17 Şubat 2012 Cuma

Afrikadan Bir Çığlık


                                                                        Afrikadan Bir Çığlık
                                                   
"Ülkemin insanları okumak için Hristiyan oluyor!"
    Sierre Leone, misyonerlerin kuşattığı Batı Afrika'nın küçük ve fakir bir ülkesi... Sömürgeden kurtulup bağımsızlığını kazanmış olmasına rağmen İngiliz ve Amerikalı misyonerlerin yoğun tesiri devam etmekte ülkede... Öyle ki, Hristiyanlığı seçmeyen gençleri okullarında okutmuyorlar, açtıkları su kuyularına bayraklarını dikiyorlar, dağıttıkları gıda paketlerinin içerisine muhakkak sûrette İncil koyuyorlar...
( Şebnem Dergisi: Sayı: 76, 2011)
                                                         BATI MİSYONERLİK İLE NEYİ AMAÇLIYOR?
 Hıristiyan misyonerler emperyalizmin öncü kuvvetleridirler. Batı ülkeleri dini, yönetimin tamamen dışında bıraktıkları halde İslam dünyasındaki misyonerlik çalışmalarına büyük maddi katkıda bulunmaktadırlar. Misyonerliğin öncelikli amacı insanlara hıristiyanlık dinini tebliğ etmek değil gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinin halklarının Batı ülkelerinin dünya üzerinde kurmuş oldukları sömürgeci yapıya tamamen teslim olmalarını ve başkaldırmamalarını sağlamaktır.
Bu arada misyonerler, söz konusu sömürgeci yapıyı tehdit eden tehlikeleri de ortadan kaldırmayı amaçlamaktadırlar. İslam dünyasındaki hıristiyan misyonerlerin sadece din propagandası yapmakla kalmayarak bozgunculuk yapmaları da bu yüzdendir. (1)
Günümüzde Müslümanların karşı karşıya olduğu meselelerin pek çoğuna onlar sebep oldular ve halen de sebep olmaya devam ediyorlar. Misyonerler geçmişte, Müslümanları hıristiyan yapmakta başarılı olamayacaklarını anlayınca "İslam Birliği"ni ve Müslümanların İslamca yaşantılarını bozmak için değişik bir yol tuttular. Dolayısıyla Müslümanlar arasında kavmiyetçilik, liberalizm vs. gibi fikirleri yaymaya başladılar. Bugün Müslümanlar arasında yaygın olan gayrı İslâmi düşüncelerin çoğu onların ürünüdür.
Bugünkü hıristiyanlığın asıl vatanı durumunda olan Avrupa ve Amerika'da din büyük oranda arka plana atıldığı, hıristiyanlığın kuralları tümüyle unutulduğu halde, misyonerler çalışmalarını İslam ülkelerinde ve geri kalmış durumdaki Afrika ve Asya ülkeleri üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Böyle yapmaları emperyalizmin çıkarlarına hizmeti amaç edindikleri yolundaki iddiamızı doğruluyor. Emperyalizmin desteği ile çok büyük bir maddi güce sahip olan kilisenin sömürge durumundaki ülkelerde yürüttüğü çalışmaları aksatmamak için kendi vatanını ihmal etmesi boşuna değildir.
Sahip oldukları dokunulmaz ve özerk statüyü çok iyi değerlendiren kilise otoriteleri kendi vatandaşlarına "din" konusunda pek söz geçirememekle beraber, üçüncü dünyada faaliyet göstermek üzere büyük bir sermaye desteğine sahiptirler. Özellikle Afrika ve Uzakdoğu gibi istismar edilmeye çok uygun yerlerde misyonerler, sınırsız ekonomik imkânların yanında batı ülkelerinin ve mevcut kukla rejimlerin askeri ve siyasi desteğiyle çalışmaktadırlar. Bugün dünyada hıristiyan bir azınlık tarafından yönetilen Müslüman ülkelerin sayısı az değildir. (2)
Misyonerliğin Geçmişi
İslam âleminde hıristiyanlaştırma faaliyetlerinin kökleri haçlı savaşlarına kadar uzanır. Hıristiyan Avrupa'nın İslam âleminde teşkilatlı bir şekilde misyonerlik çalışmalarını başlatması ise 13. asrın başlarında olmuştur. Hıristiyan misyonerler İslam âlemindeki hıristiyanlaştırma faaliyetlerini organize etmek amacıyla tarih boyunca çeşitli dernekler ve teşkilatlar kurmuşlardır. On dokuzuncu asrın girmesiyle misyonerlik faaliyetleri daha da gelişmeye ve güçlenmeye başladı. Özellikle Batı'nın gerçekleştirdiği teknolojik gelişmeleri çeşitli İslam topraklarına sokmak suretiyle nüfuzunu genişletmesi İslam âlemine misyonerlik faaliyetlerinin sızmasını da kolaylaştırdı. Misyonerlerin Müslümanlar arasında yayılmasını Avrupa ülkelerinin İslam topraklarına askerler göndermesi takip etti. Bu noktada sömürgeci güçlerle misyonerlerin gayeleri birleşiyordu. (3)
Afrika'da Sömürgecilik ve Misyonerlik El Ele
Emperyalizmin Afrika senaryosu ve bunda misyonerlerin rolü, emperyalizm-misyonerlik ilişkisini ortaya koyma bakımından üzerinde durulmaya değer.
