük bir suç işlemişler ve "Allah'ın seçilmiş halkı"
olma vasfını yitirmişler, aksine lanetlenmişlerdi. Çünkü peygamberleri Hz. Musa,
Eski Ahit'e göre, onlara Hz. İsa'yı kast ederek "Allah'ınız olan Rab size, kendi
kardeşlerinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak. O'nun size
söyleyeceği her sözü dinleyin. O peygamberi dinlemeyen herkes Allah'ın
halkından koparılıp yok edilecektir" demişti. Onlar ise Hz. İsa'ya isyan etmekle
"Allah'ın halkından koparılıp yok edilmişler"di. Nitekim Hz. İsa'ya karşı
düzenledikleri tuzağın ardından, 70 yılında tarihin en büyük bozgunlarından birine
uğradılar. Kudüs'ü, oradaki Tapınakları'nı ve Tapınak'taki Tevrat nüshalarını, Hz.
Musa'nın sandığını kaybettiler. "Allah'ın halkından koparılıp yok edilmişler" olarak,
asırlar sürecek bir sürgüne yollandılar.
Bu nedenle Hz. İsa ile birlikte Yahudi peygamberleri geleneği son buldu. Hz. İsa
onların son yol göstericisiydi.
İşte bu yüzden, Nasraniler'in de tarihin dışına itilmelerinin ardından, Allah vahyini
Yahudiler'den olmayan, yeni bir peygambere indirdi. Aslında bu peygamber
Yahudi değildi, ama yine de Hz. İbrahim'in soyundandı. Hz. İbrahim'in iki
oğlundan biri olan İsmail'in soyundan geliyordu ve İsmail'den türemiş olan Arap
halkının arasında ortaya çıkmıştı.
Bu peygamberin görevi ise, tarihin başından beri var olan ve Hz. İbrahim'den
beridir kesintisiz süren İlahi dini yeniden hayata döndürmekti. Bir başka deyişle,
çıkıp da bir "Arap dini" kurmadı. Ona vahyedilen kitap, kendinden önceki tüm
kitapları ve peygamberleri doğruluyor, ancak bunları izlediklerini söyleyen
insanların yanlışlarını haber veriyordu. Dolayısıyla bu peygamberi izleyenler,
önceki peygamberlerin de tümünü izlemiş olacaklardı.
Bu peygamberin ismi Muhammed, getirdiği kitabın ismi de Kuran'dı.
Hz. İsa geldiğinde yaptığı en önemli iş insanları imana davet etmek olmuştu. Hz.
Muhammed de aynı şeyi yaptı. Nitekim Hz. İbrahim, Hz. Yusuf , Hz. Musa, İlyas
ya da Yahya da aynı şeyi yapmıştı. Dolayısıyla Allah'ın lütfuyla "insanların

İbrahim'e en yakın olanları" olan biz müslümanların işi de yine insanları imana
davet etmektir.
Bu yazı dizisi daveti duyurabilmek için yazıldı, özellikle de Hıristiyanlar için.
Buna rağmen biliyoruz ki, bu yazı dizisini okuyan Hıristiyanların önemli bir
bölümü bunu "saptırıcı" bir çalışma olarak görmeye, hatta "Şeytan işi" saymaya
çalışacaklardır. Ancak bilmelidirler ki bu satırların yazarının aklında, Allah'ı
yüceltmek, O'nun peygamberlerini övmek ve O'nun gerçek dinini tebliğ etmekten
başka bir şey yoktur.
Bu yüzden Hıristiyanları, Hz. İsa'yı reddeden tutucu Yahudiler gibi katı
davranmamaya, her türlü bağımlılıktan kurtulmuş olarak kendilerini Allah'a teslim
edip düşünmeye davet ediyoruz. Hz. İsa'ya gerçekten onun kendisini anlattığı
gibi mi iman etmektedirler? Sahip oldukları iman, Yeni Ahit'e göre Hz. İsa'nın
kardeşi olan Yakup'un sahip olduğu imanla aynı mıdır? Eğer öyleyse neden Yakup
ve onun cemaati kendisine inandıkları Kilise tarafından lanetlenmiştir?...

Hıristiyanlara çağrı
Yazı dizisi içinde ayrıntılarıyla incelediğimiz konuları bir kez daha tekrar
etmeyeceğiz. Ancak Hıristiyanlara çağrımız, Yahudiler gibi tutucu
davranmamaları ve Allah'ın kendilerine indirdiği yol göstericiye karşı açık
olmalarıdır. Bu yol gösterici Kuran'dır ve Hz. İsa'nın gerçek kimliğini de onlara o
haber verir.
Kuran'a göre ise, iman ettikleri Hz. İsa, sadece ve sadece bir tek Allah'a iman
etmeyi emretmiş ve kendisinin de O'nun kulu olduğunu vurgulamıştır:
Andolsun, 'şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih'tir' diyenler küfre düşmüştür. Oysa
Mesih'in dediği (şudur:) 'Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz
olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti
haram kılmıştır, onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur.'
Andolsun, 'Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir
ilahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse,
onlardan inkar edenlere mutlaka (acı) bir azap dokunacaktır. Yine de Allah'a
tevbe edip bağışlanma istemeyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır,
esirgeyendir. Meryem oğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip
geçti. Onun annesi dosdoğrudur, ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri
nasıl açıklıyoruz? (Yine) bir bak, onlar ise nasıl da çevriliyorlar? (Maide Suresi,
72-74)
Kuran Hıristiyanları Hz. İsa'yı bir tanrı sayıp Allah'a ortak koşmamaları için uyarır.
Tek bir Allah vardır ve İsa Mesih dahil herkes O'nun kuludur. Bir Hıristiyan'ın
yapması gereken şey, herşeyden önce bunu kabul etmektir. Allah'ın bir ve tek
olduğunu, Hz. İsa'nın ya da bir başka kişinin ise sadece ve sadece O'nun kulu
olduğunu tasdiklemektir.
Onları da, İsa Mesih'i de, tüm insanları da yaratmış olan Allah, onlara şöyle
seslenmektedir:

"Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan
başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir.
Onu Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine
inanınız; "üçtür" demeyiniz. Kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek
ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa
O'nundur. Vekil olarak Allah yeter. Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah'a kul
olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O'na ibadet etmeye 'karşı çekimser'
davranırsa ve büyüklenme gösterirse, onların tümünü huzurunda toplayacaktır."
(Nisa Suresi, 171-172)               

                                         
                                                                  ::ASİYE UTKU::

6-Bölüm:İznik'ten Bugüne Hıristiyanlık

İznik'ten Bugüne Hıristiyanlık

Hıristiyanlık böylece Hz. İsa'nın getirdiği saf ve katıksız Tevhid dininden, gerçek
Yahudilik'ten kesin olarak kopuyor ve çok-tanrılı bir pagan inancı haline
geliyordu. Bir Yahudi peygamberi olan ve kuşkusuz Tevrat'ın "dinle Ey İsrail, Rab
bizim Allahımızdır ve Rab tektir" hükmüne bağlı kalan Hz. İsa, şimdi Allah'ın
yanında ikinci bir ilah olarak tarif ediliyordu.
İznik Konsülü'nden sonra daha pek çok konsül toplandı. Hemen hepsinde de
çeşitli "sapkın" akımlar lanetlendi ve aforoz edildi. Sözkonusu "sapkın"ların
önemli bir bölümünün ortak özelliği ise Üçleme doktrinini reddetmeleri ve Hz.
İsa'nın Tanrı sayılmasına karşı çıkmalarıydı.

