4 Şubat 2020 Salı

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.


Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor. 
Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kıskaç içine alınılmaya çalışılıyor. Türk insanı ve Türkiye için büyük tehlike arz edenlerden biri de Yehova Şahitleri.
Özellikle Türkçe bilen misyonerlerini kullanan bu saçma sapan tarikat periyodik olarak, bıkmadan usanmadan evlerin kapılarını çalıyor ve misyonlarını tanıtmaya çalışıyorlar. Her dilde basılmış olan broşür ve kitaplarını hediye ediyorlar, ibadethane olarak gördükleri kiliselerindeki ayinlerine davet ediyorlar.

“Hıristiyanlık ve Yahudilik”, “Yehova Şahitleri” adı altında faaliyet göstermektedirler. 
Kendilerini Hz. İsa’ya nispet edilen İncil’in telkin ettiği saf Hıristiyanlığın müdafii olarak takdim eden ve çeşitli kombinezonlarla gençleri, bilhassa din yönünden aydınlatılmamış nesilleri kandırma yollarını arayarak, Yahudi zihniyetine hizmet ettirme gayesini güden bu mezhep, 
Yahudi teşkilatından başka bir şey değildir… En geniş faaliyet sahalarından bir tanesi de Türkiye’dir.

* * *
Yehova Şahitleri’nin insanları etkilemek ve hedeflerine ulaşmak için başvurdukları psikolojik usulleri ve telkin metotlarını okuduğunuzda durumun vahametini daha da iyi anlayacaksınız:

1 — Dünyadan ve insanlıktan ümitsizliğe uğratmak, savaş, yer sarsıntısı, sel baskını, kıtlık, hastalık, hatta hava kirlenmesi üzerinde durarak, insanın bunlarla cezalandırıldığı veya insanın bunları düzenleyemeyeceği telkinini yapmak, kendileri dışında mevcut dinleri, manevî idealleri, partileri, hukukî nizamı kötüleyerek, manevî bir buhran, zihnî bir bezginlik, ümitsizlik telkin etmek.

2 — Korku içinde bırakmak. Yakında ölüneceği, Yehova Şahidi olmayanlar için ise kıyamet ve felaket geleceği-

3 — Biricik kurtuluş ümidinin ve gerçek yönün kendilerinde olduğunu telkin.

4 — Avlanan insanları grup, kitle psikolojisinden faydalanmak üzere, kızlı, kadınlı dinî toplantılara götürüp, konuşmaların, tanışmaların manevî havasından faydalanmak.

5 — Devamlı, sürekli konuşma, telkin. Ses tonunu değiştirme (sesi alçaltıp, yükseltme), birkaç dakika birisinin konuşması, sonra diğerinin devam etmesi.

6— Devamlı, sürekli okutma, aynı inançla ilgili yeni yayınların arkasını kesmeden vermek ve onları okutmaya çalışma. Böylece hem sözlü, hem okumalı telkine tâbi tutma.

7 — Hıristiyanlık kutsal kitabını mantıki tahlil ve muhakeme. Ondaki tutarsızlık ve çelişmeleri göstermeden, çok zaman teviller ve onun pürüzlerinden sapmalarla işi değiştirme ve diğer dinleri ciddi bir inceleme okuma ve mukayese etme faaliyeti, emeği olmadan tek taraflı bir ezbercilik faaliyetine sevk etme.

8 — Dünya çapında bir kuvvete ve çokluğa, örgüte dayanma ve mensubiyetle övünme, güvenme, kendine önem verme, verdirme ve bu gibi durumlar.

9 — Aktif, aksiyoner veya eylemci bir hale, bir robot haline gelme ve getirilme, vaiz öncü yapılma.

10 — Yabancı memleketlere seyahat ve temas imkânları, kongrelerin, toplantıların havasından telkin altında kalış.
11 — Yehova Şahidi kadınlarla evlendirme metodu veya kadınları Yehova Şahidi erkeklerle evlendirme usulü.
12 — İş ve menfaat sağlama, aylık alma vesaire imkânlarla kendilerine çekme.

13 — Bir çevre temini veya tesisi, yeni dostluklar, arkadaşlar edinme psikolojisi.

14 — Maddî, cinsî menfaat, bu türlü arkadaşlıklar kurma ve örgüte girme suretiyle zevk temin etmek.

15 — Bilhassa Türkiye’de İslâmî bilgisi olmayan, imanı, inancı zayıf, geniş tahsili bulunmayan insanlar üzerinde çalışma, onlara ciddi ve gerçekmiş gibi, hayatlarında roman ve hikâyeden, gazete ve resimli romanlardan başka bir şey okumamış olanlara önem vererek kendi telkinlerini, verdikleri kitapları, dergileri hazmettirme. Onları hipnotize edilmiş bir hale getirme.
* * *

Yehova Şahitlerinin vaizleri, öncüleri ve daha ileri mevkideki adamları bu konuşma ve tartışmalarda sakin kalmak, sinirlenmemek, kızmamak gibi alışkanlıklarla yetiştirilirler. Görüştükleri kimse onları kovsa bile, kavgaya mahal vermeden uzaklaşmak hususunda emir aldıkları için ses çıkarmazlar ve kendilerini istemeyenlere “keçiler” diyerek, onları inatçılıkla (içlerinde ve kendi aralarında) küçümserler.
Yehova Şahidi örgütünün propagandacıları, kendisinden kitap ve dergi almak isteyenlere hatta bunları, kendilerini incelemek için olsa bile aldırış etmezler, yeter ki kendileriyle konuşulsun ve yayınlarından alınsın. Onlar er-geç kendi telkin kabiliyetlerine ve bu telkin metodunun başarı kazanacağına inanırlar.
Yehova Şehitleri’nin öncüleri, müjdecileri ve vaazla, daha doğrusu propaganda ile görevlileri çok metotlu, planlı çalışmaktadırlar.
Ellerinde geniş bölge haritaları ve vaazda, telkinde bulunacakları kimselerin adları yazılı liste vardır. 
O günkü konuşmanın planını hazırlamak ilk işleridir. 
Bunu ufak bir pusula üzerinde yaparlar. 
Vaaz verirken arada bir durup karşıdaki şahsı inceler, bazen ona konuşma, soru sorma fırsatı vererek yine kendi bildikleri konuya dönerek vaaza devam ederler.

Kıyafetleri, giyimleri, temiz ve tertiplidir. 
Bununla da karşıdakine tesire çalışırlar. 
Vaazlarını denetleyen müfettişlerin veya bir üst dereceli dernek mensuplarının ellerinde matbu veya teksir makinesinde yazılmış veya daktilo makinesiyle düzenlenmiş, öğrenci karnesi gibi kağıtlara konuşma, telkin ve diğer hususlarda iyi, orta gibi notlar verirler. 
Kurnaz, işini bilir bir propagandacı olarak adamlarını yetiştirmeye çalışırlar. 
Bilhassa genç kız ve kadınların yardımından faydalanırlar. 
Umumiyetle bir kadın ve bir erkek veya iki kadın birlikte giderek propaganda yaparlar, tekrar görüşmek için – umumiyetle bir hafta sonra- söz almaya çalışırlar.
Yehova Şehitleri’nin kurucusu Charles Taze Russel’in (1852-1916) ahlaki karakteri: Maria Francis, 1879′da evlendiği Russel’i kendini beğenmişlik, bencillik ve kadınlara düşkünlük, ahlâksızlık iddiasıyla mahkemeye verdi ve Russel, mahkeme önünde evlatlık kızı Roz Boll ile olan cinsî münasebetlerini alenen itiraf etti. Russel mahkûm oldu. Fakat mahkeme kararına uymayarak karısına nafaka ödemediğinden, tekrar muhakeme edilerek aleyhte bir hüküm giydi.
Russel ahlâksız olduğu kadar büyük bir yalancıydı. Kendisini etrafındakilere, “Çok saygı değer çoban” olarak tanıttığını gören Protestan Baptist kilisesi üyesi, söylevci C. Ross, Russel’in sahte bir çoban olduğunu ileri sürerek, “Some facts about the selfstyled Pastor Charles T. Russel”, “Kendisine vaiz süsü vermek isteyen Russel hakkında bazı gerçekler” adlı broşürünü yayınladı. Russel buna karşı çıkarak, C. Ross’u mahkemeye verdi. Mahkemede avukatın bir sorusuna karşılık Russel, Yunanca bildiğini ileri sürerek yemin edince, avukat kendisine Yunanca bir İncil uzatarak okumasını söyledi, fakat okuyamayınca mahkemece “yalan yere yemin eden biri” olarak ilan edildi. Daha sonra, kendisinin başka din adamları tarafından takdis edilmiş, “çok saygı değer çoban” olduğunu söyleyince ispatı istenmiş, zor durumda kaldığından, kendisinin hiçbir din adamı tarafından takdis edilmemiş olduğunu itiraf etmeye mecbur olmuş, böylece mahkeme onun bir “yalancı” olduğuna dair hüküm vermiştir.”


Russel, yine satışa çıkardığı bir buğdayın az miktarının bile çok fazla ürün vereceğini, bu buğdayın mucizeli olduğunu ilan etti. 
Buğdayın içindeki büyük mucizeye inanan safdil, bilgisiz kimseler bunun bir avucunu 60 dolara satın alarak ektiler. 
Fakat doğru dürüst bir mahsul alınmayınca dolandırıldığını anlayan halk tarafından mahkemeye verildi Mucizevi olduğu reklam edilen buğdayın diğer buğdaydan hiç bir farkı olmadığını mahkeme huzurunda itiraf etti ve tekrar mahkum oldu.
Yine Çin ve Japonya’ya yaptığı seyahat sonunda oralarda ilk misyoner teşkilatını kurduğunu söylediğinden, kiliseler ve diğer ilgililer tarafından tekrar mahkemeye verildi. “Yalan yere propaganda eden” bir kişi olarak bu davada tescili yapıldı.
31 Ekim 1916′da ölen Russel daima kullandığı, “Şimdi yaşayan milyonlarca kişi hiçbir zaman ölümü görmeyecektir” sloganına rağmen, ölümü görmüş ve cehennemin gayyasına yuvarlanmış gitmiştir.
Şimdi Hıristiyanların amentüsüne bir göz atalım: Müslümanların amentüsünün Hz. Peygamber tarafından öğretilmesine rağmen, Hıristiyanların amentüsü Hz. İsa tarafından değil, çok daha sonra gelen Hıristiyan din alimleri tarafından meydana getirilmiştir. Nasıl olur da bir dinin amentüsünü peygamber değil de, insanlar hazırlayabilir? Peygamber İsa niçin hazırlamamış? Gelelim amentülerine:
1 — Ben, yeri ve göğü yaratan her şeye kadir, baba Tanrıya inanırım. Tanrı için kullanılan “baba” tabiri çok alçaltıcıdır; zira insan cemiyetinde, kötü hatıra bırakan aile babaları vardır. Aynı zamanda baba terimi (sözü) cinsel ilişkileri hatırlatır. Baba da öleceği için ölümü düşündürür; yani Tanrı’nın öleceğini düşündürür. Mirası düşündürür.
2 — Ve efendimiz olan, onun biricik oğlu İsa’ya inanırım. Mecazî ve temsili manada bile olsa, hem eski Ahid ve hem de yeni Ahid’de (Ahid, kitaplarının ismi) İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tabiri kullanılmıştır. Bu ise “Biricik oğul” tabiri ile tezat halindedir. Luka’ya göre (3/38), Âdem (a.s) Tanrının oğludur. “Seignur” kelimesinden, İsa’nın Tanrı oğlu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor ki bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.(268)
3 — Ruhu-1 Kudüs’ten gebe kalınana inanırım. Ruhu-1 Kudüs’ün gösterdiği fonksiyondan, onun Tanrı için bir alet olduğu görünümü çıkıyor. Amil ile alet aynı şey olamaz. Bu ruhu ulûhiyete ortak koşmak, ilahî birliğe ters düşer. Kur’an-ı Kerim (17-85) “ruh” kelimesinin emir manasına geldiğini beyan eder. Allah kendi emriyle, İsa’yı babasız yarattı. Bu durum fevkaladedir. Ve ilahî bir mucizedir. Diğer taraftan, Hz. Âdem’in yaratılışında bir anne de söz konusu değildir. Onun ulûhiyete ortak olmaksızın, fevkalade yaratılışı daha da üstün bir mucize idi.
4 — Ve bakire Meryem’den doğana inanırım. Şayet Tanrı bir bakireden bir çocuk doğurtursa, bu çocuğa değil, bizzat Tanrı’ya tapınılma gereğini ortaya koyar.
5-6 — Onun Pontus Pilatus’tan zulüm gördüğüne inanırım. Doğum, işkence, ölüm ve defnedilmek insanla ilgili özelliklerdir. Tanrı’nın özellikleri değildir. Şayet Hz. İsa’nın, aynı anda ilahî ve insanî olmak üzere iki hüviyete sahip olduğu ve onun insanî hüviyetiyle öldüğü söylenirse, bu dahi anlaşmazlıklara sebep olur.
7 — Cehennemlere indiğine inanırım. Cehennem günahkârların yeridir. Acaba İsa oraya niçin gitti ve bize oradaki acayip olaylar hakkında niçin bilgi verdi? Bir cezadan kurtarmak için mi? Allah suçluları affetmesi için bir masumu (günahsızı) cezalandırmaz. Günahkârları çıkarmak için, Hz. İsa niçin üç gün cehennemde kalsın? Hapishanenin kapısını açmak yeterli idi. Kaldı ki, İsa’nın oradan ayrılışından sonra gelecek günahkârların durumu ne olacaktı?
8 — Üçüncü gün tekrar canlandığına inanırım. Herhangi birşeyi yapmaya muktedir olmadan cehennemlere ölü olarak inişi, hiçbir işe yaramayacaktı.
9 — Göklere çıkıp, kadir olan baba Tanrı’nın sağına oturduğuna inanırım. Bu maddeye göre İsa, Tanrı’nın sağına oturduğu için, o (İsa) Tanrı’dan farklıdır. Zira birisinin, kendi kendisinin sağına oturması mümkün değildir. Şayet İsa, yeryüzünde insan olup, gökte de insan kalırsa o halde ne zaman Tanrı oluyor?
10 — Oradan gelip ölüleri ve dirileri hesaba çekeceğine inanırım. Şüphesiz ölüler, tekrar dirildikten sonra muhakeme edilirler. Fakat yaşayanları hesaba çekmek acelecilik olmuyor mu? Zira onların hayatı henüz bitmediğinden, çok sayıda iyi veya kötü hareketlerde bulunma imkânına sahiptirler.
11 — Ruhu-1 Kudüs’e inanırım.
12 — Mukaddes Katolik kilisesine inanırım. Tarih, kilisenin temel noktalarda bile görüş değiştirdiğini göstermiştir. Bu nedenle kilise dahi kesin ve mükemmel değildir.
13 — Azizlerin cemaatine inanırım Azizler günahkârları kurtarmazlar. Allah istediğini cezalandırma veya affetme konusunda kesinlikle hürdür. Şayet “communition” “uluhiyete iştirak” düşüncesiyle, biraz şarap içmek ve biraz ekmek yemek ameliyesine ihtiyaç duyuluyorsa, bu ilahi birliğin hiç bir şekilde müsamaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
14 — Günahların affedileceğine inanırım. Günahların affı, tövbe ve ilahî rahmet neticesinde olur. Bir masumun cezalandırılmasından değil. Velev ki Tanrı’nın oğlu olsun. Hıristiyan amentüsü metninin dışında İsa, Yeni Ahid’in hiçbir yerinde “Ben tanrıyım” demiyor. Bilakis tam zıddını söylüyor. Meselâ, Matta 12, 18′de şöyle diyor: “İşte benim seçtiğim kulum”. Tanrının bu sözünü söyleyerek bunu kendisine tatbik eden İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi ol maktan gurur duymaktadır. Yine Matta 24/36 ve Markos 13,32′ye göre, dünyanın sonu ne zaman gelecek sorusuna, İsa şöyle cevap verir. “Fakat o gün saat hakkında ne göklerin melekleri, ne de oğul, yalnız Babadan başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna 5/19′a şöyle denmektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Babanın yapmakta olduğunu gördüğü şeyden başka, oğul kendiliğinden bir şey yapamaz, Çünkü, o ne yaparsa, oğul da onları öylece yapar.” İsa Tanrı olmadığını, fakat onda fenafillah olduğunu, açıkça söylemektedir. (269) Ayrıca, aşağıdaki İncil ayetlerinde İsa için, “Ebul insan” denilmektedir.
* * *
Ev ziyaretleri yapan Yehova Şahitleri beni de ziyaret etmek istediler bir çok kez. Her defasında bu isteklerini geri çevirdim. Israrla bu isteklerini yinelediler ve bir gün bahçe kapısında kendileriyle ayaküstü görüştüm. Kendileriyle yaptığım bu on-onbeş dakikalık sohbette onları dinlemektense beni dinlemelerini istedim ve kendilerine bazı sorular yönelttim, misyonerliğini yaptıkları tarikat hakkındaki düşüncelerimi aktardım. Bilgim onları şaşırttı ve sorularıma cevap bile veremediler. Gördüm ki, onlar bile misyonerliğini yaptıkları tarikatın asil amacından haberleri bile yok. Ben kendilerine amacını kısa ve öz açıkladım. Benim gazetecilik ve yazarlık geçmişimi öğrendikten sonra da arkalarına bile bakmadan gittiler. O gündür bugündür uğramıyorlar.
Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.


