4 Şubat 2020 Salı

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.


Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor. 
Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kıskaç içine alınılmaya çalışılıyor. Türk insanı ve Türkiye için büyük tehlike arz edenlerden biri de Yehova Şahitleri.
Özellikle Türkçe bilen misyonerlerini kullanan bu saçma sapan tarikat periyodik olarak, bıkmadan usanmadan evlerin kapılarını çalıyor ve misyonlarını tanıtmaya çalışıyorlar. Her dilde basılmış olan broşür ve kitaplarını hediye ediyorlar, ibadethane olarak gördükleri kiliselerindeki ayinlerine davet ediyorlar.

“Hıristiyanlık ve Yahudilik”, “Yehova Şahitleri” adı altında faaliyet göstermektedirler. 
Kendilerini Hz. İsa’ya nispet edilen İncil’in telkin ettiği saf Hıristiyanlığın müdafii olarak takdim eden ve çeşitli kombinezonlarla gençleri, bilhassa din yönünden aydınlatılmamış nesilleri kandırma yollarını arayarak, Yahudi zihniyetine hizmet ettirme gayesini güden bu mezhep, 
Yahudi teşkilatından başka bir şey değildir… En geniş faaliyet sahalarından bir tanesi de Türkiye’dir.

* * *
Yehova Şahitleri’nin insanları etkilemek ve hedeflerine ulaşmak için başvurdukları psikolojik usulleri ve telkin metotlarını okuduğunuzda durumun vahametini daha da iyi anlayacaksınız:

1 — Dünyadan ve insanlıktan ümitsizliğe uğratmak, savaş, yer sarsıntısı, sel baskını, kıtlık, hastalık, hatta hava kirlenmesi üzerinde durarak, insanın bunlarla cezalandırıldığı veya insanın bunları düzenleyemeyeceği telkinini yapmak, kendileri dışında mevcut dinleri, manevî idealleri, partileri, hukukî nizamı kötüleyerek, manevî bir buhran, zihnî bir bezginlik, ümitsizlik telkin etmek.

2 — Korku içinde bırakmak. Yakında ölüneceği, Yehova Şahidi olmayanlar için ise kıyamet ve felaket geleceği-

3 — Biricik kurtuluş ümidinin ve gerçek yönün kendilerinde olduğunu telkin.

4 — Avlanan insanları grup, kitle psikolojisinden faydalanmak üzere, kızlı, kadınlı dinî toplantılara götürüp, konuşmaların, tanışmaların manevî havasından faydalanmak.

5 — Devamlı, sürekli konuşma, telkin. Ses tonunu değiştirme (sesi alçaltıp, yükseltme), birkaç dakika birisinin konuşması, sonra diğerinin devam etmesi.

6— Devamlı, sürekli okutma, aynı inançla ilgili yeni yayınların arkasını kesmeden vermek ve onları okutmaya çalışma. Böylece hem sözlü, hem okumalı telkine tâbi tutma.

7 — Hıristiyanlık kutsal kitabını mantıki tahlil ve muhakeme. Ondaki tutarsızlık ve çelişmeleri göstermeden, çok zaman teviller ve onun pürüzlerinden sapmalarla işi değiştirme ve diğer dinleri ciddi bir inceleme okuma ve mukayese etme faaliyeti, emeği olmadan tek taraflı bir ezbercilik faaliyetine sevk etme.

8 — Dünya çapında bir kuvvete ve çokluğa, örgüte dayanma ve mensubiyetle övünme, güvenme, kendine önem verme, verdirme ve bu gibi durumlar.

9 — Aktif, aksiyoner veya eylemci bir hale, bir robot haline gelme ve getirilme, vaiz öncü yapılma.

10 — Yabancı memleketlere seyahat ve temas imkânları, kongrelerin, toplantıların havasından telkin altında kalış.
11 — Yehova Şahidi kadınlarla evlendirme metodu veya kadınları Yehova Şahidi erkeklerle evlendirme usulü.
12 — İş ve menfaat sağlama, aylık alma vesaire imkânlarla kendilerine çekme.

13 — Bir çevre temini veya tesisi, yeni dostluklar, arkadaşlar edinme psikolojisi.

14 — Maddî, cinsî menfaat, bu türlü arkadaşlıklar kurma ve örgüte girme suretiyle zevk temin etmek.

15 — Bilhassa Türkiye’de İslâmî bilgisi olmayan, imanı, inancı zayıf, geniş tahsili bulunmayan insanlar üzerinde çalışma, onlara ciddi ve gerçekmiş gibi, hayatlarında roman ve hikâyeden, gazete ve resimli romanlardan başka bir şey okumamış olanlara önem vererek kendi telkinlerini, verdikleri kitapları, dergileri hazmettirme. Onları hipnotize edilmiş bir hale getirme.
* * *

Yehova Şahitlerinin vaizleri, öncüleri ve daha ileri mevkideki adamları bu konuşma ve tartışmalarda sakin kalmak, sinirlenmemek, kızmamak gibi alışkanlıklarla yetiştirilirler. Görüştükleri kimse onları kovsa bile, kavgaya mahal vermeden uzaklaşmak hususunda emir aldıkları için ses çıkarmazlar ve kendilerini istemeyenlere “keçiler” diyerek, onları inatçılıkla (içlerinde ve kendi aralarında) küçümserler.
Yehova Şahidi örgütünün propagandacıları, kendisinden kitap ve dergi almak isteyenlere hatta bunları, kendilerini incelemek için olsa bile aldırış etmezler, yeter ki kendileriyle konuşulsun ve yayınlarından alınsın. Onlar er-geç kendi telkin kabiliyetlerine ve bu telkin metodunun başarı kazanacağına inanırlar.
Yehova Şehitleri’nin öncüleri, müjdecileri ve vaazla, daha doğrusu propaganda ile görevlileri çok metotlu, planlı çalışmaktadırlar.
Ellerinde geniş bölge haritaları ve vaazda, telkinde bulunacakları kimselerin adları yazılı liste vardır. 
O günkü konuşmanın planını hazırlamak ilk işleridir. 
Bunu ufak bir pusula üzerinde yaparlar. 
Vaaz verirken arada bir durup karşıdaki şahsı inceler, bazen ona konuşma, soru sorma fırsatı vererek yine kendi bildikleri konuya dönerek vaaza devam ederler.