Tevhit inancından kopma süreci
381'de İstanbul (Konstantinopolis) Konsülü toplandı. Konsül yarım asır önce
İznik'te alınan kararları onayladı ve Ariusçuluğun son kalıntılarını da bir kez daha
lanetledi. Bu arada Athanasias Yemini denen yeni bir belge daha Kilise tarafından
kabul edilmişti ve bu belgede İznik Konsülü'nde değinilmiş olan Üçleme Doktrini
çok daha somut bir biçimde ifade ediliyordu:
Kurtuluşa ermek isteyen, Katolik inancı herşeyin üstünde tutmalıdır. Buna bir
bütün olarak inanmayan kuşkusuz sonsuza kadar yok olacaktır. Ve Katolik inancı
şudur:
Biz bir üçleme içindeki bir Tanrı'ya inanıyoruz, ve birlik içindeki üçlemeye.
Kimliklerini karıştırmıyoruz, ya da özlerini ayırmıyoruz. Çünkü Baba bağımsız bir
kimliktedir, Oğlu bağımsız bir kimliktedir, ve Kutsal Ruh bağımsız bir kimliktedir.
Ama Baba'nın Oğul'un ve Kutsal Ruh'un tanrılığı birdir.
Baba yaratılmamıştır, Oğul yaratılmamıştır, Kutsal Ruh yaratılmamıştır... Baba
ebedidir, Oğul ebedidir, Kutsal Ruh ebedidir... Baba Tanrı'dır, Oğul Tanrı'dır,
Kutsal Ruh Tanrı'dır... Baba Rabbimizdir, Oğul Rabbimizdir, Kutsal Ruh
Rabbimizdir.
Hıristiyanlık böylece Hz. İsa'nın getirdiği saf ve katıksız Tevhid dininden, gerçek
Yahudilik'ten kesin olarak kopuyor ve çok-tanrılı bir pagan inancı haline
geliyordu. Bir Yahudi peygamberi olan ve kuşkusuz Tevrat'ın "dinle Ey İsrail, Rab
bizim Allahımızdır ve Rab tektir" hükmüne bağlı kalan Hz. İsa, şimdi Allah'ın
yanında ikinci bir ilah olarak tarif ediliyordu. Oysa Kuran'a göre de Hz. İsa
etrafındakilere "Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na
ibadet edin" demişti. (A'li İmran, 51)
Hz. İsa'yı annesi Hz. Meryem 'e müjdelemiş ve onu tebliğinde desteklemiş olan
Kutsal Ruh (Ruh-ül Kudüs), yani Cebrail ise, Allah'ın yarattığı bir melek olmasına
rağmen şimdi Hz. İsa'nın yanında üçüncü bir ilah sayılıyordu. Gördüğü her kutsal
varlığı ilah sayan pagan düşüncesinin sonucuydu bu.
Ancak sözkonusu Üçleme Doktrini, hem hiçbir dayanağı olmayan bir pagan
düşüncesi olduğu hem de çok açık bir mantıksal çelişki barındırdığı için, dördüncü
yüzyıldan bu yana Hıristiyan dünyası içindeki pek çok akım ya da kişi tarafından
reddedildi. Ariusçular sözkonusu "anti-Triniteryen" (Üçleme karşıtı) Hıristiyanların
öncüleriydiler. Daha sonra da onlara benzer akımlar çıktı.

Anti-Triniteryenler
Sözkonusu akımların öncülerinden biri, Arius'tan daha zayıf bir biçimde de olsa
yine Üçleme'yi reddeden Nestorius'tu. Suriye doğumlu bir manastır rahibi olan
Nestorius, 428 yılında İstanbul Piskoposluğu gibi önemli bir makama getirilmişti.
Ancak kendisini bu yere getiren Kilise hiyerarşisine karşı teolojik bir mücadele
başlatmakta gecikmedi. Nestorius'un hedef aldığı kavramların başında, Kilise
tarafından Hz. Meryem'e verilmiş olan "Theotokos" (Tanrı'nın Annesi) sıfatı
geliyordu. Kilise dördüncü yüzyılda bu sıfatı Hz. Meryem 'e atfetmiş ve onun, Hz.
İsa'yı ve ondan sonraki diğer çocuklarını doğurmasına rağmen, "ebediyen bakire"
kaldığını ilan etmişti. Nestorius ise çıktı ve şöyle dedi: "Kimse Meryem'e Tanrı'nın
Annesi demesin, çünkü Meryem sadece bir insandı."
Aslında Nestorius Kilise'nin sapkın öğretisinin çok küçük bir bölümüne karşı
çıkmıştı-Hz. İsa'nın Tanrı sayılmasına karşı açık bir şey söylemiyordu. Ancak bu
bile Kilise tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve Nestorius'un aynı Arius gibi
anti-Triniteryen bir "sapkın" sayılmasına yol açtı. Uzun tartışmaların ardından 431
yılında Efes'te toplanan bir konsülde Nestorius aforoz edildi. Tarihe Efes Konsülü
olarak geçen bu toplantı, "sapkınlara karşı" İznik'ten ve İstanbul'dan sonra
düzenlenmiş üçüncü "Kutsal Sinod"du (Konsül).
Nestorius 435 yılında Mısır çölüne sürüldü, ama etkisi sona ermedi. Pers (İran)
Kilisesi zaman içinde giderek Nestorius'un görüşlerini benimsedi. Mısır Kilisesi ise
Nestorius'u sapkın sayan Katolik Kilisesi kararını tanımadı ve böylece Roma'dan
ayrılarak bağımsız bir Kilise haline geldi. Zaman içinde de bugünkü Koptik (Kıpti)
Kilisesi'ne dönüştü. Nestorius'un diğer bazı bağlıları ise "Nasturilik" olarak
bildiğimiz mezhebi oluşturdular. Günümüze kadar varlığını sürdüren Nasturi
Kilisesi'nin merkezi bugün halen San Francisco'dadır.

Ortodokslar ve Protestanlar
Katolik Kilisesi'nin sözkonusu egemenliği, dokuzuncu yüzyılda kendi içinde
gerçekleşen bir ayrılma ile sarsıldı. Uzunca bir süredir Roma Kilisesi ile ihtilaf
halinde olan Doğu Kiliseleri-ki bunlar İstanbul, Kudüs, Antakya ve İskenderiye
Patriklerine bağlıydılar-Roma Katolik Kilisesi'nden kesin olarak ayrıldılar. Roma
Kilisesi ile Doğu Kiliseleri arasındaki bu çatışma aslında siyasi kökenliydi; Roma
İmparatorluğu'nun Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılmasından sonra ortaya çıkmıştı.
Asırlar boyunca da iki tarafın arasında çeşitli anlaşmazlıklar gelişmişti. Sonunda
Batı Roma'nın Şarlman'ın Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'nu kutsaması
sonucunda iki taraf arasındaki bağlar tamamen koptu. İki taraf arasındaki pek
çok farktan en belirgini, Roma Kilisesi'nin kutsal dil olarak Latince'yi Doğu
Kiliseleri'nin ise Yunanca'yı kullanmalarıydı.
Doğu Kiliseleri, ya da diğer isimleriyle "Ortodoks Kiliseler", Roma'dan koptuktan
sonra kendi aralarında bir hiyerarşi oluşturamadılar. İstanbul'daki Patrikhane her
zaman daha üstün gibi göründü, ama diğerleri kendi içlerinde bağımsızdılar.

Dahası, zamanla yeni kopmalar oldu ve ulusal kiliseler oluştu. Ermeni, Rum,
Bulgar, Sırp, Rus gibi uluslar, farklı dönemlerde kendi milli kiliselerini kurdular.
Katolik Kilisesi ise Doğu Kiliseleri'nin ayrımı ile verdiği "fire"nin dışında, başka
hiçbir kalıcı parçalanmayla karşılaşmadan 16. yüzyıla kadar Avrupa'daki
egemenliğini korudu. 1520'lerde Almanya'da ortaya çıkan Martin Luther adlı bir
rahip bu egemenliği sarsan kişi oldu. Önce Luther'in sonra da Calvin ve Zwingli
gibi rahiplerin önderliğinde gelişen "Protestan" akım, Roma Kilisesi'nin ve
Papa'nın otoritesine karşı büyük bir isyandı. İsyan büyük olduğu kadar kanlıydı
da; Avrupa bir yüzyılı aşkın bir süre Katoliklerle Protestanların bitmek tükenmek
bilmeyen savaşlarına sahne oldu. "Dini" gibi gözüken bu savaşların ardında ise
yine siyasi hesaplar, Papa'nın boyunduruğu altında yaşamaktan ve ona vergi
vermekten bıkmış olan prenslerle bu egemenliği yitirmek istemeyen Katoliklerin
çıkar çatışmaları yatıyordu.
Protestanlar Papa'nın otoritesini reddederken onun yerine bir başka otorite
koymamışlardı. Bu nedenle Protestanlık, Katolisizmdeki hiyerarşinin aksine son
derece dağınık ve "liberal" bir din olarak gelişti. Hemen her ülke kendisine ulusal
bir kilise kurdu. Bunların yanında daha pek çok farklı mezhep ve akım gelişti. Bu
nedenle bugün Protestanlığın yüzlerce irili ufaklı versiyonu, yüzlerce farklı
Protestan kilisesi vardır. Bunların büyük kısmı da ABD'de faaliyet gösterir.
Protestanlığın hikayesinin bizim açımızdan önemli olan bir yönü vardı.
Protestanlar, belirttiğimiz gibi, kendilerini Katolik Kilisesi'nin egemenliğinden
kurtardılar. Bu hem hiyerarşik hem de doktrinsel bir özgürlüktü. Artık kendilerini
Katolik Kilisesi'nin kutsal metinlerine uymak zorunda hissetmiyorlardı. Yeni Ahit'i
kendileri okuyorlar ve kendileri yeni baştan yorumluyorlardı.
Bunun sonucunda bazı Protestanlar, çok az bir bölümü de olsa, ilginç bir gerçeği
fark ettiler: Katolik inancının temelini oluşturan Üçleme'nin Yeni Ahit'te pek bir
dayanağı yoktu. Hatta bazı pasajların bu doktrini yalanladığı bile düşünülebilirdi.
Bu pasajlardan Tanrı'nın bir "Üçlübirlik" içinde olmadığı, aksine bir ve tek olduğu
sonucu çıkarılabilirdi.
İşte bazı Protestanlar, aslında çok azı, bu sonucu çıkardılar ve Üçleme'yi
reddettiler. Böylece "Birlemeci" (Unitarian) Kiliseler doğdu.

