Küffârın
Tarihte Müslümanlara Yaptığı
Vahşet ve Katliamlar
Tarihte Müslümanlara Yaptığı
Vahşet ve Katliamlar
Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık,
katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan
eylemlerdir.
Burada sıralamaya çalıştığımız bazı bilgi ve belgeleri
aktaran şahitler bu anlatılanların, yapılan vahşetin küçük bir kısmı
olduğunu ifade etmişlerdir.
Hazret-i Allah bu vahşilere fırsat vermesin! Bizleri şerlerinden muhafaza eylesin!
|
Târihte İslâm’ın nezâfetini, şefkat ve adâletini
gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür
ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de
mevcuttur. Haçlı seferleri’nden günümüze kadar süregelen haçlı
barbarlığı ve yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara,
husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık
delilleridir.
Roger Graudy’nin sunduğu şu tespit, küffârın asırlardır hiç değişmeyen bu husustaki tavrını özetler mâhiyettedir:
“Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size
neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi?
Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? hıristiyan batı
uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde
80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve
tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına
bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da
itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini
yaşamaktayız...” (İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlı’yı Aramak”, s. 37, bas.: İstanbul, 2000.)
Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve
barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı
müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya
attıkları çirkin yalan ve ftirâlarını bugün de çeşitli yollarla
sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine
bakmadan; İslâm’ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye
cür’et etmektedirler.
Haçlı Vahşetini Patrik ve
Râhipler Körüklemişti:
Haçlı seferleri’nde barbar hıristiyanların zulüm
ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II.
Urban’ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve
tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel’anetler işleyen
râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan
şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde
günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal
ruh’u ve İsâ’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları
telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları
topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.
Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı
gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar,
size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından
taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için
bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan
her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık
bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi
idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı,
bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.
Haçlı seferleri’nin kışkırtıcılığını üstlenen Papa
II. Urban, arka plânda tamâmen siyâsî menfaatler elde etmeyi arzuladığı
hâlde, “Kutsal savaş” nidâlarıyla hıristiyan halkı galeyâna getirip
müslümanların üzerine salarken, onları kışkırtmak için her türlü yalan
ve hîleye başvuruyor, uydurduğu asılsız iğvâlarla gönüllerindeki kin ve
nefret hislerini canlandırıp harekete geçirmeye çalışıyordu:
“Lânetlenmiş bir millet, hıristiyan beldelerini
kasıp kavurdu, ateş ve zulüm yağdırdı. Bu alçaklıkların intikamını,
Tanrı’nın kahramanlıkta diğer milletlerden üstün kıldığı (!) sizlerden
başka kim alabilir? Vazifelerin en önemlisi mukaddes Kudüs’ü kurtarmak,
mukaddes yerleri istilâ eden pis milletten kutsal yerleri geri
almaktır.”
“Tanrı, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya
ve topraklarından uzaklarda, o lânetli ırkı kökünden kazımaya, ister
şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi
sık sık dâvet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri benim
ağzımdan teşvik etmektedir.” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 10.)
Haçlı seferlerinde hıristiyan çapulcu sürüsüne
önderlik edenlerden Saint Bernard ise, etrafında topladığı kuru
kalabalığa şöyle diyordu:
“Kendisini düşmanlarına karşı savunmayanları
cezâlandıracağını bildirmeye ulu Tanrı beni görevlendirmiştir. Hemen
silâha sarılın; savaşta hepinizi mukaddes bir hınç canlandırsın ve
hıristiyanlık âlemi, elçinin ‘Kılıcını kana batırmayana yazıklar olsun!’
sözleriyle çınlasın...” (Fuad Carım, “Haçlı Seferleri ve Kruvazadlar”, s. 12.)
Bu asâletsiz papaz takımı, bu gibi sözlerle,
etraflarındaki câhillere her ne kadar kendilerinin ilâhî bir vazife
gördüklerini ispatlamaya çalışmışlarsa da, aralarındaki insaf ve vicdan
sâhibi bâzı papazları dahi kandıramamışlardır.
Nitekim bölge halkına her türlü vahşeti, katli ve
dayanılmaz işkenceyi revâ gören, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış
bu barbar haçlı sürüsünün çirkin katliamlarından tiksinen L. Pierre
Anquetil adlı râhip, yazdığı eserde: “Sâdece dinî hislerle hareket eden pek az haçlı vardı” derken; yine yapılan çirkin işlere tahammül edemeyen İngiliz târihçi Thomas Fuller’de; “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askeri hâline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi!..”
diyerek, haçlı gürûhunun katliamlarından duyduğu utanç ve nefreti dile
getirmişti.(Thomas Fuller - Holywar “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri
Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)
Vahşet ve yamyamlık duygularını müslümanların
etleriyle ve kanlarıyla bastırmak için yola koyulan haçlı gürûhu, iddiâ
edildiği gibi soylu ve asil (!) askerlerden değil, aksine tamâmen
dengesi bozuk, çürük-çarık, seviyesiz mahlûklardan ibâret olan “suçlular,
bulaşıcı hastalık taşıyanlar, günahkârlar, dinsizler, kutsal şeylere
karşı saygısız hırsız ve haydutlar, kâtiller, kendi ana veya babasını
öldürenler, yalancı tanıklıktan suçlu olanlar, zinâ işleyen erkekler,
vatan hâinleri, korsanlar, fâhişe tüccarları, ayyaşlar, tâlih
oyuncuları, ikiyüzlü keşişler, genelevde yaşamak için kocalarını terk
eden kadınlar ve gerçek eşlerini bırakıp yerine başkalarını alan
erkekler”den meydana geliyordu. (“Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı”, trc.: Ziyad Ebuzziyâ, Ankara, 1988, s. 100, 105.)
Haçlıları temsil makâmında bulunmasına rağmen râhip Fleury de haçlı seferlerine katılan hıristiyan süvârileri hakkında; “Haçlı
seferi, borca boğulmuş kimselere borçlarından kurtulmak için,
mücrimlerin ve mahkûmların cezâ çekmemeleri için, kilise nizamlarına
uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için,
manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastırı terk
edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icrâ
imkânı bulabilmeleri için fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunlar
gözönüne alınarak, haçlı gürûhunun ne gibi insanlardan oluştuğu
düşünülsün!” demekten kendini alamıyordu.(R. C. Financane, “Soldiers
of the Faith: Crusaders and Muslims at War”, s. 39. bas.: London,
1983.)
Haçlılar’ın Katlettikleri Türkler’in
Etlerini Kızartıp Yemeleri:
Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano’nun
ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096
yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında
yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip
ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya
ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içi papaz Pierre I’Ermit’in
ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler’in cesedlerini birer birer
toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış,
pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları
müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire
vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde,
gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.
Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder:
“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden
haçlılara, hıristiyan din adamı (!) Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur:
‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın!
Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine haçlılar
onun dediğini yaptılar.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 24.)