Afrika'nın keşfinden sonra bu kıtaya ilk yayılanlar misyonerler oldu. Misyonerlerin amacı sadece insanları hıristiyanlaştırmak değil aynı zamanda onları sömürge hâkimiyetine hazır hale getirmekti. Böylece Avrupa'nın Afrika üzerindeki hâkimiyeti daha da kuvvet kazanacaktı.
Nitekim misyonerler bütün güç ve imkânlarıyla çalıştılar. Avrupalılar da hâkimiyetlerini kurdular ve bunun sonucunda bir yandan Afrika'nın tabii zenginlikleri Avrupa'ya aktarılırken, diğer yandan ekonomik gelişmeler dolayısıyla işçi talebinin karşılanması için insanlar köleleştirildiler. Avrupalının yüzyıllar süren sömürge düzeninin neticesi, bu kıtanın verimsiz, kurak ve çöl haline getirilmesi dolayısıyla insanlarının fakirleşmesi oldu.
Afrika kıtasının tabii zenginliklerinin Avrupa'ya taşınması sonucunda bu kıtanın çölleşmesini de Avrupalılar kendi çıkarları açısından kullanmayı bildiler. Batılılar, hıristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde geçmişte gerçekleştiremediklerini bugün yoksulluğu fırsat bilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Bugün Batı'nın göndermiş olduğu hıristiyan misyonerler Afrika insanının yoksulluğunu ve açlığını onu hıristiyanlaştırmak için değerlendirmektedirler.
World Christian Encyclopaedia (Hıristiyan Dünyası Ansiklopedisi)'nın yayın müdürü istatistikçi Dawid Warren'e göre 1970'lerde hıristiyanlaştırma faaliyetlerine 70 milyar dolar ayrılmışken bu miktar gittikçe artırılarak 1980'lerde 100.3 milyar dolara çıkarıldı. Dawid Warren, tüm dünyada yapılacak hıristiyanlaştırma faaliyetleri için 1985 yılında da 127 milyar dolar ayrıldığını bildirdi. (Buna misyonerlik faaliyetleriyle bağlantılı gıda, sağlık ve diğer zorunlu ihtiyaç yardımlarının da dahil olduğunu sanıyoruz.) Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere misyonerler, faaliyetlerini kuraklık ve açlık musibetine uğrayan ve kendi hallerine terk edilen Afrikalıların yaşadıkları bölgelerde yoğunlaştırmaktadırlar. Yardımseverler kisvesi altında faaliyet yürüten misyonerler her gün yüzlerce Etyopyalı, Sudanlı, Çadlı, Malili ve Mozambikli insanın inancını çalmaktadırlar. Anne ve babalarını kaybeden Müslüman çocuklar, papazlar tarafından idare edilen hıristiyan yetimhanelerine götürülmekte ve içlerinden zeki olanlara kilise bursları temin edilerek Batı ülkelerine tahsil yapmaya gönderilmektedirler. Bunlar Batı ülkelerinin Afrika ülkelerindeki çıkarlarını korumaya elverişli hale getirilmek üzere özel bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Söz sırası gelmişken bugün İslam ülkelerindeki yönetim meselesinin ve bu ülkelerde yönetim ile halk arasındaki kopukluğunun da geçmişte uygulanan benzer politikadan kaynaklandığına dikkat çekmemiz uygun olur.