Çağdaş "Birlemeci" Hıristiyanlar
Protestan Reformu'nun ardından Yeni Ahit'i Katolik dogmalarından bağımsız
okuyarak Üçleme'nin yanlışlığı sonucuna inanan ilk Hıristiyan akım, İtalya'da
gelişti. Lelio Sozzini (1525-62) ve kuzeni Fausto Sozinni (1539-1604) tarafından
başlatılan akım, kurucularının isminden dolayı Sosyanizm (Socianism) olarak
bilindi. Sosyanistler gizli toplantılar yoluyla yayıldılar. İnançlarının en önemli yanı
ise Üçleme doktrinini reddetmeleriydi.
Sosyanistler çeşitli baskılarla karşılaşmakta gecikmediler. Kilise onları çok
geçmeden aforoz etti. Aynı dönemde Sosyanistler'e benzer fikirler yayan,
özellikle Üçleme doktrinine radikal bir biçimde saldıran Cenevreli Michael
Servetus, fikirleri nedeniyle Calvin tarafından kazığa bağlanıp yakılarak idam
edildi. Yakılırken yazdığı anti-Triniteryen kitap da göğsüne asılmıştı.

Sosyanistlerin mirasını devralan Üniteryen (Unitarian) yani "Birlemeci" akım ise
16. yüzyılın sonlarında Transilvanya'da doğdu ve sonra da başta Polonya olmak
üzere Avrupa'nın dört bir yanına yayıldı. Polonyalı Üniteryen rahiplerin yayınladığı
ve Tek Tanrı fikrini ısrarla işleyen Racovian Catechism adlı belge, akımın en
önemli kaynaklarından biri haline geldi. Bu dönemde Polonya'daki bazı
Üniteryenler Katolikliğe geri dönmek, Yahudiliği kabul etmek ya da sapkınlık
suçuyla idam etmek gibi üçlü bir seçenekle karşı karşıya kaldılar. Yahudiliği kabul
etmek bir idam nedeni sayılmıyordu, çünkü Yahudiler "kafir"diler, "sapkın" değil.
Bu durum karşısında Üniteryenlerin çoğu, Üçlemeci Katolik inancına
dönmektense, monoteist Yahudi inancını benimsemeyi tercih ettiler.
Üniteryenizm Hıristiyan geleneğinin akılcı ve gerçekçi bir yorumuna
dayanmaktadır. Hz. İsa, gerçekte olduğu gibi, yani bir Yahudi peygamberi olarak
kabul edilmekte, Yeni Ahit'te onun için kullanılan "oğul" kavramı mecazi anlamda
anlaşılmaktadır. Allah'ın bir ve tek olduğu gerçeği doğrulanmaktadır. Bu arada
Yeni Ahit'in de İlahi bir vahiy değil, insan yazımı bir kitap olduğu gerçeği kabul
edilmektedir.
Bir Hıristiyanın, Hıristiyan inancı içinde varabileceği en doğru nokta da bu olabilir.
                                                          

::asiye utku::

5-Bölüm:"Baba-Oğul-Kutsal Ruh" yanılgısı

"Baba-Oğul-Kutsal Ruh" yanılgısı

Hıristiyanların çoğu "Baba-oğul-Kutsal Ruh" yanılgısını Hz. İsa tarafından
insanlara öğretildiğini ve kendilerine de bu kaynaktan ulaştığını sanırlar. Oysa bu
yanlış inanç Hz. İsa tarafından ortaya atılmadığı gibi, aslında onu izleyen ilk üç
asırda dahi "keşfedilmemiş"tir. Üçleme, Hıristiyan araştırmacıların da kabul ettiği
gibi, dördüncü yüzyılda ortaya çıkmış bir doktrindir .
Bugün Hıristiyan öğretisinin temelinde, Allah'ı, "Baba Tanrı", "Oğul Tanrı" ve
"Kutsal Ruh" olarak üç parçaya ayıran ve sonra da bu üç parçanın bir olduklarını
iddia eden "Üçleme" ya da "Üçlübirlik" (Trinity) doktrini yer alır. Hıristiyanların
çoğu bu doktrinin Hz. İsa tarafından insanlara öğretildiğini ve kendilerine de bu
kaynaktan ulaştığını sanırlar. Oysa bu doktrin Hz. İsa tarafından ortaya atılmadığı
gibi, aslında onu izleyen ilk üç asırda dahi "keşfedilmemiş"tir.
Üçleme, Hıristiyan araştırmacıların da kabul ettiği gibi, dördüncü yüzyılda ortaya
çıkmış bir doktrindir ve bu tarihten önce yaşamış Kilise babalarının hiçbirinin
yazılarında görülmez.
Ancak bu doktrini formüle edenler önemli bir sorunla karşı karşıya olduklarını
görmüşlerdir: Bu doktrinin Yeni Ahit'te herhangi bir temeli yoktur. Bu nedenle de
bir temel oluşturma ihtiyacı hissetmişlerdir ve Dört İncil içinde en itibarlı
sayılanına, yani Matta'ya küçük bir pasaj ilave etmişlerdir. Bu pasajda, Hz. İsa
sözde havarilerine şöyle der:
"Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları
öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un adıyla vaftiz
edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın
sonuna dek her an sizinle birlikteyim." (Matta 28:19-20)
Matta İncili'nin sonunda yer alan sözkonusu "Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un adıyla
vaftiz etme" emrinin sonradan eklendiğini bugün seküler araştırmacıların hemen
hepsi kabul etmektedir. Bunun iki temel delil vardır. Birincisi, Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinde vaftiz işleminin sadece Hz. İsa'nın adıyla gerçekleştirildiğinin
biliniyor oluşudur. (Bu durum, Yeni Ahit'in diğer kitaplarından, özellikle Pavlus'un
mektuplarından rahatlıkla anlaşılabilir.) İkinci önemli gösterge, Matta'dan daha
önce yazılmış olan Markos İncili'nde Hz. İsa'nın aynı vaftiz emri aktarıldığı halde
sözkonusu "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" üçlüsünden söz edilmemesidir.
Bu durum İnciller üzerinde yapılan rötuşların dördüncü yüzyıla kadar devam
ettiğini göstermektedir. Buna örnek olarak gösterebileceğimiz çok ilginç bir başka
ekleme daha vardır. Bugün elinize bir Yeni Ahit alıp Markos İncili'nin en başını
okursanız oradaki ilk ayette "Tanrı'nın Oğlu İsa Mesih'le ilgili müjdenin başlangıcı"
diye yazdığını görürsünüz. Ancak bu konuda biraz dürüst davranan bazı İnciller
bazen bu ayetin sonuna bir dipnot ekleme ihtiyacı hissederler. Örneğin American
Bible Society'nin yayınladığı Good News New Testament adlı İngilizce İncil'de şu
dipnot yer almaktadır: "En eski bazı nüshalarda bu 'Tanrı'nın Oğlu' ibaresi yer
almaz." (Good News New Testament: Today's English Version, New Testament in
Color. (4. baskı)American Bible Society, New York, 1974. s. 61 Yani Markos
İncili'nin en eski bazı nüshalarında "Tanrı'nın Oğlu İsa Mesih'le ilgili müjdenin
başlangıcı" değil, sadece " İsa Mesih'le ilgili müjdenin başlangıcı" diye
yazmaktadır!
Fazla söze gerek var mı?...

Tapınma
İncillerde Hz. İsa'yı ilahlaştırmak için yapılan rötuşların bir başka türü, etrafındaki
insanların ona tapındıklarını öne süren anlatımlardır. Hz. İsa'yı kabul eden
Yahudilerin, hatta havarilerin Hz. İsa'ya "tapındıkları"ndan söz edilir. Örneğin
Luka İncili'nde şöyle yazılıdır:
"İsa onları kentin dışına, Beytanya'nın yakınlarına kadar götürdü. Ellerini
kaldırarak onları kutsadı. Ve onları kutsarken yanlarından ayrıldı, göğe alındı.
Öğrencileri O'na tapındılar ve büyük sevinç içinde Kudüs'e döndüler. Sürekli
tapınakta bulunuyor, Tanrı'yı övüyorlardı." (Luka, 24:50)
Matta ise Hz. İsa'yı henüz doğumu sırasında ziyaret eden yıldızbilimcilerin annesi
Hz. Meryem 'in önünde ona tapındıklarını öne sürer. Sözkonusu tapınma kavramı,
Matta, Luka ve Yuhanna'da yer almasına rağmen, yine, Markos'ta yer almaz.
Markos'un incilinde anlatılan kişiler, sadece Allah'a tapınırlar. Ne öğrencilerinin ne
de bir başka Yahudinin Hz. İsa'ya tapındıklarına dair hiçbir anlatım yoktur.