Kıyafetleri, giyimleri, temiz ve tertiplidir. 
Bununla da karşıdakine tesire çalışırlar. 
Vaazlarını denetleyen müfettişlerin veya bir üst dereceli dernek mensuplarının ellerinde matbu veya teksir makinesinde yazılmış veya daktilo makinesiyle düzenlenmiş, öğrenci karnesi gibi kağıtlara konuşma, telkin ve diğer hususlarda iyi, orta gibi notlar verirler. 
Kurnaz, işini bilir bir propagandacı olarak adamlarını yetiştirmeye çalışırlar. 
Bilhassa genç kız ve kadınların yardımından faydalanırlar. 
Umumiyetle bir kadın ve bir erkek veya iki kadın birlikte giderek propaganda yaparlar, tekrar görüşmek için – umumiyetle bir hafta sonra- söz almaya çalışırlar.
Yehova Şehitleri’nin kurucusu Charles Taze Russel’in (1852-1916) ahlaki karakteri: Maria Francis, 1879′da evlendiği Russel’i kendini beğenmişlik, bencillik ve kadınlara düşkünlük, ahlâksızlık iddiasıyla mahkemeye verdi ve Russel, mahkeme önünde evlatlık kızı Roz Boll ile olan cinsî münasebetlerini alenen itiraf etti. Russel mahkûm oldu. Fakat mahkeme kararına uymayarak karısına nafaka ödemediğinden, tekrar muhakeme edilerek aleyhte bir hüküm giydi.
Russel ahlâksız olduğu kadar büyük bir yalancıydı. Kendisini etrafındakilere, “Çok saygı değer çoban” olarak tanıttığını gören Protestan Baptist kilisesi üyesi, söylevci C. Ross, Russel’in sahte bir çoban olduğunu ileri sürerek, “Some facts about the selfstyled Pastor Charles T. Russel”, “Kendisine vaiz süsü vermek isteyen Russel hakkında bazı gerçekler” adlı broşürünü yayınladı. Russel buna karşı çıkarak, C. Ross’u mahkemeye verdi. Mahkemede avukatın bir sorusuna karşılık Russel, Yunanca bildiğini ileri sürerek yemin edince, avukat kendisine Yunanca bir İncil uzatarak okumasını söyledi, fakat okuyamayınca mahkemece “yalan yere yemin eden biri” olarak ilan edildi. Daha sonra, kendisinin başka din adamları tarafından takdis edilmiş, “çok saygı değer çoban” olduğunu söyleyince ispatı istenmiş, zor durumda kaldığından, kendisinin hiçbir din adamı tarafından takdis edilmemiş olduğunu itiraf etmeye mecbur olmuş, böylece mahkeme onun bir “yalancı” olduğuna dair hüküm vermiştir.”


Russel, yine satışa çıkardığı bir buğdayın az miktarının bile çok fazla ürün vereceğini, bu buğdayın mucizeli olduğunu ilan etti. 
Buğdayın içindeki büyük mucizeye inanan safdil, bilgisiz kimseler bunun bir avucunu 60 dolara satın alarak ektiler. 
Fakat doğru dürüst bir mahsul alınmayınca dolandırıldığını anlayan halk tarafından mahkemeye verildi Mucizevi olduğu reklam edilen buğdayın diğer buğdaydan hiç bir farkı olmadığını mahkeme huzurunda itiraf etti ve tekrar mahkum oldu.
Yine Çin ve Japonya’ya yaptığı seyahat sonunda oralarda ilk misyoner teşkilatını kurduğunu söylediğinden, kiliseler ve diğer ilgililer tarafından tekrar mahkemeye verildi. “Yalan yere propaganda eden” bir kişi olarak bu davada tescili yapıldı.
31 Ekim 1916′da ölen Russel daima kullandığı, “Şimdi yaşayan milyonlarca kişi hiçbir zaman ölümü görmeyecektir” sloganına rağmen, ölümü görmüş ve cehennemin gayyasına yuvarlanmış gitmiştir.
Şimdi Hıristiyanların amentüsüne bir göz atalım: Müslümanların amentüsünün Hz. Peygamber tarafından öğretilmesine rağmen, Hıristiyanların amentüsü Hz. İsa tarafından değil, çok daha sonra gelen Hıristiyan din alimleri tarafından meydana getirilmiştir. Nasıl olur da bir dinin amentüsünü peygamber değil de, insanlar hazırlayabilir? Peygamber İsa niçin hazırlamamış? Gelelim amentülerine:
1 — Ben, yeri ve göğü yaratan her şeye kadir, baba Tanrıya inanırım. Tanrı için kullanılan “baba” tabiri çok alçaltıcıdır; zira insan cemiyetinde, kötü hatıra bırakan aile babaları vardır. Aynı zamanda baba terimi (sözü) cinsel ilişkileri hatırlatır. Baba da öleceği için ölümü düşündürür; yani Tanrı’nın öleceğini düşündürür. Mirası düşündürür.
2 — Ve efendimiz olan, onun biricik oğlu İsa’ya inanırım. Mecazî ve temsili manada bile olsa, hem eski Ahid ve hem de yeni Ahid’de (Ahid, kitaplarının ismi) İsa’dan başka insanlar için “Tanrı’nın oğlu” tabiri kullanılmıştır. Bu ise “Biricik oğul” tabiri ile tezat halindedir. Luka’ya göre (3/38), Âdem (a.s) Tanrının oğludur. “Seignur” kelimesinden, İsa’nın Tanrı oğlu, yani ulûhiyete iştirak ettiği anlaşılıyor ki bu da Allah’ın birliğine zıt düşmektedir.(268)