Bugün kendilerini medenî olarak tanıtmaya çalışan ve
müslüman devletlere kendilerince medeniyet dersi vermeye kalkışan
batılı ülkelerin nasıl bir dinî ve millî geçmişe sâhip olduklarını,
soylarının ve köklerinin nasıl bir asla dayandığını bu gibi “Millî
Destan”larından açıkça görmek mümkündür. Bugün ellerine fırsat geçse,
yine aynı şeyleri yapacaklarında şüphe yoktur. (Avrupa dillerinin ilk
yazılı eserleri arasındaki bu gibi birçok destan, Türkler aleyhindeki
söz ve iftiralarla doludur.)
Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu
yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on
bin Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim
hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve
katliamdan bahsederken; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor,
rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün
herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demişti.(Funck Brentano, “Les Croisades”, Paris 1934, s. 57)
Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa
kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir
gaddarlığından söz ederek:
“Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini
boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere
seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi.” diyordu.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 66, 183.)
Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep’in
Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş
gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş
cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak büyük
bir iştahla yutmuşlardı.
Haçlı gürûhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında
papaya gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta,
karınlarını öldürdükleri müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını
açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz
Maarra’da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında
kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve
sonra da ızgarada pişirip yediler.” (Amin Maalouf, “The Crusades Through Arab Eyes”; London, al-Saqi Books, bas.: 1984, s. 38.)
Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099
yılında, Frank kumandanı Raymond Maaratü’n-Nu’man şehrini işgâl etmiş ve
bu esnâda yüz binden fazla müslümanı hunharca ve acımasızca
katletmişti. Aralarında her türlü pislik ve necislik yaygın olduğu için,
bu esnâda haçlılar arasında şiddetli bir kıtlık ve salgın
başgöstermişti. Frank ordusunda bulunan ve yaşananlara şâhid olan bir
hıristiyanın ifâdesine göre, insanlıkla hiçbir alâkaları bulunmayan bu
barbar sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş müslümanların etini
yiyerek bastırmaya çalışmışlardı:
“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir
süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp ateşte
kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip
süpürüyorlardı.”(“The Crusades Through Arab Eyes”, s. 38-39.)
Haçlıların İğrenç İcraatları:
Haçlıların barbarlık ve azgınlıkları,
tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Funck
Brentano’nun zikrettiği şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden
farksız olan bu medeniyetsiz gürûhun, insanların değil, hayvanların bile
yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaştıklarını göstermektedir:
“Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at
ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler.
Bazıları lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda
toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına
doldurarak içerdi.” (Funck Brentano, “Les Croisades”, s. 76-78, bas.: Paris, 1934.)
Kudüs’te Sel Olup Akan
Müslüman Kanı:
Kudüs’ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri 1096
yılında yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirmişler, yaptıkları bu büyük
katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii’ne sığınan on bin müslüman’ı
da boğazlayarak şehid etmişlerdi. Müslümanların kısa bir süre önce
huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, haçlı sürülerinin
işgâlinden sonra âdetâ bir mezbahaya dönmüştü.
Birinci Haçlı seferi’nde müslümanların
katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere
müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı
mektupta, Kudüs topraklarını müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve
kendince “İsâ’nın rûhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî
sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu:
“Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik,
malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar
Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.” (Necati Kotan, “Tarih Fıkraları”, İstanbul, 1988, s. 80)
Üç gün boyunca Kudüs sokaklarını remen kana boyayan,
bütün Kudüs’ü parçalanmış müslüman cesedleriyle dolduran, en kanlı
cânîlere dahî parmak ısırtan bu eşi-benzeri görülmemiş vahşet, başka bir
kaynakta şöyle târif ediliyordu:
“Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs’te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu.” (Louis Brehier, “Histoire Anonyme De La Premiére Croisade”, bas.: Paris, 1924.)
Öldürülenlerin çoğu da kadın ve çocuktu!..
Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı; insanlık
târihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık
numûnesi olan Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: “Katliâm
korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla
gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten
haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için
uzattılar.” (G. E. Perry, “The Middle East: Fourteen Islamic Centuries Englewood Cliffs”, s. 78, bas.: 1983.)
İlk Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir
şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hâtıralarında bizzat görgü şâhidi
olarak aktardığı şu mâlumat da en az yukarıdaki kadar tüyler
ürperticidir: “Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş,
ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek
yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.” (T. G. Djuvara, “Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37, bas.: İstanbul, 1979.)
Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük,
kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da
ise şehri savunan müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir
yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından
hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliâmı ise, ismi
bilinmeyen şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu tanklar bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı. (“Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plân”, s. 37.)
Haçlılar, Kudüs’te işlerini bitirdiklerinde şehir
tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius
Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: “Şövalye
ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip,
bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları
aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına
izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!..” Ünlü Arap târihçisi Ebu’l-Fidâ ise “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinin ilgili kısmında; “Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi.” demekteydi.
Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliâmı,
aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek
bilmiyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri, Üçüncü Haçlı seferi’ni
başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard’ın, bağışlayacağına söz
verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletmesiyle ortaya çıkıyordu.
Nitekim “Histoire des Croisades” adını
taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills,
milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa
sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: “Kanlı Richard, silâhsız ve
savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş,
ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek,
büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu
âkıbetten uzak tutmuştu.” diyerek kınamıştı.(Ch. Mills, “Histoire des Croisades - Haçlı Seferleri Tarihi”, s. 183.)
Oysa Üçüncü Haçlı seferi’nden sonra Selâhaddin
Eyyûbi Hazretleri’nin, büyük bir yenilgiye uğrattığı hıristiyan
ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemişti.
Onları katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye ödemeden
salıvermişti.
Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna,
“Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği
haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları
için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar,
zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle
bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.(Thomas Fuller - Holywar, “Kutsal Savaş veya Haçlı Seferleri Tarihi”, c. 1, Bölüm 24.)
Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir hıristiyan
olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca haçlıların yaptığı çirkin
katliâmların bir benzerine rastlanmadığını ifâde ederek: “Bunlar
Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor,
onlardan daha da barbar olan hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti. (L. Heeren, “Essai sur I’influence des Croisades - Haçlı Seferlerinin Tesiri Üzerine Deneme”, s. 414.)
Haçlılar’ın Kudüs’e ulaştıklarında yaptıkları katliam ve mezâlimi, Tyre Başpiskoposu William ise “Historia Rerum in Partihus Transmarins Gestarum” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek şöyle diyordu:
“Karşılaştıkları her düşmanı, hiçbir ayrıma tabi
tutmaksızın yere serdiler. Her taraf kan gölüne dönmüştü, her yerde
parçalanmış kafa kümeleri vardı. Katledilenlerin cesedlerini çiğnemeden
bir yerden bir yere yürümek imkânsızdı. Komutanlar, zaten değişik
yolları zorluyarak şehrin hemen hemen merkezine yaklaşmışlar ve
ilerledikçe târif etmek için kelimelerin âciz kaldığı bir katliam
yapmışlardı. Arkalarında, düşman kanına susamış ve kendilerini yıkıma
adamış bir insan topluluğunun öncüsü?”
“Katledilen çok sayıdaki insan manzarasına, nefret
duymaksızın bakmak imkansızdı; her yerde cesed parçaları kol geziyordu.