Dolayısıyla sözkonusu tapınma kavramının da genel trende uygun bir biçimde
geliştiğini söyleyebiliriz. Markos'ta hiç yer almazken ondan sonra yazılan
İncillerde ortaya çıkmış ve giderek daha vurgulu hale gelmiştir.
Bunun kökeninde de Hz. İsa ile ilgili anlatımların giderek daha fazla
paganlaştırılması olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde bir insana tapınmak bir
Yahudi için düşünülemeyecek bir şeydi, ama paganlar arasında en doğal dini
uygulamaydı. Bu yüzden pagan bir zihin hem Hz. İsa'ya tapınmayı doğal
karşılayabilir, hem de öğrencilerinin ona gösterdikleri saygıyı da kolaylıkla
tapınma olarak yorumlayabilirdi. Hz. İsa'ya iman eden Yahudiler ona "Rab'bin
adıyla gelen" kişi olduğu için saygı gösteriyorlar, hatta belki de bu saygının bir
ifadesi olarak onun önünde eğiliyorlardı. Bu olayın bir pagan tarafından
yorumlanmasının sonucunda ortaya "tapınma" gibi bir anlamın çıkması ise
doğaldı. Her yazılan İncil pagan kültürünün etkilerini daha fazla içerdiği için de,
ortaya sözkonusu "Hz. İsa'ya tapınma" kavramı çıktı.

Romalı Yüzbaşı'nın Şahitliği
Şimdiye kadar ele aldığımız örneklerin tümü, İncillerde gerçekleştirilen rötuşların
amacını açıkça gösteriyor: Amaç bir peygamber olan Hz. İsa'yı bir pagan
tanrısına dönüştürmektir ve bu nedenle orjinal anlatımlara da bu anlamı verecek
ilaveler yapılmıştır. Çoğu zaman Markos'ta yer alan orjinal anlatımlar Matta ve
Luka'da rötuşlanmıştır. Yuhanna ise "rötuş"tan çok daha büyük ilaveler yapar ve
olayları çoğu zaman yeniden kurgular.
Ancak "en sağlam" olan kaynak her zaman Markos da değildir. Bazı durumlarda
Luka en saf ve en doğru bilgiyi vermekte, buna karşın Matta ve Markos
rötuşlanmış gözükmektedirler. Bunun en somut örneğine, Hz. İsa'nın çarmıha
gerilmesi konusundaki anlatımlarda rastlıyoruz. Aynı kaynaktan çıkmış İncillerin
her üçü de çarmıh olayı sırasında hazır bulunan Romalı yüzbaşının yapılan
adaletsizlikten dolayı pişman olduğunu ve Hz. İsa'nın kutsal bir kişi olduğunu
itiraf ettiğini anlatırlar. Ancak yüzbaşının sözleri arasında önemli bir fark vardır.
Matta'da şöyle yazılıdır: "İsa'yı bekleyen yüzbaşı ve beraberindeki askerler,
depremi ve öbür olayları görünce dehşete kapıldılar ve, 'Bu gerçekten Tanrı'nın
Oğluydu!' dediler."
Markos ise bu kez Matta'yla paraleldir: "İsa'nın karşısında duran yüzbaşı, O'nun
bu şekilde son nefesini verdiğini görünce, 'Bu adam gerçekten Tanrı'nın Oğluydu'
dedi.'
Ancak Luka'ya baktığımızda çok daha mantıklı bir anlatımla karşılaşırız: "Olanları
gören yüzbaşı, 'Bu adam gerçekten doğru biriydi' diyerek Tanrı'yı yüceltmeye
başladı."
Bu anlatım diğer ikisinden çok daha mantıklıdır, çünkü Romalı bir askerin
yapabileceği yorum gerçekten de en fazla budur. Eğer Hz. İsa "Tanrı'nın Oğlu"
olsaydı bile, onu çarmıha geren Romalı yüzbaşının bu tür teolojik bir kavramdan
haberi olamazdı. Romalılar Hz. İsa'nın çarmıhının üzerine "Yahudilerin Kralı"
yazmışlardı ve suçunun da bu olduğunu düşünüyorlardı. Ancak yüzbaşı çarmıha
gerdikleri kişinin tavırlarına ve diğer insanların tepkilerine bakarak bu "kral"ın
aslında sandıkları gibi karmaşalık çıkaran bir bozguncu değil, iyi ve erdemli bir
insan olduğunu anlayabilirdi. Dolayısıyla, en fazla, Luka'da olduğu gibi "bu adam
gerçekten doğru biriydi" diyebilirdi.
Markos'ta ve Matta'da yüzbaşıya söyletilen "Bu adam gerçekten Tanrı'nın
Oğluydu" şeklindeki ifadeler ise, belli ki, Hz. İsa'nın "Tanrı'nın Oğlu" olduğuna
inanan ve bunu vurgulamak isteyen yazarlar ya da "editörler" tarafından
üretilmişlerdi. 

"Göklerden Gelen Ses"
İncilleri karşılaştırmalı olarak okuduğumuzda, Hz. İsa'yı "Tanrı'nın Oğlu" olarak
tanıtmak için yapılmış ilavelerin nasıl "dikkat çektiklerini" başka örneklerle de
görebiliriz.
İncillerde bu yönde delil olarak gösterilen ifadelerden bir başkası, Allah'ın, sözde,
göklerden gelen bir sesle Hz. İsa'ya işaret edip "bu Benim sevgili oğlumdur" ya
da "sen Benim sevgili oğlumsun" demesidir. Bu olayın iki ayrı zamanda, bir Hz.
İsa'nın Yahya tarafından vaftizi sırasında, bir de iki eski peygamberin ruhları ile
konuştuğu sırada gerçekleştiği iddia edilir.
Sözkonusu "Sevgili Oğlum budur" pasajları Hıristiyan geleneğinde önemli bir yer
tutar. Nedeni ise açıktır; Hz. İsa'nın ilahlaştırılmasına zemin hazırlamaktadırlar.
Hıristiyanlar tüm Yeni Ahit içinde Allah'ın konuşmasının sadece iki kez geçtiğini ve
onların da bu "Sevgili Oğlum budur" pasajları olduğunu özellikle vurgular.
Ancak çoğu Hıristiyanın farkında olmadıkları bir sorun vardır ortada: Markos
İncili'nde yer alan bir ifade, sözkonusu "Sevgili Oğlum budur" pasajlarını
yalanlamaktadır!... Çünkü Hz. İsa, kendisinden "gökten bir belirti" isteyen
Yahudiler'e bunun mümkün olmadığını, o dönemde yaşayan kimsenin böyle bir
şey göremeyeceğini söylemektedir:
Ferisiler gelip İsa'yla tartışmaya başladılar. O'nu sınamak amacıyla gökten bir
belirti göstermesini istediler. İsa içten bir ah çekerek, "Bu kuşak neden bir belirti
istiyor?" dedi. "Size doğrusunu söyleyeyim, bu kuşağa hiçbir belirti
gösterilmeyecek." (Markos, 8: 11-2)
Üstteki pasajın doğru olma ihtimali çok yüksektir, çünkü Eski Ahit'e de Kuran'a
da uygundur. Bu iki kitaba göre de Allah'ın dünyada insanlarla sözle konuşması
olur şey değildir. Kuran Allah'ın yalnız Hz. Musa'ya sözle hitap ettiğini bildirir,
buna karşılık insanların Allah'la, hatta meleklerle muhatap olma yönündeki
isteklerinin hep geçersiz olduğunu vurgular. Hz. İsa döneminde de "gökten bir
belirti" isteyen kuşağın bu isteği karşılıksız bırakılmıştır. "Sevgili Oğlum budur"
pasajları ise, Hz. İsa'ya ilahlık atfeden diğer ifadeler gibi, sonradan üretilmiş
efsanelerdir.

İznik Konsülü'nde Ne Oldu?
İznik Yemini yayınladığı tarihten sonra Hıristiyan inancının temeli, hatta inanç
esası haline geldi ve bu yemine bağlı olmayan herkes sapkın sayıldı. Roma
Katolik Kilisesi "Tanrı'nın iradesinin bu konsülde tecelli ettiğini" ilan etti,
dolayısıyla İznik Yemini de bir vahiy gibi kutsal ve hatasız bir metin sayıldı.
Libya kökenli Mısırlı bir ailenin oğlu olan Arius, dönemin önemli kenti
İskenderiye'de büyümüş ve 312 yılında da Kilise'ye katılarak rahip olmuştu.
Arius'un fikirlerinin gelişiminde en önemli ilham kaynağı ise, Antakyalı Lucian
olarak bilinen ve "Hıristiyanlığın monoteist Yahudi kaynaklarına önem veren",
yani Nasrani öğretisine yakın olan bir başka ünlü rahipti.
Arius Yeni Ahit kitaplarını Antakyalı Lucian kanalıyla kendisine ulaşan Nasrani
öğretisine uygun olarak yorumladı. Vardığı sonuç, o sıralarda Roma Kilisesi
tarafından kabul edilmiş olan ve Hz. İsa'yı Tanrı sayan öğretinin yanlışlığıydı.
Arius'a göre Hz. İsa için kullanılan "Tanrı'nın Oğlu" sıfatı tamamen mecazi bir
anlama sahipti ve onu asla ilahlaştırmıyordu. Bunu ispatlamak için Matta
İncili'ndeki "ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek" ayetini
gösteriyor ve Tanrı'nın isteklerine uygun davranan herkes için bu sıfatın geçerli
olduğunu, bunun Hz. İsa'ya özel bir kavram olmadığını vurguluyordu. "Aslında biz
de Tanrı'nın oğulları haline gelebiliriz" diye yazmıştı. Arius'a göre Hz. İsa'yı diğer
insanlardan üstün kılan özelliği, "Tanrı'nın seçilmiş Mesihi" olmasıydı.