"Biri bir yanağına vurursa ona karşılık verme, sen öbür yanağını da çevir"HRİSTİYANLAR BUNU HİÇ UYMADI


Hristiyan yazarlar tarafından sürekli olarak tekrarlanan ve her vesile ile örnek diye gösterilen "Biri bir  yanağına vurursa ona karşılık verme, sen öbür yanağını da çevir" mealindeki Hz.İsa'ya atfedilen sözün, sosyolojik ve psikolojik yönlerden tahlilini yapmak gerekir.
Bu ifadeyi psikolojik yönden ele alırsak bu sözün insanlara kendilerini savunmama, kim ne yaparsa yapsın karşılık vermemek sureti ile kendini ezdirme, hatta yok olma duygusunu aşıladığını görürüz.
Eğer bir toplumda zalimler, insanların mallarını haksız yere gasbedenler, insanlara eziyet edenler hiç karşılık görmeyip her istediklerini istedikleri zaman yapabilirlerse, yaptıklarına hiç ceza verilmez ve yaptıkları sürekli olarak yanlarında kâr kalırsa elbette bu çeşit hareketler yaygınlaşır, sonunda toplumda huzur ve sükun kalmaz.
Haksızlığın ve zulmün ceza görmediği bir cemiyetin ayakta durması ve varlığını sürdürmesi imkansızdır. Muharref İncillere göre Hz. İsa, zina ve hırsızlık gibi suçları işleyenleri dahi cezalandırmamak eğilimindedir.
Böyle olunca hukuki kuralların hiç uygulanmadığı, zalimlerin serbestçe zulmettiği ve mazlumların haklarını aramadıkları bir cemiyet ayakta kalabilir mi?
Yukarıda aktardığımız Hz. İsa'nın sözleri, haksızlığa ve zulme uğrayan insanlarda pısırıklık, miskinlik ve tam teslimiyet fikrini aşılamakta, insanları kaderciliğe doğru sürüklemektedir. İnciller, Hinduizmin kendi kast sisteminde alt tabakalardaki insanlara aşıladığı kaderci ve teslimiyetçi zihniyetin aynısını, işçilere ve kölelere aşılamaya çalışmaktadır. Hz. İsa'ya nisbet edilen şu sözden başka nasıl bir ma'na çıkarılabilir? "Ben size diyorum ki kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çeviriş. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün."
Muharref İncillere göre Hz. İsa, verdiği misallerin çoğunda kölelik motifini kullanmakta ve köleliği razı olunması gereken bir kader gibi takdim etmektedir.
Hz.İsa, insanın Allah'a itaatini, kölenin efendisine itaati ile sürekli olarak mukayese etmektedir. Onun köleliğe bakışı şu sözlerinde açıkça görülebilir: "Hangi birinizin çift süren, ya da çobanlık eden bir kölesi olur da, tarladan dönüşünde ona, 'çabuk gel, sofraya otur' der. Tersine ona, 'yemeğimi hazırla, kuşağını bağla ve ben yeyip içerken bana hizmet et. Ondan sonra da sen yeyip içersin' demez mi?..
Kendisine verdiği buyrukları yerine getirdi diye köleye teşekkür eder mi hiç?" Hz. İsa'nın İncillerde verdiği misallerdeki köleliğe bakışı bu tarzdadır.
İncillere göre Hz. İsa, kölelerin herhangi bir hakka sahip olduklarını kabul etmemektedir. Ona göre kölelerin vazifesi he halükârda efendilerine hizmet etmektir, onların efendilerine karşı hiçbir hakları yoktur.
Hz. İsa'nın muharref incillerde geçen teslimiyetçi, kaderci ve tam itaat esasına dayanan kölelik anlayışına, Yeni Ahidin diğer kitaplarında da rastlamaktayız.
Bu kitaplarda köleliğin mahiyeti daha net olarak görülür.
Bilhassa Pavlos'un mektuplarında köleliğin bir kader olduğu, onun bütün vecibelerinin yerine getirilmesinin gerekli olduğu tekrar tekrar anlatılır.
Pavlos bu konuda şunları söylemektedir: "Boyunduruk altında olan kulların hepsi kendi efendilerini tam hürmete layık saysınlar, ta ki Allah'ın ismine ve talime küfrolunmasın ve iman etmiş efendileri olanlar, kardeş oldukları için onları hor görmesinler, fakat daha ziyade hizmet etsinler, çünkü bu hizmetten istifade edenler iman eyliyen sevgililerdir".
Pavlos gibi Petrus da, yazdığı risalelerinde kölelerin efendilerine kayıtsız şartsız itaat etmelerini şu şekilde emretmektedir: "Ey hizmetçiler! Efendilerinize, yalnız iyilere ve mülayimlere değil, fakat ters huylu olanlara da tam korku ile itaat edin. Çünkü eğer biri haksız yere elem çekerek Allah'a karşı vicdandan ötürü hüzünle dayanırsa bu makbuldür... İyilik işleyerek elem çekip sabrederseniz, Allah nezdinde bu makbuldür".
Gerek Petrus'un ve gerekse Pavlos'un mektuplarındaki bu sözler daha çok köle sahibi zenginlerle üst tabakadan insanların işlerini kolaylaştırmak için kaleme alınmış olmalıdır.
Biz, M.S. birinci ve ikinci yüzyıllarda Hristiyanlığın daha çok fakir, işçi ve köleler arasında yayıldığını, zenginlerin ve nüfuzlu insanların bu dine pek rağbet etmediklerini, zengin ve üst tabakadan insanların bu dine üçüncü asırdan itibaren girmeye başladıklarını biliyoruz.
Böyle olunca biraz önce aktarmış olduğumuz pasajların M.S. birinci veya ikinci asırda yazılmış olması uzak bir ihtimaldir. Bu pasajlar muhtemelen üçüncü asırdan itibaren Hristiyanlığa girmeye başlayan zenginlerin ve köle sahibi kişilerin işlerini kolaylaştırmak üzere başka yazarlar tarafından kaleme alınmış ve bunlar Petrus ve Pavlos'un ifadeleri imiş gibi onların risalelerine sokulmuştur.
İmparator Kostantin'in dördüncü yüzyılın birinci yarısında Hristiyanlığı kabul etmesi, imparatorlukta gitgide çoğalan Hristiyan nüfusun, kendisine bu din kanalı ile bağlanmasını sağlamak ve böylece tahtını sağlama almak gayesini taşıyordu. Kostantin, Hristiyanlık vasıtası ile bir yandan imparatorlukta dinî bir birlik sağlamayı hedef edinirken, öbür yandan topladığı konsiller vasıtası ile o sırada Hristiyan-ların ellerinde bulunan bütün İncilleri ve Risaleleri imha ettirmiş, bu kitaplardan sadece şu anda Hristiyanların ellerinde mevcut olan kitapları yeniden yazdırtmıştır.
Ancak onların da asıllarını imha ettirmiştir. Kanuni kabul edilerek yeni nüshaları kaleme alınan bu eserlerin yeni yazmalarına, devlet adamlarına, hükümetlere itaat fikrini ilave ettirerek kendi yönetimine bu yolla destek sağlama cihetine gitmiştir.
Bu ilavelerin en canlı örneği Pavlos'un Titus'a yazdığı mektupta görülmektedir.
Bu mektuta şöyle bir ifadeye rastgelmekteyiz: "Reislere ve hükümetlere tabi olmayı, itaat etmeyi ... onlara ihtar et". Bu ifadenin, birinci asırda hükümetin ve reislerin zulüm ve işkencesi altında inleyen ve sonunda öldürülen Pavlos tarafından söylenmiş olması imkansızdır.
Eğer o dönemde Pavlos, Hristiyan müminleri mevcut hükümete itaat etmeye çağırmış olsa idi, hükümet onu elbette öldürt-mez, aksine korudu.
Pavlos bu sözleri söylemiş olsaydı Roma yönetimi tarafından baştacı edilirdi. Kostantin ve daha sonra gelen imparatorlar özellikle bu vb. ifadeleri, Yeni Ahidin ka-nonizasyonundan sonra bu kitapta yer alan eserlerin yeniden yazılması sırasında bunlara ilâve ettirmiş olmalıdırlar.
Bugün elde mevcut olan en eski Yeni Ahit yazmasının, M.S. dördüncü yüzyılın ortalarında yazılmış olan bir yazmadan kopya edildiği söylenen bir yazma olduğunu daha önce belirtmiştik. Kanuni kabul edilen kitapların dahi bu tarihten önce yazılmış olan bütün nüshaları yok edilmiş ve ortadan kaldırılmıştır.
Bugün sahih olduğu kabul edilen kitapların ilk nüshalarında yukarda aktarmış olduğumuz pasajlar muhtemelen mevcut değildi. Bunlar bu kitaplara eklendikten sonra, yapılan bu ilâvelerin anlaşılmaması için daha önce yazılmış olan bütün nüshalar devlet eli ile kasden yok edilmişlerdir.
Hristiyanların, Hristiyan olmayan milletler üzerinde devamlı olarak hakimiyet kurmaya çalışmaları ve bu milletlerin en meşru haklarını dahi gasbetmeyi olağan saymalarının temelinde İncillerde ve Risalelerde geçen bu pasajların büyük tesiri vardır. Hristiyan mentalitesinde Hristiyan olmayanların hiçbir hakları yoktur, onlar Hristiyanların köleleri mesabesin-dedirler. Hz.İsa'ya nisbet edilerek İncillere alınan pasajlarda belirtildiği gibi, köle itaat etti diye ona teşekkür edilmez.
Hristiyan olmayan milletler ve devletler, Hristiyanlarla yaptıkları anlaşmalara ne kadar riayetkar olurlarsa olsunlar onlara teşekkür dahi gerekmez, zaten onlar böyle yapmak zorundadırlar.
Sonradan Hristiyanlığı benimseyen milletler ve devletler de daha önce Hristiyan olmuş devletlerin köleleri olmak durumundadırlar. Bunlar Hristiyan olmakla kölelik statüsünden hemen çıkamazlar.
Dolayısı ile efendi durumunda olan devletler, yeni Hristiyan olmuş bu devletleri kendi çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi kullanabilirler. Yeni Hristiyan olmuş bir devletin veya milletin ortaya çıkarak "Biz de Hristiyanız, eşitlik istiyoruz" demeye hakkı dahi yoktur.
Bu yeni Hristiyan olmuş devletlerin görevi, efendilerine itaat ve onların söylediklerine bir köle zihniyeti ile harfiysn riayetten ibarettir.
Hristiyan misyonerlerinin Hristiyanlığı yaydıkları yerlerde kurulan kiliselerin işleyiş tarzı konusunda Hristiyan dünyasında ihtilaflar çıkmış; yeni Hristiyanlığı kabul edenler, merkezî Kilise otoritesine tam olarak tabi olmayan mahalli kiliselerin kurulmasını ve bu şekilde faaliyet gösterilmesini isterlerken, bazıları mahalli kiliselerin tehlikelerine işaret ederek bunlara tam bir serbestlik verilmesinin doğru olmayacağını, bunların ne olursa olsun merkezi bir otorite tarafından denetlenmesinin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Bu merkezi otoriteyi tesis etme fikrinin temelinde ise sömürgeci, köle kullanıcı, ve başkalarının haklarını gasbetmeyi meşru gören ve gösteren Yeni Ahit mantığı vardır.
a.u