Zemin maktullerin kanlarıyla doluydu. O, sadece kafası gövdesinden
ayrılmış ve kötürüm edilen organların, bunlara bakan herkesin
tiksintisini uyandıracak şekilde, her tarafa dağılmış cesedler manzarası
değildi. Bunlara bakmak, gâliplere, katillerin kendisine bile korkunç
geliyordu. Kafadan ayaklara damlayan kanlar, onlarla karşılaşan herkesi
dehşete boğuyordu. Sadece Mâbed’in duvarlarında yaklaşık on bin
müslümanın yok edildiği bildirilmiştir. İlaveten, şehrin her köşesinde,
caddelerde ve mahallelerde uzanan cesetlerin sayısının da bundan az
olmadığı tahmin edilmektedir.”
“Askerlerin geri kalanları, ölümden kurtulmak
için dar girişlere ve ara yollara saklanmaları muhtemel hayatta kalan
sefilleri aramak için şehirde aramadık yer bırakmadılar. Bunlar halkın
gözü önünde sürüklenerek koyun gibi boğazlandılar. Bazıları çeteler
halinde evlere girerek aile reislerine, bunların eşlerine, çocuklarına
ve aile fertlerine her türlü işkenceyi revâ görmüşlerdir. Bu kurbanlar,
sefil bir şekilde ölmeleri için ya kılıçtan geçiriliyor ya da yüksek bir
yerden kafa üstü yere atılıyordu. Her yağmacı yağmaladığı evin,
eşyâlarıyla birlikte dâimî sahibi oluyordu. Çünkü şehrin
zaptedilmesinden önce haçlılar, şehri güç kullanarak ele geçirdikten
sonra kim tecâvüz yoluyla kendi nâmına birşey kazanırsa, onun mülkiyet
hakkına sahip olacağı konusunda anlaşmışlardı. Bunun sonucunda, haçlılar
şehri didik didik aradılar ve insanları pervâsızca katlettiler.” (Z. Serdar - M. W. Davies, “Batı Irkçılığının Kaynakları”, s. 39-40. )
Böyle bir zulüm, böyle bir vahşet târih boyunca görülmemişti!
Endülüs’teki Müslümanların Hıristiyanlar
Tarafından Hunharca Katledilişi:
Müslümanların Endülüs’te büyük bir
medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri
altında bulunan Endülüs’lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi
terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra
Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan
baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.
Gustave le Bon, İspanya’daki hıristiyanların
müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım
seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle
anlatır:
“Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp
Müslümanlar’a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların
hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz
ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil
olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden
halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün
Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı
daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar
müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek
tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya
öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri
Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu
korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların
katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır.
Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu
derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!” (Gustave le Bon, “Civilasition des Arabes”, s. 129, 160.)
Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı
oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri
geliyordu.
Kazıklı Voyvoda’nın Uyguladığı
Katliam ve Vahşet:
Macarlar’ın ‘Drakul’, yani şeytan, Ulahlar’ın ‘Çpelpuç’, yani cellâd, Türkler’in de “Kazıklı Voyvoda”
diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III.
Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin
edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha
karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar bir
kimseydi. Hattâ bu sebeple, dönemin târihçilerinden Tursun Bey “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde onu “Keferenin Haccac’ı” diye isimlendirmişti.
Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık
işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar
içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur,
öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi.
Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını
diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.
Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:
“Kimilerini arabanın tekerlekleri altında
kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya
kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor
hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını,
göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın
ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl
etmedi. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu
kazıkların üzerine attırdı.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, Hürriyet Tarih dergisi, 5 Şubat 2003, s. 5.)
Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı
Voyvada’nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler’di. Bu
hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler
içinde can vermekte olan Türkler’in karşısına geçerek, onlara baka baka
saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir
geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı
etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması
için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed
tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını
başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer
çivi ile başlarına çiviletmişti.
Târih kaynaklarında bu hâdiseden şöyle bahsedilir:
“Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvada’nın
huzuruna çıkınca onu kendi geleneklerine uygun şekilde selâmladılar.
Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula sordu: ‘Büyük bir prensin
huzurundasınız, niçin böyle davranıyorsunuz?’ Osmanlı elçileri dediler
ki: ‘Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir!’ Bunun üzerine Drakula, ‘Ben
de geleneğinizi pekiştireceğim!’ diyerek, elçilerin sarıklarının
kafalarına çivilerle, bir daha çıkarılamayacak şekilde çakılmasını
emretti. Ardından da ‘Şimdi gidin pâdişahınıza söyleyin, sizin
geleneklerinize boyun eğmem!’ dedi. Ancak kafalarına sarıkları
çivilenmiş elçiler, hayatlarını kaybettiklerinden mesajı
ulaştıramadılar.” (Zeynep Dramalı, “Canavarlar Galerisinin Esas Oğlanı: Drakula”, a.g.d., s. 5.)
Drakula’nın korkunç işkenceleri yalnız Müslüman
Türkler’le sınırlı kalmıyordu. Kendi halkından gömleği çok kısa ve
pantolonu dar bir köylünün karısını, kocasını ortalıkta böyle
dolaştırdığı için önce kazığa geçirtti, sonra da adamı yeni bir kadınla
evlendirip, yeni kadına da kocasına iyi bakmazsa adamın eski karısının
durumuna düşeceğini tenbihledi. Voyvoda’nın zulmünden korkan zavallı
kadın, herhangi bir sebeple Drakula’nın öfkesini üstüne çekmemek için,
ömrü boyunca saçını süpürge ederek kocasına baktı. Evli bir kadın
evlilik dışı bir ilişki kurarsa, ya tenâsül uzvunu kestirir, ya da diri
diri derisini yüzdürür; sonra da derisi yüzülmüş vücüdu ve deriyi ayrı
ayrı şehirlerin ana meydanlarında halka teşhir ettirirdi. Aynı cezâyı
bekâretini koruyamayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da
tatbik ettirirdi.
Târih boyunca yaşamış en zâlim ve gaddar
hükümdarlardan biri olan Kazıklı Voyvoda’nın yaptığı zulümler haddi
aşmış, işlediği korkunç cinâyetler artık mide bulandırıcı bir hâl
almıştı. Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmaya kalkışan
acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan
Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha
alevlenmemek üzere söndü.
Pâdişah’ın kudretli pençesiyle köşeye kıstırılan
Kazıklı’nın saltanat ve iktidârı tamâmen dağılmakla kalmadı, binbir
güçlükle kaçıp sığındığı Macaristan’da kıskıvrak yakalanarak başı
gövdesinden ayrıldı.
Yahudilerin Filistin’de Yaptıkları
Soykırım ve Vahşet:
İsmâil Çolak’ın “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı”
adlı makâlesindeki şu tespitleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışından
sonra Arap yarımadasını kan gölüne çeviren yahudi vahşetini özetleyecek
mâhiyettedir:
“Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı
hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı
barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: “Siyonist
Vahşet”... Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren
Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin’de bir
Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler
kadar Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerini, toprak sâhibi
olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça
önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla
Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs
ve Filistin’i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: ‘Vatansız bir
halk için halksız bir vatan!’ (Alan R. Taylor, ‘İsrail’in Doğuşu’, bas.:
İstanbul, 1992. s. 1362.)
Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca
katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler,
Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi)
muharref Tevrat’ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur
ediniyorlardı: ‘Rabbin Musa’ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri
öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün
erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları
öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!’ (Edward Said,
“Oryantalizm”, s. 477, trc.: S. Ayaz, bas.: İstanbul, 1989.)
Avrupa’da soykırıma mâruz kalan yahudiler, bu defa
aynı yöntemle kendileri Filistin’de soykırımın daniskasına girişmekte
bir mahzur görmeyeceklerdi. Bu cümleden olarak, 1900’lerin başında
Filistin’deki yahudi nüfus yüzde 10’un altındayken, programlı çalışmalar
netîcesinde, 1920’lerde 100 bine, 1930’larda 232 bine, 1947’de de 630
bine çıkaracaklardı.
Bu faaliyetler başlangıçta sözde gâyet mâsumâne
yöntemlerle icrâ edilirken 1930’lu yıllardan îtibaren İngiliz mandasının
da teşvikiyle yerini tamamen terörist metodlara ve toplu katliamlara
bırakacaktı. Haganah, Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri,
İsrail’in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup, her türlü insanlık dışı
yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Soykırımın en âlâsını irtikap
ederek Filistin köylerini boşaltıyor, Yahudi göçmenlere yeni yerleşim
alanları açıyorlardı. Misâlen, 1947-1948 arasında 500’den fazla kent,
kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin
olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi
becermişlerdi. Terörün amacı apaçık ortadaydı; ya öldürüp yok etmek, ya
tedhiş hareketleriyle kaçırtmak ya da hiçbiri olmazsa köleleştirerek
yaşamaya mahkûm etmek. Tel Aviv Belediye Başkanlarından General Shlomo
Lahat, günümüze uzanan çizgide değişmeyen bahis konusu ‘Siyonist
taktiği’ şöyle sloganlaştırmıştı: ‘Filistinliler bu topraklarda köle
olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!..’
Nitekim dediklerini de yaptılar; 1 Ocak 1948’de
Filistin’de 600 bin Yahudi, bunun iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak
1950’de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye
muvaffak oldular. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin
yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona
ulaşacaktı. Kısacası Filistin, şirretlikte sınır tanımayan Siyonistlerin
eliyle, koca bir kan gölüne, kabristana ve ıssızlığa dönüşen talihsiz
bir diyar haline getirilecekti. Ve Filistin’i Müslüman’dan arındırma
faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime
sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut
katliamı, Deir Yasin katliamı, Saf Saf Köyü katliamı, Kibya Köyü
katliamı...
Hele Eylül 1982’deki ‘Sabra ve Şatila Katliamı’,
Haçlı Seferleri esnasındaki emsâllerini hiç de aratmayacak türde,
dünyayı insanlığından utandıracak ve kanını kelimenin tam anlamıyla
donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı hüviyetiyle ‘Beyrut
Kasabı’, ‘Buldozer’ nâmıyla müsemmâ, Haganah’ın azılılarından Ariel
Şaron idi. İsrail’in Lübnan’ı işgâli sırasında, Filistinli mültecilerin
yaşadığı kamplar kuşatılmış ve kundaktaki bebeklerden eli silahsız
hareket eden binlerce masum insana dek (çoğu çocuk 2500 kişi) hunharca
kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste
yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl
almıştı.
Bu ve bundan sonraki katliamların en baş
fâillerinden olan Ariel Şaron’un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine
komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: ‘Yemin ederim
ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her
Filistinli’yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah’ta 750
Filistinli’yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak
askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar
yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz.
Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne
yapacağını söyleriz!..’ Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı
eylemlerinde daima, İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un şu doktrini
istikâmetinde hareket ediyorlardı: ‘Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız,
mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.’
Şaron ve avânelerinin insanlıktan zerrece nasibini
almamış menhûs anlayışı İsrail’in Filistin’lilere bakışı ve muamelesinde
de kendisini belli etmiştir. İsrail’in gözünde, kendisine karşı direnen
Filistin’liler ya ahmak bir vahşî ya da varlık olarak ciddiye
alınmayacak kemiyetten öte bir anlam ifâde etmemiştir. Zirâ yasalara
göre, ancak yahudinin tam vatandaşlık hakkı mevcuttur ve muhâcereti
hiçbir sûrette tahdîde tâbî değildir. Vatanı gasp edilen toprakların
gerçek sâhibi Filistin’lilere ise, ‘daha az gelişmiş’ olduklarından
ötürü yahudilerden daha az ve basit haklar tanınmıştır.
Buraya kadar zikrini ettiğimiz gerçekleri, istisnaî
bir vicdan ehli hakikatperest ve ‘onlardan birisi’ olarak İsrailli
muhalif yazar İsrael Şamir’in şu muhteşem itiraf tespitleri adeta
taçlandırmaktadır: ‘Yahudi ordumuz sivilleri öldürüyor, evleri yıkıyor,
milyonları açlığa mahkûm ediyor ve Filistin köylerini ablukaya alıyor;
işlediğimiz suçlar Çeçenistan ve Afganistan’daki Rus zulmünü,
Vietnam’daki Amerikan zulmünü, Bosna’daki Sırp zulmünü geçti. Alman
Nazilerinin sevmediğimiz yanı nedir; ırkçılıkları mı? Bizim ırkçılığımız
daha az ve daha az zehirsiz değil! Biz ırkçılığa başkası öyle olduğunda
karşıyız. Biz ölüm mangalarına ve gizli operasyonlara bize karşı
yapıldığı sürece karşıyız. Kendi kâtillerimiz, yahudi özel kuvvetleri
bizim övünç kaynağımız. Yahudi devleti, yasal olarak cinayet mangaları
bulunduran, katliam politikası güden, Ortaçağ işkenceleri uygulayan
dünyadaki tek yerdir!..’ (İsrael Şamir, ‘Kaybedilen Ateş İmtihanı’,
trc.: A. Ünaltay, Yarın Dergisi, Mayıs - 2002.)
İsrail bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti
ve toplu kıyım ölçeği daha da büyütülmüş bir vaziyette bugün de bütün
hızıyla sürdürmektedir. Geride bıraktığımız yıl İsrail, güyâ terörle
mücadele yalanını kalkan yaparak Filistin topraklarını yine kana ve
jenoside boğmaya muvaffak oldu. Binlerce insan tanklardan ve uçaklardan
atılan tonlarca bombanın altınca can verdi ve feryad ü figanları yere
göğe sığmadı. Bu defa ki katliamların tarihteki emsâllerinden tek farkı,
telekomünikasyon imkânlarının altın çağında yaşayan sözüm ona medenî
dünyanın gözü önünde canlı yayın eşliğinde yapılmasıydı. Yüz binlerce
Filistinlinin hayatı ve geleceği, sınıfta kalması bir kez daha
tescillenen yahudi medeniyetinin insafsızlık ve azgınlığı altında
mükerreren karardı. hıristiyanlar bahis konusu olduğunda kıyametler
kopartan ve hümanizm edebiyatında mangalda kül bırakmayan sözde çağdaş
Batı her zamanki alışkanlığıyla bunlara da sağır sultan kesilmeyi tercih
etmişti.
