İZNİK'TEN GÜNÜMÜZE KADAR HIRİSTİYANLIK
Yüce Allah; Hz. İsa vasıtasıyla buyruklarına uyacaklarına dair Hıristiyanlardan söz almış, ama daha sonra verilen emirleri unutmuşlar, Allah'ın sözlerini, işlerine geldiği biçimde yorumladıkları için aralarında büyük anlayış farkları ortaya çıkmıştı. Hak'kın yolundan ayrıldıklarından dolayı Allah, aralarına düşmanlık sokmuştur. Kur'an, Maide 5/14: Biz Hıristiyanlarız" diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden Kıyamet Günü'ne kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara, ne yaptıklarını haber verecektir.
Allah'ın yolundan çıkanların yüreklerine dünya tutkusu girer. Dünya tutkusu da düşmanlığa yol açar. Onlarda da böyle olmuştu. Birbirine ters düşmüş birçok Hıristiyan mezhepleri arasındaki düşmanlık, asırlarca süregeldi. Her mezhep sahibi, diğerini küfür ile suçlamış, bu yüzden aralarında savaşlar çıkmış, bugün de düşmanlık sürmektedir. Kuzey İrlanda'daki Katolik Protestan çatışmaları, asırlarca süren bu mezhep kavgalarının bir uzantısıdır, herhalde bu düşmanlık daha asırlarca, belki de kıyamete kadar sürecektir.
Üçleme inancı, asırlar boyunca Hıristiyan dünyasında pek çok kişi,topluluk ya da mezhep tarafından reddedildi. Üçleme inancının reddeden topluluklar, tarihin her döneminde büyük baskılarla karşılaştı. Topraklarından sürüldüler, afaroz edildiler, diri diri yakıldılar, türlü işkencelerle öldürüldüler. Ancak baskılar onları tarih sahnesinden silmeye yetmedi. Üçleme karşıtlarının çok büyük bir bölümü inançlarına sadık kaldılar ve " Tanrı birdir " demekten vazgeçmediler. İznik Konsili'nde tasfiye edilmeye çalışılan Ariusçular, söz konusu "anti-triniteryen" (Üçleme karşıtı) Hıristiyanların öncüleriydiler. Daha sonra da Ariusçuların izinden giden birçok gurup ortaya çıktı.
Anti Triniteryen'ler
Rahip Nestorius. Arius akımının öncülerinden biri de Suriye doğumlu bir manastır rahibi olan Nestorius'tu. 428 yılında İstanbul Piskoposluğu gibi önemli bir makama getirilmişti. Ancak kendisini bu yere getiren kilise hiyerarşisine karşı teolojik bir mücadele başlatmakta gecikmedi. Nestorius'un hedef aldığı kavramların başında, kilise tarafından Hz.Meryem'e verilmiş olan "Theotokos=Tanrı'nın Annesi" sıfatı geliyordu. Roma kilisesi dördüncü yüzyılda bu sıfatı Hz. Meryem'e vermiş ve onun, Hz. İsa'yı ve ondan sonra ki diğer çocuklarını doğurmasına rağmen "ebediyen bakire" kaldığını ilân etmişti. Nestorius ise buna karşı çıkarak şöyle dedi : Kimse Meryem'e Tanrı'nın Annesi" demesin, çünkü Meryem sadece bir insandı.
Aslında Nestorius, kilisenin sapkın öğretisinin çok küçük bir bölümüne karşı çıkmıştı. Hz. İsa'nın Tanrı sayılmasına karşı açık bir şey söylemiyordu. Ancak bu bile kilise tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve Nestorius'un da aynı Arius gibi anti-trineteryen bir "sapkın" sayılmasına yol açtı. 431 yılında Efes'te toplanan bir konsülde Nestorius afaroz edildi.
Nestorius 435 yılında Mısır çölüne sürüldü, ama etkisi sona ermedi. Pers(İran) Kilisesi zaman içinde giderek Nestorius'un görüşlerini benimsedi. Mısır Kilisesi ise Nestorius'u sapkın sayan Katolik Kilisesi kararını tanımadı. Ve böylece Roma'dan ayrılarak bağımsız bir kilise haline geldi. Zaman içinde de bugünkü Koptik ( Kıpti ) Kilisesi'ne dönüştü. Nestorius'un diğer bazı bağlıları ise " Nasturilik " olarak bildiğimiz mezhebi oluşturdular. Günümüze kadar varlığını sürdüren "Nasturi Kilisesi"nin merkezi bugün halen San Francisco'dadır.
Kelt Kilisesi (Celtic Church of Ireland). Arius akımının diğer bir öncüsü de İrlanda'da kurulan Kelt Kilisesi'ydi. Kıta Avrupasından tamamen izole edilmiş bir durumda "Ariusçu" çizgide gelişti. Katolik Kilisesi'nin İrlanda Kelt Kilisesi'ni resmi olarak egemenliği altına aldığı 664 yılına kadar, üçleme inancı İrlanda'ya yabancıydı.
İrlanda Kilisesi'nin Nasrani öğretisine paralelliğini gösteren önemli bir özelliği vardı : Yahudi kaynaklarına olan sadakat. Kelt Kilisesi, Hz. İsa'nın Yahudi hükümlerine titizlikle uyduğuna inanıyor, bu nedenle de Eski Ahit'e büyük önem veriyordu. Bu eğilim o kadar güçlüydü ki, Kilise'nin Roma'nın egemenliği altına girdikten sonra bile devam etti. 754 yılında bazı Katolik rahipler; "İrlandalı rahiplerin Kilise'nin kutsal metinlerini önemsemediklerini, Kilise önderlerinin yazılarını reddettiklerini ve konsillerin kararlarını dikkate almadıklarını" belirterek bundan şikayet ediyorlardı. Ancak Kelt Kilisesi'nin bu direnişi de kısa bir süre sonra kırıldı. Böylece Katolik Kilisesi dördüncü yüzyılda başlayan bir süreç ile tüm sözde "yanlış yola sapan"ları bir şekilde tasfiye etmiş oluyordu. Oysa bu tasfiye edilen akımlan, Hz. İsa'yı ilâhlaştıran batıl öğretiyi reddediyor, bir ve tek olan Tanrı'ya iman etmeyi tebliğ ediyorlardı.
Katolikler
İlk Hıristiyan Kilisesi Yeruşalim'de (Kudüs'te) kurulmuştu. Fakat Yeruşalim'in M.S. 70 de Romalılarca harap edilmesinden sonra, Kiliseler Asya'dan batı bölgelerine kadar yayıldı. O zamanlar dünyada egemen olan politik güç Roma İmparatorluğuydu. Hıristiyanlar ilk üçyüz yıl boyunca çeşitli ve ağır baskılara maruz kalmışlardı. Ancak dördüncü yüzyılın başlarında M.S.312 de Roma İmparatoru Konstantin Hıristiyanlığı kabul edince durum tamamile değişti.
İmparator Konstantin Roma Piskopos'una ünlü Lateran Sarayı'nı hediye etti. Pavlusçu Hıristiyanlığın öğretisi esas alınarak Roma Katolik Kilisesi kuruldu. "Katolik" kelimesi "evrensel" demektir. Kilise; başlangıçtan bu yana sadık ve kesintisiz bir şekilde resullerin öğreti ve uygulamalarını devam ettirdiklerini iddia ederler. Kilise'nin başında öleceği güne kadar seçilmiş, İsa Mesih'in görünür temsilcisi olarak kabul edilmiş Papa (baba) bulunur. Roma Devleti'nin desteği ile günden güne güçlenen Roma Katolik Kilisesi, Batı dünyasının en büyük otoritesi haline gelmişti. Katoliklerin Hıristiyanlar arasında en fazla ve en yaygın üyeye sahip oldukları kabul edilir.
Ortodokslar
M.S. 395 de Roma İmparatorluğu doğuda Konstantilop (İstanbul) ve batı da Roma şehirleri başkent olmak üzere ikiye ayrıldı. Batılılar Roma'nın, doğulular da Konstantilop'un dinsel merkez olması gerektiğini ileri sürmeye başladılar. Bu istek iki toplum arasında M.S. 1054 yılına kadar devam etti. Bu tarihte Roma Katolik Kilisesi'nin Rahibi Konstantilop Patriğine, Kilisenin tek evrensel Papa'sı olduğunu hatırlatarak onun da bu gerçeği kabul etmesini istedi. Doğu Kiliseleri buna karşı çıkarak birbirlerini afaroz ettiler. Böylece batı da Roma Katolik Kilisesi ve doğuda da Ortodoks Kiliseleri oluşmuş oldu.
Doğu Kiliseleri (İstanbul, Kudüs, Antakya ve İskenderiye) Roma'dan ayrıldıktan sonra "Ortodoks Kiliseleri" ismini aldı. Ortodoks kelimesi doğru anlamına gelip, doğru inanca veya görüşe sahip olan demektir. Doğu Kiliseleri kendi aralarında bir düzen oluşturamadılar. İstanbul'da ki Patrikhane her zaman daha üstün gibi göründü, ama diğerleri kendi içlerinde bağımsızdılar. Zamanla aralarında yeni kopmalar oldu ve Ulusal Kiliseler oluştu. Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Rus gibi uluslar, farklı dönemlerde kendi milli kiliselerini kurdular.
Katolik ve Ortodoks Arasındaki Farklılıklar
Papa'nın yanılmazlığı ve evrensel yetkisinin kabul edilmemesinin dışında Ortodoksları Katoliklerden ayıran diğer hususlar şunlardır :
1 - Katolik Kilisesi rahiplerinin evlenmelirini yasaklarken, Ortodoks Kilisesi rahiplerinin evlenmelerine müsaade eder.
2 - Katolikler Kutsal Ruh'un hem Baba'dan hem de Oğul'dan çıktığını ileri sürerken, Ortodokslar Kutsal Ruh'un yalnızca Baba'dan İsa aracılığıyla çıktığını ileri sürerler.
3 - Roma Katolik kiliselerinde vaftiz uygulaması yalnızca su serpmekle yapılırken, doğu Ortodoks kiliselerinde bu tamamen suya daldırılmak suretiyle yapılıyordu.
4 - Ortodokslar yalnızca resimlerle yetinmekteyken, batı kiliseleri heykel veya statüler de yapıyor ve bunları da şereflendiriyorlardı.
5 - Ortodokslar Rab'bin Sofrası'nı ekmek ve şarapla yaparken, Roma Katolikleri bunu yalnızca şaraba bulandırılmış kutsal ekmekle yapmaktadır.
6 - Ortodoks ayinleri Yunanca, Katolik ayinleri Latince yapılır.
7 - Katolikler Hz. İsa'nın doğumunu 25 aralıkta kutlarken, Ortodoks lar 6 ocakta kutlamaktadır.
Protestanlar
Katolik Kilisesi 16.yüzyıla kadar Avrupa'daki egemenliğini korudu. 1520 lerde Almanya'da ortaya çıkan Martin Luther adlı bir rahip bu egemenliği sarsan kişi oldu. Önce Luther'in sonra da Calvin ve Zwingli gibi rahiplerin önderliğinde gelişen Protestan akımı, Roma Kilisesi'nin ve Papa'nın otoritesine karşı büyük bir isyandı. İsyan büyük olduğu kadar kanlıydı da; Avrupa bir yüzyılı aşkın bir süre Katoliklerle Protestanların bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarına sahne oldu. "Dini" gibi gözüken bu savaşların ardında ise yine siyasi hesaplar yatıyordu. Papa'nın boyunduruğu altında yaşamayı ve ona vergi vermeyi istemeyen prenslerle, bu egemenliği yitirmek istemeyen çevrelerin çıkar çatışmalarıydı. Aralarında Otuz Yıl süren çok kanlı savaşları oldu ve sonunda imzalanan Westphalia Barışı ile sağlanan denge, o zamandan bu yana da fazla değişmedi.
Protestanlar Papa'nın otoritesini reddederken, onun yerine bir başka otorite koymamışlardı. Bu nedenle Protestanlık, Katolik Hırıstiyanlıkta ki düzenin aksine son derece dağınık ve " Hoşgörülü " bir din olarak gelişti. Hemen her ülke kendisine ulusal bir kilise kurdu. Bunların yanında daha pek çok farklı mezhep ve akım gelişti. Bu nedenle bugün protestanlığın yüzlerce türü, yüzlerce farklı Protestan Kilisesi vardır. Bunların büyük kısmı da Kuzey Avrupa'da ve ABD'de faaliyet göstermektedir.
Protestanların ortaya çıkışı üçleme karşıtı akımlar açısından da önemliydi. Protestanlar, belirttiğimiz gibi kendilerini Katolik Kilisesi'nin egemenliğinden kurtardılar. Bu hem basamak, hem de temel Hıristiyanlık inanışları açısından büyük bir özgürlüktü. Artık Kutsal Kitab'ı kendileri okuyorlar ve kendileri yeni baştan yorumluyorlardı. Bunun sonucunda bazı Protestanlar, çok az bir bölümü de olsa, çok önemli bir gerçeği fark ettiler : Katolik inancının temelini oluşturan üçlemenin Yeni Ahit'te bir dayanağı yoktu. Hatta bazı pasajların bu inancı yalanladığı ortadaydı. Bu pasajlarda Tanrı'nın "Bir ve Tek" olduğu anlatılıyor, "Üçlü birlik" inancına ise Yeni Ahit'in temel mantığı içinde bir yer verilmiyordu.
İşte bazı Protestanlar, aslında çok azı, bu sonucu çıkardılar ve üçlemeyi reddettiler. Böylece Üniteryen (Birlemeci) Kiliseler doğdu.