İngilizlerin Misyonerlik Faaliyetleri


1806 yılında Osmanlı Devleti’ne gelen İngiliz elçisi Stranford Cannig II. Mahmud’a ve Tanzimat ileri gelenlerine Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını önleyecek telkinlerde bulunarak düşüncelerini 4 madde halinde toplamıştır(Atay, 1971):
1. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılaşması için İslamiyet’ten ayrılması gerekir.
2. Türkler yenilik yapacak kabiliyette olmadığı için Orta Asya’ya dönmeye mahkumdurlar.
3. Türkiye’nin tek çıkar yolu, Hıristiyanlık anlamında medenileşmesidir.
4. Osmanlı İmparatorluğu için baş muzır İslam dinidir. Bu, Türklerin boşa giden enerjisi üzerinde yatan gerçek bir canavardır.
Son günlerde Batı ülkelerindeki bazı basın organlarının Hz. Muhammed’i terörist olarak göstermeleri, Batı’nın yukarıdaki düşüncelerinden en ufak da olsa uzaklaşmadığını göstermektedir.
Prof. Hüseyin Atay’a göre yukarıdaki 4 madde geçmişte Türkiye’yi parçaladı, gelecekte de parçalamaya devam edecektir. İster istemez Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın düşüncelerine hak vermek zorunda kalıyoruz. Çünkü Avrupa Birliğine Uyum adı altında çıkarılan yasalar sonucu Türkiye’de binlerce kilisenin açıldığı kitle iletişim araçlarında yer almaktadır.
İngilizler 19. yüzyılda Sömürgeler Bakanlığını ihdas ederek Suudi Arabistan’da Vahabilik mezhebini kurdurdular(M. Hadimi, 1996). Vahabilik, hem dinsel hem siyasal olarak Hicaz bölgesinde Osmanlı Devleti’ne bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Vahabi isyanları Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü bozmakla kalmamış aynı zamanda imparatorluğun parçalanmasında katalizör rolü oynamıştır (Vurmay, 2005).
İngilizler, Türklerden bazı satılmış aileler bularak misyonerleri küçüklükten itibaren onların yanında bir Türk çocuğu gibi yetiştirmişler ve bunlardan bazıları cami imamlığı, medrese müderrisliği yapmışlar ve hatta Hariciye Nazırlığına kadar yükselebilmişlerdir. Bunlar arasında Bektaşi tarikatına girip post sahibi olanlar bulunmaktadır.
Fransız Elçisi Angelhard’ın aradaki dini engeli kaldırarak İslam toplumunu Hıristiyan toplumuna yaklaştırmak diye anladığı Tanzimat Fermanı ile bir takım misyonerler, Islahat Fermanı’nın verdiği izinden faydalanarak gayretlerini arttırmış, sokakta ve vapurlarda ve Müslümanlık aleyhine olan yazıları ve İncilleri Müslümanlara dağıtmaya başlamışlar ve birkaç Müslüman’ın Protestan olmalarını başarmışlardır. Bunlar İstanbul hanlarında vaaz ederek Müslümanlar aleyhinde açıklamalarda bulunup küfür ve saldırıda bulunacak derecede cüretlerini ileri götürmüşlerdir(Güngör,1999).
Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa, papa ile görüşmüş ve kendisinin Hıristiyan olduğu iddiaları öne sürülmüştür. Bilinen bir şey var ki onun döneminde misyonerlik faaliyetleri artmış misyonerler, İstanbul’da Fincancı Yokuşunda bir kilise kurmuşlardır.Bu kilisede çok sayıda insan Protestanlaştırılarak İslam dininden uzaklaştırılmıştır (Baş, 1996).
1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, İstanbul’a ajan olarak gönderdiği casus Humpher’e bir kitap vermiş ve bu kitapta misyonerlerin ne yapması gerektiği şöyle anlatılmıştır(Baş, 1996):
1- Sünni ve Şii Müslümanlar arasında birbirine karşı kötümserlik ve kuşku uyandırınız.
2- Müslümanların cehaletini koruyun ve bilgi edinmelerini önleyin.
3- Tembelliği teşvik edin ve çalışmalarını engelleyin. Cenneti rengarenk göstererek dünya için çalışmalarını, çaba sarf etmelerine mani olun.
4- İçki, kumar, fesat ve fuhşu yayın. Domuz eti kullanmayı teşvik edin.
5- Din bilginleri ile halk arasında karşılıklı saygı ve sevgiyi bozun. Bunu hiçbir İngiliz memuru unutmamalıdır. Bu yolda iki iş yapılmalı
a) Din bilginlerine iftira etmek,
b) Din bilginleri arasında sömürgeler bakanlığının memurlarını din alimi kisvesi altında yerleştirin.
6- Baba oğul arasına nifak sokarak, birbirleriyle çatışmalarını sağlayın.
7- Müslüman kadınların edepli giyinmelerine engel olun. Ajanlarımız gençleri gayri meşru ilişkilere teşvik etsin, Hıristiyan kadınlar çıplak giyinerek gezsinler ve böylece Müslüman kadınlar onları taklit   edeceklerdir.
8- Müslümanların elinde bulunan Kuran hakkında şüphe uyandırın. İçinde eksik veya fazla bulunan kuranlar basın. Kur’andaki bazı ayetlerin değiştiğini ve Kur’anın eksik olduğunu iddia edin. Ne yazık ki bu inanç, misyonerlerce Anadolu Alevilerinin bazılarına benimsetilmiştir
9- İslam ülkelerinde çok sayıda kilise açınız.
10- İçki, kumar ve fuhşu öyle yaymalıyız ki genç nesil dinden tamamen uzaklaşsın. Devlet adamları, esnaf ve güçlü kişilerin peşine güzel Hıristiyan kadınlarını takmalıyız. Bu güzel yüzlü dilberleri onların toplantılarına sokmalı böylece siyasi ve dini güçlerini kaybetsinler, halk onlara kötü gözle baksın, haklarında kötü düşünsün, İslam dinine duydukları inanç azalsın.
11- İslam ülkelerinin tarımlarını ve diğer gelir kaynaklarını ortadan kaldırmalıyız,
12- Halk arasında esrar ve diğer uyuşturucu madde alışkanlığını arttırmalıyız.
13-Müslümanlarda ırkçı ve aşırı milliyetçi duyguları kamçılayın. Onların kendi dil ve kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olmalarını engelleyin. Nitekim Almanların Türkiye’deki bazı Türkçü derneklerle Almanya’da faaliyet gösteren Kaplancı gibi dinsel grupları destekledikleri bilinmektedir. Yine Türkiye’de bazı tabelaların İngilizce yazıldığını biliyoruz. Bu da bir çeşit kültür misyonerliği olsa gerektir.

Misyonerlik emperyalizmin mızrak ucudur.

Misyonerlik kelime anlamıyla "Her Hıristiyan tarafından dinin tebliği"dir.
Fakat Türkiye'de çoğunlukla "Ortodoks dininin Yunan millî hedeflerine ulaşmak amacıyla bir araç olarak kullanılması"dır.
Yunan milliyetçiliğinin hedefleri bütün Kıbrıs, bütün batı Anadolu, bütün Trakya, Argonotların altın postu aradığı Kaf (kas) dağlarına kadar Anadolu'nun Karadeniz sahilidir.
Yunanlıların bütün bu boyundan hayli büyük toprak parçalarını istemesi normal karşılanmaktadır ama bu saldırıya maruz kalan Türkiye'nin kendini savunmak amacıyla mesela Kıbrıs'ın yarısına çıkması, orada kalmak istemesi tepki görmektedir.
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol hanıma, katıldığı her televizyon programında her sunucunun sormaktan büyük keyif duyduğu bir soru vardır;
"Hıristiyan olduğunuz halde misyonerliğe neden karşısınız?"
Sevgi Hanım da her seferinde hiç üşenmeden arkasına şöyle bir yaslanıp yutkunduktan sonra tane tane hep şu aynı cevabı vermekten büyük zevk duyar;
"Çünkü ben Türk'üm. Hıristiyan (Ortodoks) dininin genelde bütün batılılar, özelde Yunanlılar tarafından Türk Devletinin milli bütünlüğüne karşı sömürü amaçlı kullanıldığını gördüğüm için misyonerliğe karşıyım. Aynı nedenle AB'ye de karşıyım. Küreselleşmeye karşıyım, ABD emperyalizmine karşıyım. Misyonerlik emperyalizmin mızrak ucudur."
Bu cevap Türkiye üzerine oynanan büyük oyunu bütünüyle açıklamaya yeterlidir.
Cevabı herkes anlamakta, fakat zihni ve fikri devşirilmiş aydınlar ile mandacı ve bölücüler anlamamaktadır.
Etrafınıza şöyle bir bakarak anlamamakta israr edenlerin mütarekeci, mandacı ve bölücüler olduğunu kolaylıkla çözebilirsiniz.
Ben her programda Sevgi Hanım'a aynı sorunun sorulmasından, hemen arkasından da aldıkları cevaptan hoşlanmayanların suratlarının aldığı hali seyretmekten gizli bir haz duyuyorum.
Meşreplerini ifşa ettiklerinin farkında değiller.
Milli hedef" kavramı ile neyin ifade edilmek istenildiğini bir örnekle gösterelim:
Yunanistan ve İstanbul Rumları arasında çok değer verilen ve hala nesilden nesile dikkatle aktarılmakta olan bir Ayasofya Efsanesi vardır. Bu efsaneye göre İstanbul'un fethi esnasında Ayasofya'da bir rahip tarafından icra edilmekte olan kutsal kudas âyini-Türk köpeklerin-gelmesiyle yarıda kesilmiş ve rahip de orada bir sütuna dönüşmüştür. Rumların geri gelmesiyle beraber ışıl ışıl bir yüz ve elinde bir kadehle ortaya çıkacak ve ayine bıraktığı yerden devam edecektir. Aslında son imparator da ölmemiştir ve mermere dönüşmüş olarak muzaffer imparatorların geleneksel giriş noktası olan Altın Kapı'nın ardındaki bir mağarada uyumaktadır. Bir gün semadan bir çağrı duyarak hayata dönecek ve bir meleğin kendisine getireceği bir kılıç ve "kuzeyin sarışın insanları"nın yardımıyla Türkleri Acem sınırının ardındaki "Kızıl elma"ya sürecektir.(1) ("Konstantinopolis" Philip Mansel. Sabah Yay. Kasım 1996. Sayfa 24)(1)
"Kuzeyin sarışın insanları" sakın sarışın AB'liler olmasın?
İlgilenenler için bir not: "Altın Kapı" Türkler tarafından o tarihten sonra duvar örülerek kapatılmıştır.
Rumların milli hassasiyetleri bu kertede iken Türklerinki nasıldır dersiniz?
Kasım 2001 içinde Azerbaycan Meclis Başkanı Aleskerov, beraberinde bir heyetle İstanbul'a gelir. Ziyaret programında tarihi yerler vardır, Dolmabahçe'ye de gidilir. Dolmabahçe Saray Müdürlüğü kadrosunda tam 60 adet kadrolu rehber vardır. Azerbaycan heyetini gezdirmek görevi işte bu 60 rehberin içindeki Ermeni asıllı İlona Baytar'a verilir. Üstelik Baytar müzeyi gezdirirken Azerilere "Dolmabahçe Sarayı'nın inşaatını Kayseri asıllı Ermeni Balyan Ailesi yapmıştır" diyerek vurguda bulunur. Azeri heyeti tepki göstererek olayı protesto eder.
Bunun adı da en hafif deyimiyle herhalde "milli hassasiyetsizlik" olur.
"Hassasiyet" kelimesinin "haysiyetsizlik" ile müthiş bir ses uyumu taşıdığını fark ettiniz mi?
Bu bölümü; adalı olsun, kıt'alı olsun kadın erkek yaşlı bütün Rumların 400 yıl süren Türk egemenliğini protesto etmek için boyunlarına hala siyah mendil bağladıklarını ve kıyafetlerinde siyah rengi tercih ettiklerini belirterek bitirelim.(2) ("Girit'te Bir Şehrin Hikayesi". Pandelis Prevalikis. Belge yay. İstanbul 1997. Sayfa 17(2)
İnanmayan gitsin baksın Batı Trakya'ya, Kıbrıs'a... Bu ne bitmez tükenmez kinmiş?

Toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Ülkemiz, 21. asrın ya da üçüncü bin yılın başlarında çeşitli ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve dini sorunlarla karşı karşıya hatta iç içe bulunmaktadır. Bütün bu sorunlar biri diğerinin sebebi olmakta ya da biri diğerini tetiklemektedir.

Hastalıklı bir beden nasıl ki mikroplarla mücadelede başarısız olursa, toplumlar da onun varlık sebebi olan değerlerin zayıflaması sonucu dayanma gücünü kaybederler. Milletler arası yarışta öne çıkmak isteyen toplumlar, rakip olarak gördükleri toplumları çökertebilmek için çeşitli araçları kullanarak, onlarda bir değerler erozyonu meydana getirirler ve çoğunlukla dıştan müdahalelerin zor ve pahalı olduğu düşünülerek daha kolay ve ucuz olması sebebiyle içten çökertme yöntemi uygulanmakta ve bundan da önemli ölçüde verim alınmaktadır.

Soğuk savaş dönemlerinde, toplumların rehavete düşmeleri ve bazı direnç noktalarının kırılması, dış güçlerin başarısını artırmaktadır. Zira geleceğe ait hesapları ve projeleri olmayan toplumlar, bu tür soğuk savaş dönemlerinde hazırlıksız yakalanmakta ve çoğunlukla da sıcak savaş şartlarından daha büyük bedeller ödemektedirler.

Toplumsal direnci zayıflatan, değerler erozyonunu hızlandıran etkenlerin başında lüks, moda, içki ve uyuşturucu bağımlılığı, ahlaki ve dini çöküntüler gelmektedir. Bu yüzden toplumlar gelecek konusunda kendilerini güvende hissedebilmeleri için kimliğini oluşturan değerleri koruma konusunda   duyarlı ve dikkatli olmak zorundadır.

Milli değerler tarih süzgecinden geçerek, örf adet ve geleneklerle bütünleşerek, her çağ ve coğrafyada milleti ayakta tutarlar. Bir ırmağın sürüklediği kum tanecikleri gibi biri birilerini törpülerler ve belli bir uyum sağlayarak ortak kaderi paylaşırlar. Bir arada olmaları onları güven içinde mutlu kılar. Bu insicam her zaman dış etkenlerin müdaheleleriyle bozulmaya açıktır ve her zaman da böyle bozulmuşlardır. İşte toplumlar belli ülkü ve değerler etrafında mutlu bir varlık sürerek güçlerini korurlarken başkaları bu mutluluğu kendileri için bir dezavantaj olarak görerek bozmaya yeltenebilirler.

İşte toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Misyonerlik, bir dinin insanlara tebliğini görev kabul etmiş olan insanların yani misyonerlerin yaptığı iştir. Tarihi süreçte Hıristiyanlıkla özdeşleşmiştir ve misyonerler onun sembolü haline gelmiştir. Değişik bir ifade ile "misyonerlik" denince Hıristiyanlık, Hıristiyanlık denildiğinde de misyonerlik akla gelmektedir.

Her ne kadar misyonerlik belli bir dini diğer bir din mensubuna tebliğ gibi anlaşılsa da bu, bir dinin masumane tebliğinden farklı bir şeydir. En azından bu faaliyetlerin tarihi geçmişi bu görüntüyü vermiştir. Zira misyonerlikte en azından iyi niyet ve masumiyet bulunmamaktadır. İnsanların inanma duyguları istismar edilmekte, zaaf ve beklentilerinden yararlanılmakta ve bu süreçte bazı empozeler yapılmaktadır. Hatta buna dayalı olarak imkanlar ölçüsünde karşı inanç ve düşünceleri karalama, tahrif ve aşağılama vardır.

Hıristiyanlıkta misyonerlik faaliyetlerinin kaynağı olarak kabul edilen Matta İncili 4. Bap 19. cümlesinde yer alan ve Hz. İsa'nın Petrus ve Andreas'a söylediği ifade edilen şu söz misyonerliğin iç dinamikleri bakımından bazı ipuçları vermektedir.

"İsa onlara dedi; Ardımca gelin, sizi insan avcıları yapacağım".

Bu cümle, Hz. İsa'ya inananların kendi inanç değerlerini insanları avlamada bir yöntem olarak kullanabilecekleri iznini vermekte ve yıllarca bu yöntem sayesinde insanlar içine düştükleri, sosyal, kültürel ve ekonomik şartların zorlaması sonucu Hıristiyan misyonerler tarafından avlanmaktadırlar. Aynı şekilde Matta İncili'nin 28. Bap 18-20. cümleleri, misyonerliğin bir emir gibi anlaşılmasına ve her türlü yolun meşrulaştırılmasına sebep olarak kabul edilmiştir.

"İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yerde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim."