3 — Ruhu-1 Kudüs’ten gebe kalınana inanırım. Ruhu-1 Kudüs’ün gösterdiği fonksiyondan, onun Tanrı için bir alet olduğu görünümü çıkıyor. Amil ile alet aynı şey olamaz. Bu ruhu ulûhiyete ortak koşmak, ilahî birliğe ters düşer. Kur’an-ı Kerim (17-85) “ruh” kelimesinin emir manasına geldiğini beyan eder. Allah kendi emriyle, İsa’yı babasız yarattı. Bu durum fevkaladedir. Ve ilahî bir mucizedir. Diğer taraftan, Hz. Âdem’in yaratılışında bir anne de söz konusu değildir. Onun ulûhiyete ortak olmaksızın, fevkalade yaratılışı daha da üstün bir mucize idi.
4 — Ve bakire Meryem’den doğana inanırım. Şayet Tanrı bir bakireden bir çocuk doğurtursa, bu çocuğa değil, bizzat Tanrı’ya tapınılma gereğini ortaya koyar.
5-6 — Onun Pontus Pilatus’tan zulüm gördüğüne inanırım. Doğum, işkence, ölüm ve defnedilmek insanla ilgili özelliklerdir. Tanrı’nın özellikleri değildir. Şayet Hz. İsa’nın, aynı anda ilahî ve insanî olmak üzere iki hüviyete sahip olduğu ve onun insanî hüviyetiyle öldüğü söylenirse, bu dahi anlaşmazlıklara sebep olur.
7 — Cehennemlere indiğine inanırım. Cehennem günahkârların yeridir. Acaba İsa oraya niçin gitti ve bize oradaki acayip olaylar hakkında niçin bilgi verdi? Bir cezadan kurtarmak için mi? Allah suçluları affetmesi için bir masumu (günahsızı) cezalandırmaz. Günahkârları çıkarmak için, Hz. İsa niçin üç gün cehennemde kalsın? Hapishanenin kapısını açmak yeterli idi. Kaldı ki, İsa’nın oradan ayrılışından sonra gelecek günahkârların durumu ne olacaktı?
8 — Üçüncü gün tekrar canlandığına inanırım. Herhangi birşeyi yapmaya muktedir olmadan cehennemlere ölü olarak inişi, hiçbir işe yaramayacaktı.
9 — Göklere çıkıp, kadir olan baba Tanrı’nın sağına oturduğuna inanırım. Bu maddeye göre İsa, Tanrı’nın sağına oturduğu için, o (İsa) Tanrı’dan farklıdır. Zira birisinin, kendi kendisinin sağına oturması mümkün değildir. Şayet İsa, yeryüzünde insan olup, gökte de insan kalırsa o halde ne zaman Tanrı oluyor?
10 — Oradan gelip ölüleri ve dirileri hesaba çekeceğine inanırım. Şüphesiz ölüler, tekrar dirildikten sonra muhakeme edilirler. Fakat yaşayanları hesaba çekmek acelecilik olmuyor mu? Zira onların hayatı henüz bitmediğinden, çok sayıda iyi veya kötü hareketlerde bulunma imkânına sahiptirler.
11 — Ruhu-1 Kudüs’e inanırım.
12 — Mukaddes Katolik kilisesine inanırım. Tarih, kilisenin temel noktalarda bile görüş değiştirdiğini göstermiştir. Bu nedenle kilise dahi kesin ve mükemmel değildir.
13 — Azizlerin cemaatine inanırım Azizler günahkârları kurtarmazlar. Allah istediğini cezalandırma veya affetme konusunda kesinlikle hürdür. Şayet “communition” “uluhiyete iştirak” düşüncesiyle, biraz şarap içmek ve biraz ekmek yemek ameliyesine ihtiyaç duyuluyorsa, bu ilahi birliğin hiç bir şekilde müsamaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
14 — Günahların affedileceğine inanırım. Günahların affı, tövbe ve ilahî rahmet neticesinde olur. Bir masumun cezalandırılmasından değil. Velev ki Tanrı’nın oğlu olsun. Hıristiyan amentüsü metninin dışında İsa, Yeni Ahid’in hiçbir yerinde “Ben tanrıyım” demiyor. Bilakis tam zıddını söylüyor. Meselâ, Matta 12, 18′de şöyle diyor: “İşte benim seçtiğim kulum”. Tanrının bu sözünü söyleyerek bunu kendisine tatbik eden İsa, Tanrı’nın kulu ve kölesi ol maktan gurur duymaktadır. Yine Matta 24/36 ve Markos 13,32′ye göre, dünyanın sonu ne zaman gelecek sorusuna, İsa şöyle cevap verir. “Fakat o gün saat hakkında ne göklerin melekleri, ne de oğul, yalnız Babadan başka kimse bir şey bilmez.” Aynı şekilde Yuhanna 5/19′a şöyle denmektedir: “Doğrusu ve doğrusu size derim: Babanın yapmakta olduğunu gördüğü şeyden başka, oğul kendiliğinden bir şey yapamaz, Çünkü, o ne yaparsa, oğul da onları öylece yapar.” İsa Tanrı olmadığını, fakat onda fenafillah olduğunu, açıkça söylemektedir. (269) Ayrıca, aşağıdaki İncil ayetlerinde İsa için, “Ebul insan” denilmektedir.
* * *
Ev ziyaretleri yapan Yehova Şahitleri beni de ziyaret etmek istediler bir çok kez. Her defasında bu isteklerini geri çevirdim. Israrla bu isteklerini yinelediler ve bir gün bahçe kapısında kendileriyle ayaküstü görüştüm. Kendileriyle yaptığım bu on-onbeş dakikalık sohbette onları dinlemektense beni dinlemelerini istedim ve kendilerine bazı sorular yönelttim, misyonerliğini yaptıkları tarikat hakkındaki düşüncelerimi aktardım. Bilgim onları şaşırttı ve sorularıma cevap bile veremediler. Gördüm ki, onlar bile misyonerliğini yaptıkları tarikatın asil amacından haberleri bile yok. Ben kendilerine amacını kısa ve öz açıkladım. Benim gazetecilik ve yazarlık geçmişimi öğrendikten sonra da arkalarına bile bakmadan gittiler. O gündür bugündür uğramıyorlar.
Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.