Arius'un üçleme inancına itirazları
Arius'a göre Tanrı bir ve tekti. Kimse tarafından yaratılmamıştı ve sonsuzdan beri
vardı. "Oysa İsa yaratılmıştır" diyordu, dolayısıyla o Tanrı olamazdı. Arius bu
düşüncesini desteklemek için Hz. İsa'nın İncillerde geçen ve "Tanrım" diye
başlayan dualarını da gösteriyordu. Arius'a göre, Tanrı kendisine dua etmiş
olamayacağına göre, Hz. İsa da Tanrı olamazdı. Tek bir Tanrı vardı ve o Hz.
İsa'nın da diğer insanların da ilahıydı. Arius Hz. İsa'nın Yeni Ahit'te kendisinden
sık sık "İnsanoğlu" diye söz etmesine de dikkat çekiyor ve bunun Hz. İsa'nın
insani doğasını gösterdiğini vurguluyordu.
Arius, İskenderiye'nin bir ilçesi olan Banealis'in resmi rahibi olarak bu
düşüncelerini geniş bir kitleye aktardı. Onu dinleyen halk, hem anlattıklarının
mantıklı oluşu, hem de Arius'un mütevazi ve gösterişten uzak yaşamı nedeniyle
fikirlerini kolayca kabul etti. Ancak İskenderiye piskoposu Alexander giderek
gelişen bu "Ariusçuluk" akımından çok rahatsız oldu. Alexander, Hz. İsa'yı lafzi
anlamda "Tanrı'nın Oğlu" sayan, yani Tanrı kabul eden Roma Kilisesi'nin
doktrinine bağlıydı ve Arius'u fikirlerini değiştirmesi için ikna etmeye çalıştı. Bunu
başaramayınca da Ariusçuluğa karşı şiddetli bir saldırı başlattı. Bunu kendi
satırlarında şöyle anlatıyordu:
Bu akım giderek her yere, tüm Mısır'a, Libya'ya ve Yukarı Tebes'e yayıldı. Bunun
üzerine, biz de, Mısır ve Libya'nın piskoposları ile bir araya geldik ve yaklaşık yüz
kişilik bir kurulda bu akımı ve tüm takipçilerini lanetledik. (Athanas., Hist. Tr.; P
Johnson. History of Christianity. Pelican Books 1976, s.89)
Bu lanetleme yalnızca sözde kalmayacaktı elbette. 318 yılında Arius ve takipçileri
aforoz edildiler. Dahası Arius ve onun en yakın yardımcıları olan Piskopos
Theonas ve Secundus ile oniki rahip sürgün edildiler. Arius sürgüne gitmeden
önce düşüncelerini Thalia adlı lirik bir kitapta topladı. Sürgün yeri ise Filistin'di.
Ancak Arius, Nasrani inancından hala izler taşıyan bu bölgede de kendisine yeni
sempatizanlar buldu.
Kısacası Roma Kilisesi'nin doktrinlerine şiddetle muhalefet eden bir hareket her
türlü engele rağmen hızla yayılıyordu. Bunun haberleri, Roma Kilisesi'ni himayesi
altına almış olan İmparator Konstantin'e ulaştığında ise, İmparator önemli bir
sorunla karşı karşıya olduğunu hemen fark etti. Roma içinde dini bir birlik
sağlamak için uğraşmış, bu amaçla Kilise'yi koruyucu kanatlarının altına almıştı.
Ama şimdi Kilise kendi içinde bölünme tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bunun
üzerine vakit kaybetmeden bu sorunu halletmeye ve birliği yeniden sağlamaya
karar verdi.
Hıristiyan tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan İznik Konsülü bu
amaçla toplandı.

Ariusçuluk ve İznik Konsülü
İmparator Konstantin Ariusçuluk ile onun muhalifleri arasındaki çatışmayı önce
her iki tarafa mektuplar yollatarak ve "birliğin herşeyden daha önemli" olduğunu
anlatarak çözmeye çalışmıştı. Ancak bu tür beylik lafların fayda etmediğini
görünce, Piskopos Hosius'un tavsiyesi üzerine, büyük bir Dünya Kilise Konsülü ya
da diğer adıyla bir "Sinod" toplamaya karar verdi. İznik'te toplanan ve Hz. İsa'nın
doğası konusunu ele alan bu konsülde, bugüne dek ulaşacak olan Hıristiyan
dogması tanımlandı. Bu dogmayı kabul etmeyenler "sapkın" (heretik) olarak ilan
edildiler.
İznik Konsülü otorite sahibi tüm Hıristiyan din adamlarının katıldığı "demokratik"
bir forum gibi gösterilir. Oysa gerçek daha farklıydı. Konsül'de İmparator
Konstantin'in büyük bir ağırlığı vardı ve çıkan karar da onun desteklediği tarafın
lehinde oldu. Konstantin'in tuttuğu taraf ise elbette kendi himayesine girmiş olan
Roma Kilisesi'ydi.
İmparator konsülün tüm oturumlarına katıldı ve onun otoritesi de doğal olarak
konsülde alınan kararlara yansıdı.
Hz. İsa'nın ilahlaştırılmasının o zamana kadar yapılmış en açık ve en somut
ifadesi olan İznik Yemini'nde şöyle deniyordu:
İnanıyoruz ki... Rab İsa Mesih, Tanrı'nın Oğlu'dur, Baba Tanrı'dan südur etmiştir,
Baba Tanrı ile aynı özdendir. Tanrı'dan Tanrı'dır, Işık'tan Işık'tır. Tanrı'yla aynı
özden olup (homoousios) Tanrı'dan südur etmiştir, yaratılmamıştır. Onun
(İsa'nın) aracılığıyla göklerde ve yerde var olan her şey yaratılmıştır. O ki biz
insanlar için ve kurtuluşumuz için aşağı inmiş ve beden bulmuş ve insana
dönüşmüştür. Acı çekmiş, üçüncü günde dirilmiş ve göğe yükselmiştir. Ve ölüleri
ve dirileri yargılamak için yeniden gelecektir. Ve inanıyoruz ki Kutsal Ruh (da
Tanrı'dandır.)
Ve eğer kim "Tanrı'nın Oğlu'nun var olmadığı bir zaman vardı" diyecek olursa, yada
"südur etmeden önce yoktu" diyecek olursa, ya da "önceden var olmayan
şeylerden yapıldı" diyecek olursa, ya da "Baba'dan farklı bir özdendir" diyecek
olursa, ya da onun bir yaratılmış olduğunu ya da dönüşüme açık olduğunu
diyecek olursa, Katolik Kilisesi tüm bu sözleri söyleyenleri lanetler.
Görüldüğü gibi, ilk paragrafta, Ariusçuların karşı çıktığı öğreti, yani "Tanrı'nın
Oğlu" sıfatının aynı zamanda "Oğul Tanrı" anlamına geldiği teyid ediliyordu.
Bunun yanına Kutsal Ruh kavramı da ekleniyor ve böylece Baba-Oğul-Kutsal Ruh
üçlemesi (Trinity) ilk kez açık bir biçimde ifade ediliyordu. İkinci paragrafta hedef
alınan ve kendisine Katolik (Evrensel) Kilise sıfatını veren Roma Kilisesi
tarafından lanetlenen kişiler ise, Hz. İsa'nın bir "yaratık" olduğunu, "onun var
olmadığı bir zaman olduğunu", yani varlığının bir başlangıcı olduğunu söyleyen
kişilerdi; yani Ariusçular ve Nasrani öğretisine paralel olabilecek başka herkes.