Birlemeyi Savunan Hıristiyanlar
Protestan Reformu(nun) ardından Hıristiyanlar Yeni Ahit'i Katolik inançlarından bağımsız olarak okumaya başladılar. Bunun sonucunda da İtalya'da, üçlemenin yanlışlığı sonucuna inanan ilk Hıristiyan akımı gelişti. Lelio Socianus (1525-1562) ve kuzeni Fausto Socianus (1539-1604) tarafından başlatılan akım, kurucularının isminden dolayı Sosyanizm (Socianism) olarak bilindi. Sosyanistler gizli toplantılar yoluyla yayıldılar. The Catholic Encyclopedia bu akımın inancını şöyle özetliyor: Sosyanistlere göre üçleme diye bir şey yoktu. Hz.İsa Rab ile ya da Kutsal Ruh'la ayi özden (dolayısıyla Tanrı) değildi... Ölümü ve acı çekmesi insanlara kurtuluş vermek için değildi. » Sosyanistler çeşitli baskılara maruz kaldılar. Kilise onları çok geçmeden afaroz etti.
Aynı dönemde Sosyanistlere benzer fikirler yayan, özellikle üçleme inancına radikal bir biçimde karşı çıkan Cenevreli Michael Servetus, fikirleri nedeniyle Calvin tarafından kazığa bağlanıp yakılarak idam edildi. Yakılırken, yazdığı üçleme karşıtı kitap da göğsüne asılmıştı. Servetus, İznik Konsilinde Hıristiyanlığın dejenere edildiğini savunmuş ve bu bozulmadan kurtulmak için İznik Konsili öncesindeki kaynaklara dönülmesi gereğini yazmıştı. 1638'de Sosyanistlere yönelik saldırılar başladı. Rokow'da ki kolejleri kapatıldı ve birlemeyi kabul etmiş pek çok insan diri diri yakıldı.
Üniteryenler 18. ve 19. yüzyılda özellikle de Anglosakson dünyasında etkili oldular. Önce İngiltere'de sonra da ABD'de Üniteryen Kiliseler kuruldu. Sadece Hıristiyanların değil, tüm insanların Tanrı'ya iman ederlerse kurtuluşa ulaşabileceklerine inanan bu kişiler kendilerini Üniversalist olarak tanımladılar. Birbirinden bağımsız olarak gelişen Üniteryen ve Üniversalist Kiliseleri 1961 yılında birleşti. The New Catholic Enycyclopedia, Üniteryen Kiliselerin ortak inanışlarını şöyle özetlemişti:
Hz.İsa (Üniteryenlere göre) Tanrı'nın biricik Oğlu ve Kurtarıcı değil, ama Yahudi peygamberleri geleneği içinde yer alan dini bir önderdir. Dolayısiyle "Hz.İsa ile ilgili din" (yani geleneksel Hıristiyanlık) "Hz.İsa'nın dini" ile değiştirilmelidir. Kutsal Kitap akıl ve bilim ışığında incelenmeli ve kesin değişmez bir kaynak olarak değil, insan yazımı bir eser olarak görülmelidir.
Kitab-ı Mukaddes i okudunuz mu? Biz okuduk ve bulgu ve düşüncelerimizi burada paylaşıyoruz.
a.u etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
a.u etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
18 Nisan 2011 Pazartesi
17 Nisan 2011 Pazar
Tevrat’ın mesihi kim?
Tevrat’ın mesihi kim?
Mesih; Tanrı tarafından kutsal bir görevle atanmış, Yahudileri esaretten kurtaracak Kudüs ve tapınak merkezli bir devlet kuracak, Tevrat kaynaklı bir önderdir. Tevrat’ın peygamberlik kitaplarının birçok yerlerinde, esaret altında kalan Yahudileri, Kudüs merkezli tekrar güçlü bir devlet kurarak, esaretten kurtarıcı bir önder olarak zikredilir. Tevrat’ta kurtarıcı Mesih hakkında bilgiler Yeşaya, Hezekiel, Yeremya, Mika, Zekerya ve Daniel kitaplarında bol bol zikredilir. Tevrat’ın Hz. Musa’ya indirildiği kabul edilen, Musevilik için asıl bağlayıcı prensiplerin bulunduğu ilk 5 kitabında, ileride gelecek kurtarıcı Mesih’ten bahseden herhangi bir bilgi yoktur. Yahudilikte kurtarıcı Mesih beklentisinin temeli, Asur ve Babil yenilgisiyle başlayan esaret yıllarında yazılan peygamberlik kitaplarına dayanmaktadır:
1 İşay’ın kütüğünden yeni bir filiz çıkacak, Kökünden bir fidan meyve verecek.
2 RAB’bin Ruhu, bilgelik ve anlayış ruhu, Öğüt ve güç ruhu, bilgi ve RAB korkusu ruhu Onun üzerinde olacak.
3 RAB korkusu hoşuna gidecek. Gözüyle gördüğüne göre yargılamayacak, Kulağıyla işittiğine göre karar vermeyecek.
4 Yoksulları adaletle yargılayacak, Yeryüzünde ezilenler için dürüstçe karar verecek. Dünyayı ağzının değneğiyle cezalandıracak, Kötüleri soluğuyla öldürecek.
5 Davranışının temeli adalet ve sadakat olacak. (Tevat-İşaya:11)
Yukarıda zikredilen İşay, Kenan diyarına hakim olup tarihte on iki Yahudi kabilesini birleştirip tek bir devlet kuran Kral Davut’un babasıdır. Kral Davut dönemi, Yahudilerin birlik içinde en güçlü dönem olduğundan, Kral Davut Yahudiler için daima en ideal önderdir. Kral Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra devletleri kuzeyde İsrail ve güneyde Yahuda olmak üzere iki parçaya bölünüyor. Önce kuzeydeki İsrail MÖ:719’de Asurlular, sonra da 586’da güneydeki Yahuda Devleti Babilliler tarafından istila ediliyor. İşte bu esaret dönemlerinde kendilerini esaretten kurtarıp, tekrar büyük devlet kuracak Tanrı tarafından atanan, Mesih Kral Davut gibi kurtarıcı Mesih beklentisi içinde olmuşlardır. Bu esaret dönemlerinde yaşamış ve Tevrat’ta kitapları bulunan Yeşaya, Hezekiel, Yeremya, Mika, Zekerya ve Daniel peygamler hep bu kutlu önderin geleceğini müjdelemişlerdir:
“6 Çünkü bize bir çocuk doğacak, Bize bir oğul verilecek. Yönetim onun omuzlarında olacak. Onun adı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı, Ebedi Baba, Esenlik Önderi olacak.
7 Davut’un tahtı ve ülkesi üzerinde egemenlik sürecek. Egemenliğinin ve esenliğinin büyümesi son bulmayacak. Egemenliğini adaletle, doğrulukla kuracak Ve sonsuza dek sürdürecek. Her Şeye Egemen RAB’bin gayreti bunu sağlayacak.” (Yeşaya-9)
Yahudiler’in Mesih beklentisinin temeli bu eserlerdir. Hz. İsa bu peygamberlerden 5 asır sonra dünyaya gelmiş olmasına rağmen Hıristiyanlarda Tevrat’ta beklenen Mesih olarak gördükleri, Hz. İsa için bu kaynakları delil olarak sunarlar. Peki, Yeşaya, Mika, Hezekiel ve Zekerya, Babil sürgün döneminde yapılan bunca kehanetler sonunda, beklenen kurtarıcı Mesih gerçekten geldi mi? Yahudileri bu esaretten kurtarıp tekrar Kudüs’e dönüp Tapınağı kurabildiler mi? Yoksa bu Mesih, Hıristiyanların iddia ettikleri gibi 5 asır sonra gelen Hz. İsa mıydı? Evet Yahudiler 70 yıl süren Babil esaretinden sonunda, bekledikleri kurtarıcıya kavuşmuşlardı. Büyük ümitle bekledikleri Mesih gerçekten gelmişti. Yahudileri Babil esaretinden kurtarıp, Kudüs’e kavuşmalarını ve Tapınaklarını yeniden kurmalarını sağlamıştı. Ancak ortada çok garip bir durum vardı. Kurtarıcı Mesih gelip, Babil’i perişan edip, Yahudileri kurtarmıştı kurtarmasına ama, ortada çok garip bir durum vardı. Kurtarıcı olarak gelen Mesih Beytlehem kasabasından ve Davut soyundan değildi. TEVRAT’TA ÖZLEMLE BEKLENEN MESİH GELMİŞTİ AMA ORTADA GARİP BİR DURUM VARDI. GELEN KURTARICI DAVUT SOYUNDAN OLMADIĞI GİBİ, BİR YAHUDİ’DE DEĞİLDİ. Özlemle bekledikleri Mesih gelmişti, daha doğrusu Tanrı bekledikleri Mesih’i göndermişti. Gelen Mesih kimmiş önce bir görelim:
“1 RAB meshettiği kişiye, Sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, Kralları silahsızlandıracak, Bir daha kapanmayacak kapılar açacak. Ona şöyle diyor:
2 “Senin önünsıra gidip Dağları düzleyecek, Tunç kapıları kırıp Demir sürgülerini parçalayacağım. 3 Seni adınla çağıranın Ben RAB, İsrail’in Tanrısı olduğumu anlayasın diye Karanlıkta kalmış hazineleri, Gizli yerlerde saklı zenginlikleri sana vereceğim. 4 Sen beni tanımadığın halde Kulum Yakup soyu ve seçtiğim İsrail uğruna Seni adınla çağırıp onurlu bir unvan vereceğim.
5 RAB benim, başkası yok, Benden başka Tanrı yok. Beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım.
13 Koreş’i doğrulukla harekete geçirecek, Yollarını düzleyeceğim. Kentimi o onaracak, Sürgünlerimi ücret ya da ödül almadan o özgür kılacak.” Böyle diyor Her Şeye Egemen RAB.” (Yeşaya-45)
Gelen Mesih Yahudi ve Davut soyundan değil, bir Pers’li idi. Yani PERS KRALI KOREŞ’Tİ . M.Ö.538′de pers kralı II. Koreş, Babil Kralı Baltazar’ı yenip 16 Temmuz’da başkent Babil’i fethediyor. Böylece Yahudiler beklediği kurtarıcı Mesihlerine kavuşmuş oluyorlar. Tabi Babil esareti sona ermişti ve sona eren esaret sonunda, Kutsal Kent’lerine kavuşup M.Ö. 515 yılında Tapınaklarını da yeniden kuruyorlar. Böylece Tevrat’ta Yeşaya, Mika, Hezekiel, ve Zekerya peygamberlerin yazdığı iddia edilen kitaplardaki kehanet doğru çıkmıştı. Ayrıca Tevrat’ta Pers Kralı Koreş, Tanrı tarafında bu işe seçildiğine, yani mesih olduğunu açıkça belirtiyor:
“21- Böylece RAB’bin Yeremya aracılığıyla söylediği söz yerine geldi: “Ülke tutulmayan Şabat yıllarını tamamlayıncaya, yetmiş yıl doluncaya kadar ıssız kalıp dinlenecek.”
22- Pers Kralı Koreş’in krallığının birinci yılında RAB, Yeremya aracılığıyla bildirdiği sözü yerine getirmek amacıyla, Pers Kralı Koreş’i harekete geçirdi. Koreş yönetimi altındaki bütün halklara şu yazılı bildiriyi duyurdu:
“23- Pers Kralı Koreş şöyle diyor: ‘Göklerin Tanrısı RAB yeryüzünün bütün krallıklarını bana verdi. Beni Yahuda’daki Yeruşalim Kenti’nde kendisi için bir tapınak yapmakla görevlendirdi. Aranızda O’nun halkından kim varsa oraya gitsin. Tanrısı RAB onunla olsun!” (Tevrat-II. Tarihler-36)
Konu bu kadar açıkken, nedense bu garip duruma kimse değinmez ve Babil sürgününden kurtulmak adına yazılmış olan bu kehanetler, Hıristiyanlarca Hz.İsa’ya, Yahudilerce ise günümüze yorumlanır. Ancak Daniel’in bahsettiği Mesih Hz. İsa’nın gelişine uygun düşebilir. M.S. 70 ve 140 yıllarında Kudüs’te büyük yıkım ve sürgün oldu. Bu sürgün 2000 yıla yakın devam etti. Yahudiler 2000 yıl Kudüs ve Tapınak’tan mahrum, son derece çileli bir hayat sürdüler. 70 yıllık Babil sürgünü bunun yanında anmaya bile değmeyecek kısalıkta. Asıl Tevrat’ta beklenen sürgünden dönmek, Vaad Edilmiş Topraklarda Kutsal Kent’i ve Tapınağı yeniden kurma kehaneti şimdi gerçekleşmişti. İyi de gerçek buysa, hani devlet kuruldu, esaret bitti Mesih nerede kaldı. BÜTÜN BUNLARI GELİP O GERÇEKLEŞTİRECEKTİ. Ayni zamanda, Mesih’ten önce, Mesih’in geleceğini müjdelemek için, Mesih’ten önce geleceği kehanetinde bulunulan İLYAS nerede? (Tevrat-Malaki-4:5) Vaad Edilen Topraklara Yahudiler sürgünden döndüler ve Kudüs başkentli bir devlette kurdular. Bütün İsrailoğulları tekrar Vaad Edilen Topraklara dönecekti ama kayıp on kabileden haber yok. Bütün bunlar olurken beklenen Mesih nerede? Niçin hala gelmedi? Bu kadar çelişkiden sonra, kimse günümüzde boş yere hala, Mesih ne zaman gelecek diye beklemesin. Tevrat’ta sözü edilen kurtarıcı Mesih M.Ö. 538 yılında gelmiştir ve Yahudileri Babil esaretinden kurtarmıştır. Ancak bu gelen kurtarıcı Mesih, Tevrat’ta belirtilen gibi Davut soyundan bir Yahudi değildir. Gerçek bütün açıklığıyla ortada. Dileyen hala gelmesi için beklemeye devam edebilir. Bu durumun farkında olan dindar Yahudiler de yok değil. Lübnan’da ki Hizbullah’ın televizyonunda 18 Haziran 2005 tarihinde yaptığı konuşmada Haham David Weiss “İsrail’i Şeytan’ın maddeleşmiş halidir” diye tanımlayarak:
“Her gün İsrail’in yıkılması için dua ediyoruz” dedi.