"Biri bir yanağına vurursa ona karşılık verme, sen öbür yanağını da çevir"HRİSTİYANLAR BUNU HİÇ UYMADI


Hristiyan yazarlar tarafından sürekli olarak tekrarlanan ve her vesile ile örnek diye gösterilen "Biri bir  yanağına vurursa ona karşılık verme, sen öbür yanağını da çevir" mealindeki Hz.İsa'ya atfedilen sözün, sosyolojik ve psikolojik yönlerden tahlilini yapmak gerekir.
Bu ifadeyi psikolojik yönden ele alırsak bu sözün insanlara kendilerini savunmama, kim ne yaparsa yapsın karşılık vermemek sureti ile kendini ezdirme, hatta yok olma duygusunu aşıladığını görürüz.
Eğer bir toplumda zalimler, insanların mallarını haksız yere gasbedenler, insanlara eziyet edenler hiç karşılık görmeyip her istediklerini istedikleri zaman yapabilirlerse, yaptıklarına hiç ceza verilmez ve yaptıkları sürekli olarak yanlarında kâr kalırsa elbette bu çeşit hareketler yaygınlaşır, sonunda toplumda huzur ve sükun kalmaz.
Haksızlığın ve zulmün ceza görmediği bir cemiyetin ayakta durması ve varlığını sürdürmesi imkansızdır. Muharref İncillere göre Hz. İsa, zina ve hırsızlık gibi suçları işleyenleri dahi cezalandırmamak eğilimindedir.
Böyle olunca hukuki kuralların hiç uygulanmadığı, zalimlerin serbestçe zulmettiği ve mazlumların haklarını aramadıkları bir cemiyet ayakta kalabilir mi?
Yukarıda aktardığımız Hz. İsa'nın sözleri, haksızlığa ve zulme uğrayan insanlarda pısırıklık, miskinlik ve tam teslimiyet fikrini aşılamakta, insanları kaderciliğe doğru sürüklemektedir. İnciller, Hinduizmin kendi kast sisteminde alt tabakalardaki insanlara aşıladığı kaderci ve teslimiyetçi zihniyetin aynısını, işçilere ve kölelere aşılamaya çalışmaktadır. Hz. İsa'ya nisbet edilen şu sözden başka nasıl bir ma'na çıkarılabilir? "Ben size diyorum ki kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza bir tokat atana öbürünü de çeviriş. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla iki bin adım yürüyün."
Muharref İncillere göre Hz. İsa, verdiği misallerin çoğunda kölelik motifini kullanmakta ve köleliği razı olunması gereken bir kader gibi takdim etmektedir.
Hz.İsa, insanın Allah'a itaatini, kölenin efendisine itaati ile sürekli olarak mukayese etmektedir. Onun köleliğe bakışı şu sözlerinde açıkça görülebilir: "Hangi birinizin çift süren, ya da çobanlık eden bir kölesi olur da, tarladan dönüşünde ona, 'çabuk gel, sofraya otur' der. Tersine ona, 'yemeğimi hazırla, kuşağını bağla ve ben yeyip içerken bana hizmet et. Ondan sonra da sen yeyip içersin' demez mi?..
Kendisine verdiği buyrukları yerine getirdi diye köleye teşekkür eder mi hiç?" Hz. İsa'nın İncillerde verdiği misallerdeki köleliğe bakışı bu tarzdadır.
İncillere göre Hz. İsa, kölelerin herhangi bir hakka sahip olduklarını kabul etmemektedir. Ona göre kölelerin vazifesi he halükârda efendilerine hizmet etmektir, onların efendilerine karşı hiçbir hakları yoktur.
Hz. İsa'nın muharref incillerde geçen teslimiyetçi, kaderci ve tam itaat esasına dayanan kölelik anlayışına, Yeni Ahidin diğer kitaplarında da rastlamaktayız.
Bu kitaplarda köleliğin mahiyeti daha net olarak görülür.
Bilhassa Pavlos'un mektuplarında köleliğin bir kader olduğu, onun bütün vecibelerinin yerine getirilmesinin gerekli olduğu tekrar tekrar anlatılır.
Pavlos bu konuda şunları söylemektedir: "Boyunduruk altında olan kulların hepsi kendi efendilerini tam hürmete layık saysınlar, ta ki Allah'ın ismine ve talime küfrolunmasın ve iman etmiş efendileri olanlar, kardeş oldukları için onları hor görmesinler, fakat daha ziyade hizmet etsinler, çünkü bu hizmetten istifade edenler iman eyliyen sevgililerdir".
Pavlos gibi Petrus da, yazdığı risalelerinde kölelerin efendilerine kayıtsız şartsız itaat etmelerini şu şekilde emretmektedir: "Ey hizmetçiler! Efendilerinize, yalnız iyilere ve mülayimlere değil, fakat ters huylu olanlara da tam korku ile itaat edin. Çünkü eğer biri haksız yere elem çekerek Allah'a karşı vicdandan ötürü hüzünle dayanırsa bu makbuldür... İyilik işleyerek elem çekip sabrederseniz, Allah nezdinde bu makbuldür".
Gerek Petrus'un ve gerekse Pavlos'un mektuplarındaki bu sözler daha çok köle sahibi zenginlerle üst tabakadan insanların işlerini kolaylaştırmak için kaleme alınmış olmalıdır.
Biz, M.S. birinci ve ikinci yüzyıllarda Hristiyanlığın daha çok fakir, işçi ve köleler arasında yayıldığını, zenginlerin ve nüfuzlu insanların bu dine pek rağbet etmediklerini, zengin ve üst tabakadan insanların bu dine üçüncü asırdan itibaren girmeye başladıklarını biliyoruz.
Böyle olunca biraz önce aktarmış olduğumuz pasajların M.S. birinci veya ikinci asırda yazılmış olması uzak bir ihtimaldir. Bu pasajlar muhtemelen üçüncü asırdan itibaren Hristiyanlığa girmeye başlayan zenginlerin ve köle sahibi kişilerin işlerini kolaylaştırmak üzere başka yazarlar tarafından kaleme alınmış ve bunlar Petrus ve Pavlos'un ifadeleri imiş gibi onların risalelerine sokulmuştur.
İmparator Kostantin'in dördüncü yüzyılın birinci yarısında Hristiyanlığı kabul etmesi, imparatorlukta gitgide çoğalan Hristiyan nüfusun, kendisine bu din kanalı ile bağlanmasını sağlamak ve böylece tahtını sağlama almak gayesini taşıyordu. Kostantin, Hristiyanlık vasıtası ile bir yandan imparatorlukta dinî bir birlik sağlamayı hedef edinirken, öbür yandan topladığı konsiller vasıtası ile o sırada Hristiyan-ların ellerinde bulunan bütün İncilleri ve Risaleleri imha ettirmiş, bu kitaplardan sadece şu anda Hristiyanların ellerinde mevcut olan kitapları yeniden yazdırtmıştır.
Ancak onların da asıllarını imha ettirmiştir. Kanuni kabul edilerek yeni nüshaları kaleme alınan bu eserlerin yeni yazmalarına, devlet adamlarına, hükümetlere itaat fikrini ilave ettirerek kendi yönetimine bu yolla destek sağlama cihetine gitmiştir.
Bu ilavelerin en canlı örneği Pavlos'un Titus'a yazdığı mektupta görülmektedir.
Bu mektuta şöyle bir ifadeye rastgelmekteyiz: "Reislere ve hükümetlere tabi olmayı, itaat etmeyi ... onlara ihtar et". Bu ifadenin, birinci asırda hükümetin ve reislerin zulüm ve işkencesi altında inleyen ve sonunda öldürülen Pavlos tarafından söylenmiş olması imkansızdır.
Eğer o dönemde Pavlos, Hristiyan müminleri mevcut hükümete itaat etmeye çağırmış olsa idi, hükümet onu elbette öldürt-mez, aksine korudu.
Pavlos bu sözleri söylemiş olsaydı Roma yönetimi tarafından baştacı edilirdi. Kostantin ve daha sonra gelen imparatorlar özellikle bu vb. ifadeleri, Yeni Ahidin ka-nonizasyonundan sonra bu kitapta yer alan eserlerin yeniden yazılması sırasında bunlara ilâve ettirmiş olmalıdırlar.
Bugün elde mevcut olan en eski Yeni Ahit yazmasının, M.S. dördüncü yüzyılın ortalarında yazılmış olan bir yazmadan kopya edildiği söylenen bir yazma olduğunu daha önce belirtmiştik. Kanuni kabul edilen kitapların dahi bu tarihten önce yazılmış olan bütün nüshaları yok edilmiş ve ortadan kaldırılmıştır.
Bugün sahih olduğu kabul edilen kitapların ilk nüshalarında yukarda aktarmış olduğumuz pasajlar muhtemelen mevcut değildi. Bunlar bu kitaplara eklendikten sonra, yapılan bu ilâvelerin anlaşılmaması için daha önce yazılmış olan bütün nüshalar devlet eli ile kasden yok edilmişlerdir.
Hristiyanların, Hristiyan olmayan milletler üzerinde devamlı olarak hakimiyet kurmaya çalışmaları ve bu milletlerin en meşru haklarını dahi gasbetmeyi olağan saymalarının temelinde İncillerde ve Risalelerde geçen bu pasajların büyük tesiri vardır. Hristiyan mentalitesinde Hristiyan olmayanların hiçbir hakları yoktur, onlar Hristiyanların köleleri mesabesin-dedirler. Hz.İsa'ya nisbet edilerek İncillere alınan pasajlarda belirtildiği gibi, köle itaat etti diye ona teşekkür edilmez.
Hristiyan olmayan milletler ve devletler, Hristiyanlarla yaptıkları anlaşmalara ne kadar riayetkar olurlarsa olsunlar onlara teşekkür dahi gerekmez, zaten onlar böyle yapmak zorundadırlar.
Sonradan Hristiyanlığı benimseyen milletler ve devletler de daha önce Hristiyan olmuş devletlerin köleleri olmak durumundadırlar. Bunlar Hristiyan olmakla kölelik statüsünden hemen çıkamazlar.
Dolayısı ile efendi durumunda olan devletler, yeni Hristiyan olmuş bu devletleri kendi çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi kullanabilirler. Yeni Hristiyan olmuş bir devletin veya milletin ortaya çıkarak "Biz de Hristiyanız, eşitlik istiyoruz" demeye hakkı dahi yoktur.
Bu yeni Hristiyan olmuş devletlerin görevi, efendilerine itaat ve onların söylediklerine bir köle zihniyeti ile harfiysn riayetten ibarettir.
Hristiyan misyonerlerinin Hristiyanlığı yaydıkları yerlerde kurulan kiliselerin işleyiş tarzı konusunda Hristiyan dünyasında ihtilaflar çıkmış; yeni Hristiyanlığı kabul edenler, merkezî Kilise otoritesine tam olarak tabi olmayan mahalli kiliselerin kurulmasını ve bu şekilde faaliyet gösterilmesini isterlerken, bazıları mahalli kiliselerin tehlikelerine işaret ederek bunlara tam bir serbestlik verilmesinin doğru olmayacağını, bunların ne olursa olsun merkezi bir otorite tarafından denetlenmesinin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Bu merkezi otoriteyi tesis etme fikrinin temelinde ise sömürgeci, köle kullanıcı, ve başkalarının haklarını gasbetmeyi meşru gören ve gösteren Yeni Ahit mantığı vardır.
a.u