Misyonerliğin Afrika'ya Getirdikleri: Sömürgeleştirme, Yoksullaştırma, Hıristiyanlaştırma ve Bozgunculuk Bugün Afrikalı Müslüman, iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Biri açlık ve sefalet dolayısıyla hayatını kaybetme tehlikesi, diğeri ise fırsatı ganimet bilip insanların içinde bulundukları imkânsızlıkları istismar eden hıristiyan misyonerlerin tuzağına düşerek imanını kaybetme tehlikesi. Bunların ikincisi birinciden çok daha tehlikelidir. Çünkü birincisi geçici hayatı kaybetme tehlikesi, ikincisi ise ebedi hayatı kaybetme tehlikesidir. Ama ikincisi birinciyle irtibatlı. Çünkü Afrikalı Müslüman açlık ve sefalet yüzünden misyonerlerin kucağına itiliyor. Şimdi size hıristiyan misyonerlerin Afrika'daki çalışmalarından bazı örnekler sunalım:
Afrika'daki Müslüman halklar içerisinde açlık sıkıntısından en çok etkilenen toplumlardan biri Mozambik Müslümanlarıdır. Birleşmiş Milletler'in yayınladığı bir rapora göre Güneydoğu Afrika ülkelerinden Mozambik'te doğan her bin çocuktan 350'si yetersiz beslenme sebebiyle hayatını kaybediyor.
Mozambik Müslümanları 500 yıl Portekiz emperyalizmine karşı savaş verdiler. Portekizliler bu beş asır içinde Müslümanların bütün mal varlıklarını gasp edip onları fakir, çaresiz bıraktılar. Bu beş asır sonunda kazanılan zafer de çeşitli siyasi oyunlarla yine Müslümanların elinden alındı. 1977 yılında bağımsızlığını ilan eden Mozambik'te yönetimi ele geçiren Milli Cephe, sosyalist sistem getirdi. Bu sosyalist rejimin gölgesinde misyonerler gayet rahat bir çalışma ortamı bulabildiler. Geçmişte Müslümanlardan zorla aldıklarının çok az bir kısmını geri veren misyonerler, verdikleriyle beraber batıl inançlarını da kabul ettirmeye çalıştılar.
Hıristiyan kilisesi Mozambik'te yürütülen hıristiyanlaştırma çalışmalarıyla ilgili olarak verdiği raporunda bu ülkede hıristiyanların sayısının hızla arttığını duyurdu. Bu ülkede açlığın hüküm sürdüğü yerlerle kurak bölgelerde gıda maddelerinin dağıtılması hususunda misyoner teşkilatları ile hükümetin sıkı bir işbirliği içinde oldukları bildirildi. Mozambik'teki hıristiyanlaştırma çalışmaları genellikle Müslümanlara yönelik. Yukarıda sözü edilen kilise raporuna göre Mozambik'teki "Yav" kabilelerinin % 80'i, "Makondi" kabilelerinin de % 43'ü Müslüman.
Bugün hâlâ açlığın cenderesinden kurtulamamış olan Somali'de misyonerlik çalışmalarının iki asırlık bir geçmişi var. Misyonerler bu ülkede iki asırlık hummalı çalışmaları sonunda tek bir Müslümanı bile hıristiyan yapmayı başaramadılar ama sömürgeci güçlerin bu ülkenin yönetimini kendi çıkarlarına hizmet edecek kişilerin eline teslim etmeleri için şartları hazırlamayı başardılar. Somali'nin 1991 ayaklanmaları ile iktidardan uzaklaştırılan eski diktatörü Siyad Berri, ülkedeki İslâmi uyanışın önüne geçmek amacıyla hıristiyan misyonerlerden yararlanıyordu. İslâmi hareket mensuplarına göz açtırmayan Siyad Berri, misyonerlere Müslüman halk içinde faaliyet yürütmeleri için her türlü imkânı sağlıyordu. Sömürgeci güçlerin çıkarlarını koruması üzere Somali devlet başkanlığına getirilen Siyad Berri misyonerlerin önüne bütün kapıları açmış ve misyoner okulları açmalarına fırsat tanımıştı. Hatta Berri ihtiyaçlı durumdaki Müslüman ailelerin çocuklarının binlercesini hıristiyan misyonerlere satmaya bile kalkıştı. (4) Somali Müslümanlarının 1988 sonlarına doğru Kuveyt İslam Fıkhı Enstitüsü'nün 5. dönem toplantısına gönderdikleri mektupta şöyle deniyordu: "...Yönetim hıristiyanlaştırma çalışmaları için her türlü imkânı hazırladı. Müslümanlar tarafındaki bütün engelleri kaldırdı. Müslümanların İslâmi hislerini öldürdü. İslâmi tebliğ çalışmalarını yasakladı, ağızları kapattırdı ve misyonerlerin seslerinden başka her sesi susturdu. Artık misyonerlerin ülkemizde enine boyuna dolaşmaları ve istediklerini yapmaları için bir engel söz konusu değil. Ağızların kapatılmasından, İslam'ın sesinin kısılmasından, Müslüman davetçilerin kovulmalarından veya hapse atılmalarından sonra meydan onlara kaldığı için misyonerler artık Müslümanların çocuklarını arabalara yükleyerek adeta mal gönderir gibi Avrupa veya Amerika kiliselerine gönderebiliyorlar. Somali tarihinde ilk kez bazı gençlerin boyunlarına haç astırıp sokaklarda dolaştığı görüldü. Kuzey bölgedeki bazı şehirlerin yıkılmasına ve ahalilerinin sürgün edilmesine yol açan son olaylardan sonra bazı aileler çoluklarıyla çocuklarıyla Avrupa'ya veya Amerika'ya göç ettiler. Gittikleri yerlerde onları kilisenin adamları karşılayıp çocuklarını alıyorlar". (5) Somali'de 1991 yılında çıkan ve Siyad Berri diktatörlüğüne son vermeyi amaçlayan iç savaşın, halkı daha çok fakirliğe ve açlığa itmesi de misyonerlerin işine yaradı. Hatta misyoner teşkilatları bu kez Birleşmiş Milletler teşkilatı ile de işbirliği yaparak hıristiyanlaştırma çalışmalarını daha da hızlandırdılar.