Tüm dünyanın kahredici duyarsızlığı sayesinde
Siyonist vahşet ve soykırım olanca şirretliğiyle maalesef rutinleşmiş ve
kanıksanmış bir hâlde devam etmektedir. Dünya kamuoyu, Bosna ve
Kosova’da patlak veren Sırp katliamına gösterdiği duyarlı ve caydırıcı
tepkiyi, Filistin’de yıllardır süre giden İsrail barbarlığına karşı aynı
ölçüde göstermekten imtinâ etmemelidir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki
bu zulüm ve fitne odağının etkisiz hâle getirilmesi Müslümanların ve tüm
medenî dünyanın insanlık ve boyun borcudur. Şaron ve hempalarının tıpkı
Miloşeviç gibi savaş suçlusu sıfatıyla yargılanmaması; daha da mühimi
Batı ve işbirlikçisi İsrail’e, tarihten bugüne irtikap ettikleri
katliamların hesabının sorulmaması insanlık âlemi için en âlâ bir kara
leke ve ayıp olarak yeter de artar bile. Şurası katî bir gerçek ki,
haçlılar ve Siyonistler, Kudüs ve Filistin’de hep terör estirdiler, kan
ve gözyaşına doymak bilmediler; o hâlde bölgenin aradığı ideal barış ve
saâdeti, geçmişte olduğu gibi bugün de, yine İslâm’ın insancıl, âdil,
müsâmahakâr ve kuşatıcı inanç ve yönetim anlayışı hakiki mânâda tesis
edebilecektir.
Zulüm ile âbâd olanın âhiri mutlaka berbat olacaktır.” (İsmâil Çolak, “Filistin’de Yamyamlara Şapka Çıkarttıran Haçlı-Siyon Barbarlığı”, Vuslat Dergisi / 10. 01. 2006, sayı: 55.)
Bitmeyen Vahşet,
Eksilmeyen Soykırımcı Niyet!
Batı, sadece müslümanlara karşı değil, bütün insanlığa benzer soykırım ve vahşetler yapmıştır.
Amerika’da Yerli Soykırımı:
“1492’de Hispaniola diye adlandırdığı adalara
ayak bastığında, ilk kez gördükleri beyaz insanları dostça karşılayan
yerlileri, Colon şöyle tanımlayacaktır: ‘Hemcinslerini kendileri kadar
seviyorlar. Sevimli ve yumuşak bir konuşma tarzları var. Hep
gülümsüyorlar.’ Las Casas da Colon’a katılarak, bu dünya cennetinin
sakinleri hakkında şunları söyler: ‘Ne hırs, ne gurur, ne küfür, ne de
adlarını bile bilmedikleri başka birçok kötü huydan haberleri var.’
Sömürgeci, art niyetli, ihtiyatlı, silâhlı ve
köpeklidir. Yalnızca Amerika’nın değil, köpeklerle insan avlama
yönteminin de Colon tarafından keşfedildiği söylenir. .... yerlilerle
savaşırken aldıkları yaralarla ün kazanan Becerillo, oğlu Leoncillo,
Amadis, Calisto, Amigo... adlı köpeklerden övgüyle sözedilir. ...
İnsanları parçalatmak üzere köpek yetiştiren sömürgecilerle yerliler
arasındaki anlayış farkı, farklı uygarlıkların yokedilmesine yol açan
unsurlardandır.
Colon gerçek niyetini şu sözcüklerle açığa
vuracaktır: ‘Dünyada varolan en değerli şey altındır. Ona sahip olan,
her istediğini yapar. Ruhları cennete bile koyar.’
Toribio de Benavente Motolinia, yerlilerin sinekler
gibi ölmesine yol açan koşulları ... olarak sunsa da, şunları eklemekten
kendini alamayacaktır: ‘Böylesine bir felaketin nedeni sorulacak
olursa, bunun açgözlülük olduğunu, kasaya bir kaç altın külçesi daha
atma hırsı olduğunu söylerim.’
... tüm Avrupa’ya, yılda ortalama iki yüz elli ton
gümüş ve beş buçuk ton altın, köle işgücünün madenlerde yokolması
sayılmazsa, neredeyse karşılıksız akmaya başlayacaktır.
... Kendilerine hıristiyan diyen bu insanlar, onları
izliyen, sakin ve savunmasız yerlilerin karşısında, birden içlerine
şeytan girmiş gibi kılıçlarına sarılır ve nedensizce, bir köy halkını
yokederler. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının
kucağından alıp, onların gözleri önünde köpeklere parçalattırmak ya da
bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol,
bacak kesmek, insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme
göndermek yaygın sömürge eğlencelerindendir. Zevk için öldürülmedikleri
zaman da, yerlilerin içinde bulundukları zorla çalıştırılma koşulları
öylesine tüketicidir ki, kadın ve erkeklerin üremeye yönelik
etkinlikleri sıfırlanmış, nüfus çoğalmaz olmuştur. Tek tük rastlanan
hamileliklerde, analar, ümitsizlikten, çocuklarını düşürmek için her
yönteme başvurur, bunu yapamazlarsa bebekleri boğarlar. Kaldı ki, sütten
kesilmiş olduklarından, onları öldürmeseler bile, çocuklarının yaşaması
yine de mümkün değildir. .... yetişkin yerlilerin çoğu, beyazların
eline düşmektense, kurtuluşu kendilerini öldürmekte bulurlar.
Ne var ki, Las Casas’ın örneklerini verdiği
bu akıl almaz gaddarlığı, yoketme tutkusunu, sömürgecilerin bu et ve kan
sarhoşluğunu yalnızca para hırsıyla açıklamak mümkün değildir.
Avrupa’nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon ... İngiltere’nin
dört milyon olduğu bir dönemde, 1500’den 1650’ye, Meksika’nın yerli
nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu
seksen milyondan 10 milyona indirerek, yüz elli yılda insanlığın hemen
hemen beşte birini ... ortadan kaldıran felâketin nedenleri daha derinde
yatar” (Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Cemal Bali Akal, sh. 134-138)
Bütün Avrupa
En Az İspanyollar Kadar Soykırımcıdır:
“‘İsponyollar’ dönemin diğer Avrupalılarından
‘ne daha az ne de daha çok insandılar ve ne daha az ne de daha çok
insancıldılar.’ Bu görüşü savunanlar için, İngilizlerin ve sonra
Amerikalıların davranışları özel bir ilgi konusudur.
... İspanyolların kanlı yağmalarında yalnız
olmadığı -Avrupa soyundan gelen başkalarının da mizacen aynı ölçüde
soykırıma yatkın oldukları- yönündeki daha ciddi iddia, göreceğimiz
gibi, hem daha güvenilir hem de daha doğrudur.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 164)
“...on altıncı yüzyılın ikinci yarısında ...
İngilizler de İrlandalıları etkisiz hale getirmekle uğraşıyordu.