İngilizlerin Misyonerlik Faaliyetleri


1806 yılında Osmanlı Devleti’ne gelen İngiliz elçisi Stranford Cannig II. Mahmud’a ve Tanzimat ileri gelenlerine Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını önleyecek telkinlerde bulunarak düşüncelerini 4 madde halinde toplamıştır(Atay, 1971):
1. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılaşması için İslamiyet’ten ayrılması gerekir.
2. Türkler yenilik yapacak kabiliyette olmadığı için Orta Asya’ya dönmeye mahkumdurlar.
3. Türkiye’nin tek çıkar yolu, Hıristiyanlık anlamında medenileşmesidir.
4. Osmanlı İmparatorluğu için baş muzır İslam dinidir. Bu, Türklerin boşa giden enerjisi üzerinde yatan gerçek bir canavardır.
Son günlerde Batı ülkelerindeki bazı basın organlarının Hz. Muhammed’i terörist olarak göstermeleri, Batı’nın yukarıdaki düşüncelerinden en ufak da olsa uzaklaşmadığını göstermektedir.
Prof. Hüseyin Atay’a göre yukarıdaki 4 madde geçmişte Türkiye’yi parçaladı, gelecekte de parçalamaya devam edecektir. İster istemez Prof. Dr. Hüseyin Atay’ın düşüncelerine hak vermek zorunda kalıyoruz. Çünkü Avrupa Birliğine Uyum adı altında çıkarılan yasalar sonucu Türkiye’de binlerce kilisenin açıldığı kitle iletişim araçlarında yer almaktadır.
İngilizler 19. yüzyılda Sömürgeler Bakanlığını ihdas ederek Suudi Arabistan’da Vahabilik mezhebini kurdurdular(M. Hadimi, 1996). Vahabilik, hem dinsel hem siyasal olarak Hicaz bölgesinde Osmanlı Devleti’ne bir başkaldırı niteliği taşımaktadır. Vahabi isyanları Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü bozmakla kalmamış aynı zamanda imparatorluğun parçalanmasında katalizör rolü oynamıştır (Vurmay, 2005).
İngilizler, Türklerden bazı satılmış aileler bularak misyonerleri küçüklükten itibaren onların yanında bir Türk çocuğu gibi yetiştirmişler ve bunlardan bazıları cami imamlığı, medrese müderrisliği yapmışlar ve hatta Hariciye Nazırlığına kadar yükselebilmişlerdir. Bunlar arasında Bektaşi tarikatına girip post sahibi olanlar bulunmaktadır.
Fransız Elçisi Angelhard’ın aradaki dini engeli kaldırarak İslam toplumunu Hıristiyan toplumuna yaklaştırmak diye anladığı Tanzimat Fermanı ile bir takım misyonerler, Islahat Fermanı’nın verdiği izinden faydalanarak gayretlerini arttırmış, sokakta ve vapurlarda ve Müslümanlık aleyhine olan yazıları ve İncilleri Müslümanlara dağıtmaya başlamışlar ve birkaç Müslüman’ın Protestan olmalarını başarmışlardır. Bunlar İstanbul hanlarında vaaz ederek Müslümanlar aleyhinde açıklamalarda bulunup küfür ve saldırıda bulunacak derecede cüretlerini ileri götürmüşlerdir(Güngör,1999).
Tanzimat Dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa, papa ile görüşmüş ve kendisinin Hıristiyan olduğu iddiaları öne sürülmüştür. Bilinen bir şey var ki onun döneminde misyonerlik faaliyetleri artmış misyonerler, İstanbul’da Fincancı Yokuşunda bir kilise kurmuşlardır.Bu kilisede çok sayıda insan Protestanlaştırılarak İslam dininden uzaklaştırılmıştır (Baş, 1996).
1710 yılında İngiliz Sömürgeler Bakanlığı, İstanbul’a ajan olarak gönderdiği casus Humpher’e bir kitap vermiş ve bu kitapta misyonerlerin ne yapması gerektiği şöyle anlatılmıştır(Baş, 1996):
1- Sünni ve Şii Müslümanlar arasında birbirine karşı kötümserlik ve kuşku uyandırınız.
2- Müslümanların cehaletini koruyun ve bilgi edinmelerini önleyin.
3- Tembelliği teşvik edin ve çalışmalarını engelleyin. Cenneti rengarenk göstererek dünya için çalışmalarını, çaba sarf etmelerine mani olun.
4- İçki, kumar, fesat ve fuhşu yayın. Domuz eti kullanmayı teşvik edin.
5- Din bilginleri ile halk arasında karşılıklı saygı ve sevgiyi bozun. Bunu hiçbir İngiliz memuru unutmamalıdır. Bu yolda iki iş yapılmalı
a) Din bilginlerine iftira etmek,
b) Din bilginleri arasında sömürgeler bakanlığının memurlarını din alimi kisvesi altında yerleştirin.
6- Baba oğul arasına nifak sokarak, birbirleriyle çatışmalarını sağlayın.
7- Müslüman kadınların edepli giyinmelerine engel olun. Ajanlarımız gençleri gayri meşru ilişkilere teşvik etsin, Hıristiyan kadınlar çıplak giyinerek gezsinler ve böylece Müslüman kadınlar onları taklit   edeceklerdir.
8- Müslümanların elinde bulunan Kuran hakkında şüphe uyandırın. İçinde eksik veya fazla bulunan kuranlar basın. Kur’andaki bazı ayetlerin değiştiğini ve Kur’anın eksik olduğunu iddia edin. Ne yazık ki bu inanç, misyonerlerce Anadolu Alevilerinin bazılarına benimsetilmiştir
9- İslam ülkelerinde çok sayıda kilise açınız.
10- İçki, kumar ve fuhşu öyle yaymalıyız ki genç nesil dinden tamamen uzaklaşsın. Devlet adamları, esnaf ve güçlü kişilerin peşine güzel Hıristiyan kadınlarını takmalıyız. Bu güzel yüzlü dilberleri onların toplantılarına sokmalı böylece siyasi ve dini güçlerini kaybetsinler, halk onlara kötü gözle baksın, haklarında kötü düşünsün, İslam dinine duydukları inanç azalsın.
11- İslam ülkelerinin tarımlarını ve diğer gelir kaynaklarını ortadan kaldırmalıyız,
12- Halk arasında esrar ve diğer uyuşturucu madde alışkanlığını arttırmalıyız.
13-Müslümanlarda ırkçı ve aşırı milliyetçi duyguları kamçılayın. Onların kendi dil ve kültürlerine sıkı sıkıya bağlı olmalarını engelleyin. Nitekim Almanların Türkiye’deki bazı Türkçü derneklerle Almanya’da faaliyet gösteren Kaplancı gibi dinsel grupları destekledikleri bilinmektedir. Yine Türkiye’de bazı tabelaların İngilizce yazıldığını biliyoruz. Bu da bir çeşit kültür misyonerliği olsa gerektir.