Fakir Afrika ülkelerinden Malavi'de elli - altmış yıl öncesine kadar nüfusun % 66'sını Müslümanlar oluştururken bu oran zaman içinde % 17'ye kadar düştü. Bu kadar kısa süre içinde böyle büyük bir düşüş gerçekleşmesinin sebebi eğitimin hıristiyanların denetimi altında olmasıdır. Misyonerler eğitimi denetimlerine almaları sayesinde okuyan kesimi ele geçirdiler. Bunun üzerine İslam okumamış kesimin dini haline geldi. Misyonerler bunu da İslam aleyhine bir propaganda malzemesi olarak kullandılar ve İslam'ın ancak cahil kesim tarafından kabul edilebilecek bir din olduğuna ülke halkının bir bölümünü inandırabildiler. (6) Fakat özellikle 1980'li yıllarda bu ülkede yeniden bir İslâmi uyanış ortaya çıktı. Bu uyanış sayesinde, geçmişte hıristiyan misyonerlerin İslam hakkındaki asılsız iddialarından etkilenen ve özellikle inançları yiyecek maddesi karşılığında çalınmış olan Malavililer yeniden İslam'ı tanımaya ve Müslüman olmaya başladılar. Bu durum karşısında Papa II. Jean Paul'ün emriyle Malavi'de görev yapan misyonerler yeniden bir atağa geçtiler. Ama bu kez misyonerler pek başarı elde edemediler ve Müslümanların çalışmaları daha etkili oldu. Hıristiyan kilisesi Malavi'de yenik düştüğünü ve geçmişte kullandığı hilelerin artık iş görmediğini anlayınca bu ülkede her türlü dini propagandanın yasak edilmesini istedi. Katoliklerin dini lideri II. Jean Paul de 1989 baharında çeşitli Afrika ülkelerini içeren ziyareti esnasında Malavi'ye de uğradı. Ziyaret ettiği diğer Afrika ülkelerindeki misyonerlik çalışmalarına devletin destek vermesini isteyen II. Jean Paul, Malavi'de bütün dini propagandaların yasak edilmesi çağrısını tekrarladı. Bu durum sömürgecilerin çıkarlarını garantiye almak için dini bir altyapı oluşturmak üzere görevlendirilen hıristiyan misyonerlerin eşit şartlarda mücadeleye ve er meydanında güreşe yanaşamadıklarını ortaya koyuyordu.
Mali'nin Kav şehrinde misyonerlik faaliyetleri 1927'de başladı. O tarihten 1980'lere kadar hıristiyanlaştırılabilen Müslüman sayısı sadece ikiydi. Ama bu zaman zarfında misyonerlerin "fakirleştirme" ve "cahilleştirme" politikaları başarılı oldu. Dolayısıyla 1980'lerden sonra hıristiyanlaştırılabilen Müslüman sayısı hayli arttı.