Şu andaki İsrail’i SİYONİST BİR DEVLET olduğu için tanımamaktadırlar. “Mesih gelmeden önce bir Yahudi vatanından söz edilemez” der. Bu uyarıyı geçmiş yıllarda Talmud’taki Üç Emire dayanarak 13. yy.’da Haham eliezer,18.yy.’da Haham Yehonatban Eibshuts gibi Alman hahamlar, İspanyol Haham Ezra ve Yahudi bilgin Rafael Hirsch Yahudi göçmenleri Filistine göç konusunda hep uyarmışlardı. Talmud’a göre haklıdırlar. Beklenen Mesih çıkmadığına göre, bu devlet meşru değil ve Siyonistlerin organize ettiği bir devlettir. Ayrıca Mesih yeryüzünde savaş değil, tüm insanlar için bir barış ve huzur dönemi başlatacaktır. Aslında İncil’de bahsedilen zamanın sonunda ve Armagedon Savaşı öncesinde Yahudilerin sürgünden dönüşü ve Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması kehaneti de yoktur. İlgililerce konunun ciddiyet bir kez daha gözden geçirilmesini ve insanlara daha gerçekçi bilgiler sunulmasını tavsiye ederiz.”
::ASİYE UTKU::
2 RAB’bin Ruhu, bilgelik ve anlayış ruhu, Öğüt ve güç ruhu, bilgi ve RAB korkusu ruhu Onun üzerinde olacak.
3 RAB korkusu hoşuna gidecek. Gözüyle gördüğüne göre yargılamayacak, Kulağıyla işittiğine göre karar vermeyecek.
4 Yoksulları adaletle yargılayacak, Yeryüzünde ezilenler için dürüstçe karar verecek. Dünyayı ağzının değneğiyle cezalandıracak, Kötüleri soluğuyla öldürecek.
5 Davranışının temeli adalet ve sadakat olacak. (Tevat-İşaya:11)
Yukarıda zikredilen İşay, Kenan diyarına hakim olup tarihte on iki Yahudi kabilesini birleştirip tek bir devlet kuran Kral Davut’un babasıdır. Kral Davut dönemi, Yahudilerin birlik içinde en güçlü dönem olduğundan, Kral Davut Yahudiler için daima en ideal önderdir. Kral Davut’un oğlu Hz. Süleyman’ın ölümünden sonra devletleri kuzeyde İsrail ve güneyde Yahuda olmak üzere iki parçaya bölünüyor. Önce kuzeydeki İsrail MÖ:719’de Asurlular, sonra da 586’da güneydeki Yahuda Devleti Babilliler tarafından istila ediliyor. İşte bu esaret dönemlerinde kendilerini esaretten kurtarıp, tekrar büyük devlet kuracak Tanrı tarafından atanan, Mesih Kral Davut gibi kurtarıcı Mesih beklentisi içinde olmuşlardır. Bu esaret dönemlerinde yaşamış ve Tevrat’ta kitapları bulunan Yeşaya, Hezekiel, Yeremya, Mika, Zekerya ve Daniel peygamler hep bu kutlu önderin geleceğini müjdelemişlerdir:
“6 Çünkü bize bir çocuk doğacak, Bize bir oğul verilecek. Yönetim onun omuzlarında olacak. Onun adı Harika Öğütçü, Güçlü Tanrı, Ebedi Baba, Esenlik Önderi olacak.
7 Davut’un tahtı ve ülkesi üzerinde egemenlik sürecek. Egemenliğinin ve esenliğinin büyümesi son bulmayacak. Egemenliğini adaletle, doğrulukla kuracak Ve sonsuza dek sürdürecek. Her Şeye Egemen RAB’bin gayreti bunu sağlayacak.” (Yeşaya-9)
Yahudiler’in Mesih beklentisinin temeli bu eserlerdir. Hz. İsa bu peygamberlerden 5 asır sonra dünyaya gelmiş olmasına rağmen Hıristiyanlarda Tevrat’ta beklenen Mesih olarak gördükleri, Hz. İsa için bu kaynakları delil olarak sunarlar. Peki, Yeşaya, Mika, Hezekiel ve Zekerya, Babil sürgün döneminde yapılan bunca kehanetler sonunda, beklenen kurtarıcı Mesih gerçekten geldi mi? Yahudileri bu esaretten kurtarıp tekrar Kudüs’e dönüp Tapınağı kurabildiler mi? Yoksa bu Mesih, Hıristiyanların iddia ettikleri gibi 5 asır sonra gelen Hz. İsa mıydı? Evet Yahudiler 70 yıl süren Babil esaretinden sonunda, bekledikleri kurtarıcıya kavuşmuşlardı. Büyük ümitle bekledikleri Mesih gerçekten gelmişti. Yahudileri Babil esaretinden kurtarıp, Kudüs’e kavuşmalarını ve Tapınaklarını yeniden kurmalarını sağlamıştı. Ancak ortada çok garip bir durum vardı. Kurtarıcı Mesih gelip, Babil’i perişan edip, Yahudileri kurtarmıştı kurtarmasına ama, ortada çok garip bir durum vardı. Kurtarıcı olarak gelen Mesih Beytlehem kasabasından ve Davut soyundan değildi. TEVRAT’TA ÖZLEMLE BEKLENEN MESİH GELMİŞTİ AMA ORTADA GARİP BİR DURUM VARDI. GELEN KURTARICI DAVUT SOYUNDAN OLMADIĞI GİBİ, BİR YAHUDİ’DE DEĞİLDİ. Özlemle bekledikleri Mesih gelmişti, daha doğrusu Tanrı bekledikleri Mesih’i göndermişti. Gelen Mesih kimmiş önce bir görelim:
“1 RAB meshettiği kişiye, Sağ elinden tuttuğu Koreş’e sesleniyor. Uluslara onun önünde baş eğdirecek, Kralları silahsızlandıracak, Bir daha kapanmayacak kapılar açacak. Ona şöyle diyor:
2 “Senin önünsıra gidip Dağları düzleyecek, Tunç kapıları kırıp Demir sürgülerini parçalayacağım. 3 Seni adınla çağıranın Ben RAB, İsrail’in Tanrısı olduğumu anlayasın diye Karanlıkta kalmış hazineleri, Gizli yerlerde saklı zenginlikleri sana vereceğim. 4 Sen beni tanımadığın halde Kulum Yakup soyu ve seçtiğim İsrail uğruna Seni adınla çağırıp onurlu bir unvan vereceğim.
5 RAB benim, başkası yok, Benden başka Tanrı yok. Beni tanımadığın halde seni güçlü kılacağım.
13 Koreş’i doğrulukla harekete geçirecek, Yollarını düzleyeceğim. Kentimi o onaracak, Sürgünlerimi ücret ya da ödül almadan o özgür kılacak.” Böyle diyor Her Şeye Egemen RAB.” (Yeşaya-45)
Gelen Mesih Yahudi ve Davut soyundan değil, bir Pers’li idi. Yani PERS KRALI KOREŞ’Tİ . M.Ö.538′de pers kralı II. Koreş, Babil Kralı Baltazar’ı yenip 16 Temmuz’da başkent Babil’i fethediyor. Böylece Yahudiler beklediği kurtarıcı Mesihlerine kavuşmuş oluyorlar. Tabi Babil esareti sona ermişti ve sona eren esaret sonunda, Kutsal Kent’lerine kavuşup M.Ö. 515 yılında Tapınaklarını da yeniden kuruyorlar. Böylece Tevrat’ta Yeşaya, Mika, Hezekiel, ve Zekerya peygamberlerin yazdığı iddia edilen kitaplardaki kehanet doğru çıkmıştı. Ayrıca Tevrat’ta Pers Kralı Koreş, Tanrı tarafında bu işe seçildiğine, yani mesih olduğunu açıkça belirtiyor:
“21- Böylece RAB’bin Yeremya aracılığıyla söylediği söz yerine geldi: “Ülke tutulmayan Şabat yıllarını tamamlayıncaya, yetmiş yıl doluncaya kadar ıssız kalıp dinlenecek.”
22- Pers Kralı Koreş’in krallığının birinci yılında RAB, Yeremya aracılığıyla bildirdiği sözü yerine getirmek amacıyla, Pers Kralı Koreş’i harekete geçirdi. Koreş yönetimi altındaki bütün halklara şu yazılı bildiriyi duyurdu:
“23- Pers Kralı Koreş şöyle diyor: ‘Göklerin Tanrısı RAB yeryüzünün bütün krallıklarını bana verdi. Beni Yahuda’daki Yeruşalim Kenti’nde kendisi için bir tapınak yapmakla görevlendirdi. Aranızda O’nun halkından kim varsa oraya gitsin. Tanrısı RAB onunla olsun!” (Tevrat-II. Tarihler-36)
Konu bu kadar açıkken, nedense bu garip duruma kimse değinmez ve Babil sürgününden kurtulmak adına yazılmış olan bu kehanetler, Hıristiyanlarca Hz.İsa’ya, Yahudilerce ise günümüze yorumlanır. Ancak Daniel’in bahsettiği Mesih Hz. İsa’nın gelişine uygun düşebilir. M.S. 70 ve 140 yıllarında Kudüs’te büyük yıkım ve sürgün oldu. Bu sürgün 2000 yıla yakın devam etti. Yahudiler 2000 yıl Kudüs ve Tapınak’tan mahrum, son derece çileli bir hayat sürdüler. 70 yıllık Babil sürgünü bunun yanında anmaya bile değmeyecek kısalıkta. Asıl Tevrat’ta beklenen sürgünden dönmek, Vaad Edilmiş Topraklarda Kutsal Kent’i ve Tapınağı yeniden kurma kehaneti şimdi gerçekleşmişti. İyi de gerçek buysa, hani devlet kuruldu, esaret bitti Mesih nerede kaldı. BÜTÜN BUNLARI GELİP O GERÇEKLEŞTİRECEKTİ. Ayni zamanda, Mesih’ten önce, Mesih’in geleceğini müjdelemek için, Mesih’ten önce geleceği kehanetinde bulunulan İLYAS nerede? (Tevrat-Malaki-4:5) Vaad Edilen Topraklara Yahudiler sürgünden döndüler ve Kudüs başkentli bir devlette kurdular. Bütün İsrailoğulları tekrar Vaad Edilen Topraklara dönecekti ama kayıp on kabileden haber yok. Bütün bunlar olurken beklenen Mesih nerede? Niçin hala gelmedi? Bu kadar çelişkiden sonra, kimse günümüzde boş yere hala, Mesih ne zaman gelecek diye beklemesin. Tevrat’ta sözü edilen kurtarıcı Mesih M.Ö. 538 yılında gelmiştir ve Yahudileri Babil esaretinden kurtarmıştır. Ancak bu gelen kurtarıcı Mesih, Tevrat’ta belirtilen gibi Davut soyundan bir Yahudi değildir. Gerçek bütün açıklığıyla ortada. Dileyen hala gelmesi için beklemeye devam edebilir. Bu durumun farkında olan dindar Yahudiler de yok değil. Lübnan’da ki Hizbullah’ın televizyonunda 18 Haziran 2005 tarihinde yaptığı konuşmada Haham David Weiss “İsrail’i Şeytan’ın maddeleşmiş halidir” diye tanımlayarak:
“Her gün İsrail’in yıkılması için dua ediyoruz” dedi.
Şu andaki İsrail’i SİYONİST BİR DEVLET olduğu için tanımamaktadırlar. “Mesih gelmeden önce bir Yahudi vatanından söz edilemez” der. Bu uyarıyı geçmiş yıllarda Talmud’taki Üç Emire dayanarak 13. yy.’da Haham eliezer,18.yy.’da Haham Yehonatban Eibshuts gibi Alman hahamlar, İspanyol Haham Ezra ve Yahudi bilgin Rafael Hirsch Yahudi göçmenleri Filistine göç konusunda hep uyarmışlardı. Talmud’a göre haklıdırlar. Beklenen Mesih çıkmadığına göre, bu devlet meşru değil ve Siyonistlerin organize ettiği bir devlettir. Ayrıca Mesih yeryüzünde savaş değil, tüm insanlar için bir barış ve huzur dönemi başlatacaktır. Aslında İncil’de bahsedilen zamanın sonunda ve Armagedon Savaşı öncesinde Yahudilerin sürgünden dönüşü ve Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması kehaneti de yoktur. İlgililerce konunun ciddiyet bir kez daha gözden geçirilmesini ve insanlara daha gerçekçi bilgiler sunulmasını tavsiye ederiz.”
::ASİYE UTKU::
{Gel, ne olursan ol yine gel}
SAMİRİ TEVRATI
SAMİRİ TEVRATI
Buraya kadar anlattıklarımızdan sonra Tevrat artık, Yahudi ve Samiri olmak üzere iki değişik nüshaya ayrılmaktadır. Samiri ismi, kuzeydeki Yahudi Krallığından geriye kalanlara verilen isimdir. Kuzeydeki İsrail Devleti, Asurlular tarafından yıkılınca buradaki halk sürülüp buralara Asurlular yerleştirilmişti. Daha sonraları bunlar ile ayni yerlerde kalan Yahudiler kaynaşıp bir millet oluyor. Güneydeki Yahuda devletinde yaşayanlar, aralarındaki rekabetten dolayı, kuzeydekileri samimi olarak Yahudi inancına bağlanmadıklarını ileri sürülerek, onlardan ayrı durmuşlardır. Bu durum İncillerde de görülmektedir;
“5 İsa Onikiler’i şu buyrukla halkın arasına gönderdi: “Öteki ulusların arasına girmeyin. Samiriyeliler’in kentlerine de uğramayın.