Misyonerlik emperyalizmin mızrak ucudur.

Misyonerlik kelime anlamıyla "Her Hıristiyan tarafından dinin tebliği"dir.
Fakat Türkiye'de çoğunlukla "Ortodoks dininin Yunan millî hedeflerine ulaşmak amacıyla bir araç olarak kullanılması"dır.
Yunan milliyetçiliğinin hedefleri bütün Kıbrıs, bütün batı Anadolu, bütün Trakya, Argonotların altın postu aradığı Kaf (kas) dağlarına kadar Anadolu'nun Karadeniz sahilidir.
Yunanlıların bütün bu boyundan hayli büyük toprak parçalarını istemesi normal karşılanmaktadır ama bu saldırıya maruz kalan Türkiye'nin kendini savunmak amacıyla mesela Kıbrıs'ın yarısına çıkması, orada kalmak istemesi tepki görmektedir.
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü Sevgi Erenerol hanıma, katıldığı her televizyon programında her sunucunun sormaktan büyük keyif duyduğu bir soru vardır;
"Hıristiyan olduğunuz halde misyonerliğe neden karşısınız?"
Sevgi Hanım da her seferinde hiç üşenmeden arkasına şöyle bir yaslanıp yutkunduktan sonra tane tane hep şu aynı cevabı vermekten büyük zevk duyar;
"Çünkü ben Türk'üm. Hıristiyan (Ortodoks) dininin genelde bütün batılılar, özelde Yunanlılar tarafından Türk Devletinin milli bütünlüğüne karşı sömürü amaçlı kullanıldığını gördüğüm için misyonerliğe karşıyım. Aynı nedenle AB'ye de karşıyım. Küreselleşmeye karşıyım, ABD emperyalizmine karşıyım. Misyonerlik emperyalizmin mızrak ucudur."
Bu cevap Türkiye üzerine oynanan büyük oyunu bütünüyle açıklamaya yeterlidir.
Cevabı herkes anlamakta, fakat zihni ve fikri devşirilmiş aydınlar ile mandacı ve bölücüler anlamamaktadır.
Etrafınıza şöyle bir bakarak anlamamakta israr edenlerin mütarekeci, mandacı ve bölücüler olduğunu kolaylıkla çözebilirsiniz.
Ben her programda Sevgi Hanım'a aynı sorunun sorulmasından, hemen arkasından da aldıkları cevaptan hoşlanmayanların suratlarının aldığı hali seyretmekten gizli bir haz duyuyorum.
Meşreplerini ifşa ettiklerinin farkında değiller.
Milli hedef" kavramı ile neyin ifade edilmek istenildiğini bir örnekle gösterelim:
Yunanistan ve İstanbul Rumları arasında çok değer verilen ve hala nesilden nesile dikkatle aktarılmakta olan bir Ayasofya Efsanesi vardır. Bu efsaneye göre İstanbul'un fethi esnasında Ayasofya'da bir rahip tarafından icra edilmekte olan kutsal kudas âyini-Türk köpeklerin-gelmesiyle yarıda kesilmiş ve rahip de orada bir sütuna dönüşmüştür. Rumların geri gelmesiyle beraber ışıl ışıl bir yüz ve elinde bir kadehle ortaya çıkacak ve ayine bıraktığı yerden devam edecektir. Aslında son imparator da ölmemiştir ve mermere dönüşmüş olarak muzaffer imparatorların geleneksel giriş noktası olan Altın Kapı'nın ardındaki bir mağarada uyumaktadır. Bir gün semadan bir çağrı duyarak hayata dönecek ve bir meleğin kendisine getireceği bir kılıç ve "kuzeyin sarışın insanları"nın yardımıyla Türkleri Acem sınırının ardındaki "Kızıl elma"ya sürecektir.(1) ("Konstantinopolis" Philip Mansel. Sabah Yay. Kasım 1996. Sayfa 24)(1)
"Kuzeyin sarışın insanları" sakın sarışın AB'liler olmasın?
İlgilenenler için bir not: "Altın Kapı" Türkler tarafından o tarihten sonra duvar örülerek kapatılmıştır.
Rumların milli hassasiyetleri bu kertede iken Türklerinki nasıldır dersiniz?
Kasım 2001 içinde Azerbaycan Meclis Başkanı Aleskerov, beraberinde bir heyetle İstanbul'a gelir. Ziyaret programında tarihi yerler vardır, Dolmabahçe'ye de gidilir. Dolmabahçe Saray Müdürlüğü kadrosunda tam 60 adet kadrolu rehber vardır. Azerbaycan heyetini gezdirmek görevi işte bu 60 rehberin içindeki Ermeni asıllı İlona Baytar'a verilir. Üstelik Baytar müzeyi gezdirirken Azerilere "Dolmabahçe Sarayı'nın inşaatını Kayseri asıllı Ermeni Balyan Ailesi yapmıştır" diyerek vurguda bulunur. Azeri heyeti tepki göstererek olayı protesto eder.
Bunun adı da en hafif deyimiyle herhalde "milli hassasiyetsizlik" olur.
"Hassasiyet" kelimesinin "haysiyetsizlik" ile müthiş bir ses uyumu taşıdığını fark ettiniz mi?
Bu bölümü; adalı olsun, kıt'alı olsun kadın erkek yaşlı bütün Rumların 400 yıl süren Türk egemenliğini protesto etmek için boyunlarına hala siyah mendil bağladıklarını ve kıyafetlerinde siyah rengi tercih ettiklerini belirterek bitirelim.(2) ("Girit'te Bir Şehrin Hikayesi". Pandelis Prevalikis. Belge yay. İstanbul 1997. Sayfa 17(2)
İnanmayan gitsin baksın Batı Trakya'ya, Kıbrıs'a... Bu ne bitmez tükenmez kinmiş?

Toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Ülkemiz, 21. asrın ya da üçüncü bin yılın başlarında çeşitli ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve dini sorunlarla karşı karşıya hatta iç içe bulunmaktadır. Bütün bu sorunlar biri diğerinin sebebi olmakta ya da biri diğerini tetiklemektedir.

Hastalıklı bir beden nasıl ki mikroplarla mücadelede başarısız olursa, toplumlar da onun varlık sebebi olan değerlerin zayıflaması sonucu dayanma gücünü kaybederler. Milletler arası yarışta öne çıkmak isteyen toplumlar, rakip olarak gördükleri toplumları çökertebilmek için çeşitli araçları kullanarak, onlarda bir değerler erozyonu meydana getirirler ve çoğunlukla dıştan müdahalelerin zor ve pahalı olduğu düşünülerek daha kolay ve ucuz olması sebebiyle içten çökertme yöntemi uygulanmakta ve bundan da önemli ölçüde verim alınmaktadır.

Soğuk savaş dönemlerinde, toplumların rehavete düşmeleri ve bazı direnç noktalarının kırılması, dış güçlerin başarısını artırmaktadır. Zira geleceğe ait hesapları ve projeleri olmayan toplumlar, bu tür soğuk savaş dönemlerinde hazırlıksız yakalanmakta ve çoğunlukla da sıcak savaş şartlarından daha büyük bedeller ödemektedirler.

Toplumsal direnci zayıflatan, değerler erozyonunu hızlandıran etkenlerin başında lüks, moda, içki ve uyuşturucu bağımlılığı, ahlaki ve dini çöküntüler gelmektedir. Bu yüzden toplumlar gelecek konusunda kendilerini güvende hissedebilmeleri için kimliğini oluşturan değerleri koruma konusunda   duyarlı ve dikkatli olmak zorundadır.

Milli değerler tarih süzgecinden geçerek, örf adet ve geleneklerle bütünleşerek, her çağ ve coğrafyada milleti ayakta tutarlar. Bir ırmağın sürüklediği kum tanecikleri gibi biri birilerini törpülerler ve belli bir uyum sağlayarak ortak kaderi paylaşırlar. Bir arada olmaları onları güven içinde mutlu kılar. Bu insicam her zaman dış etkenlerin müdaheleleriyle bozulmaya açıktır ve her zaman da böyle bozulmuşlardır. İşte toplumlar belli ülkü ve değerler etrafında mutlu bir varlık sürerek güçlerini korurlarken başkaları bu mutluluğu kendileri için bir dezavantaj olarak görerek bozmaya yeltenebilirler.

İşte toplumsal bütünlüğü tehdit eden ve onu tehlikeye sokan unsurlardan biri de misyonerliktir.

Misyonerlik, bir dinin insanlara tebliğini görev kabul etmiş olan insanların yani misyonerlerin yaptığı iştir. Tarihi süreçte Hıristiyanlıkla özdeşleşmiştir ve misyonerler onun sembolü haline gelmiştir. Değişik bir ifade ile "misyonerlik" denince Hıristiyanlık, Hıristiyanlık denildiğinde de misyonerlik akla gelmektedir.

Her ne kadar misyonerlik belli bir dini diğer bir din mensubuna tebliğ gibi anlaşılsa da bu, bir dinin masumane tebliğinden farklı bir şeydir. En azından bu faaliyetlerin tarihi geçmişi bu görüntüyü vermiştir. Zira misyonerlikte en azından iyi niyet ve masumiyet bulunmamaktadır. İnsanların inanma duyguları istismar edilmekte, zaaf ve beklentilerinden yararlanılmakta ve bu süreçte bazı empozeler yapılmaktadır. Hatta buna dayalı olarak imkanlar ölçüsünde karşı inanç ve düşünceleri karalama, tahrif ve aşağılama vardır.

Hıristiyanlıkta misyonerlik faaliyetlerinin kaynağı olarak kabul edilen Matta İncili 4. Bap 19. cümlesinde yer alan ve Hz. İsa'nın Petrus ve Andreas'a söylediği ifade edilen şu söz misyonerliğin iç dinamikleri bakımından bazı ipuçları vermektedir.

"İsa onlara dedi; Ardımca gelin, sizi insan avcıları yapacağım".

Bu cümle, Hz. İsa'ya inananların kendi inanç değerlerini insanları avlamada bir yöntem olarak kullanabilecekleri iznini vermekte ve yıllarca bu yöntem sayesinde insanlar içine düştükleri, sosyal, kültürel ve ekonomik şartların zorlaması sonucu Hıristiyan misyonerler tarafından avlanmaktadırlar. Aynı şekilde Matta İncili'nin 28. Bap 18-20. cümleleri, misyonerliğin bir emir gibi anlaşılmasına ve her türlü yolun meşrulaştırılmasına sebep olarak kabul edilmiştir.

"İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yerde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba ve Oğul ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim."

Her iki cümle her ne kadar Matta İncili'nde yer alsa bile bunların Hz. İsa'ya aidiyeti, incillerin bütünü üzerindeki genel İslami kanı çerçevesinde tartışılabilir. Ancak tarihin bütün dönemlerinde bu söz Hıristiyan misyonerliğin özünü oluşturmuş ve Hıristiyan misyonerlere hareket imkanı sağlamıştır.

Hıristiyanlık üzerinde büyük bir etkisi olan Pavlus'un yazdıkları Hıristiyan Kutsal Kitabında yer almış ve kendisi Hıristiyanlığı yaymayı görev edinenlere en önemli örnek olmuştur. Hıristiyan misyonerler çeşitli yönlerden onu taklit etmiş ve sözlerini kutsal vahiy metni olarak uygulamaya özen  göstermişlerdir. İşte Pavlus'un Korintoslulara yazdığı mektup misyonerlere örnek teşkil eden ve misyonerliğin iç yüzünü bütün açıklığıyla ortaya koyan cümlelerinden bazıları:

"İmdi benim ücretim nedir? İncil'de olan salahiyetim ifratla istimal etmemek için, İncili vazederken, İncili meccanen arz etmektir. Çünkü herkesten azatken, daha çok adam kazanayım diye, kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım; kendim şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanayım diye şeriat altında olanlara şeriat altında gibi davrandım; Allah'a karşı şeriati olmayanlardan değil, ancak Mesih'in şeriati altında olarak şeriati olmayanlara şeriati olmayan gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflara zayıf oldum; her suretle bazılarını kurtarayım diye zayıflara herkese her şey oldum. Ve hepsini incil için yapıyorum, ta ki onda hissedar olayım." (I. Korintoslulara, 9/18-23).