...İngiliz toplumu, insanlarının üçte birinin ölmeyecek kadar geçimlik
sınırında yaşadığı bir toplumdu ve burada sağlık ve hıfzısıhha koşulları
öyle dehşet verici bir durumdaydı ki bir kişinin otuzlu yaşlarının
ortalarına dek yaşaması çok nadir görülüyordu. ... on altıncı yüzyılın
son yıllarında Essex Vilayet mahkemeleri, cadılıkla ilgili 1500’den
fazla suça ilişkin 650 civarında davayı karara bağlamıştı. Yine de
Britanya halkı kendisini yeryüzünün en uygar toplumu olarak görüyordu ve
çok geçmeden Oliver Cromwell Tanrı’nın İngiliz olduğunu ilan ettiğinde
tasvipkâr bir şekilde kafa sallayacaktı. Bundan dolayı bu döneme ait
İngiliz risalelerinin ve resmi kayıtlarının, ‘vahşi İrlandalılar’ı ...
Kısacası İrlandalılar ‘akıl almaz hayvanlar’dı.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 166)
Kuzey Amerika’da
İngiliz ve Amerikan Vahşeti:
“İngilizler, Kızılderililer’in kampına
üşüşerek hareket eden her şeyi kesip biçtiler. ...diğerleri yatakların
altına girdiler, diğer bir kısmı ise ‘büyük bir cesaretle saldırıya
karşılık verdiler .... Mason daha sonra kendisinin, ‘Onları yakmalıyız’
diye bağırdığını ve ardından da ‘bir meşale yakarak .... Manzara tüyler
ürperticiydi ... alevlerin arasında ölenlerin ve Mason’un kan damlayan
kılıcından kaçıp yatakların altında büzülenlerin çoğu kadınlar, çocuklar
ve güçsüz yaşlı adamlardı.
... Bundan sonra sağ kalan Pequotlar da yakalanarak
hemen hemen tamamen yok edildiler. Diğer köyler bulunup yakıldı. Küçük
savaşçı grupları kıstırılarak öldürüldü. Açlıktan ölmek üzere olan kadın
ve çocuk gruplarının yerleri tespit edilerek yakalandılar ve köle
olarak satıldılar. Tabii eğer şanslılarsa. Diğerlerinin elleri ve
ayakları bağlanarak limanın hemen gerisinden okyanusa atıldılar.
... John Mason, kasaplığının onuruna Connecticut silahlı kuvvetleri tümgeneralliği makamına terfi etti.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 185-187)
“Kızılderili avı o dönemde New England’da popüler
bir spor olmuştu. Yaygın nakaratı söylersek, ‘bizimkilerden yalnız bir
kayıpla’ denerek yüzlerce Kızılderilinin öldürülmesine ilişkin rapor
üstüne rapor geliyordu. Yine, ‘keşif kolumuzca, Dedham yakınlarındaki
ormanlarda, hemen hemen açlıktan ölü vaziyette dolaşırken toplanan çoğu
kadın ve çocuk, 26 kadar Kızılderili’nin yakalandığı’ şeklindeki
ifadeler de aynı ölçüde yaygındı. Şüphesiz bütün bunlar ‘Tanrının
iradesi’ idi, der bu olayları nakleden İngiliz...” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 189)
Her şey İngiliz saldırılarıyla başlayıp kılıç ve
tüfekle bitmiş ve Büyük Dağılma denilen olayla bölgenin tamamında
zirveye ulaşmıştır. ... batı Abenaki halkının ... yok etme oranı %98.
... Mahicanların %92’si, Mohawkların %75’i, doğu Abenakilerin %78’i,
Maliseet-Passamaquoddy halkının %67’si yok edilmişti. Vesaire vesaire.
... Avrupalıların, Amerikan yerlilerine
yönelik düşmanlıklarında ayrımsız olarak kadın ve çocukları öldürme
alışkanlıkları gaddarlıktan fazla bir şey, düpedüz ve kasıtlı bir
soykırımdır. Çünkü, kadın ve çocukları öldürülen bir halk yaşayamaz.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 191)
“Korunmak için bir çukura saklanan 30-40 kadar
kadın vardı; bunlar altı yaşlarında küçük bir kız çocuğunu ince bir dala
bağlanmış beyaz bir bayrakla dışarı gönderdiler; ancak çocuk henüz bir
iki adım atmadan, askerler tarafından vuruldu. Bu kadınların hepsi de,
... sonradan öldürüldü. ... Gördüğüm her ölünün kafa derisi yüzülmüştü.
Doğmamış çocuğu karnı yarılarak çıkarılan bir kadın gördüm. ...
Bunların tamamına yakınının, erkek, kadın ve çocuk, kafa derileri
yüzülmüştü. Edep yerleri kesilip çıkarılan bir kadın gördüm. Cesetler
korkunç bir şekilde doğranmıştı.
... Çatışmadan sonraki günün sabahı bir
hendek içinde gizlenen Kızılderililer arasında küçük bir çocuk gördüm,
hala sağdı. 3. Alaydan bir binbaşı tabancasını çıkarıp bir darbede
çocuğun kafasını patlattı.” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 210)
Alıntılar yaptığımız yazar en yokedici savaş
yıllarından örnekler vererek; meselâ, atom bombası atılan Japonya’nın
1940-1950 yılları arasında nüfusunun % 14 arttığını söylüyor ve Amerika
kıtasında yapılan bilinçli ve korkunç soykırımın boyutlarına dikkat
çekiyor.
Bu insanlar bu kadar vahşi, bu kadar gözlerini kan
bürümüş, bu kadar gaddardır. Bu gaddarlıklarından hiçbir şey de
kaybetmiş değillerdir.
Avrupa Kültürü mü Üstün,
Kızılderili Kültürü mü?
“Kızılderililer’in yaşam tarzlarına
-özellikle de dönemin İngiliz sosyal ilişkilerinde yokluğuyla dikkat
çeken barışseverlik, cömertlik, güvenilirlik ve eşitliğe duyulan-
hayranlık, çok az İngiliz gözlemci tarafından da olsa, önceleri
Verginia’nın yerli halkının belagatla övülmelerine neden oldu.
Kalemleriyle konuşanlar bazen şüphe çekerler, ancak gözleriyle görenler
böyle değildir. Ve bütün 17. yüzyılla birlikte 18 ve 19. yüzyıllarda,
koloniciler arasında kendi rızasıyla yaşayan hemen hemen hiçbir
Kızılderili yokken, Kızılderililerle birlikte yaşamaya koşan beyazların
çokluğunun sık sık söz edilen bir sorun olması manidardır. İngilizlerin
Kuzey Amerika’ya kalıcı olarak yerleşmesinden bir buçuk asır sonra,
Benjamin Franklin sızlanarak daha önceki bir çok yorumcuya iştirak
ediyordu: ‘Bir Kızilderili çocuk bizim aramızda yetiştirildiği, dilimizi
öğrenerek adetlerimize alıştırıldığı zaman bile, akrabalarını görmeye
gidip de onlarla bir Kızılderili sohbeti yapınca, artık onu geri dönmeye
ikna etmek mümkün değildir. (Ama) gerek kadın gerekse erkek olsun
beyazlar küçük yaşta Kızılderililer tarafında esir alınarak onların
arasında yaşadığı zaman, dostları onları fidyeyle kurtarmasına ve
İngilizlerin arasında kalmaları için akla gelebilecek her türlü
müşfikliği göstermelerine rağmen, kısa zamanda bizim yaşam biçimimiz ve
doğal olarak onu destekleyen endişe ve acılarımızdan tiksiniyor ve ilk
fırsatta yine ormana kaçıyorlar; artık onları ıslah etmek mümkün
olmuyor.’