6 Bunun yerine, İsrail halkının yitik koyunlarına gidin.
7 Gittiğiniz her yerde Göklerin Egemenliği’nin yaklaştığını duyurun.” (Matta-10)
Babil sürgününden döndüklerinde kendilerini saf kan Yahudi sayan Yahuda Devletinin mensuplarının ellerindeki, Ezra başkanlığındaki meclis yeni Tevrat’ı yine Samiriler’e inat Asurî karakterli yazı ile yazmış, eski İbrani yazısını onlara terk etmiştir. Bundan sonra iki topluluğun arası iyice açılmıştır. Bu rekabetten dolayı özellikle Samiriler’in elinde değişik bir Tevrat kalır. Bu iki Tevrat metni arasında birçok faklılıklar olduğu görülmüştür. Samiri Tevrat’ının günümüze varlığının kanıtlanmış, 1616 yılında Hıristiyan Oryantalist Pietro della Vale tarafından olmuştur. Bu nüshanın İngilizce ilk baskısı 1957 yılında yapılmıştır.26 1947 yılında Kumran Vadisi kazılarında bulunan, Ölü Deniz Yazmaları arasındaki Tevrat metinleri, Samiri Tevrat’nın daha eski ve daha orijinal olduğunu kanıtlamıştır.
Yapılan incelemelerde her iki Tevrat nüshası arasında 6000 çıvarında farklılık tespit edilmiştir.27 Aralarında ki önemli farklılıklardan birisi kutsal mabetle ilgilidir. Samiri Tevrat’ında kutsal mabet, kuzeyde Şekem şehrindeki Gerzim dağını, Yahudi Tevrat’ı ise Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ni kabul eder. Konumuzla yakından ilgili olmadığı için, bu farklılıkların üzerinde genişçe durmayacağız. Samiri Tevrat’ı yalnızca Hz. Musa’ya verilen ilk beş kitabı kabul eder.28 Eski Ahitteki diğer kitapları Hz. Musa’nın şeriatına ters düştükleri için kabul etmezler. MÖ. 170 yılında Yunanca’ya tercüme edilip, Septuagint ismi alan ve Katolik Hıristiyanların kullandıkları Tevrat ile Samiri Tevrat’ının birbirleriyle daha fazla uyuştuğu gözlenmiştir. Son Yahudi Tevrat’ı ile Samiri Tevrat’ı üzerinde yapılan incelemelerden aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır;
“1920 yılında Moses Gaster,1166 yılına ait Samiri yazma Tevrat tomarının bir nüshasını elde etmeyi başarmıştır. Gaster, paleografik ve diğer noktalar bakımından yaptığı incelemede, Samiriler’in en eski ve değişmeyen Tevrat nüshasına sahip olduklarını iddiasını doğrulamıştır. Ayrıca, Samiriler’in Tevratlarını Yahudi Massoratik (geleneksel) metninden kopya ettikleri iddiasının temelsiz olduğunun ispat etmiştir. Daha sonra, 1947’de, Ölü Deniz Yazmaları arasında bulunan Tevrat metinleri, Gaster’in bulgusunu desteklemiştir. Yapılan incelemeler neticesinde, bu Tevrat metinlerinin Samiri Tevrat’ının prototipini teşkil ettiği görülmüş ve tarihen de çok eski olduğu tesbit edilmiştir.”29
Yahudi Tevrat’ının Ezra tarafından yazılmasından sonra Hıristiyanlığın ortaya çıkışına kadar standart bir metninin olmadığı anlaşılmaktadır. Rabbani kaynaklarda bu dönemde Tevrat’ta daha birçok değişikliklerin olduğu belirtilmiştir. Özellikle Makkabiler döneminde Tevrat’ın tekrar düzenlenmesi zarureti ortaya çıkmıştır. En son Tevrat düzenleme MS. 90 yıllarında Yamniya’da toplanan meçliste bugünkü 39 kitapçıktan oluşan metine son şekil verilmiştir.30 MÖ: 3 yüzyılda Septuagint’in çevrisinde var olan 45 kitabın 6 adeti için insan uydurması olarak hüküm verilerek kanondan çıkarılmıştır. Tabi hem Hristiyan ve hem de Yahudi din adamları tarafından tek harfi bile değiştirilmeden günümüze ulaştırıldığı iddialarının gerçeğide maalesef bu.
“5 İsa Onikiler’i şu buyrukla halkın arasına gönderdi: “Öteki ulusların arasına girmeyin. Samiriyeliler’in kentlerine de uğramayın.
6 Bunun yerine, İsrail halkının yitik koyunlarına gidin.
7 Gittiğiniz her yerde Göklerin Egemenliği’nin yaklaştığını duyurun.” (Matta-10)
Babil sürgününden döndüklerinde kendilerini saf kan Yahudi sayan Yahuda Devletinin mensuplarının ellerindeki, Ezra başkanlığındaki meclis yeni Tevrat’ı yine Samiriler’e inat Asurî karakterli yazı ile yazmış, eski İbrani yazısını onlara terk etmiştir. Bundan sonra iki topluluğun arası iyice açılmıştır. Bu rekabetten dolayı özellikle Samiriler’in elinde değişik bir Tevrat kalır. Bu iki Tevrat metni arasında birçok faklılıklar olduğu görülmüştür. Samiri Tevrat’ının günümüze varlığının kanıtlanmış, 1616 yılında Hıristiyan Oryantalist Pietro della Vale tarafından olmuştur. Bu nüshanın İngilizce ilk baskısı 1957 yılında yapılmıştır.26 1947 yılında Kumran Vadisi kazılarında bulunan, Ölü Deniz Yazmaları arasındaki Tevrat metinleri, Samiri Tevrat’nın daha eski ve daha orijinal olduğunu kanıtlamıştır.
Yapılan incelemelerde her iki Tevrat nüshası arasında 6000 çıvarında farklılık tespit edilmiştir.27 Aralarında ki önemli farklılıklardan birisi kutsal mabetle ilgilidir. Samiri Tevrat’ında kutsal mabet, kuzeyde Şekem şehrindeki Gerzim dağını, Yahudi Tevrat’ı ise Kudüs’teki Süleyman Mabedi’ni kabul eder. Konumuzla yakından ilgili olmadığı için, bu farklılıkların üzerinde genişçe durmayacağız. Samiri Tevrat’ı yalnızca Hz. Musa’ya verilen ilk beş kitabı kabul eder.28 Eski Ahitteki diğer kitapları Hz. Musa’nın şeriatına ters düştükleri için kabul etmezler. MÖ. 170 yılında Yunanca’ya tercüme edilip, Septuagint ismi alan ve Katolik Hıristiyanların kullandıkları Tevrat ile Samiri Tevrat’ının birbirleriyle daha fazla uyuştuğu gözlenmiştir. Son Yahudi Tevrat’ı ile Samiri Tevrat’ı üzerinde yapılan incelemelerden aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır;
“1920 yılında Moses Gaster,1166 yılına ait Samiri yazma Tevrat tomarının bir nüshasını elde etmeyi başarmıştır. Gaster, paleografik ve diğer noktalar bakımından yaptığı incelemede, Samiriler’in en eski ve değişmeyen Tevrat nüshasına sahip olduklarını iddiasını doğrulamıştır. Ayrıca, Samiriler’in Tevratlarını Yahudi Massoratik (geleneksel) metninden kopya ettikleri iddiasının temelsiz olduğunun ispat etmiştir. Daha sonra, 1947’de, Ölü Deniz Yazmaları arasında bulunan Tevrat metinleri, Gaster’in bulgusunu desteklemiştir. Yapılan incelemeler neticesinde, bu Tevrat metinlerinin Samiri Tevrat’ının prototipini teşkil ettiği görülmüş ve tarihen de çok eski olduğu tesbit edilmiştir.”29
Yahudi Tevrat’ının Ezra tarafından yazılmasından sonra Hıristiyanlığın ortaya çıkışına kadar standart bir metninin olmadığı anlaşılmaktadır. Rabbani kaynaklarda bu dönemde Tevrat’ta daha birçok değişikliklerin olduğu belirtilmiştir. Özellikle Makkabiler döneminde Tevrat’ın tekrar düzenlenmesi zarureti ortaya çıkmıştır. En son Tevrat düzenleme MS. 90 yıllarında Yamniya’da toplanan meçliste bugünkü 39 kitapçıktan oluşan metine son şekil verilmiştir.30 MÖ: 3 yüzyılda Septuagint’in çevrisinde var olan 45 kitabın 6 adeti için insan uydurması olarak hüküm verilerek kanondan çıkarılmıştır. Tabi hem Hristiyan ve hem de Yahudi din adamları tarafından tek harfi bile değiştirilmeden günümüze ulaştırıldığı iddialarının gerçeğide maalesef bu.
TEVRAT’TAKİ EN BÜYÜK TAHRİFAT
.TEVRAT’TAKİ EN BÜYÜK TAHRİFAT
Şimdi bu bölümde göreceğimiz konu belkide İncil’de, Hz. İsa’nın tanrılığının ispatı konusunda bizzat Hz. İsa’nın kendi ağzıyla söylediği iddia edilen Tevrat ifadeleridir. Burada Tanrıyı tanımlamak için kullanılan YHWH-YAHOWAH ve ADONAY-EFENDİ kelimelerindeki tahrifatları göreceğiz. Şimdi Türkçe’mize RAB olarak çevrilen bu kelimelerin yol açtığı, son derece önemli çarpıtmalarını görelim. Rab kelimesi, ilk üç İncilde Hz. İsa’yı Tanrılaştıran en önemli ifadedir. Daha öncede dediğimiz gibi, mevcut İncilerle Hz. İsa hakkında net bir tanımlama yapmak mümkün değil. Bir yerde Tanrıya eş tutulurken başka bir yerde Peygamber veya insan olduğu vurgulanır. Bir yerde Tanrıoğlu tanımı kullanılırken, başka bir yerde Davutoğlu olduğundan bahsedilir vs. İşte aslında bütün bunlar, İncillerde yapılan acemice tahrifatın açık ispatıdır. Bir yerde Hz. İsa’yı “Rab” ilan ederken başka bir yerde H.z. İsa için orijinal Aramicesi olan “Rabbi” tanımının bulunması, bütün bunları anlamak isteyenler için Allah’ın bir lütfu olmaktadır. Şimdi benzer fakat son derece önemli bir ifade üzerinde duracağız. Hem de Markos İncilinde ve İncilin tamamındaki Tanrı’yı yücelten, O’nun tek olduğunu vurgulayan son derece önemli bir emirden sonra olması çok düşündürücü. Burada Hz. İsa’nın Davutoğlu olduğu değil de, RAB olduğu bizzat Tevrat’tan ve Hz. İsa’nın ağzından söyletilmektedir; “35 İsa tapınakta öğretirken şunu sordu: “Nasıl oluyor da din bilginleri, ‘Mesih, Davut’un Oğlu’dur’ diyorlar?
36 Davut’un kendisi, Kutsal Ruh’tan esinlenerek şöyle demişti: ‘Rab Rabbim’e dedi ki, Ben düşmanlarını Ayaklarının altına serinceye dek Sağımda otur.’