Mali'de faaliyet yürüten hıristiyan misyonerlerin genç kızları çeşitli yollarla evlerinden alarak misyoner merkezlerine teslim ettikleri tespit edildi. Konuyla ilgili açıklamalarda hıristiyan misyonerlerin Müslüman kızları kandırabilmek için onlara süs eşyası, güzel ve lezzetli yiyecekler, kıymetli giyecekler temin ettikleri bildirildi. Misyonerler bu yollarla ağlarına düşürebildikleri Müslüman genç kızları ailelerinden habersiz olarak misyoner merkezlerine götürüyor ve orada hıristiyanlık propagandasına tabi tutuyorlardı. Mali'de misyonerlik çalışmalarını yürüten örgütlerin genellikle kadın örgütleri olması da ilgi çekiciydi. Bunun en önemli sebebi orada daha çok genç kızların hedef alınması ve pusuların, ağların onlara göre düzenlenmiş olmasıydı. Dikkat çeken bir başka husus ise Mali'de faaliyet yürüten misyoner kadınların çoğunlukla Fransız asıllı olmalarıdır. Bunda Fransa'nın Mali'deki sömürgeci çıkarlarının korunmasının etkisi vardı. Fransa yönetimi hıristiyanlaştırma yoluyla Mali'deki emperyalist çıkarlarını korumak amacıyla kilise teşkilatlarına ve misyonerlere büyük yardımlar yapıyor. (7)
Afrika'daki hıristiyan misyonerler zaman zaman siyasi karışıklıklara ve fitnelere de sebep olmaktadırlar. Mesela Afrika'nın küçük ülkelerinden olan Liberya'da Ağustos 1990'da çıkarılan ayaklanmanın asıl amacı bu ülkedeki İslâmi ilerleyişin önüne geçmekti. 3 milyon nüfusa sahip Liberya'da halkın yaklaşık % 45'ini oluşturan Müslümanlar, ne devlet başkanı Samuel Doe'nin ne de ayaklananların tarafını tutuyorlardı. Buna rağmen çok sayıda Müslüman atılan mermilere hedef seçildi. Liberya'daki Müslüman davetçilerin ileri gelenlerinden olan Seyko Hüseyin Sako'nun haftalık el-Muslimun gazetesine verdiği demece göre çoğunluğu putperest kavimlere mensup olan isyancılar Liberya'daki hıristiyan misyoner teşkilatlarından ve kilise temsilcilerinden önemli oranda yardım alıyorlardı. Liberya'daki ayaklanmanın başlama hikâyesi de oldukça ilginçti. Önce kilise güdümündeki Observer gazetesinin başkan Samuel Doe'yi Müslümanlara arka çıkmakla, camilerin ve İslâmi okulların yapımına yardımcı olmakla suçlamasıyla işe başlandı. Bunun arkasından karşılıklı suçlamalar ve ithamlar birbirini takip etti. Sonunda yine büyük ölçüde kilise mensuplarının ve misyonerlerin tahrikleri neticesinde ayaklanma başlatıldı. İsyancılar gerçekte Samuel Doe iktidarına son vermeyi amaçladıkları halde birçok yerde silahlarını Müslümanlara çevirdiler. Bazı Müslüman köylerinde toplu katliam gerçekleştirdiler. Liberya olayları ile ilgili olarak özellikle üzerinde düşünülmesi gereken de isyancıların bir Müslüman köyüne girdiklerinde ilk önce köyün imamını sormaları ve ilk iş olarak onu bulup öldürmeleriydi.
1989 Mayıs'ının ortalarında Batı Afrika ülkelerinden Senegal'in başkenti Dakar'da Senegallilerin Moritanyalılara saldırmaları üzerine başlayan çatışmalarda birçok insan öldürüldü. Bu olaylarda özellikle Fransa hesabına çalışan misyonerlerin parmağı olduğu sonradan ortaya çıkarıldı. Moritanya kültür bakanı Ahmed el-Emin Veled bu konu ile ilgili olarak yaptığı açıklamada misyonerlerin Afrika'da güven ve istikrarı bozmak, çeşitli sürtüşmelere sebep olabilmek için bilhassa hıristiyan yaptıkları kimseleri kullandıklarını ve bu arada ayrılıkçı gruplar ile de işbirliği içine girdiklerini söyledi. Ahmed el-Emin Veled, Senegal ile Moritanya arasında ortaya çıkan sürtüşmede katolik kilisesi hesabına çalışan misyonerlerin büyük rollerinin olduğuna işaret etti. Bakan Veled, katolik kilisesi hesabına çalışan misyonerlerin Senegallilerin kavmiyetçi düşüncelerini harekete geçirmek suretiyle, kendilerini bu ülkede yaşayan Moritanyalı azınlığa karşı kışkırttıklarını ve Senegal yönetimini de Moritanya ile savaşa girmek üzere teşvik ettiklerini ifade etti. Senegal olaylarının başlamasında Fransa hesabına çalışan ajanların ve yayın organlarının da etkinliği olmuştu. Senegal olaylarını kışkırtanların ve tertipleyenlerin başında Senegal'in eski başkanı Sengur zamanında İçişleri bakanlığı yapmış olan Jean Goulan bulunuyordu. Fransa finansmanlı basın organları da Moritanyalılarla Lübnanlıların geçmişte köle ticareti yaparak zengin olduklarını ileri sürüyor ve bundan dolayı Senegallileri Moritanyalılara karşı kışkırtıyorlardı. İşin gerçeğinde ise Senegal'deki köle ticaretini Fransızlar ellerinde tutmuşlar ve bu ülkeden zorla topladıkları binlerce Müslümanı Avrupa ülkelerinde köle olarak satmışlardı. Fransa güdümlü Demokratik Parti gazetesi de Senegalli siyahları Moritanyalı beyazlara karşı toplu kıyama davet etti. Bütün bu olaylar Fransız emperyalizmi ile misyoner teşkilatlarının işbirliğine delil teşkil ediyordu.