Her iki cümle her ne kadar Matta İncili'nde yer alsa bile bunların Hz. İsa'ya aidiyeti, incillerin bütünü üzerindeki genel İslami kanı çerçevesinde tartışılabilir. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bu söz Hıristiyan misyonerliğin özünü oluşturmuş ve Hıristiyan misyonerlere hareket imkanı sağlamıştır.

Hıristiyanlık üzerinde büyük bir etkisi olan Pavlus'un yazdıkları Hıristiyan Kutsal Kitabında yer almış ve kendisi Hıristiyanlığı yaymayı görev edinenlere en önemli örnek olmuştur. Hıristiyan misyonerler çeşitli yönlerden onu taklit etmiş ve sözlerini kutsal vahiy metni olarak uygulamaya özen  göstermişlerdir. İşte Pavlus'un Korintoslulara yazdığı mektup misyonerlere örnek teşkil eden ve misyonerliğin iç yüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyan cümlelerinden bazıları:

"İmdi benim ücretim nedir? İncil'de olan salahiyetim ifratla istimal etmemek için, İncili vazederken, İncili meccanen arz etmektir. Çünkü herkesten azatken, daha çok adam kazanayım diye, kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım; Allah'a karşı şeriati olmayanlardan değil, ancak Mesih'in şeriati altında olarak şeriati olmayanlara şeriati olmayan gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflara zayıf oldum; her suretle bazılarını kurtarayım diye zayıflara herkese her şey oldum. Ve hepsini incil için yapıyorum, ta ki onda hissedar olayım." (I. Korintoslulara, 9/18-23).

Bu cümlelerden etkilenen Hıristiyan misyonerleri, Hristiyanlığı yaymak için her yola başvurmuşlar,her fırsatı değerlendirmişlerdir. İşin en ilginç olan yanı ise bunu din adına yapmışlardır.

350 senedir Osmanlı coğrafyasında Hıristiyan devletler

350 senedir Osmanlı coğrafyasında Hıristiyan devletler tarafından oynanan dinsizleştirme oyunları, son 20 senedir Anadolu topraklarında büyük hız kazanmıştır. Bu durum, kamu vicdanı olarak Müslüman Türk halkını endişelendirmekte ve üzmektedir. Kimse eşinin ve çocuklarının Hıristiyanlaştırılmasını ve hatta ahlaksız, bilinçsiz, vicdansız,
sorumsuz, kolayca güdülebilen insanlar haline gelmesini istemez. Bu bakımdan, misyonerlik faaliyetleri ilgili bir araştırma yürütmüş bulunuyoruz.
Ayrıca oturduğumuz muhit olan İzmirin Şirinyer semtinde ve hatta oturduğum apartmanın dükkan katında Mevlana Yüce Derneği diye misyoner bir dernek açıldı. Bu durumdan müthiş derecede rahatsız olduk ve devlet - resmi makamlarına bu rahatsızlığımızı iletmek istedik.
Araştırmalarımızın gözler önüne serdiği üzere, ülkemiz üzerinde;
1. Dinsizleştirme ve geleceğimizi töhmet altında bırakma,
2. Ekonomik buhrana sürükleyip ülke ve millet olarak maddi ve manevi çıkış yollarımızı bozma ve engelleme,
3. ABD ve AB (Hıristiyan devletler) politikalarına ve çıkarlarına,Haçlı Seferleri ruhunun psikolojik ve maddi yanına uygun davranmamızı sağlama,
4. Öncelikle milli kimliğimiz olan Türklüğü yok ederek sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kavramını, ardından bunu da yok ederek sadece Müslüman kimliğini, sonraki aşamada bu da yok edileceği için "köle sürüleri" kavramını var etme, bunu halka kabul ettirme,
5. Birinci evrenin sonraki aşamasında Müslüman kimliği üzerinde bölünmeler yaşatarak; Türk-Kürt-Alevi-Hıristiyan(laştırılmış) tebaa ayrımını sağlama,
6. Ülkemizden mal satın alarak, borsamızda milyarlarca dolar para döndürüp faizini devletin sırtına bindirerek, dış borca her gün 120 milyon dolar faiz öder hale getirerek ülkemizin geleceğini haciz altına alma şeklinde süre giden faaliyetler uygulanmaktadır.
Kimileri bunlara "faraziye komplo teorileri", kimileri "saçmalık kimileri "birşey yapamazlar, korkacak birşey yok" demesine karşın memleketimizin her yanında Hıristiyanlaşma faaliyetleri devam etmektedir. Elinde İncil, boynunda haç ile dolaşan bir sürü batı kültürü hayranı genç insan görüyoruz. Batı heveslisi veya kimlik bunalımındaki insanların yenilik arayışları doğrultusunda her sene yeni inanışlar ve yeni uyduruk dinler türemektedir. Kimi insanlar her sene din değiştirir olmuştur. Böyle durumlar; aile kurumu ve toplum üzerinde büyük tahribatlar yapmakta ve insanları psikolojik bunalımlara sürüklemektedir.

ENDÜLÜS’TE MÜSLÜMANLAR DİN DEĞİŞTİRMEYE ZORLANDI ve YÜZBİNLERCE MÜSLÜMAN KATLEDİLDİ


Hıristiyanlar, İspanya’yı ele geçirdikten sonra din değiştirmeleri için Müslümanlara baskı yapmaya başladılar.
Bu baskılar her geçen gün daha da artmaya başladı.
Müslümanlar birkaç kez ayaklandı iseler de başarılı olamadılar.
Hıristiyan olmak yada yurtlarını terk etmek arasında bir seçim yapmaları istendi.
Bir kısmı ülkeyi terk ederken bir kısmı da Hıristiyan oldu fakat dinlerini gizlice yaşadılar.
Tarihte İspanya’da gördüğü baskıdan dolayı din değiştiren bu Müslümanlara “Moriscolar” adı verilir.
1526 yılına gelindiğinde İslam dini İspanya’da resmen yasaklandı.
Vaftiz olmakla beraber Müslümanlar gibi yaşamayı sürdüren Moriscolar İspanyollar tarafından daima şüpheyle ve küçümsenerek karşılandı.
1566 yılında Müslüman gibi giymeleri de yasaklandı ve daha sonra da İspanya’yı tamamen terk etmeleri istendi.
İspanya Müslümanlarının hazin öyküsünü Henry Charles adında batılı bir tarihçi “İspanya Engizisyon Tarihi” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır.
“Bu uygulamada sorumlu olanlar o kadar insafsızdır ki, uzun süren yaz yolculuğunda gidenlerden fahiş yol ücreti talep ettikleri gibi molalar esnasında akarsulardan ve pınarlardan içtikleri su ve dinlenmek için oturdukları ağaçların gölgesi için bile para aldılar.
Fransa’ya göç etmek isteyenlerden 40 bin düka altını istendi.
Uzun ve sıcak yaz günlerinde göçmenlerin pek çoğu hastalanarak öldü.
Bulaşıcı hastalık geçirdikleri gerekçesiyle gemilere bile alınmadılar”
Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya'da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra belgeleriyle “İspanya Müslümanları ve Devlet Irkçılığı” adlı kitapta gözler önüne serdi.
Bu kitapta Endülüs’te yüzyıllar önce Müslümanlara yapılan zülüm, işkence ve katliamlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Tarihçi Zayas’ın araştırmaları başka bir yazının konusu olabilir.
Endülüs Müslümanlarının bakiyeleri 17. Yüzyılın başlarında Osmanlı Padişahı I.
Ahmed’in çabaları ile Kuzey Afrika’ya ve İstanbul’a getirildi.
100 yıldan fazla süren baskılar, işkenceler, engizisyon ve sürgünler, Müslümanların İspanya’da sadece izlerini bırakmıştı.

Misyonerlerin Çalisma Metodu

Protestan misyonerler, başkasını Hıristiyanlaştırmak için, fakat aslında sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak gayesiyle çeşitli telkinlerde bulunurlar, dinler Tarihi, felsefe okumalarını tavsiye ederler. Bir misâl olmak üzere Misyoner Mr. John'un Kaptan Mustafa Bey'e söylediklerine kulak verelim:
«Mustafa Efendi, siz daha gençsiniz. Tetebbunuz azdır; dinler tarihi okumamışsınız; bir feylosof gibi düşünemiyorsunuz. Bakınız âlem-i İslâm'ın mâyeul-iftiharı olan büyük âlim, büyük fazıl, şöhretli feylesof Ebu Bekr Muhyiddin b. 'Arabi ne buyuruyor: «Ya Rabb, insanlar taş toprağa bile taabbud etseler yine ibadet Sen'den gayrisine ait değildir, sırf Sana mahsustur.» Böylece feyleso-fane düşünülünce dinler arasında itikadça bir fark yoktur. Yalnız mahiri teşrifatta az çok fark vardır ve onun da ehemmiyeti yoktur. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın» emrine tevfikan dinlerin, en kolay uygulanır olanını size kabul ettirerek iktisad edilecek zamanda sizi sa'iyy ve gayrete sevk ile müstefid etmek istiyoruz. Çalışmak bizden, kabul ve redd sizden dir.
Misyon heyeti gece gündüz bu gibi işlerle meşguldür ve İngiltere Hükûmeti'nin şubeler idaresiyle sıkı   bir münasebette bulunmaktadır» (64).
Şimdi de bu misyoner casusların,kendi gayeleri için göstermiş oldukları gayretleri madde madde görelim.

İslâm'ı Yok Etmek

Bu misyoner- casus faaliyetlerinin ana gayesi İslâm'ı yok etmektir. Hatta bu konuda İngiliz Misyoner teşkilâtı tarafından kitaplar dahi yazdırılmıştır. Bununla ilgili, en câlib-i dikkat olan, İngiliz Sömürge bakanlığı ta rafından hazırlananıdır. Misyoner-casus Hampher'in «İslâm'ı nasıl yok edelim?» adlı kitabı oldukça ilginçtir (65)
Gaye bu şekilde tesbit edildikten sonra, bu gayenin tahakkuku safhaları başlar. Yukarıda da bir nebze temas ettiğimiz gibi bu safhaların birincisi misyonerlerin küçük yaşlardı, İslâm ülkelerine gönderilerek İslâm'ın esaslarının ve müslüman dillerinin öğretilmesidir. Bu iki esas öğrenildikten sonra faaliyete geçilir.

Müslümanların zayıf tarafları tesbit ediliyor.

Gerek İngiltere'deki misyoner teşkilâtlarında çal-şan elemanlar ve gerekse İslâm dünyasında yetişip hizmet (!) verme seviyesine gelen misyoner-casus adayları, her sene Londra'da toplanarak görev taksimatında bulunurlar. Bu görevlerin başında, müslümanların zayıf noktalarını tesbit etme hareketi gelir. Bunun her sene tekrar edilmesinin sebebi de, Müslüman ülkelerinde meydana gelen iktidar değişiklikleri ve düşünce farklılıklarıdır.
İngiliz Sömürge bakanlığı, uzun ve yorucu çalışmalar neticesinde, genel olarak, Müslümanların hangi taraflarının zayıf olduğunu tesbit etmiş, ve İslâm ülkelerinde faaliyet gösterecek misyoner-casusların bu esasları öğrenmeleri için, yapılan tesbitler, bir kitap haline getirilmiştir (66). Yeniden tesbit edilen zaaflar da, kitabın müteakip baskılarına ilâve edilir.
İngiliz Sömürge bakanlığının tesbit edip kitap haline getirdiği bu zayıf noktalar şunlardır:

1. İhtilaflar

a. Sünnî-Şiî ihtilâfı.
b. Amir-memur ihtilafları
c. Osmanlı-İran ihtilafı
d. Aşiret ihtilafları.
e. Ulema-devlet memurları anlaşmazlığı.
2. Bütün îslam ülkelerindeki genel cehalet ve İslâm hakkındaki bilgisizlik.
3. Donmuş fikirler ve taassub, yeniliklerden ve dünyadan habersizlik; istek ve gayret azlığı.
4. Maddî hayata önem vermeyip, cennete ümid bağlama ve tevekkül.
5. Hükümetlerin halka uyguladıkları istibdâd ve diktatorya.
6. Emniyetsizlik, yol şebekelerinin azlığı.
7. Her sene yüzlerce kişiyi ölüme götüren veba, kolera gibi hastalıklara karşı hijyen ve ilâç yokluğu.
8. Şehirlerin viraneliği ve su şebekelerinin yokluğu-
9. Devlet dairelerindeki hercümerc; milletin, Kur'an ve Şeriattan çıkarıldığına inandığı kanun ve nizamların olmayışı; Şer'î anayasanın terk edilmiş oluşu.
10. Salim olmayan bir iktisad, geri kalmışlık, umumi fakirlik ve bütün İslâm ülkelerindeki işsizlik.
11. Düzenli orduların olmayışı. Silâhsızlık; levazım ve savunma techiatının azlığı, modası geçmiş silâhların mevcudiyeti.
12. Kadın haklarının çiğnenmesi.
13. Şehir ve sokakların çevre sağlığından yoksun olması.
Misyoner kitabı, müslümanların zayıf noktalarını böylece sıraladıktan sonra, şöyle demektedir: «Aslında İslâm Dini, bütün bu yokluklara karşıdır; bu yoklukların olmasını istemez. Fakat elimizden geldiğince, Müslümanların, dinlerinin gerçek yönlerini öğrenmelerine mani olmalıyız. Onların böyle zayıf kalmala-rı için, İslâm'ın gerçeklerini bilmemeleri, bu konularda cahil kalmaları gerekir». (67).

İslâm'ın esasları tesbit ediliyor

Misyoner cemiyeti müslümanları hangi noktalarda cahil bırakmak ve uyandırmamak gerektiğim bilmek için de önce İslâm'ın esaslarını tesbit ediyor.İngiliz sömürge bakanlığının bu konudaki kitabında, İslâm esasları şöyle sıralanmaktadır:
1. İslâm, müslümanların birlik ve beraberliğini emreder, tefrikadan kaçmalarını hüküm olarak esasa bağlar. (68)
2. İslâm'da öğrenmenin önemi (69).
3. Aksiyon ve yeni buluşlara teşvik.
4. Maddi hayatı da daha iyi yaşama esası (70).
5. Müslümanlar arasında istişare ve görüş teatisini teşvik (71).
6. İlerlemeye teşvik.
7. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisleri ışığında sağlığa ve temizliğe verilen değer. Müslümanlara göre ilimler dört tanedir.

a. Dinin muhafazası için fıkıh,
b. Vücutların korunması için tıp,
c. Dilin korunması için gramer (nahiv),
d. Zamanın bilinmesi için de astronomi (Hadis).
8. Yükselmeyi teşvik.
9. İşlerde tertip ve düzen.
10. Düzenli bir ekonomi kurmaya teşvik.
11. En gelişmiş silahlarla mücehhez bir ordu kurma esası.
12. Temizliği emir (72).
13. Kadın haklarına riayeti emir.