37 Davut’un kendisi O’ndan Rab diye söz ettiğine göre, O nasıl Davut’un Oğlu olur?” Oradaki büyük kalabalık O’nu zevkle dinliyordu.”(Makos-12)
Burada Tevrat’taki Hz. Davut’un Mezmurları 110:1’deki bir ifadeyi Hz. İsa, kendisi için söylendiğini vurgulayarak, “Bana niçin Davut’un Oğlu diyorsunuz.Davut bana Rab demektedir” diyor. Böylece Markos’ta, bir önce vurgulanan tek Tanrı anlayışı üzerinde, kafalar karıştırılmaktadır ve bu Tevrat ifadesinin İncillerde bir çok yerde Hz. İsa’nın tanrılığını ispat etmek için devamlı kullanıldığı görülmektedir. Bizde bu ifade Tevrat’ta nasıl kullanılmış merak ettik. Bakın neler gördük. Konunun iyice anlaşılması için, bu Mezmurun, “Rab, Rabbime dedi” kısmının Tevrat’ta orijinal İbranice’sine de baktık ve şunu gördük;
“Niem YHWH la-adoni”
Burada adoni kelimesi, aynen Yunanca’daki kyrıos kelimesi gibi efendi anlamında, hem insan için, hem de Tanrı için kullanılan bir kelimedir. Bu durumda bu kelimenin bir insan için mi, yoksa Tanrı için mi kullanılmış olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü İbranicede de yazı dilinde büyük harf küçük harf ayırımı yoktur. İncillerin İbranice orjinallerinde, Hz. İsa’ya hitap şekillerinde efendim anlamında “adonai” de kullanılmıştır ki, Yunanca tercümelerde “kyrıos” un en önemli sebebi bu olmalı ve Hz. İsa’nın kimliğinin karıştırılmasında en önemli faktörlerden biri olduğu muhakkaktır. Ama bununla insana hitap edilmiş olacağını, Hz. İsa için başka bir hitap şekli olan ve Yunanca İncillerde orijinal halini gördüğümüz Aramice “rabbi” kelimesi bize en önemli kanıttır. Eğer Yahudiler için Hz. İsa Tanrı olsaydı bir insana hitap edildiği gibi, tanrı olan birine “rabbi” diye hitap etmezlerdi. Bu açıklamalardan sonra, yukarıdaki İbranice Tevrat ifadesinden anlaşılıyor ki, önce bu ifade de iki defa RAB manasında bir terim kullanılmamaktadır. Rab olarak terçüme edilen kelimenin ilki “YHWH”, Yahovah veya Yahve okunan, Yahudilerin Tanrısının özel adıdır. İkinci kelime “ADONİ” ise “Krıos-efendim” olarak tercüme edilmesi gereken, İbranice’deki ADONAY kelimesidir. Ama bu adonai unvanı, Tanrı için mi yoksa bir insan için mi bunu anlamalıyız? Bunu daha doğru anlamak için, Tevrat’ın Yahudi din adamları tarafından yapılan, İngilizce tercümesine bakıyoruz ve gördüğümüz tercüme;41
“The Lord said to my lord”
Burada durum tamamen anlaşılmaktadır. İngilizce’de ikinci “LORD “ küçük harfle başladığından bu hitap bir insana olan “efendi” anlamında bir hitap şeklidir. Dolayısıyla bu Mezmur’daki şiirde, Tanrı Yahovah’ın, bir insana hitap ettiği kesinleşmektedir ve bunun doğru tercümesi;
“yahovah efendime dedi ki “ veya “Tanrı efendime dedi ki”
Yani Tanrı Yahovah yaratılmış bir İnsana seslendiği çok açık anlaşılmaktadır. Şimdi yukarıda İbranice orijinalini gördüğümüz ifadenin Yunanca Tevrat olan Septuagent’a nasıl tercüme edilmiş onu görelim;
“allhlouia ecomologhsomai soi kurie”
Tercüme aynen İbranice’de ki “Yahovah efendime dedi ki” manasındadır. Burada hiçbir tercüme hatası yoktur. Çünkü Teratın Yunancası tercümesini olan SEPTUAGENT MÖ: 3 yüzyılda, 70 Yahudi asıllı din adamı tarafından İskenderiye’de yaşayan ve İbraniceyi unutmuş Yahudiler için yapılmıştı. Allhouia, Yahovah ve Kurie, Adonai anlamında efendim olarak dosdoğru bir şekildi tercüme edilmiştir. Şimdi de aynı ifadenin yine Markos İncili’ne Yunanca nasıl aktarılmış olduğuna bakalım;
“eipen o kuriov tw kuriw”
İşte bütün meselenin özü burada. Yahovah anlamındaki ‘allhlouia’ nedense Yunanca Tevrat’ta, yine Yunanca olan Markos ve diğer İncillere aktarılırken ‘KURİOV’, yani ‘efendi’ olarak aktarılmış. Böylece çok net olan ‘Tanrı efendime dedi ki’ oldu ‘Efendim efendime dedi ki’. Geriye kaldı bu efendilerin kim olduğuna karar vermeye. Yunanca’da büyük küçük harf olmadığı için, bunların kim olduğunun açık ispatı yok. Artık kime yorumlarsan yorumla. Yunanca İncillerden efendilerin mahiyetini tam anlamak mümkün değil. Ama İncillerin Hristiyan uzmanlar tarafından İngilizce yapılan tercümelerinde, Yahudilerin Tevrat tercümelerinin aksine, bu ifadenin “The Lord said to my Lord” şeklinde olduğunu, bununda Tanrının Tanrıya seslendiği şeklinde olduğunu görmekteyiz. Zaten Yahudilikte kesinlikle Tanrının tek olmasından dolayı, burada ikinci bir Tanrıya sesleniş olduğunu düşünmek mümkün değil. Şimdi konuya açıklık getirecek son derece önemli bir ayrıntı üzerinde duracağız. İncillerin elimizde bulunan Yunancaları yazılırken bilerek veya bilmeyerek Yunan asıllı yazarlar YAHVE kelimesini KURİOV diye kullandığı için kavramlar iyice karıştırılmıştır. Bu ayrıntıda yine bizim iddialarımızı doğrulayan ve Hz. İsa’nın nasıl zorlama yorumlarla Tanrılaştırıldığının önemli kanıtlardandır. Yahudi olan Septuagent tercümanlar bu ayrıntıyı çok iyi bilerek hata yapmamışlardır. Fakat bu ara yine çok önemli bir ayrıntıyı fark ettik. Hıristiyan kaynaklı Türkçe Tevrat tercümelerinde önemli bir çeviri farklılığı olduğunu gördük. Hem de ayni yayınevinin, iki farklı tarihteki Tevrat tercümesinde. Şimdi bunları görelim. Kitabı Mukaddes Şirketinin 1997 yılındaki tercümesi
“1Rab Rabbime dedi , Ben düşmanlarını senin ayaklarına basamak koyuncaya kadar, Sağımda otur.”(Tevrat-Mezmur-110)
Şimdi ayni şirketin 2000 yılındaki tercümesine bakalım. Çünkü bir şeyler değişmiş;
“1 RAB efendime: “Ben düşmanlarını ayaklarının altına serinceye dek Sağımda otur” diyor.”(Tevrat-Mezmur-110)
Son tercümede, ikinci “RAB” olmuş efendi. Burada son derece yanlış anlamlara dönüşecek ve bizim RAB’le ilgili anlattığımız son derece önemli bir tercüme hatasının, bizim iddia ettiğimiz şekilde düzeltildiği açıkça görülmektedir. Ama nedense yalnızca Tevrat tercümelerinde. Gerçi yine tam doğru tercüme “TANRI EFENDİME DEDİ” olmalıydı. Ne yazık ki yine Yunanca olan İncillere ayni ifade tahrifatlı aktarıldığından, ‘Rab Rabbime dedi ki’ olarak bırakmalarını nasıl izah etmektedirler çok merak etmekteyiz. Tabi ne yapsınlar Yunanca İncillerde böyle farklı yazılmış. Tahrifatın bu kadar acemicesi ve açığı zor bulunur. Geri dönüş mümkün değil. Mızrağın cuvala sığması mümkün görünmemektedir. Burada sorun, Yunanca Tevrat’ta doğru olarak tercüme edilen cümlenin, maalesef yine Yunanca İncilde, kendi teolajik görüşlerini desteklemek için bile bile yaptıkları tahrifattır. Şimdi yine düşünmeden edemiyoruz. Burada yine son derece önemli bir gerçeğin ispatıyla karşı karşıyayız. Acaba İncillerde geçen bu ifadeyi Hz. İsa gerçekten söylemiş olabilir mi? Eğer Hz. İsa böyle bir ifade kullandıysa, bunu Tevrat’taki orijinal İbranicesiyle kullanmıştır. Peki, Tevrat’ta açıkça “Yahve efendime dedi ki” olan bir ifadeyi kendi Tanrılığını ispat için kullanabilir mi? Kullansa hangi Yahudi kabul eder, çok acemice bir kurgu değil mi? Zaten Tevrat’ta olmayan bu ifeadeyi Hz. İsa’nın söylemesi mümkün değil. Böyle bir ifadeyi ancak Yunanlılar için bir Yunanlı yazar kurgulayabilir. Doğruyu görmek isteyen için her şey o kadar apaçık ortada ki! Yeterki önyargıdan biraz uzaklaşıp bir muhakame yapalım gerisi çok kolay. Yeri gelmişken tekrar belirtelim ÜNİTERYAN (tevhidçi) KİLİSE bu gerçeği anlayarak buralarda İncillere insan eli karışmış olduğunu kabul etmiş ve teslissi terk etmişlerdir. Peki, yine eğer Markos bu satırları yazdı ise, kendisi bir Yahudi olduğu halde bu hatayı yapabilir mi? Demek ki bu kurguyu yapan bir Yahudi olan Markos’ta olamaz. Bu ayni zamanda şunun da ispatıdır. Ya bu İncilleri yazdığı belirtilen kişiler yazmadı; ya da asıl nüshaları belki bunlar kaleme aldı ama, sonradan bunlara Yunanlı derleyiciler birçok noktada kendi görüşlerini desteklemek için bir sürü ilaveler yaptılar. Bunun başka bir izahı olamaz. İlerleyen satırlarda ayni mantıkla böyle acemice yapılmış birçok tahrifatı görülecek Böylece Hz. İsa’nın tanrılaştırma çabalarını O’nun hakkında en doğru ifadeleri bulunduran Markos İncili’ne de girmiş olmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki, Tevrat’ta ki bu ifade Tanrı’ya ait bir sesleniş te değil, Hz. Davut’un yazdığı bir şiirdir ve herkes bilir ki, şiirlerde her türlü hayali benzetme ve anlatımlar kullanılır. Yani bir şiirdeki ifade, ne derece teolojik bir kural olabilir siz düşünün. Bu konuda tahrifatlar o kadar açıktan yapılmış ki şaşırmamak mümkün değil. Nedense tek Tanrı anlayışı üzerinde ve özellikle Markos İncilindeki ifadeler fena tahrif edilmiş;
“17 İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp O’na, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?” diye sordu.18 İsa, “Bana neden iyi diyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı’dır.”(Markos-10)
Bakın Markos’ta vurgulanan Tanrı, Matta’ya alıntılanırken nasıl yok ediliyor;
“16 Adamın biri İsa’ya gelip, “Öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için nasıl bir iyilik yapmalıyım?” diye sordu.
17 İsa, “Bana neden iyilik hakkında soru soruyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri var. Yaşama kavuşmak istiyorsan, O’nun buyruklarını yerine getir.” (Matta-19)
İyi olan Tanrı, oldu belirsiz biri. Birileri iyi olarak Tanrının anılmasını tahrif etti. Kimdir bu Hz. İsa mı? Bir kişi bir anda iki farklı ifade veremeyeceğine göre bu ifadeler Hz. İsa’nın sözlerinin açıkça değiştirildiğinin ispatı değil mi? Daha bitmedi. Şimdi de Tevrat’ta ki en önemli buyruk nasıl değiştiriliyor onu görelim. Yine Markos’ta Tanrının tek olduğu vurgusu yapılan ve Tevrat’ta ki Hz. Musa’ya gelen, meşhur on emirden ilki olan en önemli bir ifadenin, Matta ve Luka İncillerinde nasıl tahrif edildiğini görelim;
“28 Onların tartışmalarını dinleyen ve İsa’nın onlara güzel yanıt verdiğini gören bir din bilgini* yaklaşıp O’na, “Buyrukların en önemlisi hangisidir?” diye sordu.
29 İsa şöyle karşılık verdi: “En önemlisi şudur: ‘Dinle, ey İsrail! Tanrımız Rab tek Rab’dir.
30 Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin.”(Markos-12)
Şimdi ayni ifadeyi Markos’tan alıntı yapan Matta İncil yazarının bu tevhid anlayışını nasıl tahrif ettiğini görelim. Luka’da da durum aynidir (Luka-10:25,28)
“35-36 Onlardan biri, bir Kutsal Yasa uzmanı, İsa’yı denemek amacıyla O’na şunu sordu: “Öğretmenim, Kutsal Yasa’da en önemli buyruk hangisidir?”
37 İsa ona şu karşılığı verdi: “‘Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.’
38 İşte ilk ve en önemli buyruk budur. »(Matta-22)
O devirde Yahudi olan herkesin bildiği bu gerçek, hiç çekinmeden böyle tahrif edildiğine göre, bunları yazanların Yahudi olmadığı kesin. Hatta Markos‘taki bu emirde öyle bir Tanrı anlayışı var ki, O’ndan başkasının RAB ismiyle anılmasını bile yasaklamaktadır.”Tanrımız Rab tek Rab’dir”. Şimdi burada herkes şapkasını önüne alıp derin derin düşünmeli. Tanrı’dan Hz. Musa’ya gelen en önemli buyruğu olan tek Tanrı inancını kim tahrif etti; Hz. İsa mı, esinleyen Tanrı veya Kutsal Ruh mu, yoksa İncil yazarları mı? Anlamak isteyen için her şey apaçık ortada. Birileri bunu iyi düşünüp cevaplamalı. Hiç kimse her zaman olduğu gibi “-Ne var bunda büyütülecek Matta ve Luka yazarları bu ayrıntıları eksik yazmış” diyerek sonrada “Kutsal yazıların bir harfi bile değiştirilmemiştir” diye alay etmeye kalkmasın, bunları söyleyenlere birileri de “-Size esinleyen Tanrı ve kutsal ruh ne de çok şeyi unutmuş” diyerek alay edebilirler. Bizden hatırlatması!
Bunlarla yetinmeyenler için söyleyeceklerimiz daha bitmedi. İbranilere Mektupta, Hz. İsa’nın meleklerden aşağı bir derecede ve sadece başkahin sıfatı verilmesine içerleyerek Tevrat’ta Tanrı için yapıldığı besbelli olan tanımlamaları alıp Hz. İsa’yı tanrılaştırmak için, bunlar oğul için söylenmiştir diyen kim?
“8 Ama Oğul için şöyle diyor: “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır, Egemenliğinin asası adalet asasıdır.
9 Doğruluğu sevdin, kötülükten nefret ettin. Bunun için Tanrı, senin Tanrın, Seni sevinç yağıyla Arkadaşlarından daha çok meshetti.”(İbraniler-1) Şimdi de ülkemizde ki bazı Hristiyan yazarlarınh eserlerine bakalım. Bu konuda o kadar konu ile ilgisiz Tevrat ayetleri kullanılıyor ki insan şaşkınlık içinde kalıyor. Carlos Madrigal “Üç Tanrı mı Tek Tanrı mı?” isimli eserinde yukarıda saydığımız bu zorlama yorumlar yapılan İfadeleri kitabında zikretmekte ve şu ifadelerle kendisi Tevrat’tan hangi ifadeyi Hz. İsa için kullanmaktadır bir bakalım;
“Yehova diyor, seni Yehova azarlasın (bkz.Zekarya 3:2). Bu ayetlerde Tanrı bir “Ben” olarak kendi kendine bir “Sen” olarak seslendiği veya Kendisinden söz ettiği açıkça görülmektedir:”42
Merak edip yazarın kendi örnek olarak verdiği bu Tevrat ayeti acaba konuyla ilgili mi diyerek baktık. Bakın neler gördük;
“1 RAB, meleğinin önünde duran Başkâhin Yeşu’yu ve onu suçlamak için sağında duran Şeytan’ı bana gösterdi.