İznik yemininin ardından Hıristiyanlık
İznik Yemini yayınladığı tarihten sonra Hıristiyan inancının temeli, hatta inanç
esası haline geldi ve bu yemine bağlı olmayan herkes sapkın sayıldı. Roma
Katolik Kilisesi "Tanrı'nın iradesinin bu konsülde tecelli ettiğini" ilan etti,
dolayısıyla İznik Yemini de bir vahiy gibi kutsal ve hatasız bir metin sayıldı. Oysa
tecelli eden irade aslında Roma İmparatorluğu'nun iradesiydi, özellikle de
Konstantin'in. Piskopos Eusebius'un belirttiğine göre, Hz. İsa'nın doğasını
tanımlamak için kullanılan homoousion tot patri (Baba ile aynı özden) terimi bile
İmparator tarafından teklif edilmiş ve ona yaranmanın zevkini yaşayan rahipler
tarafından coşkuyla kabul edilmişti. Konstantin, kendisine boyun eğen ve Sol
Invictus'la da gayet iyi uzlaşan Roma Kilisesi'ni, "Katolik" (evrensel) hale
getirmekten son derece memnundu.
Ariusçular ise konsülden sonra daha büyük baskı altına alındılar. İznik Konsülü'ne
imza koymayı reddeden Arius taraftarları aforoz edildiler. Yine de neredeyse
yarım yüzyıl boyunca direnmeye devam ettiler. Ancak Kilise'nin ısrarlı baskıları
karşısında dördüncü yüzyıl sonlarına doğru yavaş yavaş tarih sahnesinden
çekildiler...
Tüm bunların bize gösterdiği önemli sonuç ise, bugün Hıristiyanlık dediğimiz dinin
bizlere Hz. İsa'dan ulaşan saf inanç olmadığı, aksine bu dinin farklı sosyal ve
siyasi şartların sonucunda şekillenmiş insan yapımı bir doktrin olduğuydu.
Hıristiyanlık Pavlus'un müdahalesi ile asıl kökeninden koparılmış, bundan sonra
uzun bir süreç içinde Greko-Romen dünyasının pagan inançlarıyla karışmış ve en
son olarak da Konstantin döneminde tam anlamıyla paganlaşarak Hz. İsa'yı bir
"insan-tanrı" statüsüne çıkarmıştı. Nasraniler ya da Nasraniler'in öğretisine
paralel olan hareketler-örneğin Ariusçuluk-ise siyasi otorite tarafından tasviye
edilmişti.
Konstantin döneminde hem İznik Yemini gibi doktrinler geliştirildi hem de bugün
elimizde bulunan Yeni Ahit'e son şekli verildi. Bugün elimizdeki hiçbir Yeni Ahit
nüshası Konstantin devrinden daha eski değildir. Yeni Ahit son şeklini alırken,
ona, İznik Konsülü'nde formüle edilen ve daha sonra da Athanasian Yemini'nde
daha somut biçimde tarif edilen Üçleme doktrinine dayanak sağlayacak eklemeler
yapıldı.
::asiye utku::

4-Bölüm:Gerçek İncil'e Ne Oldu?

Gerçek İncil'e Ne Oldu?
Nasraniler, hem karşılaştıkları insanlara Pavlus'tan farklı bir Hz. İsa anlatıyorlar,
hem de onlara Pavlus'unkinden farklı bir "müjde" yani İncil öğretiyorlardı. Yani,
Nasraniler'in de bir İncili vardı. Ve Nasraniler Hz. İsa'nın gerçek takipçileri
olduklarına göre, onların İncil'i de "Gerçek İncil" olmalıydı. Peki bu İncil'e ne
oldu?
Önceki bölümlerde, Pavlus ile Nasraniler arasındaki çatışmadan söz ederken
değinmiştik: Pavlus, Korint'te yaşayan yeni Hıristiyanların Kudüs'ten gelen
Nasrani elçileri tarafından kendi öğretisinden uzaklaştırılmaları üzerine küplere
binmişti. Bu nedenle Korintliler'e şöyle çıkışmıştı: "... Size gelen ve bizim
tanıttığımızdan değişik bir Hz. İsa'yı tanıtanları pekala hoş görüyorsunuz. Ayrıca,
aldığınız ruhtan farklı bir ruhu ve kabul ettiğinizden farklı bir müjdeyi kabul
ederek bunları hoş görüyorsunuz." (II. Korintliler, 11:4-5)
Buradaki "farklı müjde", farklı İncil demekti. Çünkü zaten İncil kelimesi de,
"müjde" veya "iyi haber" anlamına gelir. Buradaki bilgi ise bizim açımızdan çok
önemliydi: Nasraniler, hem karşılaştıkları insanlara Pavlus'tan farklı bir Hz. İsa
anlatıyorlar, hem de onlara Pavlus'unkinden farklı bir "müjde" yani İncil
öğretiyorlardı.

Nasranilerin kullandığı kayıp İncil
Yani, demek ki, Nasraniler'in de bir İncili vardı. Ve Nasraniler Hz. İsa'nın gerçek
takipçileri olduklarına göre, onların İncil'i de "Gerçek İncil" olmalıydı.
Peki bu İncil'e ne oldu?
Tahmin edilebileceği gibi, Pavlusçu Hıristiyanlığın Nasrani inancına üstün
gelmesiyle birlikte, sözkonusu Gerçek İncil de ortadan kalktı. Dördüncü yüzyılda
Yeni Ahit'e dahil edilmek üzere sadece Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adıyla
bilinen dört İncil seçildi, bunların dışında kalanlar ise "sapkın" (heretik) sayıldı ve
imha edilmeleri emredildi. Katolik Kilisesi'nin mutlaklaşan egemenliği ile birlikte
gerçekten bu dört İncil dışındaki İncil metinleri tarihten silindiler. Silinenlerin bir
kısmı Mısır'da kök salan Gnostik mezheplere aittiler, bir kısmı Pavlusçu öğretinin
marjinal kollarının ürünüydüler. Bir tanesi ise, Gerçek İncil'di.
Ünlü tarihçi ve edebiyatçı Robert Graves, gerçek İncil'in başına gelen bu
dejenerasyonu şöyle özetler:

" İlk başta İsa'nın sözlerini aktaran ve onun öğrencileri tarafından duyurulan
gerçek bir İncil ya da "İyi Haber" vardı. Ancak İsa'dan otuz yıl kadar sonra ortaya
çıkmaya başlayan yeni bazı kişiler bu metni Yunanca'ya çevirerek kendi
bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yunanca konuşan Pavlusçular, Gnostikler ve daha
başkaları, kalemlerini ellerine aldılar ve eski metni revize etmeye başladılar.
Havarilerden gelen geleneği değiştirmeye haklarını olduğunu, çünkü böylece
İsa'nın öğretisinin yayılmasına katkıda bulunduklarını düşünüyorlardı. Kardinal
Newman'ın da belirttiği gibi, "bir causa justa (haklı sebep) olduğunda, gerçek
olmayan bir şey söylemenin yalan sayılmayacağını düşünüyorlardı." Asıl
sahiplerinden çalınmış olan İncil böylece "İnciller"e dönüştü ve bu metinler
İsa'nın yaşamının en temel konularında bile birbirleriyle anlaşamaz hale geldiler.
"(Robert Graves, Joshua Podro. The Nazarene Gospel Restored. Cassell and
Company Limited, London, 1953. s. 36)
Ancak Graves'in de sözünü ettiği Gerçek İncil'in varlığı ve içeriği hakkında bazı
bilgiler sonraki nesillere ulaşabildi. Bu nedenle bugün Gerçek İncil'in metnine
sahip değiliz, ancak farklı kaynaklardan bize ulaşan bilgiler ve Yeni Ahit üzerinde
yapılan çalışmalar sayesinde bu metnin nasıl bir içeriğe sahip olduğunu tahmin
edebiliyoruz.
İşte Gerçek İncil'in hikayesi...

Vahiy mi biyografi mi ?
Gerçek İncil konusunu araştırırken, öncelikle bizim açımızdan bu konudaki en
önemli kıstas olan Kuran'a bakabiliriz. Kuran Hz. İsa'dan söz ederken "Tevrat'ı
doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur
bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt
olan İncil'i verdik" (Maide, 46) der. Bu ayetten ve İncil'den söz eden diğer
ayetlerden, Hz. İsa'ya Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitabın verildiği anlaşılmaktadır.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kuran, Hz. İsa'ya İncil'in verildiğini
belirtmekle, İncil'in Hz. İsa'nın sözlerinden ve yaşamından ayrı bir metin
olduğunu haber vermektedir. Buna göre İncil, Hz. İsa'nın hayatını aktaran bir
"biyografi" değil, onun tarafından insanlara duyurulacak İlahi bir mesajdır. Oysa,
Yeni Ahit'teki İncillerin hepsi, Hz. İsa'nın biyografisi niteliğindedirler. İncillerde
Hz. İsa'nın doğumu, büyümesi, yaptığı işler, ölümü hatta ölümünden sonra
gerçekleşen olaylar anlatılır.
Buradaki farkı daha iyi görmek için Yeni Ahit'in İncilleriyle Kuran'ı
karşılaştırabiliriz. Kuran, Hz. Muhammed'in biyografisi değildir. Aksine, onun
doğumu, yaşamı ve ölümü hakkında hiçbir şey anlatmaz. Çok sınırlı birkaç
olaydan söz eder, bunlar da peygamberin hayatı hakkında bilgi vermekten çok,
sözkonusu olaylarla gündeme gelen genel prensipleri vurgulama amacındadırlar.
Kuran'ın üslubu budur, çünkü Hz. Muhammed'in ölümünden sonra birileri
tarafından onu tanıtmak için yazılmış bir kitap değildir. Aksine, Hz. Muhammed'e
verilmiş, yani vahyedilmiş bir kitaptır ve onun tarafından insanlara
duyurulmuştur.
Buradan şu sonuca varabiliriz: Hz. İsa'ya verilmiş olan İncil'in de sadece onun
doğumu, yaşamı ve ölümünü konu edinen bir biyografi değil, daha çok onun
tarafından insanlara duyurulan İlahi bir mesaj olması gerekirdi. Nitekim Kuran,
İncil'in içinde "hidayet ve nur" bulunduğunu ve bu kitabın "yol gösterici ve öğüt"
olduğunu belirtmektedir. Bundan anlaşılan, İncil'in insanları imana davet edecek,
onları doğru yola yöneltecek öğütlerle dolu bir kitap olduğudur.
Peki eğer Gerçek İncil bu tür bir "öğüt" kitabı ise, birer "biyografi" niteliğindeki
mevcut İnciller nasıl ortaya çıktı?
Sözkonusu İncillerin hepsinin Grek dilinde kaleme alındıkları ve "Hz. İsa'yı Grekçe
konuşan Roma dünyasına tanıtmak" amacıyla yazıldıklarını hatırlarsak, bu
sorunun cevabı da ortaya çıkar. Bu kitaplar, Hz. İsa'nın kim olduğunu anlatmak
için yazılmış kitaplardı. Bunu, Hz. Muhammed'in ölümünden 30-40 yıl sonra
birisinin ortaya çıkıp Arapça konuşmayan bir topluma onu tanıtmak için "Hz.
Muhammed'in Hayatı" diye bir kitap yazmasına benzetebiliriz.
Ancak Hıristiyanlığa baktığımızda bu iki kavramın birbiriyle karıştığını ve Hz.
İsa'nın biyografisinin zamanla İncil'in ta kendisi olarak algılanmaya başlandığını
görebiliriz.
Matta ve Luka, Hz. İsa'nın biyografisini yazarken, ellerine geçen Gerçek İncil
nüshasını da kullandılar ve zaman zaman bu nüshadan geniş alıntılar yaptılar.
Bugün bu nüshaya "Q" deniliyor.