Uganda'da 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Müslüman katliamının arkasında hıristiyan misyonerler vardı. Hıristiyan misyonerler bu ülkedeki Müslüman hâkimiyetine son verebilmek için adam satın alma yoluyla bazı yerli Ugandalıları kendi taraflarına çekebildiler. Ardından kendi adamlarına modern silahlar temin ederek Müslümanlara karşı dini savaşlar başlattılar. Bu savaşlarda on binlerce Müslüman topluca öldürüldü.
Sudan'ın güneyindeki ayrılıkçı gruplara hıristiyan misyonerler tarafından tabut içinde silah gönderildiği Sudan polisi tarafından tespit edilmişti. Bu olayın ortaya çıkarıldığı dönemdeki Sudan Kültür bakanı Ali Şumuvv, bir açıklamasında Sudan'ın çeşitli iç problemlerinin arkasında hıristiyan misyonerlerin bulunduğuna işaret etti. Ali Şumuvv, misyonerlerin Sudan'ın güneyini kuzeyinden ayırarak bu bölgede kendi amaçlarına hizmet edecek ufak bir devlet ortaya çıkarmak için bütün imkânlarını seferber ettiklerini belirtti. Ali Şumuvv konuyla ilgili açıklamasında Afrika'daki Müslümanların en büyük baş belalarının hıristiyan misyonerler olduğuna dikkat çekti. (8)
Orta Afrika ülkelerinden olan Kenya'da misyonerlik çalışmaları bugün hâlâ oldukça yoğun durumdadır. 1990 yılında bu ülkede sadece İngiltere'den 320 misyoner görev yapıyordu. Batı ülkeleriyle iyi ilişkiler içinde olan Kenya hükümeti de misyonerlik çalışmalarına her türlü imkânı sağlamaktadır. Bu ülkede misyonerlik çalışmalarının oldukça yoğun olması sebebiyle bazı çevreler Kenya'yı Afrika'nın Vatikan'ı olarak adlandırmaktadırlar. Ne var ki, gittikleri yerlerde merhamet tacirliği yapan misyonerlerin Kenya'da silah ticareti ile de uğraştıkları belirlendi. Ancak misyonerlerin bu işgüzarlığı, hıristiyanlık propagandalarına her türlü imkânı tanıyan Kenya hükümetini kızdırdı. Kenya hükümeti 1989 sonlarına doğru, ülkeye silah soktukları ve iç güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle Kenya Hıristiyan Kiliseler Birliği (ACCK) üyesi bazı misyonerleri sınır dışı etti. Kenya hükümeti olayla ilgili açıklamasında hıristiyanlık propagandasında kullanılacak malzeme diye göstererek ülkeye silah ve savaşta kullanılacak haritalar soktuklarının tespit edildiğini bildirdi. Konuyla ilgili olarak verilen haberlerde kilise papazlarından Richard Hamilton adında bir kişinin Kenya'dan kovulduktan sonra mühendis kılığına girerek kilisenin mülkünü alıp Hıristiyanlığa hizmet eden başka kurumlara çevirmek amacıyla yeniden bu ülkeye girmeye kalkıştığına işaret edildi. (9)
1977'de siyasi bağımsızlığına kavuşan Cibuti de geniş çaplı bir misyoner saldırısına maruz kaldı. Somali'nin kuzeyinde Aden Körfezi kıyısında bulunan Cibuti'nin bir milyon civarındaki nüfusunun yüzde yüze yakını Müslümandır. Cibuti aynı zamanda Somali zulmünden kaçan Ogadenli Müslümanların da mülteci olarak yaşadıkları bir ülke. Ogadenli mülteciler misyonerlerin iştahlarını kabarttı ve Cibuti'ye yönelik misyoner saldırısı da, Ogadenli Müslümanların yurtlarını terk ederek bu ülkeye iltica etmesiyle birlikte hız kazandı. Cibuti küçük bir ülke olmasına rağmen emperyalizm için özel bir önem arz etmektedir. Çünkü Aden Körfezi'ni Kızıl Deniz'e bağlayan Babu'l-Mendeb boğazı Cibuti'nin kontrolündedir. Güneyden Somali ile kuzeyden ve batıdan da Etyopya ile sınırdır. Bu itibarla önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Dolayısıyla emperyalizmin öncüleri durumundaki misyonerler Cibuti'ye özel ihtimam gösteriyorlar. Amaç sadece insanları hıristiyan yapmak değil buradaki emperyalist çıkarları garantiye almak.