Bu cümlelerden etkilenen Hıristiyan misyonerleri, Hristiyanlığı yaymak için her yola başvurmuşlar,her fırsatı değerlendirmişlerdir. İşin en ilginç olan yanı ise bunu din adına yapmışlardır.

350 senedir Osmanlı coğrafyasında Hıristiyan devletler

350 senedir Osmanlı coğrafyasında Hıristiyan devletler tarafından oynanan dinsizleştirme oyunları, son 20 senedir Anadolu topraklarında büyük hız kazanmıştır. Bu durum, kamu vicdanı olarak Müslüman Türk halkını endişelendirmekte ve üzmektedir. Kimse eşinin ve çocuklarının Hıristiyanlaştırılmasını ve hatta ahlaksız, bilinçsiz, vicdansız,
sorumsuz, kolayca güdülebilen insanlar haline gelmesini istemez. Bu bakımdan, misyonerlik faaliyetleri ilgili bir araştırma yürütmüş bulunuyoruz.
Ayrıca oturduğumuz muhit olan İzmirin Şirinyer semtinde ve hatta oturduğum apartmanın dükkan katında Mevlana Yüce Derneği diye misyoner bir dernek açıldı. Bu durumdan müthiş derecede rahatsız olduk ve devlet - resmi makamlarına bu rahatsızlığımızı iletmek istedik.
Araştırmalarımızın gözler önüne serdiği üzere, ülkemiz üzerinde;
1. Dinsizleştirme ve geleceğimizi töhmet altında bırakma,
2. Ekonomik buhrana sürükleyip ülke ve millet olarak maddi ve manevi çıkış yollarımızı bozma ve engelleme,
3. ABD ve AB (Hıristiyan devletler) politikalarına ve çıkarlarına,Haçlı Seferleri ruhunun psikolojik ve maddi yanına uygun davranmamızı sağlama,
4. Öncelikle milli kimliğimiz olan Türklüğü yok ederek sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kavramını, ardından bunu da yok ederek sadece Müslüman kimliğini, sonraki aşamada bu da yok edileceği için "köle sürüleri" kavramını var etme, bunu halka kabul ettirme,
5. Birinci evrenin sonraki aşamasında Müslüman kimliği üzerinde bölünmeler yaşatarak; Türk-Kürt-Alevi-Hıristiyan(laştırılmış) tebaa ayrımını sağlama,
6. Ülkemizden mal satın alarak, borsamızda milyarlarca dolar para döndürüp faizini devletin sırtına bindirerek, dış borca her gün 120 milyon dolar faiz öder hale getirerek ülkemizin geleceğini haciz altına alma şeklinde süre giden faaliyetler uygulanmaktadır.
Kimileri bunlara "faraziye komplo teorileri", kimileri "saçmalık kimileri "birşey yapamazlar, korkacak birşey yok" demesine karşın memleketimizin her yanında Hıristiyanlaşma faaliyetleri devam etmektedir. Elinde İncil, boynunda haç ile dolaşan bir sürü batı kültürü hayranı genç insan görüyoruz. Batı heveslisi veya kimlik bunalımındaki insanların yenilik arayışları doğrultusunda her sene yeni inanışlar ve yeni uyduruk dinler türemektedir. Kimi insanlar her sene din değiştirir olmuştur. Böyle durumlar; aile kurumu ve toplum üzerinde büyük tahribatlar yapmakta ve insanları psikolojik bunalımlara sürüklemektedir.

ENDÜLÜS’TE MÜSLÜMANLAR DİN DEĞİŞTİRMEYE ZORLANDI ve YÜZBİNLERCE MÜSLÜMAN KATLEDİLDİ


Hıristiyanlar, İspanya’yı ele geçirdikten sonra din değiştirmeleri için Müslümanlara baskı yapmaya başladılar.
Bu baskılar her geçen gün daha da artmaya başladı.
Müslümanlar birkaç kez ayaklandı iseler de başarılı olamadılar.
Hıristiyan olmak yada yurtlarını terk etmek arasında bir seçim yapmaları istendi.
Bir kısmı ülkeyi terk ederken bir kısmı da Hıristiyan oldu fakat dinlerini gizlice yaşadılar.
Tarihte İspanya’da gördüğü baskıdan dolayı din değiştiren bu Müslümanlara “Moriscolar” adı verilir.
1526 yılına gelindiğinde İslam dini İspanya’da resmen yasaklandı.
Vaftiz olmakla beraber Müslümanlar gibi yaşamayı sürdüren Moriscolar İspanyollar tarafından daima şüpheyle ve küçümsenerek karşılandı.
1566 yılında Müslüman gibi giymeleri de yasaklandı ve daha sonra da İspanya’yı tamamen terk etmeleri istendi.
İspanya Müslümanlarının hazin öyküsünü Henry Charles adında batılı bir tarihçi “İspanya Engizisyon Tarihi” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır.
“Bu uygulamada sorumlu olanlar o kadar insafsızdır ki, uzun süren yaz yolculuğunda gidenlerden fahiş yol ücreti talep ettikleri gibi molalar esnasında akarsulardan ve pınarlardan içtikleri su ve dinlenmek için oturdukları ağaçların gölgesi için bile para aldılar.
Fransa’ya göç etmek isteyenlerden 40 bin düka altını istendi.
Uzun ve sıcak yaz günlerinde göçmenlerin pek çoğu hastalanarak öldü.
Bulaşıcı hastalık geçirdikleri gerekçesiyle gemilere bile alınmadılar”
Zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslüman bir ailenin torunu olan İspanyol tarih profesörü Rodrigo de Zayas, İspanya'da Müslümanlara karşı yapılmış korkunç katliamın bilançosunu 500 yıl sonra belgeleriyle “İspanya Müslümanları ve Devlet Irkçılığı” adlı kitapta gözler önüne serdi.
Bu kitapta Endülüs’te yüzyıllar önce Müslümanlara yapılan zülüm, işkence ve katliamlar ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Tarihçi Zayas’ın araştırmaları başka bir yazının konusu olabilir.
Endülüs Müslümanlarının bakiyeleri 17. Yüzyılın başlarında Osmanlı Padişahı I.
Ahmed’in çabaları ile Kuzey Afrika’ya ve İstanbul’a getirildi.
100 yıldan fazla süren baskılar, işkenceler, engizisyon ve sürgünler, Müslümanların İspanya’da sadece izlerini bırakmıştı.

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...