2 RAB’bin meleği Şeytan’a, “RAB seni azarlasın, ey Şeytan!” dedi,“(Tevrat-Zekerya-3)
Buradaki Tevrat ayetinin, yazarın iddiasıyla bir ilgisi olduğunu görebilen var mı acaba? Allah aşkına burada “sen” diye hitap edilen şeytan değil midir? Bu ayetten nasıl oluyor da Tanrı iki kişi olarak kendine seslendiği anlamı çıkarılıyor? Şeytana yapıldığı apaçık belli olan bu hitap nasıl oluyor da dolaylı olarak Hz. İsa’nın Tanrılığıyla ilgili oluyor anlamak zor. Yazar daha sonraki sayfalarda bu ifadeleri nasıl teslise kanıt yaptığını görelim;
“Her biri, üçünün arasındaki ilişkiler sayesinde bir benlik olarak belirir. Tanrı’da hem bir “Ben”, hem de bir “Sen” ve bir “O” vardır. Bu nedenle, Tanrı Tanrı’ya “ ‘ben’ ‘sen’i seviyorum vb. diyebilir: “Rab Rabbime dedi ki…”(Mez.110:1), “Tanrı seni meshetti ey Tanrı…” (Mez.45:6-7) veya “Yehova dedi, seni Yehova azarlasın…”(Zekarya 3:2) ayetlerinde olduğu gibi.”43
Yazarın, yukarıda ki ifadesinde verilen Mezmur (45:6-7) ”Tanrı’nın Tanrıyı” meshettiğini ve dolayısıyla iki değişik Tanrıdan söz ettiğini iddia ederek, kendisine hitap edilen diğer Tanrının, Hz. İsa olduğuna delil getirmektedir. Şimdi bu Tevrat ayetinin tamamını görelim. Kim kime hitap ediyormuş anlayalım ;
“6 Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır, Krallığının asası adalet asasıdır.
7 Doğruluğu sever, kötülükten nefret edersin. Bunun için Tanrı, senin Tanrın, Seni sevinç yağıyla Arkadaşlarından daha çok meshetti.“(Tevrat-Mezmur-45)
Tam bir metin içinden cımbızca çekilip alınmış bir ifade. Yine Mezmurlardan. Ama bu beyitin başında bir krala övgü için ve “Sen Âdemoğullarından daha güzelsin” diye bir insana yazıldığı belirtildiği halde. Buradaki ifade de “arkadaşlarından daha çok meshedilen” olunca hitap edilen bir Tanrı mı yoksa insan mıdır? Bu ifadeler nasıl oluyor da iki Tanrının birbirleri ile diyoloğu oluyor siz karar verin.Daha öncede belirttiğimiz gibi konu son derece önemli. Hem dünyamız hem de ahretimiz için çok önemli. Birileri İncillerde anlatılanlarla “RABBİN GELECEĞİNİ” hazırlamak için bu dünyayı yönlendirmeye ve insanlar için son derece karanlık bir gelecek kurmaya çabalıyor. Ama gerçekler de anlattığımız gibi gün geçtikçe bir bir aydınlanıyor. Gelin konuya önyargılardan uzak tekrar tekrar bakalım ve ana babalarımızdan duyduğumuz şeylerin doğruluğunu araştıralım. Yoksa bizi ne Musa ne de İsa kurtarabilir. Bakın Kur’an’da Allah Hz. İsa’ya, “kendini ve anneni sen mi Tanrı ilan ettin” diye sorduğunda Hz. İsa ne cevap veriyor.
“117 Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.” (Maide-5)
KABALA'NIN İÇ YÜZÜ
KABALA'NIN İÇ YÜZÜ
Exodus" kelimesi "çıkış" anlamına gelir ve aynı zamanda Tevrat'ın 2. kitabının başlığını oluşturur. Bu kitapta, İsrailoğulları'nın Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıkarak Firavun zulmünden kurtulmaları anlatılır. Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları'nı serbest bırakmaya yanaşmamış, ancak Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği mucizeler ve Firavun kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf düşmüş, İsrailoğulları da bu sayede toplanıp Mısır'dan bir gecede topluca göçe başlamışlardır. Ardından Firavun'un saldırısı gelmiş ve Allah Hz. Musa'ya verdiği mucizelerle İsrailoğulları'nı kurtarmıştır.Ancak Mısır'dan çıkış vakasını bize en doğru şekliyle anlatan kaynak, Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü Tevrat, Hz. Musa'ya vahyedilmesinden sonra pek çok tahrifata uğramıştır. Nitekim Tevrat'ın beş kitabı (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye) arasında pek çok çelişki bulunması buna dair önemli bir kanıttır. Bu beş kitabın sonuncusu olan Tesniye'nin sonlarında Hz. Musa'nın ölümü ve gömülmesinin anlatılması ise, bu kitapların Hz. Musa'nın vefatından sonra ilavelere uğratıldığının açık ve tartışılmaz bir ispatıdır.
Kuran'da ise İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışı, tüm diğer kıssalar gibi, en ufak bir çelişki bulunmadan, akla ve mantığa tamamen uygun şekilde anlatılır. Dahası, Allah, Kuran'ın diğer kıssalarında olduğu gibi, bu kıssada da olayların akışı içinde pek çok önemli hikmet ve sır açıklamaktadır. Bu nedenle, akıl ve hikmet gözüyle bakıldığında, bu kıssalardan sayısız ders çıkarmak mümkündür.
Böğüren Buzağı Heykeli
İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışı hakkında Kuran'da açıklanan önemli gerçeklerden biri, İsrailoğuları'nın, Hz. Musa vesilesiyle Firavun zulmünden kurtarılmış olmalarına rağmen, Allah'a ve dinine karşı isyankar davranmalarıdır. İsrailoğulları, Hz. Musa tarafından kendilerine tebliğ edilen tevhid dinini bir türlü kavrayamamış, sürekli olarak putperestliğe yönelik bir eğilim göstermişlerdir.
Kuran'da İsrailoğulları'nın bu garip eğilimi şöyle anlatılır:
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)
İsrailoğulları'nın bu sapkın eğilimi Hz. Musa'nın uyarılarına rağmen devam etmiş ve Hz. Musa'nın kendilerinden ayrılıp Tur Dağı'na tek başına gitmesi üzerine iyice ortaya çıkmıştır. Samiri adlı kişi Hz. Musa'nın yokluğundan yararlanarak ortaya çıkmış, İsrailoğulları'nın putperest eğilimlerini körükleyerek kavmi, bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya ikna etmiştir:
Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"
Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı."
Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin ilahınız ve Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. (Taha Suresi, 86-88)
Peki acaba neden İsrailoğulları'nda put yapıp ona tapınmak gibi garip bir eğilim vardır? Bu eğilimin kökeni nedir?
Daha öncesinde böyle bir putperest inanca sahip olmayan bir toplumun bir anda aniden bir put yapmak ve ona tapınmak gibi son derece saçma bir eyleme girişmeyeceği açıktır. Bunu, ancak putperestliği doğal karşılayan, bu saçma inancı benimsemiş insanlar yapabilir.
Oysa İsrailoğulları, ataları olan Hz. İbrahim'den itibaren hep tek İlaha iman etmiş bir kavimdir. "İsrailoğulları" ifadesi, Hz. İbrahim'in torunu olan Hz. Yakub'un oğullarını ve onlardan gelen Yahudi soyunu ifade eder. İsrailoğulları, ataları Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan tek Allah'a iman etmeye dayalı tevhid inancını miras almış ve korumuşlardır. Hz. Yusuf'la beraber Mısır'a girmişler, burada uzun zaman yaşamışlar, ama Mısır'ın putperest dinine rağmen tevhid inancını muhafaza etmişlerdir. Hz. Musa kendilerine geldiğinde de, İsrailoğulları'nın tek Allah'a iman eden bir kavim oldukları Kuran'daki kıssalardan anlaşılmaktadır.
Peki bu durumda İsrailoğulları'nın, hem de Hz. Musa tarafından kendilerine gösterilen pek çok mucizenin ardından, bir anda kolayca putperestliğe eğilim göstermelerinin nedeni ne olabilir?
Bunun tek açıklaması, İsrailoğulları'nın, her ne kadar tevhid dini üzerine yaşayan bir toplum olsalar da, çevrelerindeki putperest kavimlerden etkilenmeleri, Allah'ın kendileri için seçtiği din yerine putperestliğe özenmeleridir.
Konuyu tarihsel kayıtların eşliğinde incelediğimizde, İsrailoğulları'nı etkileyen putperest kültürün, uzun devirler içinde yaşadıkları Eski Mısır olduğunu görürüz. Bizi bu sonuca götüren önemli bir gösterge, Hz. Musa Tur Dağı'nda iken İsrailoğulları'nın saparak tapındıkları "böğüren buzağı heykeli"nin, aslında Mısır'daki Hathor ve Aphis adlı putların bir taklidi oluşudur. Hıristiyan araştırmacı Richard Rives, Too Long in the Sun (Güneş Altında Uzun Süre) adlı kitabında şöyle yazar:
Mısır'ın boğa ve inek tanrıları, yani Hathor ve Aphis, güneşe tapınmanın sembolleriydiler. Bu putlara tapınılması, Mısır'ın güneşe tapınma konusundaki uzun tarihinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Sina Dağı'ndaki (İsrailoğulları'nın tapındığı) altın buzağı ise, orada kutlanan bayramın güneşe tapınmayla ilgili olduğunu gösterir..21
Mısır'ın putperest dininin İsrailoğulları üzerindeki etkisi pek çok değişik aşamada ortaya çıkmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, putperest bir kavimle karşılaştıklarında hemen bu sapkın inanca eğilim göstermiş ve ayette haber verildiği üzere, "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap" demişlerdir. (Araf Suresi, 138-139) Hz. Musa'ya karşı söyledikleri, "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız" (Bakara Suresi, 55) şeklindeki söz de, Mısır'ın putperest dininde olduğu gibi "gözle görülen", yani maddi varlıklara (putlara) tapmak istediklerini göstermektedir.
İsrailoğulları'nın burada özetlediğimiz Eski Mısır kaynaklı putperest eğilimi son derece önemlidir ve bize Tevrat'ın tahrifi ve Kabala'nın kökenleri konusunda önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bu iki konuyu yakından incelediğimizde, her ikisinin de kaynağında Eski Mısır'ın putperest ve materyalist dininin izlerini görürüz.
Eski Mısır'dan Kabala'ya
İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken dahi Eski Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamışken, Hz. Musa'nın vefatının ardından daha ileri sapmalara kaymaları zor olmamıştır. Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından bazıları Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Mısır rahiplerinin (Firavun büyücülerinin) öğretilerini sürdürmüş, bu öğretileri Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir.
Eski Mısır'dan Yahudiliğe devrolunan öğreti, Kabala'dır. Kabala da, aynı Mısır rahiplerinin sistemi gibi, ezoterik bir öğreti olarak yayılmış ve yine Mısır rahipleri gibi temelde büyü ile ilgilenmiştir. Kabala'nın dikkat çekici bir yönü ise, Tevrat'taki yaratılış anlatımından çok farklı bir anlatım içermesi, Eski Mısır'ın maddenin sürekliliğine dayalı materyalist görüşünü korumasıdır. Türk masonlarından Murat Özgen Ayfer bu konuda şunları yazmaktadır:
Tevrat'ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte oluşturulmuş bulunduğunu göstermektedir. Kabala'nın en önemli bölümü, evrenin oluşturulmasına ilişkin kuramıdır. Bu kuram, teist dinlerde benimsenen yaratılış öyküsünden pek farklıdır. Kabala'ya göre, yaratılışın başlangıcında, "daireler" ya da "yörüngeler" anlamına gelen ve SEFİROT olarak anılan, hem özdeksel (maddi) hem de tinsel (manevi) nitelikli oluşumlar doğmuştur. Bunların toplam sayısı 32'dir; ilk onu Güneş Sistemi'ni, diğerleri ise uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler. Kabala'nın bu özelliği, eski astrolojik inanç sistemleriyle yakın bir bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala, Yahudi dininden bir haylice uzaklaşır; Doğu'nun eski gizemci inanç sistemleriyle... çok daha bağdaşır.22
Eski Mısır'ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala Yahudiliğin içinde ama Tevrat'a muhalif bir mistik öğreti olarak gelişmiştir. İngiliz yazar Nesta H. Webster "Ancient Secret Tradition" (Antik Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar:
Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin'in İsrailoğulları tarafından işgal edilmesinden önce, Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır, Hindistan ve Yunanistan da kendi kahinlerine ve büyücülerine sahipti. Musa Yasası'nda (Tevrat'ta) büyücülük aleyhinde yapılmış lanetlemelere karşı, Yahudiler, bu uyarıları göz ardı ederek, bu öğretiye kendilerini bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği, diğer ırklardan aldıkları büyüsel düşüncelerle karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası'nın spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, neo-Platonizm'den ve yeni Pisagorculuk'tan etkilendi. Dolayısıyla, Kabala karşıtlarının, Kabala'nın saf bir Yahudi kökenden gelmediği şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır.23
Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. Allah, İsrailoğulları'nın, kendi dinlerinin dışındaki kaynaklardan şeytani büyü öğretileri öğrendiklerini şöyle haber vermektedir:
Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)
Ayette bazı Yahudilerin, ahirette kayba uğrayacaklarını bilmelerine rağmen, büyü öğrendikleri ve uyguladıkları haber verilmektedir. Yine ayetteki ifadeyle, söz konusu Yahudiler, bu şekilde Allah'ın kendilerine indirdiği şeriattan sapmış ve putperestlerin kültürüne (büyü öğretilerine) özenerek "kendi nefislerini satmış", yani imandan vazgeçmişlerdir.