Müslümanların -Kırılması Gereken Kuvvetli Yönleri Tesbit Ediliyor

İslâm'ı genel esaslarıyla tesbit ettikten sonra, onu yıkmak için, en kuvvetli yönleri tesbit ediliyor; ve misyoner casusların, bu kuvvetleri yıkmaları için ne yapmaları gerektiği öğretiliyor. Yıkmayı tasarladıkları Müslümanların kuvvetli yönleri şunlardır:
1. Her türlü ırk, dil, kültür ve milliyetçilik taassubunun İslâm'la kaldırılarak, bunun yerine İslâm'ın konmuş olması.
2. İmân akidelerini öğrenme nokta nazarından, din alimlerine olan bağlılık ve saygı.
3. Bütün Müslümanların, mevcut halifeyi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in meşru halifesi ve ûlü'1-emr sayarak, ona saygı beslemeleri.
4. Kâfirlere karşı cihâdın vacip oluşu.
5. Şi'î mezhebinde olan müslümanların, gayr-ı müslimleri necis şamaları.
6. İslâm'ın diğer bütün dinlerden üstün olduğu inancı
7. Şiilerin, müslüman memleketlerinde, Yahudi ve Hıristiyan mabedlerinin yapımına müsaade etmemelin.
8. Müslümanlann ekseriyetinin inancına göre, Hıristiyan ve Yahudilerin, Arap yarımadasından çıkarılmalarının vacib olması (73).
9. Müslümanların, büyük bir şevk ve iştiyakla namaz, oruç ve hacc farizalarına olan bağlılıkları.
10. îmân ve ihlâs yönünden, îslâm akaidine olan ; kesin bağlılık.
11. Genç ihtiyar; herkesin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Sünnetini öğrenmekteki gayreti; aile bağlarının kuvvetli olması.
12. Kadınların, fesâd ve gayr-ı meşru ilişkilerden uzaklaştıran peçeye kesin olarak riayet edilmesi.
13. Cemaat namazının tercihe şayan olması ve müslümanların, bu münâsebetle günde birkaç defa bir araya gelmeleri.
14. Hz. Peygamber (s.a.v.), ehl-i beyt, ulemâ ve su-lehâ türbelerine saygı gösterilerek, buraların toplantı yeri haline getirilmesi.
15. Seyyidlere (Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evlâd ve torunları) duyulan saygı.
16. Şi'îlerce, Hz. Hüseyin'in şehâdetinin yâd et-mek için muharrem ve safer aylarında yapılan ihtifaller ve konuşmalar.
17. İyiliği (ma'rûfu) emr, kötülükten (münker-den) sakındırmanın, İslâm'da mühim bir yer işgal etmesi.
18. Evliliğin teşviki, çok çocuk sahibi olmanın tavsiye edilmesi ve birden fazla kadınla evlenmenin caiz olması.
19. Kâfirlerin irşâd ve hidayetleri için büyük gayret sarfedilmesi; bunun Müslümanlar için dünyanın en büyük serveti telakki olunması.
20. Güzel sünnet (adet) koymaya verilen değer (74),
21. Kur'an ve Sünnete kesin bağlılık ve her ikisini de hayatlarına tatbik etme gayreti; bu gayretin onları cennete götüreceği inancı (75).

Müslümanların Zayıf ve Kuvvetli Yönlerine Karşı Nasıl Mücadele Edilecek?
Müslümanların zayıf ve kuvvetli tarafları misyoner-casuslar vasıtasiyle tesbit edildikten sonra; bu kuvvetli yönlerini nasıl zayıflatacaktan, zayıf taraflarından istifade ederek de, onları nasıl yıkacakları hakkında da şu kararları almışlardır:
1. Sünnî ve Şi'î müslümanlar arasında su,i zan ve şüpheler icad ederek mezheb ihtilâflarını körüklemek Her; iki tarafı, uydurma ihanet ve töhmetlerle birbiri aleyhine kışkırtmak. Çok zaruri olan bu nifakı çıkarmak için, ne kadar çok olursa olsun, hiç bir masraf ve fedâkârlıktan çekinilmeyecek.
2. Mümkün mertebe, Müslümanları cehalet ve uykuda tutmak. Her türlü İslâmî eğitim merkezlerinin kurulmasına mani olmak. Her ne suretle olursa olsun, basın ve yayını önlemek. Lüzum görüldüğünde, umumi kütüphaneleri ateşe vererek, Müslümanları bilgi hazinelerinden uzaklaştırmak Köylerdeki dinî medreselere talebenin gidişini ve oralarda eğitim görmesini engellemek.Büyük İslâm alimleri aleyhinde sun'î ithamlar uydurmak.
3. Tenbelliği teşvik ederek, Müslümanları dünya işlerinden uzaklaştırmak. Onlara cennetin güzelliklerini anlatarak dünyayı unutturmak ve dünyaya ait bütün işlerinden vazgeçerek, oturup ölüm meleğini beklemelerini sağlamak.
4. Her tarafta derviş tekkeleri yapımını hızlandırmak. Halk tabakalarına, Gazali'nin İhyâu'l-ulûm'u, Mevlânâ'nın Mesnevisi ve Muhyiddin ibnu'l' Arabi'nin eserleri gibi kitapları okutarak, onların, dünyadan ele-tek çekmelerini sağlamak (76).
5. Zalim, diktatör şah ve devlet reislerini mümkün mertebe makamlarında tutmak; «Sultan, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir» gibi kaideleri halka duyurarak, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin; aynı şekilde Emevi ve Abbasi halifelerinin zorla ve silahla hilâfete sahip oldukları fikrini işlemek. Netice olarak, kılıç onların tek dayanağı idi denecek. Hz. Ömer'in, Hz. Ali taraftarlarının evini ateşe verip, Hz. Ali ve hanımı Hz. Fa-tıma'ya zulmettiği haberi uydurularak yayılacak. Hz. Ebu Bekir'den sonra, Hz. Ömeri'in zorla hilâfete geçtiği, ondan sonra da Hz. Ali'nin hakkı yenerek, uydurma bir şurayla, Hz. Osman'ın hilafete oturduğu söylenecek. Osmanlı halifesine varıncaya kadar, bütün halifelerin diktatör oldukları fikri her tarafa işlenecek, İslâm Devletinin, ancak diktatörlükle iktidarda kalabileceği düşüncesi herkese duyurulacak.
6. Her tarafın emniyetsiz bir hale gelmesi sağlanacak. Bunun için şehir ve köy merkezlerinde karışıklıklar (anarşi) çıkarılacak; bu karışıklıkları çıkaranlar, kötülük yapanlar, fitneciler, eşkiyalar ve yol kesenler, her veşileyle mükâfatlandırılacak ve bunların silâh ve paraları İngiltere tarafından temin edilecektir.
7. Mümkün mertebe Müslümanların, çevre sağlığı tedbirlerinden ve hastahanelerden soğutmak ve bunların batıl olduğuna inandırmak, hastalandıklarında, ka-tiyyen doktora gitmemeleri, ilaç almamaları ve evlerinde oturup, Allah'tan şifa beklemeleri telkin edilecek. Bu tel-kinât yapılırken de,«Bana yediren, bana içiren O'dur. hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan O'dur» (77) ayetleri okunarak, kaderleriyle başbaşa kalmaları sağlanacak.
8. İslâm dünyasını her zaman fakirlik, kıtlık ve harabeler içinde tutmak ve ıslahına mani olmak.
9. İslâm ülkelerinde devamlı olarak karışıklık (anarşi) çıkartılarak, İslâm'ın, bir ibadet dini olduğu, dünyayla hiç bir alâkası olmadığı kanaati işlenecek. Her Müslümanın kafasına, Hz. Peygamber ve halifelerinin siyaset ve ekonomiyle alakalı olmadıkları, siyasete karışmadıkları düşüncesi yerleştirilecek.
10. Yukarıdaki maddelerin yerine getirilmesinden maksad, ekonomik çöküntü, işsizliğin artırılması ve fakirliğin genelleştirilmesidir. Fakirlikle yukarıdaki gayeler tahakkuk eder. Bu fakirliği temin içinde, çiftçilerin harmanları ateşlenecek, ticaret kervanları talan edilecek, ticarî ve sina'i merkezlerde büyük yangınlar çıkarılacak, barajlar sökülecek, bina inşaatları yıkılacak, içme sularına zehir katılacak ve böylece her tarafta Müslümanların felâketi, fakirliği, geri kalmışlığı görülecektir.
11. İslâm devletindeki hükümet yetkililerini şarap, kumar ve diğer fesâd işlerine alıştırarak, bunları, devlet hazinesinde, savunmaları için bir kuruş kalmayıncaya kadar, bütün paralan çekip savurmalarını sağlamak.
12. Kadınların esir olduğu fikrini yaymak ve onla rın hakir görülmelerini sağlamak. Bu yapılırken de «Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeple ki Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (erkelere onları) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlarıdır. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa, onlar da öylece göze görünmeyeni koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşlikleriden yıl-dığınız kadınlara gelince Onlara (evvelâ) öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın, (yine kâr etmezse) doğun. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok Yücedir. Çok büyüktür» (78) ayeti okunacaktır.
13. Köylerdeki yokluğu bahane ederek, köylüleri, şehirleri yağmaya teşvik etmek (79).

Osmanlı Devletinin Yıkılmasına Karar Veriliyor.

Bütün geriliklere rağmen, İngiltere'nin bu casus-misyoner faaliyetini başlattığı 18. yüzyılda, en büyük İslâm Devleti Osmanlı Devleti idi. Osmanlı Devleti aynı zamanda ehl-i Sünnet'i temsil ediyordu. Şi'a mezhebini de İran Devleti temsil ediyordu.
Osmanlı Devleti, İran'a nazaran daha büyük olduğundan, İngiltere ilk hedef olarak onu seçiyor. İngiliz sömürge bakanlığında alınan karara göre, Osmanlı Devleti, tedrici olarak, yüzyıl içinde yıkılacaktır. Ona göre, Osmanlı Devletini yıkmak, İslâm'ı ortadan kaldırmak olacaktı.
İşte, büyük paralar sarfedilerek yetiştirilip, casus olarak Osmanlı Devletinin her köşesine gönderilen misyonerlerin ana gayesi budur: Osmanlı Devletini yıkmak!

Misyoner-casuslar, mümkün mertebe Devlet reislerine güzel anlar yaşatma yollarını arayacak, bunun temini için ellerinden gelen her fedakârlığı göstereceklerdir (80).
Bu konuda, misyoner-casus Hempher şunlar yazmaktadır:
«Milâdi 1710 senesinde, İngiliz sömürge bakanlığı, beni, Mısır , Irak, Hicaz ve Hilâfet merkezi olan İstanbul'da casusluk yapmakla görevlendirdi. Bana verilen görev; Müslümanların kuvvetini kırmak ve İslâm ülkelerini sömürgeleştirmek için gereken bilgileri toplamaktı. İslâm ülkelerinde hâl-ı hazırda bu görevi yapmakta olan, benden başka, bütün bakanların, âmirlerin, yüksek memurların, ulemânın ve kabile reislerinin isimlerini hâvî, mükemmel bir fihrist de elime verildi» (81).
Bu misyoner-casuslar, her vesileden istifade ederek, Osmanlı Devletine karşı muhalifler yetiştirecek ve bilhassa ihtilâflardan yararlanacaklardır. Hempher'in hatıralarında şunları okuyoruz:
«Londra Misyoner teşkilâtı başkanı şöyle konuştu: «Biz İngilizlerin müreffen ve saadet içinde yaşamamız için, Müslümanlar arasına nifak tohumları ekmemiz lâzımdır. Onların içinde ihtilâf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz, Osmanlı Devletinin her tarafına fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapamazsak, İngilizler gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur? İşte Hempher, bunun içindir ki, İslâm dünyasını nifak ve fesâd ateşine vermeden, onları tefrikaya sokmadan geri gelme! «Osmanlı Devleti ve İran, zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Onun için, mümkün mertebe halkı, idarecilere karşı kışkırt! Şunu unutma ki tarih, bütün inkılabların, idarece-lerden memnuniyetsizlik ve halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir. Her yerde nifak ve tefrikadan bahset! Onları birbirine düşür!» (82).
Bu ihtilâfların başında, Sünnî-Şi'î ihtilafından yararlanılarak, iki büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti ile İran vuruşturulmak isteniyor. Misyoner-casus teşkilâtı başkanı bu konuda Hempher'e şöyle diyor:
«Eğer sen, İslâm ülkelerinde, Sünnî-Şi'î kavgasını başlatabilirsen, büyük Britanya'ya en büyük hizmeti yapmış olacaksın!»(83).
Sünnî-Şi'î ihtilâfına ne kadar önem verdiklerine dair, Hempher'in şu sözleri de ne kadar manidardır. Hem-pher şöyle diyor:
«Bir gün bir papazlar toplantısında, «Bu Müslümanlarda zerre kadar akıl olsa, asırlardır geçmiş olan bu Sünnî-Şi'î ihtilâfını kaldırır, onları mazide bırakır ve it-tihad kurarak birleşirler» dedim, başkan hemen sözümü keserek! «Senin vazifen, bu ihtilâf ateşini körüklemektir; Müslümanların nasıl birleşeceğini göstermek değil!» dedi» (84).

Osmanlı Devletini yıkmak için, teşvik edilecek ihtilâflar da şöyle sıralanmaktadır:
1. Kabile ihtilâfları.
2. Arazi ihtilâfları.
3. Dini ihtilâflar.
4. Milliyetçilik (85).

Hıristiyanlık ve İngiliz Çıkarları İçin Her Şey Feda Ediliyor

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu misyoner-casus lar faaliyetinin temel hedefi, Hıristiyanlık ve İngiliz menfaatlerini dünyaya hakim kılmaktır. Onlara göre, bu neticeye de bir tek surette ulaşılır: İslâm'ı yıkmak.
İngiliz, Sömürge bakanlığında, Bakan'ın ve Londra'nın meşhur papazlarının katıldığı bir toplantıda, konuşmacılardan biri kararı şöyle açıklar: «Vazifenizde sebat ve sabredin! Üç yüz seneden beri Hıristiyanlık derbeder bir durumda bulunuyor. Hz. İsa'nın yaşadığı topraklardan kâfirleri (86) dışarı çıkarın! Gayemize ulaşmak için, İslâm merkezlerinde, her türlü vasıta ve imkânları kullanarak faaliyet göstermeliyiz. Hakimiyet ve zaferimiz için, hiçbir fedakârlıktan çekinmeyiniz. Bundan dolayı mücehhez olmamız gerekmektedir. Belki asırlar sonra neticeye varırız; bunun zararı yok. Babalar, evlâ-dlar için çalışırlar» (87).
Sömürü Konferansları Tertipleniyor
Aslında, misyonerlik faaliyetleri, dünya Hıristiyan mahfilleri tarafından müştereken yürütülüyor. Hepsinin gayesi aynı noktada temerküz ediyor: Son İslâm Devleti olan Osmanlı Devletini yıkmak, İstanbul'u ele geçirmek (88).
Bu gayeler için tertip edilen konferanslardan biri hakkında Hempher şöyle yazıyor:
«Bir başka gün, Sömürge Bakanlığında, Britanya, Fransa ve Rusya'nın iştirak ettiği üst düzeyde bir konferans yapıldı. Konferansa işitirak edenler, din, adamları ve diğer meşhur kimselerdi. Güzel bir tesadüf olarak ben de oradaydım. Bakan'la olan sıkı temasım yüzünden oraya kabul edilmiştim. Konu şu idi: İslâm ülkelerini sömürme ve bu yoldaki güçlükler.» (89).
Konferanstan sonra şu müşterek karar alındı: «Her ne suretle olursa olsun, Müslüman kuvvetlerini kırmak. Bunun da en güzel yolu; aralarında nifak ve tefrika çıkarmaktır. İmanlarını zayıflatmak için her çareye başvuralacaktır. İmânları ellerinden alınarak, tıpkı Endülüs (İspanya) gibi, İslâm dünyası Hıristiyanlaştırılacaktır» (90).
İslâm dünyasına karşı olan bu düşmanlığın altında, Hıristiyanların intikam hırsları yatmaktadır. Hemp-her, kitabında bunu açıkça dile getiriyor: «Şimdi, İslâm ülkeleri gerilemiş durumdadırlar. Müslümanlardan intikam almanın tam sırasıdır» (91).
İngiliz sömürge siyaseti iki noktada toplanmaktadır:
1. Halen İngiliz sömürgesi olan veya İngiliz siyasetinin tesirli olduğu ülkelerde, İngiliz Devlet nüfuzunu ve kültürünü sağlamlaştırmak.
2. Henüz İngiliz sömürgesi olmayan yerlerde, yapılacak çalışmaları tanzim edip programlamak(92).