Misyonerler Afrikalı Müslümanları dinlerinden uzaklaştırabilmek için onların aralarında kavmiyetçiliği yayma yolunda da büyük gayretler sarf ettiler. Misyonerler uzun yıllar Afrikalıları, İslam'ın bir "Arap dini" olduğuna inandırmaya çalışarak, onların daha çok kavmiyetçi düşünceleri benimsemelerini sağlamak istediler. Onların bu yöndeki çalışmalarının Afrikalılar arasında önemli etkileri olmuştur. Ancak, Afrika kıtasında İslâmi uyanışın yeniden kendini gösterdiği son yıllarda misyonerlerin kavmiyetçi fikirleri yayma çabaları eski etkisini kaybetmeye başladı.
Siyonist - Misyoner İşbirliği
Afrika'daki hıristiyan misyonerler İslam'a ve Müslümanlara karşı çalışmalarında siyonist İsrail rejimi ile de işbirliği yapıyorlar. Özellikle son yıllarda Afrika ülkelerinde de İslâmi uyanışın etkili olması üzerine hıristiyan misyonerler siyonist rejimle daha çok işbirliğine girme ihtiyacı duydular. Liberya'da binlerce Müslümanın öldürülmesine yol açan iç savaşın arkasında hıristiyan misyonerlerle birlikte siyonistler de vardı. Güney Sudan'daki ayrılıkçı gruplara da hıristiyan misyonerlerle birlikte siyonist rejim de destek vermektedir. Misyonerler Güney Sudan'daki ayrılıkçılara tabut içinde silah temin ederlerken siyonist İsrail yönetimi de ayrılıkçı militanları özel askeri eğitime tabi tutmaktadır.
Misyonerlerin Asya'daki Çalışmaları da Afrika'dakinin Benzeri
Hıristiyan misyonerler, Afrika'daki gibi Asya ülkelerinde de insanların fakirliklerini hıristiyanlaştırma faaliyetlerinde değerlendirmektedirler. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ve dünya ülkeleri arasında fakirlik sıralamasında ikinci sırayı alan Bangladeş'te hıristiyan misyonerler gayet yoğun bir faaliyet yürütmektedirler. Fakirlik, bilgisizlik, işsizlik ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği hıristiyan misyonerlerin başarılı olmak için aradıkları şartlar. Bu şartların tümü Bangladeş'te mevcut. Dolayısıyla kilise teşkilatları bu ülkeye oldukça fazla önem veriyorlar. Misyonerler fakir ve dinleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan Müslümanları tuzaklarına düşürmek için sosyal yardım merkezleri, okullar vs. açıyorlar. Kurdukları sosyal yardım merkezlerinden yardım almak isteyen Müslümanlara hıristiyan olmalarını şart koşuyorlar. Okullarına öğrenci alırken ise hıristiyan olma şartı aramıyorlar. Ancak misyoner teşkilatlarına bağlı okullara giren çocuklar sürekli hıristiyanlık propagandasına tabi tutuluyorlar. Aynı şekilde misyonerlerin sağlık hizmetlerinden yararlanmak isteyen Müslümanlar da hıristiyanlık propagandalarına maruz kalıyorlar. Devletin resmi sağlık kuruluşları yetersiz kaldığından ve düzensiz beslenme, sağlık kontrolünün ve koruyucu hekimliğin olmaması gibi sebeplerden dolayı hastalık oranı yüksek olduğu için misyonerlerin sağlık kuruluşlarına ihtiyaç duyanların sayısı çok oluyor. 200 yıldan buyana yoğun misyonerlik faaliyetlerine maruz olan Bangladeş'te son yıllara kadar 1 milyon Müslümanın hıristiyanlaştırıldığı çeşitli kaynaklarda ifade edilmektedir. Bangladeş hıristiyanları kendilerine özel (bağımsız) bir kilise teşkilatı kurdular. (10) İslam ülkelerinin nüfusça en kalabalık olanı Endonezya'da da yoğun misyonerlik faaliyetleri yürütülmektedir. Batı, Endonezya'yı önce doğrudan işgal etti. Sonra kendi hesabına iş yapacak adamlarını yönetime geçirip işgal kuvvetlerini geri çekti. Daha sonra bu ülkede, İslâmi uyanışın başlaması ve emperyalizmin çıkarlarını tehdit etmesi üzerine öncü kuvvetleri durumundaki misyonerleri gönderdi. Endonezya'daki misyoner teşkilatları Birleşmiş Milletler teşkilatından da yardım almaktadırlar.