Q İncili ya da kaynak incil
19. yüzyılda İncil araştırmacılığı yeni bir kavram ortaya attı: Q İncili. Çoğu Alman
olan Yeni Ahit uzmanlarının geliştirdikleri bu teori, Matta ve Luka İncilleri'nin
yazılışları sırasında üçüncü bir kaynaktan yararlandıklarını öne sürüyordu.
Almanca "Quelle" (kaynak) kelimesinden esinlenerek bu teorik İncil'e "Q" adını
verdiler.Q diye bir İncil'in varlığı 19. yüzyılın sonlarından bu yana biliniyor. Bu
İncil'in metni elde yok, fakat araştırmacılar Matta ve Luka'yı karşılaştırmalı olarak
okuyarak, kullandıkları Yunanca kelimelerin paralelliklerini ya da farklılıklarını
analiz ederek Q'nun metnini yeniden kuruyorlar.
Özellikle son yıllarda hem Q'nun metnini yeniden kurgulayan hem de bu metne
dayanarak Hz. İsa ve öğrencileri hakkında yorumlar yapan pek çok çalışma
yapıldı. Son bir yüzyıl içinde Q İncili üzerinde çalışan akademisyenlerin çoğu
ortak bir noktada birleştiler: Q İncili, bugünkü anlamıyla "Hıristiyan" bir inanç
içermiyordu. Bir başka deyişle Hıristiyan inancının temeli olan, "Tanrı'nın Oğlu
İsa", Hz. İsa'nın günahları bağışlaması, günahlara kefaret olmak için çarmıha
gerilmesi gibi kavramlar Q'da yoktu. Tüm bu Pavlusçu kavramlar sonradan ortaya
çıkmışlar ve Q'dan sonra yazılmış olan İncillerde boy göstermişlerdi.
Q İncili hakkındaki araştırmaların ortaya çıkardıkları sonuçlar, bir kez daha
ispatlamaktadır: Hıristiyanlık Hz. İsa ya da öğrencileri tarafından kurulmuş bir din
değildi. Ne Hz. İsa ne de öğrencileri "Tanrı'nın Oğlu" gibi bir kavrama, Hz. İsa'nın
günahları bağışlayacağına ya da benzeri Hıristiyan inançlarına sahiptiler. Onlar
sadece dindar birer Musevi, Allah'a teslimiyetle yönelen bir grup "muvahhid"diler.
Hz. İsa İsrailoğulları'na gönderilmiş bir peygamber olarak onları uyarmış, imana
davet etmiş ve kendisine inanan az sayıdaki Yahudiyle birlikte de bir cemaat
kurmuştu. Bu cemaat Nasraniler olarak bilindi.
Q İncili'nin sahipleri ise, araştırmacıların "Yahudi-Hıristiyanlar" dedikleri cemaatti,
yani Nasraniler. Nasraniler, Hz. İsa'nın kendilerine ulaştırdığı İlahi mesajı kağıda
dökmüşler ve böylece Gerçek İncil bir kitap olarak ortaya çıkmıştı.
Ancak Pavlus'un sahneye girmesiyle birlikte Nasrani inancı bir "Mesih kültü"ne
dönüşmeye başladı. Bu yeni din, Hz. İsa'yı ilahlaştırdıkça, İncil kavramını da Hz.
İsa'nın yaşamıyla eşanlamlı görmeye başladı. Bu yeni dinin kutsal metinlerinden
ikisini oluşturan Matta ve Luka, Gerçek İncil'den bazı alıntılar yapmayı ihmal
etmediler. Gerçek İncil bundan sonra başlı başına bir metin olmaktan çıktı ve
Yeni Ahit'in İncillerinin içine serpiştirilmiş bir "malzeme" ya da "kaynak" haline
geldi. Öteki kaynak ise Pavlusçu öğreti ve bu öğretiye temel hazırlayan putperest
Yunan kültürüydü.
Gerçek İncil'in bir malzeme ya da kaynak olarak Yeni Ahit'in içinde bulunduğu
ise, Q teorisiyle birlikte somutlaşmış oldu.
Elbette araştırmacıların ortaya bir Q metni koymuş olmaları bizim metne Gerçek
İncil gibi muamele etmemizi gerektirmez. Yapılan iş sonuçta akademik bir
araştırmadır ve hiçbir araştırma bozulmuş bir vahyi yeniden bozulmamış hale
getiremez. Ama önemli olan Q İncili'nin varlığını ortaya çıkaran araştırmacıların,
Gerçek İncil'in nasıl bir metin olduğu konusunda somut bir tablo çizmiş
olmalarıdır.

"Tanrı'nın Oğlu" Yanılgısının İncillere Girişi
Günümüzde Hıristiyanlar ile müslümanlar arasında en önemli tartışma konusu
üçleme inancıdır. Baba, oğul ve kutsal ruh şeklinde özetlenebilecek bu inanç,
Pavlus'un İsa (a.s)'dan sonra kurguladığı Hıristiyanlık inancının bir parçasıdır.
Şimdiye dek incelediğimiz tüm bilgilerin ardından, artık şu kritik soruyu sormanın
zamanı geldi: Madem Q İncili Hz. İsa'yı "Tanrı'nın Oğlu" olarak tanımlamıyordu ve
madem bu İncil'in sahibi olan Nasraniler onu sadece bir peygamber olarak
görüyorlardı, o halde "Tanrı'nın Oğlu" kavramı nasıl oldu da Hıristiyan inancının
temeli haline geldi? Bu kavram, Yeni Ahit'in İncillerine nasıl girdi?

Eski Ahit'te Tevhit inancı
İncilleri Hz. İsa'nın kimliği konusunda birbirleri ile karşılaştırarak okuduğumuzda
ilginç bir trendle karşılaşırız. Öncelikle Hz. İsa'nın ilahlaştırılmasına zemin
hazırlayan "Baba ve "Oğul" kavramlarına bir bakalım.
Yahudi geleneğinde Allah'ın "Baba" olarak tanımlanabilmekte, O'na yakın olan ve
O'nun yolunda giden insanların da "Allah'ın oğlu" olarak adlandırılabilmektedir.
Bunlar tümüyle mecazi terimlerdi ve Allah'a "Baba" diye seslenen ya da O'nun
"oğlu" sayılan kişiye hiçbir şekilde insan-üstü bir kimlik vermiyordu. Bu mecazi
terimler, Yahudi dininin temeli olan "dinle ey İsrail, Rab bizim Allahımızdır ve Rab
tektir" hükmünün getirdiği Tevhid (Tek İlah) inancı içinde anlaşılıyordu.