Sömürü Aleti, Ahlaksızlık

Emperyalist Batı Dünyasının, İslâm alemini sömürge haline getirmek için kullandığı en güçlü silâhlardan birisi de ahlaksızlıktır. Bir belâ olan ahlâksızlığı yaymak için de her türlü vasıtaya başvurulmaktadır. Bunun için özel surette yetiştirilmiş kadınlar, müslü-manlara fuhuşu aşılamaktadırlar (93). İngiliz sömürge bakanlığı, kendi misyoner casuslarına; gayeleri için, gerekirse homoseksüel olmalarını emrediyor (94). Kukla Devletler
İngiltere emperyalizmine en çok yardımcı olan unsurlardan birisi de, kukla devletlerdir. Bu devletler içinde menfaat karşılığı elde edilen bir kaç Devlet adamı vasıtası ile o memleketlere İngiliz kültürü yerleştirilir. Bir Devlet de, kültür emperyalizmine uğradı mı, artık o devlet, öz benliğini yitirmiştir. Bir devlette hangi kültür egemen ise, o devlet o kültüründür demektir. İngiltere bunu kendine şiar edinmiş, o şekilde hareket etmiştir. Hemp-her, bu konuda da şunları yazmaktadır: «Bazı memleketlerde, idare, görünüşte o memleketin şahısları elindedir. Fakat, müstemleke siyaseti, oralarda egemen olup, kedi siyasetini gütmektedir. Bu gibi ülkelerin, tamamen İngiltere'ye bağlanmasına da az kaldı» (95). Bu gibi Müslüman ülkelerinde, misyonerler Müslümanların zaaflarını her zaman kollayarak, onları sürekli ihtilâflar içinde bırakırlar, bu ihtilaf ve tefrikalar doruğa geldiğinde, artık o ülke teslim alınmış demektir(96).

Misyonerleri Durduran Silah

Şüphesiz bu misyoner-casuslar, çok güçlüklerle de karşılaşmaktadırlar. Onların tesbit ettikleri ve adeta kendilerine çevrilmiş bir silâh olarak gördükleri güçlükleri Hempher şöyle sıralamaktadır:
1. İslâm ülkelerindeki halkın -üst tabaka değil-müslüman ve uyanık oluşu. Bu konuda denilebilir ki alelade bir Müslüman bir Hıristiyan papazıyla iktisadî meselelerde çok kolay yarışabilir. İşte bunlar asla dini elden bırakmazlar. Bunlar bize karşı birer silahtır (97).
2. İslâm dini tarihte gördüğümüz gibi, ağırbaşlılık ve hürriyet dinidir. Bu yüzden, gerçek Müslümanlar, katiyyen esaret ve köleliği kabul etmiyorlar. İşte bu gibilere, İslâm'ın çağ dışı olduğunu, İslâm azamet ve yaşantısının gerilerde kaldığını, bunlara bir daha dönül-memesi gerektiğini; bugünün şartlarının değiştiğim, eskiyi unutmalarım, yeni şartlara göre kendilerini uydurmalarını kabul ettiremiyorum.» (98).
İngiltere Hesabına Çalıştırılacak Müslümanları Elde Etme Yolları
İngiltere, bu faaliyetleri içinde,, sadece misyonerlerden değil,aynı zamanda, maddî menfaat veya makam va'adiyle elde ettiği kimselerden de yararlanıyor.Bu gibi Müslümanları kandırıp, İngiltere hesabına çalıştırmak için, önce onlar gibi Müslüman görünüp, tedricen kendi saflarına çekiyorlar. Hempher, bu konudaki taktiğini şöyle dile getiriyor: «Muhatabımla daha fazla konuşmadım. Asıl hüviyetimin ortaya çıkmasından korkuyorum. Zira Müslüman kisvesine girmiş, öyle görünüyor-dum» (99).
Bu gibi Müslümanların nasıl kandırıldıklarını şimdi maddeler halinde görelim.

Kandırılacak Kimseler Teşhis Ediliyor
İngiliz misyonerleri, bu konuda da çok titiz davran-makta,ve alelade kimselere bu teklifte bulunmamaktadırlar. Onların aradığı tipler, kendilerini beğenmiş, kendi dediğinden başkasını kabul etmiyen, İslâm ülemâsı nın fikirlerine karşı çıkmayı bir maharet sayan kimselerdir. Misyonerler, bu maksatla, özellikle, dinî okullara, medreselere tekkelere sızmışlar ve oralarda adam aramışlardır. Sokaktaki herhangi bir Müslüman onların işine gelmemektedir. Onlar, dini münakaşaların yapıldığı, din meselelerinin görüşüldüğü toplantılara sızarlar ve konuşmalarını dinledikleri kimselerde kendilerine uygun olanını seçerler. Bu seçim yapıldıktan sonra, misyoner yavaş yavaş o adama sokularak, onunla dostluk kurar ve onu kazanmaya çalışır.
Burada bir ihtiyat payı bırakarak, İngiliz casusu Hempher'in elde ettiğini söylediği bir şahıstan söz edeceğiz. Ancak, ihtiyat payını tekrar ederek, sadece Hempher'in bu adamla olan ilişkilerini kendi kaleminden nakledeceğiz.
Hempher, şöyle anlatıyor:
«Muhammed'le tanışıp bir müddet aşinalık peyda ettikten sonra şu neticeye vardım ki; bu adam, İngiltere'nin İslâm ülkelerindeki menfaatları hesabına çalıştırılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, gururu, makam sever oluşu, İslâm ulemâ ve kaynaklarına olan düşmanlığı ve müstebitliği o derecedir ki, Hulefey-ı Râşidin'i bile tenkid ediyor.Onun, bizce en zayıf tarafı, sadece Kur'an ve Hadis'i alıp, diğer İslâm kaynaklarına değer vermemesidir.» (100) Hempher şöyle devam ediyor: «Şeyh Muhammed, Ebu Hanife'yi hakir görür, ona değer ve i'tibar vermezdi. Muhammed şöyle diyordu: «Ben Ebu Hanife'den çok daha iyi bilirim». Yine o, Sahih-i Buhari'nin yarısının beyhude ve yararsız olduğunu iddia ediyordu» (101].
Hempher, Muhammed'in bu zaaflarından yararlanarak, onu yavaş yavaş kendi tesir alanına sokuyor, şöyle diyor Hampher: «Zaten kendini beğenmiş ve kendini yükseklerde gören Muhammed'i tedricen kendi tesir alanıma sokarak, fikirlerimi ona kabul ettirmeye başladım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimad beslediğini söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda senli benli olduktan sonra, hep beraberdik» (102)
.
Muhammed Farkına Varmadan İngiliz Kurbanı Oluyor
Zavallı Muhammed, İngilizlerin bu korkunç oyunundan habersizdi. O, arkadaşı Hempher'i samimi bir Müslüman olarak tanıyor, ona öyle davranıyordu, İngilizlerin, onu Basra'da böyle avlayacakları aklına bile gelmiyordu. Nihayet Hempher'in tuzağına düştü. Hemp-her'den dinleyelim: «Muhammed'le, yeni gelişmelerin ışığı altında tefsir okumaya karar verdik. Bu çalışma-mızda,Sahabenin, büyük din alimlerinin, müfessirlerin dediklerini bir tarafa koyarak, kendimiz tefsir edecektik. Kur'an'ı ben okuyor ve izahlarım, tefsirlerini ben yapıyordum. Benim hedefim şu idi: Her ne suretle olursa olsun, onu İngiliz sömürge bakanlığının tuzağına düşürmek» (103).

Liderlik Aşılanıyor
İngilizlerin bu konudaki en sinsi taktiklerinden birisi de, kullanmak istedikleri kimselere makamlar ve liderlikler vadetmektir. Kendi menfaatleri doğrultusunda çalıştırılacak olanlara makamlar vermek, onları devlet reisliklerine getirmek ve bu uğurda her fedakârlığı göstermek, kendi açılarından en tabii bir harekettir. Onun için Hempher, Muhammed'e bütün Müslümanların liderliğini telkin ediyor. Gerisini ondan dinleye lim:
«O tarihten itibaren hedefim, Muhammed'e rehberlik ve İslâm aleminin liderliğini aşılamak oldu. Onun ruhuna, ehl-i Sünnet ve ehl-i Şi'anın arasında üçüncü bir yol yerleştirmek istiyordum. Ehl-i Sünnet'ten biraz, ehl-i Şi'a'dan biraz alınıp Müslümanlara bu yeni görüşüm takdim edilecek ve bu yeni görüşü Muhammed temsil ederek, Müslümanları yönetecek. Fakat bu gayemin tahakkuku için, önce onun zihnini karışık fikirlerle doldurup, herşeye körükörüne inanmamasını te'min etmem gerekiyordu. Bunun için, ona fikir hürriyetini, düşünce serbestisini, dini eleştirmenin cevazını aşılayarak; onun büyüklük hislerini, büyük adam olma, lider olma duygularını kamçılıyordum» (104).

İtikadlar Sarsılıyor
Hempher, Muhammed'le bu kadar aşinalık ve samimiyet peyda ettikten sonra, yavaş yavaş itikadlarını sarsmaya başlıyor. Ne ilginçtir ki, Hempher, önce Mu-hammed'in cihad fikirlerini sarsmakla işe başlıyor. Hempher, bu konuda şöyle diyor:
«Bir gün ona şöyle dedim: «Acaba cihad vacib mi?» Şöyle cevap verdi: «Nasıl vacib olmasın ki, Allah şöyle buyuruyor: Kâfirlerle savaşın!» Şöyle dedim: «Allah, kâfirlerle ve münafıklarla savaşmayı emrediyor. Eğer kâfir ve münafıklarla savaşmak vacib ise, niçin Hz. peygamber (s.a.v.) münafıklarla savaşmadı?» Şu cevabı verdi: «Cihad, sadece savaş meydanında değil; Hz. Peygamber (s.a.v.), hareket ve sözleriyle münafıklarla savaşmıştır.» Ona şunu dedim: «O halde, kâfirlerle de söz ve hareketlerle cihad vacibdir.» Bana şu karşılığı verdi: «Hayır öyle değil, çünkü Hz. peygamber (s.a.v.), savaş meydanların da kâfirlerle cihâd etmiştir» Şu cevabı verdim: «Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kâfirlerle yaptığı savaşlar, savunma savaşlarıydı. Çünkü kâfirler onu öldürmek istiyorlardı» (105). Bunun üzerine Muhammed, kabul eder gibi başını salladı ve ben de, işimde muvaffak olduğumu hissettim» (106).
Hempher, bu faaliyetine devam ederek, Muham-med'e mut'a nikâhının helâl olduğunu kabul ettiriyor (107). İş bununla da kalmıyor, Hempher, onu bir kadınla Mut'a nikahıyla evlendiriyor (108).

Misyonerler Şarap ve Kadından Yararlanıyor
Kandırılan Müslümanlar, bu misyoner casuslara bir defa kanıp medyûn-i şükran olduktan sonra, artık kurtulamıyorlar.Onların bağımlıları oluyorlar adete... Hempher, Muhammed'in Mut'a nikahıyla nasıl evlendirdiğini şöyle yazıyor:
«Görevimin en değerli fırsatını değerlendirmiştim. Ona mut'a nikahıyla bir kadın bulmaya karar verdik. Benim maksadım, onu, Basra'da bu tür nikâha karşı olan Sünni mezheblilerden uzaklaştırmaktı. Bu işin çok gizli olacağına ve hatta onu evlendireceğim kadına dahi onun adını vermiyeceğime dair teminat verdim. Bu şekilde mutabakata vardıktan sonra, hemen İngiltere sömürge bakanlığı hesabına, Basra'da kendini satarak, Müslüman gençlerini fuhuş ve fesada alıştıran Hıristiyan fahişenin evine gidip, ona mevzuyu anlattım. Anlaştıktan sonra, bu kadına Safiye takma adını taktım; ve Şeyh Muhammed'i onun evine götüreceğime karar verdik.
«Randevulaştığımız günde Şeyh Muhammed'i Safi-ye'nin evine götürdüm. Onları, bir haftalığına ve bir miktar altın mehirle evlendirdim. Kısaca, ben dışardan, Sa-fiyye içerden, Muhammed'i yetiştiriyorduk.Safiye, bilhassa dini hükümleri ayak altına almayı ona telkin ediyordu» (109).
Hempher, bu seviyede muvaffak olunca, onu şaraba alıştırmaya karar veriyor; ve bu konuda şöyle diyor:
«Onu evlendirdikten üç gün sonra, evine gittim. Bu seferki konuşmamız şarabın haramlığı konusunda ola-caktı.Bu konudaki ayet ve hadisleri gözden geçirdikten sonra ona dedim: «Eğer Muaviye, Yezid ve benu Umeyye ile Benu Abbas'ın diğer halifeleri şarab içtilerse, bu din büyükleri dini bırakıyor da, şarab içmek sadece sanamı haram oluyor? Şüphesiz ki onlar, Allah'ın kitabını Peygamber'in sünnetini benden ve senden daha iyi biliyorlardı. Onlar, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden, şarabın haram değil, mekruh olduğu hükmünü çıkarıyorlardı. Üstelik ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristiyan kitabları şaraba cevaz veriyor. Hem de bu dinler ilâhî olup, peygamberleri İslâm tarafından   tanınmaktadır. Nasıl olur da hepsi hakk olan bu dinlerin birinde şarab helâl, diğerinde haram olur? yoksa bu dinlerin tamamımın doğru değil elimizdeki bir rivayete göre «Artık siz (hepiniz) şaraptan vaz geçdiniz değil mi» (110). ayet-i kerimesi nazil oluncaya kadar, Hz. Ömer şarab içerdi. Eğer şarab haram olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'e hadd cezası uygulardı; uygulamamış olması, şarabın cevazına delalet eder.» Muhammed beni dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi: «Haram olan şarab değil, verdiği sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni, haram değil, Allah şöyle buyuruyor: «Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister» (111). Eğer şarap sarhoşluk vermeseydi, bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu neticeleri intaç ediyor böyle olmasaydı, şarabın sarhoş etmiye-ni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir». Hempher, onu bu şekilde kandıramayınca, şu taktiği uyguladı:
«Şarap hususunda Safiyye'ye şöyle dedim: Şeyh Muhammed sana geldiğinde, onu o derecede mest edip kendiden geçir ki, ona şarab içirebilesin!» Ertesi gün Sa-fîyye'yi gördüğümde, ona şarab içirdiğini, hatta onun sarhoş alarak sokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını te'kid etti. Netice olarak diyebilirim ki ben ve Safiyye, Şeyh üzerinde o derecede bir hakimiyet kurdu ki, Sömürge ba-kanı'nın sözlerini hatırladım. Bana bir kerresinde şöyle demişti: «Biz İspanya'yı kâfirlerden (112) şarap ve fesâd'la geri aldık. Bu iki güçle,diğer bütün toprakları da almalıyız» (113).
Yukarıdaki satırlarda, İngiliz misyonerler teşkilâtında kadınların ne kadar büyük rol oynadığını gördük. Yine Hempher bu konuda şöyle diyor: «Safiyye, bu mühim işte bana yardımcı oluyordu. Zira Muhammed'i o derecede kendisine aşık etti ki, durmadan mut'a nikahını tazeliyordu. Kısaca, Şeyh'in elinden bütün ihtiyar ve düşüncelerini almıştı» (114)