Tek sorun, Kızılderililer arasında büyüyen
çocuklar değildi. Yetişkin erkek ve kadınlar da Batı kültürüne
sırtlarını döndüler. Bu durum, J. Hector St. John de Crevecoeur’un
feryadının nedeniydi: ‘Binlerce Avrupalı, Kızılderili oldu ve elimizde
bu yerlilerden birinin bile Avrupalı olmayı seçtiğini gösteren tek bir
örnek yok.’” (Amerika’nın Soykırım Tarihi, David E. Stannard, sh. 172)
Halbuki Amerikan filimlerinde daima barbar, vahşi Kızılderili tasviri yapılır. Gerçek ise bunun tam tersidir.
Köle Ticareti:
Köle ticareti ve kölelerin ucuz iş gücü olarak
kullanılması o kadar kârlı bir işti ki 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar
olan zaman içerisinde, özellikle İngiliz, Portekizli, İspanyol,
Danimarkalı-Norveçli, Fransız ve Hollandalı köle tacirleri tarafından,
Afrika kıtasından 12-13.5 milyon arasında Afrikalı zorla kaçırılarak
Amerika’ya köle olarak götürüldü. Bunların %25’i ağır koşullar sebebiyle
ilk 18 ay içerisinde öldü. Yolculuktaki kötü koşullara dayanamayarak
ölenler %12.5 - %50 arasında tahmin edilmektedir. Bütün Afrika nüfusunun
40-70 milyon arasında tahmin edildiği bir devirde bu rakamın ifade
ettiği korkunç boyut daha iyi anlaşılacaktır. Afrikalılar özellikle
ABD’de 1950’lere kadar kanunen hala ikinci sınıf insan muamelesi
görmekte idi. Bugün bu kanuni kısıtlamalar kalkmış olsa da fiili durum
devam etmektedir. Daha geçtiğimiz günlerde bir hükümet danışmanı zenci
çocuklarının kürtajla alınmasını tavsiye etmiştir. Kentlerin varoşları
işsiz güçsüz zencilerle doludur. Amerika’da yaşanan kasırga felaketinde
bu durum bütün çıplaklığı ile dünyanın önüne serilmiştir. Bunların
medeniyeti sadece kendileri içindir. Bunlara göre kendilerinden
olmayanların yaşama hakkı yoktur.
Engizisyon Vahşeti:
“Hücrelerin içinde oraya buraya dağılmış
işkence takımları vardır. Uçları demir kancalarla takviye edilen birkaç
kuyruklu yılan kamçılar, mahkumların etlerini kemiklerinden ayırmak ve
sabırsız aç köpeklere iştah açıcı bir ziyafet sunmak için kullanılan
aletlerdir. Bir yanda, mahkumların çıplak vücutlarına dökmek için,
içinde kurşun kaynatılan demir kazanlar bulunur. diğer tarafta, üzerinde
masum insanların bedenlerine geçirilecek şişlerin kızdırıldığı kömür
yığınları durur.
İçinde sürekli işkence ateşlerinin yandığı bu ölüm
hücreleri alevlerin ve korların bütün sıcaklığına rağmen soğuk bir
rutubet yüklüdür. Mahkûmların çıplak bedenlerinden oluk oluk akan
kanlara doyan zindan duvarları sürekli soğuk soğuk terlerler.
... Bunların yanında, iç yüzeyleri sivri kancalarla
örülmüş metal başlıklar bulunur. Mahkumların başına geçirilerek bir
mengene gibi yavaş yavaş sıkıştırılan başlıklarla acının giderek
yükselen miktarı mahkuma damla damla tattırılır. Bir süre sonra mahkumun
başından sızan kanlarla birlikte yavaş yavaş çatlayan kemiklerin
sesleri duyulur. Diğer bir tarafta, kadın mahkumların göğüslerini sökmek
için kullanılan demirden burgulu kancalar vardır. Yanısıra, dili
kökünden koparmak için yapılmış kerpetenler, dişleri parçalamak için
kullanılan demir çekiçler bulunur.
İşkence odalarının bir diğer demirbaşı da,
daraltılıp açılabilen, içi küçük sivri çivilerle doldurulmuş kızgın
demir ayakkabılardır. Mahkumun ayaklarına giydirilerek sıkıştırılan
ayakkabılar ayakları, bir avuç parçalanmış et ve kemir ufağı haline
getirir.
... Zindanlarda, insanı ikiye, üçe katlamak ve
sırtından başlayarak tüm kemiklerini kırmak için kullanılan aletler de
vardır. Bunların yanısıra, mahkumları üzerine gererek işkence etmek için
kullanılan ‘Andreaus Haçı’ bulunur.
... İşkence sırasında mutlaka bir doktor
mahkuma nezaret eder ve hemen ölmemesini sağlar. Mahkumun ölüme
yaklaştığı her an doktor işkenceye müdahale eder ve mahkumu kendine
getirmeye çalışarak aynı acıları tekrar çekmesini sağlar. Mahkumun
inleyip bağırmaması için de ağzına demir bir haç tıkanır.” (Vahşi Batı, Dr. Sedat Cereci)
Hiç şüpheniz olmasın aynı zihniyet devam ediyor.
Amerikan filmlerine dikkat ederseniz vampirli, kurt adamlı, şeytanlı
saçma sapan birçok korku filminde hıristiyanlık propagandası vardır. Bu
kötü varlıklardan kurtulmak için iyi insanların haç ile bu kötü
varlıkları öldürmesi beklenir.
Bu tür sapkın küfür inanışları Batı toplumunun
vahşet ve insanlık dışı uygulamalarının tarihi altyapısını yansıtan bazı
örneklerdir.
Zaten Amerikan filim endüstrisi bilinçli ve
kontrollü bir şekilde psikolojik harp silahı olarak kullanılmaktadır.
Hedefteki kitleler terörist, gaddar gösterilir, hıristiyanlık
propagandası yapılır. Doğruyu eğri, yanlışı doğru gösterirler. Kendi
kusurlarını örtmekte çok mahirdirler. Böylece dünya kamuoyunu kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Hatta harplere zemin
hazırlarlar.
Fransızların Cezayir Soykırımı:
Fransızlar Cezayir’de 1830 ile 1962 yılları
arasında 1 milyon Cezayirli’yi öldürdüler. Bu süre içinde her türlü
işkence, kültürel soykırım, tecavüz yöntemleri uygulandı. Cezayirliler
tıp deneylerinde kobay olarak kullanıldı. Fransızlar 8.000 köyü yok
ettiler, Cezayirli köylü nüfusun yarısı (1.8 milyon Cezayirli)
Fransızların kullandıkları napalm bombalarının etkisiyle yok edilen
evlerini ve verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. 2.5
milyon Cezayirli’yi toplama kampı şeklindeki bölgelerde tecrit ettiler.
Birçok Cezayirli korkunç işkenceler altında hayatını kaybetti. (Bkz.