Bu ayette haber verilen gerçek, Yahudi tarihindeki önemli bir mücadelenin de ana hatlarını göstermektedir. Bu mücadele, Allah'ın Yahudilere gönderdiği peygamberler ve bu peygamberlere itaat eden mümin Yahudiler ile, Allah'ın emirlerine isyan eden, çevrelerindeki putperest kavimlere özenerek Allah'ın şeriatı yerine onların inanç ve kültürlerine eğilim gösteren sapkın Yahudiler arasındadır.
Tevrat'a Eklenen Pagan Öğretiler
İlginçtir ki, sapkın Yahudilerin suçları, bizzat Yahudilerin kutsal kitabı olan Eski Ahit'in içinde de kimi zaman belirtilir. Eski Ahit'in bir tür tarih kitabı niteliğindeki kısımlarından biri olan Nehemya'da, Yahudilerin işledikleri suçu itiraf edip tevbe edişleri şöyle anlatılır:
Ve İsrail zürriyeti bütün ecnebilerden ayrıldılar ve durup suçlarını ve atalarının fesatlarını itiraf ettiler. Ve oldukları yerde ayağa kalktılar ve günün dörtte birinde Allahları RABBİN şeriat kitabından okudular; ve dörtte birinde suçlarını itiraf edip Allahları Rabbe secde kıldılar. Ve Yesua ve Bani, Kadmiel Sebanya, Bunni, Serebya, Bani ve Kenani, Levililer merdiveni üzerinde ayağa kalkıp yüksek sesle Allahları Rabbe feryat ettiler...
(Dediler ki): Atalarımız... itaatsizlik ettiler ve sana karşı âsi oldular ve senin şeriatini arkalarına attılar ve onları sana döndürmek için kendilerine karşı şehadet eden senin peygamberlerini öldürdüler ve büyük küfürler ettiler. Ve düşmanlarının eline onları verdin ve onları sıkıştırdılar; ve sıkıntıları vaktinde sana feryat ettiler ve sen göklerden işittin ve çok merhametlerine göre onlara kurtarıcılar verdin, bunlar da düşmanlarının elinden onları kurtardılar. Fakat rahat bulunca yine senin önünde kötülük ettiler, bundan dolayı düşmanlarının elinde onları bıraktın ve üzerlerinde saltanat sürdüler; fakat onlar dönüp sana feryat edince göklerden işittin; ve rahmetlerine göre çok kereler onları kurtardın, ve onları kendi şeriatine döndüresin diye onlara karşı şehadet ettin. Fakat azgınlık ettiler ve senin emirlerini dinlemediler, fakat hükümlerine karşı suçlu oldular -o hükümler ki, insan onu yapmakla yaşar-. Ve omuzlarını yükten kaçırıp enselerini sertleştirdiler ve dinlemediler... Fakat çok merhametlerinden ötürü onları büsbütün bitirmedin ve onları bırakmadın; çünkü sen lûtfeden ve çok acıyan Allahsın.
Ve şimdi, ey Allahımız, ahdi ve inayeti koruyan büyük, kudretli ve heybetli Allah... Sen başımıza gelen herşeyde âdilsin, çünkü hakikatle davrandın fakat biz kötülük ettik; ve kırallarımız, reislerimiz, kâhinlerimiz ve babalarımız senin şeriatini tutmadılar ve onlara karşı şehadet ettiğin emirlerini ve şehadetlerini dinlemediler. Ve kendi ülkelerinde, onlara verdiğin bol iyilik içinde ve önlerine koyduğun geniş ve semereli diyarda sana kulluk etmediler ve kötü işlerinden dönmediler. (Nehemya, Bap 9, 1-35)
Bu pasaj, Yahudilerin tekrar Allah'ın dinine dönmesini isteyen bir düşüncenin ifadesidir. Ancak Yahudi tarihi içinde giderek diğer taraf ağırlık kazanmış, Yahudi toplumuna hakim olmuş ve sonra da Yahudiliği tamamen ele geçirip tahrif etmiştir. Bu nedenle, Tevrat'ın ve diğer Eski Ahit kitaplarının içinde, üstteki gibi hak dine dönme yanlısı anlatımlar bulunduğu gibi, sapkın putperest (pagan) öğretilerden aktarıldığı anlaşılan anlatımlar da vardır. Örneğin:
lTevrat'ın ilk kitabında Allah'ın tüm evreni 6 gün içinde yoktan yarattığı anlatılır. Bu doğru bir bilgidir ve vahiy kaynaklıdır. Ama hemen ardından, Allah'ın 7. günde "dinlendiği" gibi tamamen hayal ürünü bir iddia ortaya atılır. Allah'a insani bir sıfat atfetmeye yönelik bu sapkın fikir, pagan bir zihniyetin ifadesidir.
lTevrat'ın diğer bazı kısımlarında, Allah'a karşı saygıya uygun olmayan bir üslup vardır ve özellikle Allah'a birtakım uydurma insani zaaflar atfetme eğilimi dikkati çekmektedir. (Allah'ı tenzih ederiz) Bu uydurma senaryolar, putperest kavimlerin kendi hayali tanrılarına atfettikleri insani zaaflara benzemektedir.
lAllah'a karşı uydurulan bu iftiraların birisi, İsrailoğulları'nın atası olan Hz. Yakub'un "Allah ile güreşip onu yenmesi" gibi son derece saçma bir senaryodur. İsrailoğulları'na üstün bir ırk payesi vermek için uydurulmuş olduğu aşikar olan bu senaryo, putperest kavimlerde yaygın olan "kabile asabiyetinin" (Kuran'daki ifadeyle "öfkeli soy koruyuculuğunun") bir ifadesidir.
lEski Ahit'te Allah'ı sanki sadece İsrailoğulları'nın ilahı gibi göstermeye yönelik bir eğilim vardır. Oysa kuşkusuz Allah tüm alemlerin ve tüm insanların İlahı ve Rabbidir. Eski Ahit'teki bu "milli din" fikri, her kabilenin kendine has bir ilaha tapındığı pagan kültüre uymaktadır.
lEski Ahit'in bazı kitaplarında (örneğin Yeşu'da), Yahudi olmayan kavimlere karşı çok büyük vahşet buyrukları verilir. Kadın, çocuk ve yaşlı ayrımları yapılmadan kitle katliamları emredilir. Allah'ın adaletine tamamen aykırı olan bu acımasız vahşet, hayali "savaş tanrı"larına inanan barbar pagan kavimlerin vahşet kültürünü andırmaktadır.
Tevrat'a eklenen tüm bu pagan düşüncelerin kuşkusuz bir kaynağı olmalıdır. Birtakım Yahudilerin, Tevrat dışında itibar ettikleri, benimsedikleri ve korudukları bir gelenek olmalıdır ki, oradaki sapkın fikirleri Tevrat'a dahil ederek onu değiştirmiş olsunlar. İşte bu gelenek, asıl kökenleri Eski Mısır'daki rahiplere (Firavun rejiminin büyücülerine) uzanan, bir kısım Yahudiler tarafından oradan devralınıp korunan Kabala'dır. Kabala, Eski Mısır'ın ve sonra diğer putperest kültürlerin Yahudilik içine girip barınabileceği, gelişebileceği bir gelenek haline gelmiş ve Tevrat da söz konusu Kabala merkezli sapkın Yahudi öğretisine göre tahrif edilmiştir. Kabalacılar, "Kabala'nın aslında Tevrat'ın gizli sırlarını açıklayan bir öğreti olduğunu" iddia etmişlerdir elbette, ama gerçekte Kabala Yahudi tarihçi Theodore Reinach'ın ifade ettiği gibi "Yahudiliğin damarlarına giren ve onu tamamen ele geçiren gizli bir zehir"dir.24
Nitekim Eski Mısır'ın materyalist "dünya görüşü"nün açık izlerini Kabala'da bulmak mümkündür.
Kabala'nın "Yaratılış Karşıtı" Öğretisi
Allah, Tevrat'ın hak bir kitap olduğunu ve insanlara "hidayet ve nur" getirdiğini Kuran'da şöyle açıklar:
Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi)... (Maide Suresi, 44)
Dolayısıyla Tevrat, Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, diğer varlıkları ve insanı yaratışı, insanın yaratılış amacı, Allah'ın insana emrettiği ahlak gibi konularda, Kuran'a tamamen paralel bilgiler ve hükümler içeren bir kitaptır. (Ama söz konusu gerçek Tevrat bugün elimizde değildir, elimizde insan eliyle bozulmuş, tahrif edilmiş bir "Muharref Tevrat" vardır.)
Gerçek Tevrat'ta ve Kuran'da ortak olan çok önemli bir nokta, Allah'ın "Yaratıcı" (Halik) sıfatıdır. Allah, ezelden beridir var olan yegane mutlak varlıktır. Allah'tan başka herşey, O'nun yokluktan yarattığı mahluklardır. Tüm evreni, içindeki gök cisimlerini, cansız maddeleri, canlıları ve insanı, Allah yaratmış ve şekillendirmiştir. Allah tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Gerçek bu iken, "Yahudiliğin damarlarına giren ve onu tamamen ele geçiren gizli bir zehir" olan Kabala'da çok farklı bir anlatım vardır. Kabala'nın Allah ve yaratılış hakkındaki öğretisi, Gerçek Tevrat'ta ve Kuran'da bildirilen ve üstte kısaca açıkladığımız "yaratılış gerçeği"ne tamamen aykırıdır. Amerikalı araştırmacı Lance S. Owens, Kabala hakkındaki bir yazısında bu öğretinin varlığın kökeni hakkındaki senaryosunu şöyle anlatır:
Kabalistik tecrübe, kutsallık hakkında çeşitli algılamaları doğurmuştur ki, bunların çoğu genel kabul edilen görüşten hayli uzaklaşmışlardır. İsrail'in inancının en temel taşı, "Tanrımız Birdir" şeklindeki beyandır. Ama Kabala, Tanrı'nın tamamen açıklanamaz bir teklik olarak en yüksek formda var olduğunu kabul etse de (ki buna Kabala dilinde Ein Sof, yani sonsuzluk adı verilir), bu bilinemez tekliğin kaçınılmaz olarak birçok tanrısal forma dönüştüğünü iddia etmiştir: Yani çok sayıda tanrıya. Kabalistler bunlara "Sefirot" adını verirler, bu Tanrı'nın yüzleri veya kapları anlamına gelir. Tanrı'nın anlaşılamaz bir teklikten bu çokluğa geçişi, Kabalistlerin pek çok meditasyon ve spekülasyonuna neden olmuş bir sırdır. Açıkçası, bu çok yüzlü Tanrı imajı, çok tanrılı olmak suçlamalarını da beraberinde getirmiştir. Kabalistler bu suçlamaya karşı çıkmışlar, ama başarılı bir şekilde cevaplandıramamışlardır.
Kabalistik teosofide İlahi varlık sadece çoğul sayılmakla kalmaz, ama aynı zamanda Tanrı'nın ilk belirsiz yansımasında Erkek ve Dişi olarak ikili bir form aldığına inanılır. Bunlar kutsal Baba ve Anne'dir veya Kabala diliyle Hokhmah ve Binah. Kabalistler Hokhmah ve Binah arasındaki ilişkinin nasıl yeni formlar oluşturduğunu anlatmak için açıkça seksüel benzetmeler kullanmışlar..25
Kabala'nın tam anlamıyla bir "hurafe" olan bu senaryosunun ilginç bir özelliği, insanı "yaratılmış" bir varlık saymaması, adeta insana bir tür ilahlık atfetmesidir. Lance S. Owens bu Kabala hurafesini de şöyle açıklar:
Kabala'nın karmaşık Tanrı imajı... aynı zamanda antropomorfik (Allah'a insani vasıflar atfeden) bir şekildedir. Bir Kabalastik yoruma göre Tanrı, Adam Kadmon'du; yani ilk ve örnek insan. (Bu inanca göre) İnsan, Tanrı ile kendi özünden gelen, yaratılmamış bir kıvılcım ve kompleks, organik bir form paylaşıyordu. Adam (Adem) ile Tanrı arasındaki bu garip Kabalistik özdeşleştirme, aynı zamanda Kabalistik bir şifre ile destekleniyordu: İbranice'de Adem ve Yehova (Yod he vav he harfleri) kelimelerinin sayısal değeri aynıydı; 45. Dolayısıyla Kabalistik yorumda Yehova Adem'e eşit sayılıyordu; Adem Tanrıydı. Bu iddiayla birlikte, tüm insanlığın en yüksek realizasyonunda Tanrı gibi olduğu iddiası geliyordu.26
Pagan dinlerin hurafelerinden devşirilmiş olan bu uydurma senaryolar, Yahudiliğin dejenarasyonunun temelini oluşturdu. İnsanı ilahlaştırmaya kalkacak kadar akıl sınırlarının dışına çıkan Yahudi Kabalistler, söz konusu "insan"ın da sadece Yahudilerden ibaret olduğunu, diğer ırkların insan sayılmadığı iddiasını da senaryolarına eklediler. Bunun sonucunda, Allah'a itaat ve kulluk temeli üzerine kurulmuş bir din olan Yahudiliğin içinde, Yahudilerin kibir hislerini tatmin etmeye yönelik sapkın bir öğreti gelişmeye başladı. Tevrat'a rağmen Yahudiliğin içine sokulan Kabala, bir zaman sonra Tevrat'ı tahrif ederek kendi öğretisini onun içine yerleştirmeye başladı.
Kabala'nın sapkın öğretisindeki bir diğer ilginç nokta, Eski Mısır'ın pagan öğretisiyle paralellik göstermesiydi. Eski Mısırlılar, daha önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, "maddenin hep var olduğuna" inanıyor, bir başka deyişle maddenin yoktan yaratıldığını reddediyorlardı. Kabala ise aynı reddiyeyi insan için yapıyor, insanın yaratılmadığını, kendi varlığının sorumlusu ve idarecisi olduğunu ileri sürüyordu.