Pohpohlama Siyaseti
İngiliz misyonerleri, kandırdıkları Müslümanları her vesileyle övüyor, onların, bulunmaz kimseler olduklarını kendilerine ihsas ediyorlardı. Geleceğin münaka-şasız ve şüphesiz olarak, onların eline geçeceği, onlann herşeye hakim olacağı ve onlann buna layık oldukları telkin ediliyordu. Hempher. Muhammed'e, bütün siyâsî ve dini meselelerin onu beklediğini, ümidini kesmeden-bu günü beklemesini söylüyordu (115). İstedikleri adamlar bu seviyeye gelince, onları uydurma rüya ve yalanlarla istedikleri yöne çekebiliyorlardı. Bu uydurma yalan ve rüyalardan birisini Hempher şöyle anlatıyor:
«Bir defasında bu uydurma rüyalardan birini şöyle anlattım: Dün gece Hz. Peygamber (s.a.v.)'i, bir kürsü üzerinde oturmuş ve etrafını tanımıdığım alimlerle çevrili halde gördüm. Birden bire sen geldin. Ve senin yüzünden nurlar fışkırıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)', sana hürmeten (!) ayağa kalktı ve yanına yaklaşarak alnından öptükten sonra şöyle dedi: «Ey benim adaşım, sen, dinî ve idarî işlerde benim yerime geçecek olan vârisim-sin!» Sen şöyle dedin: «Yâ Resûlallah, ben ilmimi insanlara açıklamaya korkuyorum!» Hz. peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Korkma sen onlardan daha iyisin!». Mu-hammed bu yalan rüyalarımı duydukça sevinir ve her gün gelip, yeni rüya görüp görmediğimi sorardı. Ben de onu bu yalan rüyalarla kandırır, dinî görüş ve akidelerini zehirlerdim» (116).

Kandırılan Müslümanlar Alimlerden Uzak Tutuluyor
Misyoner-casuslar, bu şekilde kandırdıkları Müslümanların, pişman olup tevbe etmemeleri için mümkün mertebe onları ilim çevrelerinden uzak tutarak, kendi tesir alanları içinde bırakıyorlardı. Hempher şöyle diyor:
«Gerçek şu ki, onun, ehl-i Sünnet alimleriyle görüşmesini istemiyordum. Çünkü, onların kuvvetli mantık ve muhakemeleriyle tekrar Sünni olması her zaman için variddi. Bundan dolayı onu, ulemâ çevresinden uzak tutmaya gayret ediyordum» (117).

Kandırılanlar Takibediliyor
İngiliz sömürge bakanlığı elde ettiği Müslümanları başıboş bırakmıyor, onların eski hallerine dönmemeleri-için her fırsatta takip ettirip gerçeği görmemelerini sağlıyordu. Nitekim Muhammed, Basra'dan sonra İstanbul'a gitmek istemiş, fakat İngiltere bütün çabalarını harcayarak buna mani olmuştur (118). Türkiye'ye gitmesine mani olunca o da İran'ın yolunu tuttu. Fakat o İran'a varmadan, onu elde tutmanın bütün imkânları orada hazırlanmıştı. Bu konuda şöyle deniyor: «ona çizdiğimiz çizgiden ayrılmaması için, İsfahan'da görevlendirdiğimiz memurlar, onunla devamlı temas halindedirler; ve Şeyh Muhammed şimdiye kadar, bu çizgiden ayrılmamıştır.» (119). Onu elde tutmak için ne tedbirler alındığı konusunda da şunları okuyoruz: «İki ay sonra Safiyye de İsfahan'a giderek, iki aylık bir mut'a nikâhı daha yaptı. Şi-raz'a gidince, Safiyye onunla gitmedi. Ona bu yolculuğunda Abdulkerim refakat etti. Şiraz'a varınca, Abdülkerim, Safiyye'den daha güzel ve daha seksi olan bir kadını bularak Şeyh Muhammed'le mut'a nikâhına göre evlendirdi. Şiraz Yahudilerinden olan bu Yahudi genç kadının adı Asiyye idi. Bilmeniz gerekir ki, Abdulkerim, Isfahan Hıristiyanlanndan birinin müstear ismi olup; bu şahıs senelerce İngiltere sömürge bakanlığı adına İran'da faaliyet gösteren memurlardan biridir. Aynı şekilde Asiye de, Şiraz'da İngiltere adına casusluk yapan ajanlardan biridir» (120).

Netice Alınıyor
Bütün bu çabalann neticesini de Hempher şöyle bağlıyor:
Sözün kısası şu ki, bu dört kişinin, yâni. Abdulkerim, Safiyye, Asiye ve bu satırların yazan (Hempher)nın gece gündüz gösterdikleri çaba ve fedâkârlıkların neticesi şudur ki, Muhammed'i Britanya sömürge bakanlığı hesabına çalışabilecek, emre amade bir duruma getirebildi. Artık o bu konudaki bütün mesuliyetleri yüklenecek duruma gelmiştir»(121)

Bütün Misyonerler Yaptıklarından Memnun muydular?

Bu misyonerlerin hepsinin görevlerini sevdiği, vazifelerini severek yaptıkları söylenemez. Amma dünya menfaati, makam hırsı, korku ve şartlandırılma gibi âmiller, onları bu yolda yönetiyordu. Bunların bir kısmı yaptıklarına utanıyor ilâhî mes'uliyeti duyarak Müslüman oluyorladı (122). Yukarıda bir sürü faaliyetini gördüğümüz Hempher bile şöyle diyor: «İstanbul'da halkın gittiği güzel yolu değiştirmek ve Müslümanları ifsâd ve tefrikaya çalışırken, kendi kendime şöyle dedim: «Acaba Mesîh, benim yaptığım bu kötü işlere cevaz verir miydi?». Fakat sonra, birdenbire esas görevimi, bana verilen vazifeyi hatırlayarak, bu düşünceden vazgeçtim (123).
Misyoner Mr. John'un İslâm Ulemâsı Hakkındaki Düşünceleri
Aslında birer ajan olan bu misyonerlerin İslâm âleminde kol gezmelerinde idarecilerin olduğu kadar ilim adamlarının da suçu vardır. Özellikle 19. yüz yılda -bugün için bu zirveye ulaşmıştır- İslâm ulemâsının Avrupa'ya karşı körü körüne ve cahilane bir şekilde hayran oluşu vardır. Haçlı zihniyetini hiç bir zaman unutmayan bu misyoner-ajanlara karşı milleti, hatta Hükûmet'i uyaracakları yerde, kendileri bile bunların tesiri altında kalmışlar, eserlerini onlardan iktibaslarla doldurmuşlardım Elbetteki bunun istisnaları da vardır. Fakat bunlar ne dinlemiş ve ne de dinlenmeye müsaade edilmiştir. İlim yerine papyon kıravat takmak, Fransızca ko-nuşmak,rakı içmek, İslâm'la alay etmek münevverin alâmet-i farikası olmuştur. Avrupa'ya karşı bu aşın tutkunluk maalesef aşağılık duygusuna dönüşmüş ve gerçek şahsiyet kaybedilmiştir. Öyle bir hal olmuş ki, sunduğunuz bir tebliğde, Türkçe, Arapça veya Farsça belge sunuyorsanız, o tebliğ itibar görmez; yok bunun yerine Fransızca veya İngilizce vesika sunarsanız, milletin ağzı açık kalır ve ne enteresan tebliğ» derler.
Misyoner-ajan Mr. John bile bunun farkındadır. Bakın ne diyor?
«Verese-i Enbiyâ olduklarını iddia eden ulemânızın taksiratı pek çoktur. Bununla birlikte onların intibahı, bizim mazarratımızı mucib olacağından, gaflet-lerine teşekkürler ediyoruz.«Alimler Enbiyânın veresesidir» hükmüne uymaları lâzımdır. Kur'an-ı Ke-rim'de «Allah bir zaman kendilerine Kitab verilenlerden «Onu behemahal insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksiniz» diye te'minât almıştı. Onlar ise o sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür!..» (124) ayeti vardır, okumuyorlar»(125)

İncil yeniden yazılmıştır


İNCİL YENİDEN YAZILDI
ABD'li ve İngiliz 15 bilim adamı, Hıristiyanların kutsal kitabındaki tam 45 bin ifadeyi, "Yeni nesil yanlış anlıyor" gerekçesiyle değiştirdi. Böylece İncil'in yüzde 7'si yeniden yazılmış oldu

DIŞ HABERLER SERVİSİ

Hıristiyanların kutsal kitabı İncil'in İngilizce basımı, dili çok eski olduğu ve genç kuşaklar bazı deyimleri yanlış anladığı için, 15 ABD'li ve İngiliz din adamı tarafından güncel İngilizceyle yeniden yazıldı.
Yeni versiyon İncil'de, bu kapsamda tam 45 bin değişiklik yapıldı. Böylece İncil'in metni yüzde 7 oranında değiştirildi. Yeni İncil'in ABD'deki muhafazakâr çevreleri rahatsız ettiği ve din adamlarının kutsal kitaba feminizmin sızdığını iddia ettiği kaydedildi. İngiliz gazetesi Daily Telegraph'ın haberine göre, önceki gün basımı tamamlanan Uluslararası Yeni Versiyon İncil'de, aziz yerine 'Tanrı tarafından seçilmiş insan' tanımı kullanılıyor ve klasikleşmiş birçok İncil kavramı ortadan kalkıyor.

'E.T.' var sanıyorlar

Haberde, gençlerin yabancı anlamına da gelen 'alien' kelimesini duyunca İncil'in E.T.'den (uzaylılardan) bahsettiğini düşündüğü, bu nedenle yeni versiyonda bu kelime yerine 'foreign' sözcüğünün kullanıldığı dile getirildi. Eski İncil'de taşlayarak öldürme cezasının anlatıldığı 'Taşlandı ve öldü' ifadesi de, sokak dilinde 'uyuşturucu kullanmak' anlamına geldiği için değiştirilerek, 'taşlanarak öldürüldü' haline getirildi.

'Adem' metinden çıkarıldı

Eski İncil'de Meryem Ana için kullanılan 'Karnında çocuk taşıyordu' ifadesi de 'Hamileydi' diye düzeltildi. Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili bölüm de yeni bir bakış açısıyla anlatıldı. Eski İncil'de genel olarak insan kastedilerek, "Tanrı, Adem'i yaratırken kendi suretini verdi" ifadesinde yer alan 'Adem' sözcüğü, erkekleri temsil ettiği için metinden çıkarıldı.(Milliyet, 16.03.2005)

Bu girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?..Bu bir sıkıntıdan(İncil'in tahrifatını gizleme amacıyla) yapılmış olmasın!..45 bin ifade neye göre değiştirilmiştir veya yeniden yorumlanmıştır? Metnin aslını ortaya koyup; asıl metindeki ifade şudur, bu bugünkü dilde şu anlama gelir şeklinde bir meal'tefsir yapmak yerine keyfî bir düzeltme ile "işte yeni nesil için İncil!" demenin anlamı nedir? (Tabii ki, asıl ilahi metin mevcut olsaydı bunu çoktan yaparlardı…) Yıllar geçtikten sonra birileri çıkıp 45 bin ifadeyi daha değiştirmeyeceğini nereden bileceğiz?..

İşte Kutsal Kitap bu şekilde tahrif ediliyor. Kutsal Kitab'a bu kadar insan müdahalesi olursa, o kitap ilahi kitap olmaktan çıkar ve insanların uydurduğu hayali bir eser haline gelir. Hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bir anlayabilseler!..

“Sunday”

Pazar Günü “Sunday” sözcüğünün içindeki “Sun” lafzı, Oğul manasına gelen “Son” lafzı ile aynı şekilde okunan ve aynı sese sahip iki lafızdır. Hz. İsa’yı (a.s.) önce Allah’ın Oğlu şeklinde göstermişlerdi fakat bu yeterli değil idi, Allah’ın kendi Zat’ını tamamen silmek gerekiyordu çünkü yardımcı ve hakiki Âlimleri İBLİS’in ta kendisi idi. Allah’ı tamamen ortadan kaldırabilmek içinse, her yeni gelen nesil ile birlikte geçmiş neslin tabii olduğu bir İlahi hakikati kaldırıyorlardı. Böylece Hıristiyanları dinden ve dinin hakikatlerinden de koparmışlardı. Çünkü artık Hıristiyanlar, her ne kadar Pazar Gününü kutsal sayarak Kiliselere gidip kendilerine göre ibadetlerde bulunsalar da, yaptıkları şey aslında öncelikle Allah’a ortak koşmak, yani şirk idi!

Böyleydi çünkü Kiliselere gittikleri zaman yaptıkları şey suretinin Hz. İsa’ya (a.s.) ait olduğunu sandıkları bir Putun önünde yardım ve af dilemek idi! Peki ama hakikaten de iş bu kadarla bitiyor muydu? Elbette hayır! Hıristiyan’ız diyen insanları esasen Putperest etmemişlerdi, onlara yaptıkları şey aslında “ŞEYTANA TAPTIRMAK” idi! Çünkü az önce de dediğim gibi “Sun” ile “Son” lafızlarının okunuşları ve sesi aynı idi ve İsa’ya (a.s.) Oğul dediler önce. Sonra o Oğul ne diyorsa doğrudur dedirttiler. Ne diyordu peki oğul? Oğul diyordu ki, İsrail oğullarına yardım ve hizmet etmeyen benden değildir, yani Cennete giremez! Hıristiyanları böyle uyuttular ama şu dediğim gerçekleri bilen Hıristiyanlar olsa bile şu diyeceğim gerçeği bilmiyorlardır yine çokları:

Aslında “Sun” veya “Son” desinler, hepsi de bilerek veya bilmeyerek şeytana tapmaktalar! Çünkü daha önce de söylediğim gibi Eski Mısırdan gelen bir sapık bir inancın ve bu inanca mensup bulunan sapıkların yaptığını yapıyorlar. Onların çokları bilmiyorlardır ancak onların Oğul Günü diye bildikleri şey esasında “Güneş Günüdür” ve bunun ardında yatan sahtekârlık da Eski Mısır sapıklıklarından türeyen Güneş Tanrısıdır. Yani Amun–Ra diye bildiğimiz sapık tanrı inancının ta kendisine. Böylece Hıristiyan Âlemini de adım adım, kuşak kuşak İlahi hakikatlerden kopardılar ve şeytani bir oyunun oyuncakları haline getirdiler. Peki bu, bu kadarla sınırlı mı kalacaktı? Elbette hayır!