Burada bir nokta daha önemliydi: Bu terimler tümüyle mecazi bir anlam
taşıdıkları için, vurgulu bir biçimde kullanılmıyordu. Allah Eski Ahit'te ve Yahudi
toplumunda en çok "Rab" olarak ifade ediliyordu. ("Yehova" ismi ise, Allah'ın Hz.
Musa'ya söylediği öne sürülen "Ben, var Olan'ım" cümlesindeki kelimelerin ilk
harflerinin birleşmesinden oluşan bir sözcüktü.) Allah'ın "Baba" olarak
tanımlanması ise çok nadir rastlanan bir kullanımdı. Aynı şekilde peygamberler
için kullanılan "Oğul" kavramına da çok nadiren rastlamak mümkündü.
Bu nedenle, eğer Hz. İsa döneminde de onun için "Allah'ın Oğlu" gibi bir sıfat
kullanılmış olsa bile, bu kavram üzerinde fazla bir vurgu yapılmamış olmasını
beklemek gerekir. Aynı şekilde eğer Hz. İsa Allah'a "Baba" diye seslenmişse de,
yine bu kavramda özel bir vurgu yapmış olamaz.
Peki bu iki kavram İncillerde nasıl geçmektedir?
Dört İncil'in en erkeni olan Markos İncili'ne baktığımızda, bu kavramların
gerçekten de Yahudi inancına uygun bir biçimde, yani çok zayıf bir vurgu ile
kullanıldıklarını görürüz. Markos'un metninde, Allah'ı ifade etmek için sadece dört
kez "Baba" kelimesi kullanılır. Bunların da üçü Hz. İsa tarafından değil, diğer
Yahudiler tarafından telaffuz edilir. Hz. İsa bu kelimeyi sadece tutuklanmasından
hemen önce söylediği şu cümlede kullanılır: "Abba, Baba, senin için her şey
mümkün, bu kaseyi benden uzaklaştır. Ama benim değil, senin istediğin olsun."
Öte yandan Markos'taki bir başka pasaja göre Hz. İsa halka şöyle seslenmiştir:
"Kalkıp dua ettiğiniz zaman, birine karşı bir şikayetiniz varsa onu bağışlayın ki,
göklerde olan Babanız da sizin suçlarınızı bağışlasın." (Markos, 11: 25-26)
Burada "Baba" kelimesiyle "tüm insanların (mecazi anlamda) Babası olan Allah"ın
kast edildiği açıktır. Bu nedenle, Markos İncili'nden yola çıkarak, Hz. İsa'nın
kendisini diğer insanlardan farklı, insan-üstü bir anlamda "Tanrı'nın Oğlu"
saydığını öne sürmek mümkün değildir. Dahası, yine Markos'ta Hz. İsa kendisinin
ilahlaştırılmasına yol açabilecek en küçük bir ifadeye bile karşı çıkar:
"İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp O'na, "İyi
öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?" diye sordu. İsa ona,
"Bana neden iyi diyorsun?" dedi, "iyi olan tek biri var, O da Tanrı'dır." (Markos,
10:17-18)
Bu nedenle, Hz. İsa'yı insanüstü bir varlık olarak kabul ederek "Tanrı'nın Oğlu"
sayan Hıristiyan doktrininin, ilk yazılan İncil olan Markos İncili'ne dayanarak
kendisini delillendiremeyeceğini söyleyebiliriz.
Fakat diğer İncilleri incelediğimizde ilginç bir durumla karşılaşırız...


İnciller "Baba" kelimesini hangi anlamda kullanıyordu?
Markos İncili'nde Allah'ı tanımlayan "Baba" ifadesi sadece dört kez geçerken,
Markos'tan 10-15 yıl sonra yazılan Matta'da bu sayı belirgin bir biçimde yükselir:
Bu İncil'de Allah için kullanılan "Baba" ifadesi tam 50 kez geçmektedir. Bunların
28'i Yahudilere yönelik olarak kullanılır; yani "Babanız'a dua edin", "Baba'nızı
sevin" gibi genel ifadelerdir. Kalan 22 tane ise Hz. İsa'nın ağzından "Babam"
şeklinde kullanılır. Bunların da diğer 28 tanesi gibi mecazi bir anlama sahip
oldukları düşünülebilir. Ama ilginç olan "Baba" kelimesinin kullanılışındaki artıştır.
Nedendir bilinmez, bu kavrama yapılan vurgu çok dikkat çekici biçimde
yükselmiştir.
İncillerin yazılış tarihleri Hz. İsa'nın ölümünden uzaklaştıkça, onu Allah'a "Baba"
diye hitap eden birisi olarak gösterme eğilimi de artmaktadır!.. Bir başka deyişle,
Hz. İsa'nın "Tanrı Oğlu" olduğu şeklindeki inanç, her yeni yazılan İncil'de biraz
daha fazla zemin bulmaktadır.
Yuhanna'da ise bu eğilim doruğa çıkar. Öyle ki bu metnin yazarı, "Tanrı'nın Oğlu"
kavramını Yahudilik'teki mecazi anlamından daha farklı bir biçimde, Hz. İsa'yı
ilahlaştıran bir anlamda kullandığını özellikle vurgular.
Kuşkusuz Dördüncü İncil'e göre "kendisini Tanrı'ya eşit kılan" bu Hz. İsa,
Markos'ta "bana neden iyi diyorsun? İyi olan tek biri var, O da Tanrı'dır" diyen
Hz. İsa'yla aynı kişi olamaz. Bu durum Hz. İsa'nın kimliği hakkındaki düşüncelerin
yarım yüzyıl içinde çok köklü bir değişime uğradığını göstermektedir. Q İncili'ne
göre sadece bir peygamber olan Hz. İsa, Markos'ta bazı ufak-tefek eklemelere
rağmen bu kimliğini korumuş, Matta ve Luka'da "Tanrı'nın Oğlu" olduğu
yönündeki inanç vurgulanmaya başlamış, Yuhanna'da ise "Allah'la eşit" bir ilah
sayılmaya başlamıştır. Tüm diğer göstergeler bizi bu sonuca ulaştırmaktadır.
Hz. İsa'nın kimliği hakkında bakılması gereken bir diğer gösterge, İncillerde onun
için sık sık kullanılan "Rab" sıfatıdır. İngilizce "Lord" anlamına gelen bu sıfat
İncillerden çok daha önce Pavlus tarafından Hz. İsa'ya atfedilmiştir. Pavlus'un
mektuplarına bakıldığında onun sık sık "Rab İsa Mesih"ten söz ettiğini, ya da Hz.
İsa'yı "Rabbimiz" diye andığı görülebilir. Pavlus'un etkisi altında yazılan İnciller de
bu kelimeyi ondan miras almış olmalıdırlar.
Peki Hıristiyanların Türkçe'ye "Rab" diye tercüme ettikleri bu kelime ne demektir?
Eski Ahit'e baktığımızda sözkonusu "Lord" kelimesinin hemen her zaman Allah'ı
ifade etmek için kullanıldığını görebiliriz. Ünlü "dinle ey İsrail, Rab bizim
Allahımızdır ve Rab tektir" ayetinde olduğu gibi, bu kelimeyle çoğu kez bir ve tek
olan Allah kast edilir. Ancak yine bu sıfatın bir insan için kullanılması
mümkündür; bu durumda "efendi" ya da "yönetici" gibi bir anlama gelir. (Nitekim
Kuran'da da asıl olarak Allah için kullanılan "Rab" kelimesinin insanlar için
kullanıldığı vakidir.)
Sözkonusu bu kavram, aynı "Tanrı'nın Oğlu" kavramı gibi, yoruma açıktır.
Yoruma açık olan bu kelime, Yuhanna İncili'nde açıkça "Hıristiyan" bir anlama
sokulmuş, yani Hz. İsa'ya ilahlık atfedecek bir şekilde kullanılmıştır.

Yanlış tercümenin sonuçları
Bu arada çok önemli bir nokta daha vardır. İncillerin en erkeni olan Markos'ta,
havarileri Hz. İsa'ya tek bir kez bile "Rab" (Lord) diye hitap etmezler. Çoğu kez
"Rabbi" derler ki bu da "öğretmenim" ya da "hocam" demektir. Dahası Markos'ta
Hz. İsa'nın Kudüs'e girişini kutlayan Yahudilerin "Rab'bin adıyla gelene övgüler
olsun" diye seslendikleri söylenir. Yani Hz. İsa Rab değil, "Rab'bin adıyla
gelen"dir. Matta ve Luka'ya baktığımızda ise Rab kelimesinin havariler tarafından
Hz. İsa'ya hitap etmek için kullanılır hale geldiğini görürüz. Yuhanna'da ise, az
önce belirttiğimiz gibi, bu "Rab" kelimesinin yanına bir de "Tanrım" kelimesi
sokulmuştur ki, bu İncil'i okuyanlar herhangi bir "yanlış anlamaya" (!)
kapılmasınlar.
Kısacası "Rab" kelimesinin kullanımındaki trend de "Baba" ve "Oğul"
kelimelerindeki durumla aynıdır. Anlamı yoruma göre değişebilecek olan bu
kavramlar Markos'ta ya hiç geçmemekte ya da çok zayıf bir biçimde
kullanılmakta, daha sonra yazılan Matta ve Luka'da vurgulu hale gelmekte, en
son yazılan Yuhanna'da ise hem abartılı bir biçimde vurgulanmakta hem de
anlamları Hz. İsa'ya ilahlık atfedecek şekilde belirlenmektedir.
Ortada bir süreç olduğu ve bu sürecin Hz. İsa'nın kimliğini hızlı bir biçimde
değiştirerek onu "Oğul Tanrı" haline soktuğu açıktır. Bu amaçla yazılan her yeni
İncil, Hz. İsa'nın sözlerine ya da onunla ilgili anlatımlara küçük rötüşlar yapmış ve
"Tanrı'nın Oğlu", "Baba Tanrı", "Rab İsa" gibi kavramları bu anlatımlara
eklemişlerdir. Bu nedenle Markos'ta sadece "İsa Mesih" diye geçen bir ifade,
sonraki İncillerde birden bire "Tanrı'nın Oğlu İsa Mesih" haline dönüşür.

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...