Batı Tarihinde İnsanlık Suçları, Sefa M. Yürükel)
Avrupa’nın Diğer İnsanlık Suçları:
Hemen her Avrupa ülkesinin tarihinde böyle
karanlık bir uygulama vardır. Norveç’te daha 1977’lere kadar Taterlara
(göçerlere) karşı biyolojik kısırlaştırma uygulanması, Grönland sakini
Eskimoların yerlerinden kovulması, İngilizlerin Avustralya yerlilerini
katletmesi, -ki 1970’e kadar taplam 100 bin yerli çocuğu zorla
ailelerinden alınarak beyaz ailelere işgücü olarak verildi, Almanların
2. Dünya savaşı’nda yaptığı soykırımlar, diğer Avrupa ülkelerinin Alman
mülteci sivillere uyguladığı katliamlar, Belçikalıların Afrika’daki
katliamları vs. vs. Velhasıl bütün Avrupa’nın tarih defteri soykırımla
doludur.
ABD’nin Atom Bombası:
Atom bombasını icat eden Amerika Japonya’yı
teslim almakta zorlanınca tereddüt etmeden bu bombayı bu ülkenin iki
şehrinde kullanmıştır. Yüzbinlerce sivil hayatını kaybetmiştir.
ABD’nin Vietnam Katliamı:
Şimdi ortaya çıkan tarihi belgeler göstermektedir
ki, ABD Vietnam savaşı’na da aynı Irak savaşı’nda olduğu gibi bir yalan
uydurarak başlamıştır. Bu savaş kendisine çok pahalıya mal olmuştur,
ancak o kadar çok Vietnamlı öldü, Amerikan bombaları ülkeyi öyle yerle
bir etti ki, ülkede hala savaşın izleri yaşanmaktadır. Amerika bu ülkeye
o kadar çok bomba atmıştır ki, savaş artığı metalleri toplayıp satmak
hâlâ bir geçim yolu olarak devam etmektedir.
Yakın Tarihte Türk ve Müslümanlara
Yapılan Soykırımlar:
Osmanlı’nın çöküşü yıllarında Balkanlar’da, Girit’te, Kırım’da, Kafkaslar’da yaşanan katliamlar hâlâ belleklerde.
Birinci Cihan harbi ve devamında İngilizler’in,
Fransızlar’ın, İtalyanlar’ın, Ruslar’ın, Ermeniler’in, Bulgarlar’ın,
Sırplar’ın yaptığı müslüman katliam ve soykırımları, zulüm ve
işkenceleri unutulmamıştır.
“Yunanlılar 1919’da İzmir bölgesini işgal edip
Orta Anadolu’ya doğru girdikleri zaman, büyük çapta bir katliamı
tamamladılar. 25 Haziran 1919’daki Aydın katliamı, cinayetler
zincirinden bir tanesiydi. Yunan askerleri önce, kasabanın Türk
mahallesini yoğun bir topçu bombardımanına tabi tuttular. Kaçmaya
çalışan Türkler, Yunan askerleri veya yardımcı sivil kuvvetler
tarafından vurulup öldürüldü. Ondan sonra, Yunan ordusu mahalleye girdi
ve yıkıma devam etti. Bazı Türk aileleri, evleri ateşe verilerek diri
diri yakıldı. Diğerleri sokaklarda öldürüldü. Bir bina içerisine
saklanmış olan dört kadın, tahta kazıklara bağlanarak katledildiler. O
gün yaklaşık onbin Türk zalimce katledildi.” (Pierre Oberling, Bellapais’e Giden Yol. Bkz. Vahşi Batı, sh. 279)
Ve daha dün Kıbrıs’ta yaptıkları katliamlar unutulmadı. “1970’lere
gelinceye kadar yüzlerce Kıbrıs Türk’ü, vahşi Yunan’ın silahlarıyla can
verdi. Rumlar, silahsız gençlerden dağlarda sürülerini otlatan
çobanlara, çaresiz yaşlılardan küçücük çocuklara kadar rastladıkları her
Türk’ü, içlerindeki vahşet ateşiyle katlettiler.” (Dr. Sedat Cereci, Vahşi Batı, sh. 284)
Akabinde Bulgaristan’da, daha sonra Bosna-Hersek’te,
arkasından Azerbeycan’da, Çeçenistan’da, Filistin’de yaşanan vahşet ve
katliamlar hâlâ yüreklerde.
Özellikle Bosna-Hersek’te yaşananlar medeni(!)
Avrupa’nın soykırım ve vahşet geçmişinin hâlâ devam ettiğinin en bariz
göstergesiydi. 500 yıl önce Amerika yerlilerinin hamilelerinin
karınlarını deşen Avrupalı soykırımcılar aynı şeyi 10 yıl önce
Avrupa’nın göbeğinde yaptılar. Köprünün altından çok sular aktı amma
Avrupa’sı, Amerika’sı genlerindeki vahşetten zerrece bir şey
kaybetmediler. Bosna’da yüzbinlerce insan sadece müslüman oldukları için
vahşice katledildi. Bütün Avrupa seyretti, ellerini ovuşturdu.
Hep aynı vahşetle, Birinci Haçlı seferindeki
katliamlardan bin yıl sonra dün Bosna’da, bugün Irak’ta, yarın İran ve
daha hangi İslâm coğrafyasında bu vahşet devam edecek!
İşte Irak! Amerikan vahşeti gün be gün ortaya çıkıyor. Ki bunlar ancak haberimiz olanlar.
İşte bu medeniler(!)in gerçek yüzü budur: Vahşet, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme!..
Zulüm ve Vahşet Devirlerinde
Mazlumların Sığınağı Osmanlı’ydı!
Hıristiyan Batı âleminde din baskısı ve mezhep
çatışmasının hüküm ferma olduğu zorbalık ve barbarlık dönemlerinde,
değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için yegâne sığınak ve
iltica cenneti Osmanlı ülkesiydi. Felix Valyi bu hakikate işaret eden şu
görüşleriyle tarihe kayıt düşmektedir:
“Müslüman yönetimin hoşgörüsü konusunda en mühim
tanıklık, takibe uğrayan hıristiyanlar’ın ve diğer mezhep mensuplarının
kendi dinlerini serbestçe icra edebildikleri Müslüman topraklarını
iltica edişleridir. 15. asır sonlarında takibata uğrayan İspanya
musevileri büyük bir topluluk olarak Türkiye’ye iltica etmiştir.
Macaristan Tiransilvanya’nın Kalvenistleri, Transilvanya’nın
Unitarienleri, fanatik Harsburg Hanedanının eline düşmektense Türklere
gitmeyi tercih etmişlerdir. 17 asırda Silazya’nın Protestanları ümit
dolu gözlerle Türkiye’ye bakmışlardır; din hürriyeti elde edebilmek için
müslüman idaresine memnuniyetle gireceklerdir. 1736 yılında Rus Devlet
Kilisesince takibe uğrayan “Old Believers”mezhebine mensup Kazaklar,
hıristiyan kardeşlerinin kendilerine tanımadığı hoşgörüyü Türkiye’de
bulmuşlardır.” (Felix Valyi, “Revolutions in İslâm”, s. 48-49. bas.: London, 1925.)