Bildiğiniz gibi bugün başta medya, müzik ve eğlence sektörü, kurum kuruluş ve organizasyon ve ne yazık ki pek çok ilahiyatçılar ve siyasetçiler ya bu aşağılık kuduz köpek sürüsünün bir piyonu ya da sempatizanı durumundadır. İşte bu yolla yaptıkları şey de kısaca şudur:

• İslam ve Müslüman düşmandır!

• İslam’ın sınırları kanlıdır!

• Teröristlik ve eşkıyalık İslam camiasından çıkar!

• Müslüman’lar barbardırlar öldürülmeleri caizdir, Cennete vesiledir!?

• Müslüman’ları sevmeyiniz, düşman belleyiniz ve asla güvenmeyiniz ve vesaire...

Buraya Dikkat!

Zalimler Yahudi Ruhbanları ve onlara uyan zengin ve varlıklı Yahudilerdi ama kendi insanlarını dünya toplumlarına kin ve nefret besleyen birer zalim haline getirdiler! İlk yaptıkları şey bu idi ama daha sonra Hıristiyan toplumları da yanlarına kattılar ve bunu yapmak için ilk yaptıkları iş onları hakiki dinden koparmak oldu. Aşama aşama yavaş yavaş ama emin adımlarla devam ettiler yollarına ve gelen her yeni nesil ile Allah ve O’nun dini ve Ahiret biraz daha uzaklaştı kendilerinden. Dedesi belki koyu bir dindar idi, Babası ise sadece bir Hıristiyan idi, Kendisi Ateist oldu ama Oğlu da Satanistlere karıştı gitti...

Soruyorum sizlere, satanist için hakikat şeytanın arzu ve istekleri, onun kanunları ve amaçları ise bir satanistin en büyük düşmanı kimdir, kim olabilir? Uzatmaya elbette gerek yoktur, onun en büyük düşmanı elbette Allah’a Hakkı İle İman Etmiş Toplumlardır...

Kardeşlerim, bunları işkembeden atmıyorum sizlere, işin iç yüzünü, hakikatini anlatıyorum. Bilmiyorum kimler okur bunları ama okuyan kardeşlerime şunu söylemek isterim ki, size burada bin sayfalık bir anlatımda bulunsam yine de “bildiğim kadarını bile!” anlatamam! Bu konu işte o denli dalla budaklı girintili ve çıkıntılı bir konudur.

Vay canına! Demek buymuş! Diyebilmeniz için yüzlerce konuyu binlerce ayrıntıyı ve milyonlarca bağlantıyı kavramanız gerekir.

Siz, siz olun ve sakın ola ne siyasilere “En İyi Diye Bildiğinize Bile!” ne televizyonlarda haber diye gösterdiklerine ve ne de böyle Grand Tuvalet giyinmiş ve tatlı tatlı konuşan bir ilahiyatçıya dahi güvenmeyiniz! Çokları onlardan ya da onların adamıdır! Amaçları da tüm tarih boyunca yaptıkları şeyi sizlere de yapmaktır. Kendi kavimlerini, diğer kavimlerini ve önlerine çıkan her kavmi ne yaptılar bu adamlar? Yaptıkları şey sadece şu idi:

BÖL PARÇALA ve YOK ET!

Peki amaçları ne idi, neden yapıyorlardı bunu? Şundan dolayı ki:

ALLAH ve O’NUN GETİRDİĞİ HAKK DİNLERİ SİLMEK, ŞEYTANIN YARDIMLARIYLA DÜNYAYI CENNET (!), TOPLUMLARI DA KENDİLERİNE KUL KÖLE (GILMAN) ETMEK İDİ.

Sakın aldanmayın televizyonlarda izlediklerinize, %99’u sahtekârdırlar ve %1’ini de, sürü psikolojisi yüzünden insanlar önemsemezler. Hâlbuki önem verip izledikleri inandıkları o çoğunluk aslında aşağılık yalancıların ta kendileridir!

Aman deyim dikkat! Sakın aldanmayın sakın! Hele ki, Allah Kur’an da açık açık “Allah elbette kötülüğü, hayâsızlığı emretmez!” demiş iken sakın geçip de insanların haklarını yiyen, onları alakasız yere öldüren, şeriat bunu gerektiriyor diyerek uluorta milletin orasını burasını kesen, insanları kısım kısım ayırıp bilmem ne’ci’ yaparak her bir grubu diğerine düşman eden aşağılık sahtekârlara aldanmayın!

Aman deyim dikkat! Sakın aldanmayın sakın! Hele ki, size Müslüman gibi görünüp İslamiyet’in mahiyetini ve muhteviyatını saptıran hacı hoca görünümlü münafıklara kesinkes kanmayın! En yaman düşman onlardır! Onlar sadece Kur’an’dan konuşurlar, Yahudi Hıristiyan kelimelerini ağızlarına almazlar, alsalar da onları da Allah’a inanıyorlar diye (!?) Cennetlik göstermeye çalışırlar, böyle göstermeseler de onların İslam Âlemine düşman olduklarını belirtmez, altını çizmezler! Onlar sadece Kur’an’dan konuşurlar ve çevirdikleri bir Ayet olsa, izahatta bulunurken de yalan yanlış, kelimelerin ya yerlerini değiştirirler ya da anlamlarını saptırırlar! Onlar özellikle de Resulullah Efendimizin de (s.a.v.) dediği gibi münafıkların ta kendileridir ki, İslam Yolunda Saçlarını Ağartmış Kimseleri, Allah Dostu Veli Kulları ve İlim Ehli Büyük İslam Âlimlerini ve Adaletli Önderleri Küçümseyip Alaya Alırlar!

Allahû Teâlâ Hepimizden Razı Olsun, Bizleri Yolundan da Ayırmasın İnşaAllahû Rahman; selam ve dua ile...

Şu iyi bilinmeli ki

Şu iyi bilinmeli ki ne Amerikalı ne İngiliz ne de bilmem nereli ve kim olursa olsun, Allah’ın Kanunlarını değiştirmekten başka hiçbir şey değildir çabalayıp ter döktükleri işler.

Tüm bu uygulamalar esasen adım adım, yani nesilden nesile insanların din algısını değiştirip toplumları kitleler halinde Allah’tan ve Allah hakikati ile birlikte Uhrevi hakikatlerden uzaklaştırmak için yapılan Tarihi – Büyük – Masonik (aslında Satanik demeliyiz ya, neyse...) plan ve projelerinin birer parçacığıdır.

Böbürlenmek gibi olmasın ama oldukça ilgili ve gözlemci bir Müslüman’ım Elhamdülillah ve çok okuyan çok araştıran bir yapım vardır. Bu yüzden söyledikleriniz farkında olduğum şeyler ve bununla beraber söyledikleriniz ve söylediklerim çok kimselere masal gibi gelecektir.

Çünkü öyle köklü ve şeytani bir organizasyondur ki bu işler, resmen adamı şişler!

Adamlar Büyük Roma İmparatorluğunun Kudüs’e girip (M.S. 70) kendilerini kılıçtan geçirmelerinden evvel dahi şeytani planlarını yüzyıllardır uygulaya geliyorlardı. Onlar için Kutsal Süleyman Tapınağı’nın yerle bir olması ve yurtlarının işgal edilip ırklarının öldürülmesi ise gaflet içindeki Yahudi Toplumunu –gerçekten dindar olanlarını bile– kendi şeytani çıkarları doğrultusunda kullanmaları için büyük bir fırsat ve avantaj idi.

Böylelikle ilk önce, herkesten evvel kendi toplumlarını, yani Yahudi Irkını dünyaya karşı kin ve nefret dolu bir toplum haline getirdiler. Birkaç nesil süresi kadar bir zaman içinde Dedesi koyu bir Musevi iken Babasını Musevi yaptılar, Kendisi Ateist oldu ve Oğlunu da Satanist ettiler.

Buraya Dikkat!

Zalimler Yahudi Ruhbanları ve onlara uyan zengin ve varlıklı Yahudilerdi ama kendi insanlarını dünya toplumlarına kin ve nefret besleyen birer zalim haline getirdiler! Söz konusu ettiğim kimseler kendilerine Mason diyen aşağılıklardır.

Aslında hakikat, Mason sözcüğü Eski Mısır Firavunu ‘Tut–Ankh–Amun’ nun isminin son kısmının okunuşu olan AMON’dan türemiştir. Kelimenin sonuna getirilen ‘S’ (çoğul) takısı ile AMONLAR kelimesini elde edersiniz Mason sözcüğünün içindeki harflerin yerlerini değiştirip sonundaki ‘S’ takısını kaldırırsanız AMON kelimesini kolayca yeniden çıkarabilirsiniz. Kısacası bu kimseler kendilerine AMONLAR, yani Amun’un soyu diyorlar.

Ki, bu kelime nasıl türetildiyse Hıristiyan Âlemindeki en koyu dindar rahiplerin bile her daim söyledikleri AMEN sözcüğü de aynı şekilde ‘Tut–Ankh–Amun’ isminin son kısmında bulunan ‘AMUN’ lafzının basitçe değiştirilmesi ile elde edilmiştir.

Ki, bu kelime oyunları o kadar çoktur ki, yazmaya kalksam bitmez! Yine mesela Eski Mısırda Güneş Tanrısı “God of Sun” diye tapındıkları ‘Amun–Ra’ için de benzer bir oyun vardır. Tüm Hıristiyan Âleminde “Kutsal” olarak kabul edilen ‘Pazar Günü’ yani “Sunday” sözcüğü de bu tip kelime oyunları ile türetilmiş bir sözcüktür. Bunu anlamak için Yahudilerin Hz. İsa’yı (a.s.) neden çarmıha germek istediklerini anımsamanız gerekiyor öncelikle.

O günkü Yahudi Ruhbanları ve varlıklıları Hz. İsa’yı (a.s.) öldürmek istemişlerdi çünkü O, beraberinde hakikatleri getirmişti yani Allahû Teâlâ’nın Kanunlarını! Bu ise bu Ruhban takımının ve varlıklıların işine gelmemişti. Onu öldür(emediler)düler ve bu yüzden de tüm Hıristiyan Âleminin nefretini kazandılar.

Oysa Hz. İsa’dan sonra 70 yılında Büyük Roma İmparatorluğunun Kudüs’e girip kendilerini katletmelerinden sonra sığınabilecekleri topraklara ihtiyaçları vardı. Bir kısmı Büyük Osmanlı İmparatorluğuna sığındı ki, bu grup her anlamda rahat idiler ama sayıları fazla değildi. Kime göre fazla değildi? Bugün Avrupa olarak bildiğimiz topraklara kaçıp göçen Yahudilere göre azdılar. O günlerde ise Avrupa Kıtasının ismi Büyük Hıristiyanya idi ve iyi veya kötü dinini yaşamakta olan bu toprakların sahipleri tarafından hiç de konuksever olarak karşılanmamışlardı çünkü her şeyden evvel isimleri “İsa’nın Katilleri”ne çıkmıştı bir kere...

Gittikleri Hıristiyanya Kıtasında karşılaştıkları her dindar Hıristiyan onlara kin ve nefret besliyorlardı bu yüzden. Yolculuk uzun sürmüştü ama sonunda İspanya Krallığına geldiklerinde oradaki insanlar (Çingeneler!) tarafından kabul gördüler! Ancak orada sonsuza kadar kalamazlardı çünkü inandıkları bir efsane vardı, bir kehanet! İşte bu sebepten dolayı yapacakları çok işleri vardı.

İlk olarak İspanyol Büyücülerle (Cinciler ile) ortak bir noktada birleştiklerini fark ettiler ki, kendi kıt akıllarınca bu geri zekâlılarla güçlerini birleştirip inandıkları kehanete hizmet etmeliydiler! Zaten dikkat ederseniz koskoca dünyada kendilerine yurt edinemeyen, hakiki huzur mutluluk ve güvene eremeyen iki toplum vardır ki, onlar da bu iki yaramaz topluluktur.

Nihayetinde yüzyıllar süren inanılmaz çılgın planlarını aşama aşama gerçekleştirdiler. Ne var ki Büyük Hıristiyanlığı Martin Luther (resmiyette yani?) aracılığı ile devirdiler. Uzun süren çalışmalardan sonra kıtanın sahiplerini dinden kopardılar. En son olarak Büyük Britanya’ya girmeyi de başardılar. İşte ne olduysa bundan sonra oldu zaten. Yukarıda bahsettiğim Hıristiyanların Kutsal görüp saydıkları Pazar Gününü de kendi emelleri doğrultusunda biçimlendirdiler. Ne de olsa bulundukları yer İngiltere idi ve onlar da süzme piç olduklarından kendilerine sunulan her şeytani ve batıl işe kolayca kucak açabiliyorlardı. Yeter ki kendilerine Eski Babil’de de bilindiği gibi “Şeytanın Dışkısı”nı teklif etsinler; yani parayı ve maddi gücü!

Büyük Hıristiyanya Kıtası topraklarında yaşayan insanlara yaptıkları en büyük kahpelik İncili değiştirerek Hıristiyan ile Yahudileri birbirine dostlarmış gibi göstermek, hatta daha da beteri, hesapta Allah’ın Oğlunun (!) -HÂŞÂ- Hıristiyanlara “Yahudi Irkını Sevmeyen Benden Değildir!” gibilerinden konuştuğunu (ki bu sözleri Allah’ın Ayeti olarak görüyorlar!?) aşılamaları ve kendilerine kul köle etme yolundaki aşağılık işleridir. Her neyse, bu konulara girmek istemiyorum, ne yazık ki kısa yazmayı öğrenemedim bir türlü, kusura bakmayın.

Neyse, sonuçta Pazar Günü manasına gelen “Sunday” sözcüğünü kutsal göstermeyi de başardılar. Bunu yaparken de yine klasik kelime oyunu konusundaki yeteneklerini (!) kullandılar ve Pazar Günü manasına gelen “Sunday” kelimesinin içindeki “Sun” lafzını aldılar. Bunu, bu “Sun” lafzını, tıpkı kendisi gibi okunan Oğul, yani “Son” kelimesi gibi saydılar. Hıristiyan Âleminin Pazar Gününü Kutsal saymasının nedeni de budur. Yani okunan şey her ne kadar “Pazar Günü” gibi bilinse de aslen “Oğul Günü” manasında kullanılmaktadır. Yani tövbe hâşâ, sözde Allahû Teâlâ’nın Oğlu Olan Hz. İsa’nın Günü kabilinden bilinmektedir...

Peki, neden böyle bir şeyi yaptıklarını biliyor musunuz? Bunun yaptılar çünkü Hıristiyanları gıdım gıdım kendilerine çekmeleri, çekme, yandaş etme işi bittikten sonra da kendilerine kul köle etmeleri gerekiyordu. Şeytani projelerinin sıra dışı ama fevkalade başarılı meyvelerini toplamalıydılar! Yaptıkları şey kısaca şu idi:

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...