Eğer günümüzün terimleriyle konuşursak, Eski Mısır'ın öğretisinin adı "materyalizm"di.
Kabala'nın öğretisi ise "seküler (din dışı) hümanizm".
Ne ilginçtir ki, bugün bu iki kavram, son iki yüzyıldır dünyaya hakim olan kültürü de tarif eden kavramlardır.
Acaba tarihin derinliklerinden Eski Mısır ve Kabala öğretilerini günümüze taşıyan birileri mi olmuştur?
Tapınakçılar'dan Masonlara
Önceki sayfalarda Tapınakçılar'dan söz ederken, bu garip Haçlı örgütünün Kudüs'te bulduğu bir "giz"den etkilendiğini ve bunun sonucunda Hıristiyanlıktan çıkarak garip büyü ayinlerine giriştiğini anlatmıştık. Başta belirttiğimiz gibi, konuyu inceleyen pek çok araştırmacının ortak görüşü, bu "giz"in Kabala ile ilişkili olduğudur. Örneğin okültizm (gizli ilimler) tarihinin ünlü uzmanlarından Fransız yazar Eliphas Lévi, Histoire de la Magie (Büyünün Tarihi) adlı kitabında, Tapınakçılar'ın Kabala doktrini ile "inisiye edildiklerini", yani bu doktrin ile gizli bir biçimde eğitildiklerini detaylı kanıtlar göstererek anlatır.27
Kabala ise, bir önceki bölümde incelediğimiz gibi, kökenleri Eski Mısır rahiplerine uzanan, büyüye dayalı pagan bir öğretidir. Yahudiler Eski Mısır'dan devraldıkları bu öğretiyi, Ortadoğu'daki putperest kavimlerin büyü inançlarıyla da (Kuran'daki Harut ve Marut ile ilgili Bakara Suresi 102. ayetinde haber verildiği gibi) karıştırarak bir gelenek şeklinde korumuşlar ve Tevrat'ı buna göre tahrif etmişlerdir. Böylece kökenleri Eski Mısır'dan gelen öğreti, Kabala üzerinden Tapınakçılar'a aktarılmıştır.
Dünyaca ünlü İtalyan yazar Umberto Eco, Foucault Sarkacı adlı romanında söz konusu gerçekleri bir roman akışı içinde aktarır. Umberto Eco, roman boyunca, canlandırdığı kahramanların ağzından Tapınakçılar'ın Kabala'dan etkilendiklerini ve Kabalacıların, eski Mısır zamanındaki firavunlara uzanan bir "giz"e sahip olduklarını anlatır. Eco'ya göre, Eski Mısırlılar'ın sahip olduğu birtakım "giz"ler, Yahudi önde gelenleri tarafından öğrenilmiş ve sonra da bu Yahudiler tarafından Eski Ahit'in ilk beş kitabına (Muharref Tevrat) serpiştirilmiştir. Ancak üstü kapalı bir biçimde anlatılmış olan bu "giz" ancak Kabalacılar tarafından anlaşılabilmektedir. (Zaten daha sonra İspanya'da yazılacak ve Kabala'nın temeli haline gelecek olan Zohar, bu söz konusu beş kitabın "giz"lerini konu edinecektir) Umberto Eco, Kabalacıların Eski Mısır'dan devraldıkları bu "giz"in Süleyman Tapınağı'nın geometrik ölçülerinden de okunduğunu söyledikten sonra, Tapınakçılar'ın bu gizi, o dönemde Kudüs'te bulunan Kabalacı hahamlardan öğrendiklerini yazar: "... Gizi, Tapınak'ın açıkça söylediği şeyi sezinleyenler, Filistin'de kalan bir avuç hahamdır yalnızca... Tapınakçılar da onlardan öğreniyorlar."28
Tapınakçılar Eski Mısır-Kabala öğretisini benimsemekle, doğal olarak, Avrupa'da hakim olan Hıristiyanlık temelli düzenin muhalifi haline gelmişlerdir. Bu muhalefette onlarla aynı safta olan bir diğer önemli güç ise Yahudilerdir. Tapınakçılar'ın Fransa Kralı ve Papa'nın ortak kararıyla 1307 yılında tutuklanmalarının ardından, bu muhalefet yer altına inmiş, ama eskisinden daha radikal ve kararlı biçimde devam etmiştir.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi, Tapınakçılar'ın önemli bir bölümü tutuklamalardan kurtulmuşlar, kendilerine güvenli bir yer bulabilmek içinse o dönemde Avrupa'da Papa otoritesini tanımayan tek krallık olan İskoçya'ya kaçmışlardır. İskoçya'daki duvarcı loncalarına sızmışlar, zamanla bu loncaları ele geçirmişler, loncalar Tapınakçı gelenekle özdeşleşmiş ve böylece masonluğun kökeni İskoçya'da oluşmuştur. Nitekim hala günümüz masonluğunun temeli, "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti"dir.
Yeni Masonik Düzen adlı kitabımızda detaylı olarak incelediğimiz gibi, 14. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa tarihinin çeşitli aşamalarında Tapınakçılar'ın -ve onlarla ilişki halindeki bazı Yahudilerin- izlerini görmek mümkündür. O kitapta incelediğimiz bazı konu başlıklarını, detaylarına girmeden, şöyle belirtebiliriz:
Fransa'daki Provins bölgesi, Tapınakçılar'ın önemli sığınaklarından biriydi. Tutuklamalar sırasında pek çoğu burada saklanmıştı. Bölgenin diğer bir önemli özelliği ise, aynı zamanda Avrupa'nın en belirgin Kabala merkezi olmasıydı. Provins, sözlü bir gelenek halindeki Kabala'nın kitaba döküldüğü yer oldu.
1381 yılında İngiltere'de patlak veren Köylü Ayaklanması, tarihçilerin kabulüne göre, bir tür "gizli organizasyon" tarafından körüklenmişti. Masonluk tarihini inceleyen uzmanlara göre, bu "gizli organizasyon" Tapınakçılar'dı. Ayaklanma basit bir sosyal patlamanın ötesinde, Katolik Kilisesi'ne yönelik planlı bir saldırıydı.
Bu ayaklanmadan yarım asır sonra Bohemya bölgesinde John Huss adlı bir din adamının Katolik Kilisesi'ne karşı başlattığı muhalefetin ve ardından gelen ayaklanmanın da perde arkasında Tapınakçılar vardı. Dahası Huss, Kabala ile çok yakından ilgilenmiş bir kişiydi. Doktrinlerini geliştirirken kendisinden etkilendiği en önemli isim olan Avigdor Ben Isaac Kara, Prag'daki Yahudi cemaatinin hahamlarından biri ve bir Kabalacıydı.
Bu gibi örnekler, Tapınakçılar ve Kabalacılar arasındaki oluşan ittifakın, Avrupa'da bir sosyal düzen değişikliği peşinde olduğunun işaretleriydi. Bu değişiklik, Hıristiyanlık temelinde yükselen Avrupa kültürünün değiştirilmesi, bunun yerine Kabala temelli bir kültür yerleştirilmesini öngörüyordu. Bu kültürel değişimin ardından ise, siyasi değişiklikler gelecekti. Fransız Devrimi, İtalyan Devrimi gibi...
İlerleyen bölümlerde Avrupa tarihinin bazı önemli dönüm noktalarını inceleyeceğiz. Her aşamada karşımıza çıkacak olan gerçek, Avrupa'yı dindar bir kültürden uzaklaştırmak, bunun yerine din-dışı bir ideoloji yerleştirmek ve bu amaçla dini kurumları yıpratmaya ve yok etmeye çalışan bir gücün varlığı olacaktır. Bu güç, Eski Mısır'dan Kabala'ya aktarılmış olan öğretiyi Avrupa'ya kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu öğretinin temelinde ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, iki kavram ön plana çıkar: Hümanizm ve materyalizm.
Önce hümanizmi inceleyelim.
16 Nisan 2011 Cumartesi
Hz. İsa mı Pavlos mu?
Hz. İsa mı Pavlos mu?
Hz. İsa mı Pavlos mu?Kilisenin 2000 yıldır sormaktan kaçındığı büyük soruyu artık hristiyanlar soracaklardır.
Kiliseler birleşebilir; yeryüzü siyasi hareketlenmeleri karşısında başlangıçtan beri aralarında mevcut bulunan ihtilafa bir son verme gereği duyabilirler.
Karşılıklı jestlerin idaresinde plânlarını yürürlüğe koyabilirler.
Bu, Kilise ile hıristiyanın soğumasını durdurabilir mi?
Batı hıristiyanlığı ile Doğu hıristiyanlığı İslam alemine basınç uygulama stratejisi içinde bulunabilir; kolu kanadı kırık çağı takdis edebilirler!..
Hıristiyanlık tarihi baştan başa seremonilerdir.
Kültürlü bir hıristiyan, Üç Tanrı inanışından uzaklaşacaktır.
Birey çağındayız.
Dışına kabuk yapan fakat içerde hiç iyileşmeyen bir yara; o yarayı açandan yana irrasyonel boyutlara vardırılmış bir gayret.
Bu gayretin kurduğu bir örtüşmesizlik.
Pavlos’un yanlış geleneği coğrafyaya yayışı.
İnsan doğrusu tarihsel bir müsamere karşısındaymış gibi dini, İlahi özün adeta işkence direğine bağlamak isteyen bir yanılsamadır bu.
Masum görülebilir bir yanılsama sanmamalı: Kökleri derinlerde, Allah’ı birlemeye dirençten beslenmiş bir illüzyonda İsa’ya gösterilen direnç.
Halk ondan memnundu açıkçası.
Rahatsız olan düzenin babalarıydı.
Hahamlardı. Dünyevilik toplumun ruhunu sarmış idi: Çok özel bir alınyazısının içinden gönderilen yeni bir elçi bu sekülerliği gidermek için gelmişti.
İşleri bozmaya geldiğini düşündüler.
Peygamberlere itiraz ve hatta onların anlamına olduğu kadar canına da kast etmek gelenekleşmişti.
İğrenç bir gelenek.
Hahamlara Allah’ın mukaddeslerini hatırlatan, onları uyaran, dünya işlerinin bir karşıtlık halinde sürdürülüşüne parmak basan Zekeriya, can havliyle kaçarken önüne çıkan bir ağaca sığınmak ister.
Ağaç açılır ve nebi içine saklanır, ağaç kapanır.
Testere ile ağacı kesmeye başlarlar.
Hz. Zekeriya şehit olur.
Bilmiyorum, ona yahudi ve hıristiyanlar biz Müslümanlar kadar ve sürekli, üzülmekteler mi?
Yahya Peygamber de, kızıyla evlenmesine karşı çıktığı ve izin vermediği için Herod önce zindana attırdı, sonra da başını kestirdi. Altın bir tepside huzuruna getirdiler.
Babil meliki Buhtunnasır, Hz. Yahya’ya inanmış bir kimse idi.
Kudüs’e sefer edip, intikam aldı.
Öyküsünü Taberi Tarihi’nde bulmak mümkündür.
Peygamberlerin kader öyküleri çeşit çeşit.
Hıristiyanlar bunu anlayamıyorlar.
İsa’nın da vücudunu ortadan kaldırmak istiyorlardı.
Filistin’de Roma yönetimi onu bir tehlike görmüyordu.
Yahudi ileri gelenlerinin sürekli şikayetlerine sonunda, yenik düştü diyor ayrıntılı tarihler.
Mevlana da Mesnevi’de, geniş ve derin yorum çerçevesi içinde Romalı yetkilinin psikolojisine yer vermiştir. İlginç bir diyalektikle yaklaşıyor olaya.
Bir yazar, Hindistan’da Protestan papazları ile münazaralarda karşı karşıya gelmiş ve sonunda Protestan din bilginleri İncil’in, daha önce de Tevrat’ın kişilerce değiştirilerek tahrif edilmiş olduğunu itiraf etmek durumunda kalmışlardır. Bu İslam alimi Rahmetullah el Hindi’dir.
Yirmi dördüncü dedesi Abdurrahman b. Abdülaziz, Hz.Osman’ın soyundan olarak Hindistan’a ilk yerleşen kişidir.
Rahmetullah (1818-1891) ilim hayatını Farsçayı çok iyi bilen bu papazlardan Pfander’in Mizanu’
l-Hak diye yayınladığı bir kitaba karşı mücadeleye adamıştır denebilir.
Papazı münazaraya çağırdı.
Üç defa tekrarlanan münazaralardan Rahmetullah’ın büyük eseri İzharü’
l-Hakk doğdu. [Bu kitabın yeni bir çevirisi Abdülhadi Sıddık tarafından yapılmış, Faran Yayıncılık tarafından basılmıştır.
İki ciltlik bu eser, Abdülhamid 2 tarafından da beğenilmiş ve emriyle Batı dillerine çevrilmiştir.]
İzharü’l-Hak, sindire sindire okunacak bir kitaptır. Fikrimizi besler.
Bu besleme geriye doğru bir açma olur.
Hıristiyanlık Hz. Adem’in ilk günahına takılmıştır; Pavlos’un yaptıklarına teşhis gözü ile bakılsa daha iyi olmaz mı?
asiye utku
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.
Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman Türk insani yoğun bir kı...
-
Roma Putperestliği Romalılar baştan beri İsa peygamberin hareketini siyasi bir isyan olarak algılamışlardır. Yahudi baş kahinler için ise ...
-
İNCİLDEKİ ÇELİŞKİLER 1- Hz. İsa, gölün karşı yakasında Gadaralıların veya Gerasalıların ülkesine varınca, Matta'ya göre cinlere tutsa...
-
Bu yazı, batılı hristiyan ilahiyatçılar, yazarlar ve kilisenin kabul ettiği tefsir kitaplarına dayanılarak yazılmıştır. Bu yazıda kaynak ...