Diktatör Sukarno ve Suharto döneminde misyonerler totaliter rejimle işbirliği yaparak Müslümanlara baskı yapılması suretiyle onların dinlerini güvenilir kaynaklardan doğru bir şekilde öğrenmelerine engel oluyor, onları dinleri hakkında cahil bırakmak ve hıristiyanlık propagandalarından rahatlıkla etkilenebilecek, şuursuz ve bilgisiz insanlar topluluğu haline getirmek için çalışıyorlardı.
Bu ülkedeki misyonerlik faaliyetlerinin en önemli yanını ise diğer ülkelerde olduğu gibi insanların yoksulluklarından istifade oluşturmaktadır. Bu faaliyetlerinde başvurdukları metotlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
a.Hıristiyan olmak yahut hıristiyanlığı kabul etmek veya çocuklarını hıristiyan okullarına göndermek şartıyla, fakir Müslümanlara mali yardım yapılması.
b.Çeşitli vesilelerle rejim tarafından tutuklanan Müslümanların ailelerine yardım sağlayarak onları hıristiyanlığa ısındırmak.
c.Okullar açarak bu okullarda fakir ailelerin çocuklarına eğitim imkânı sağlamak.
d.Çeşitli sosyal hizmetlerle insanları kendilerine bağlamak ve hıristiyanlığa ısındırmak.
Bütün bu faaliyetleri için gerekli yardımları Batılı emperyalist ülkelerden ve onların kurduğu uluslararası teşkilatlardan alabiliyorlar.
Yine halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Uzakdoğu ülkelerinden olan Malezya'ya da misyonerler özel önem veriyorlar. Misyonerler Malezya'daki faaliyetlerini 1985'den sonra başlayan İslamizasyon faaliyetlerine paralel olarak hızlandırdılar.
Kısaca, misyonerlik faaliyetlerinden azade durumda hiçbir İslam ülkesi mevcut değildir.
Neden Hedef Müslümanlar?
Asya'daki misyoner teşkilatlarının çalışmalarını Taocular, Şintocular, Hindular ve Budistler arasında değil de özellikle Müslümanlar arasında yoğunlaştırmaları da dikkat çekici. Bunun en önemli sebebi İslam'ın bir hareket, aksiyon dini olmasıdır. Asya'daki misyonerler Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelere yönelik faaliyetlerini günden güne artırırlarken Japonya, Kore gibi Şintocuların ve Budistlerin çoğunlukta olduğu ülkelere uğrama ihtiyacı bile duymazlar.
Misyonerlerin Müslümanlar arasında yürüttükleri faaliyetlerin tek gayesi Müslümanları hıristiyanlaştırmak değil dinlerinden uzaklaştırmaktır. Kendi ülkelerindeki insanların hıristiyanlıktan uzaklaşmalarına rağmen çalışmalarını Müslümanların üzerinde yoğunlaştırmaları da bunu gösteriyor. Gayeleri Hıristiyanlığı yaymak olsaydı, hıristiyanlığı unutup dinsizleşmiş olan ve sayıları milyonları bulan Batı insanlarına daha çok ağırlık vermeleri gerekirdi. Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak istemelerinin asıl amacı da onların Batı çıkarları karşısında zararsız ve etkisiz hale getirilmelerini sağlamaktır.
Amaç Din Tanıtımı Değil Müslüman'ın Kafasını Karıştırmak
Misyonerler, Müslümanları hıristiyanlaştırabilmek için ilk hamlede onları hıristiyanlığa davet etmiyorlar. Bunu yapabilmek için önce Müslümanları kendi dinlerinden uzaklaştırmaya, İslam dinine göre büyük günah sayılan kötülükleri Müslümanlar arasında yaygın hale getirmeye ve daha önce de zikredildiği gibi Müslümanları dini konularda bilgisiz bırakmaya çalışıyorlar. Ayrıca Müslümanlar arasında fakirliğin artması için çeşitli ekonomik yollara başvuruyorlar. Uluslararası emperyalizm ile yardımlaşma içinde olduklarından dolayı buna imkân bulabilmektedirler. Cehalet ve fakirlik, ikisi bir araya gelince, hıristiyanların işi kolaylaşıyor.
Misyonerler ayrıca insanları tuzaklarına düşürebilmek için sosyal kurumlara oldukça ağırlık veriyorlar. Maddi finansman açısından herhangi bir sıkıntı çekmediklerinden dolayı bilhassa Afrika ülkelerinde ve geri kalmış durumdaki diğer ülkelerde oldukça etkili sosyal kurumlar tesis etme imkânları bulabilmektedirler. En çok önem verdikleri alanlar ise eğitim ve sağlıktır.
Mısır'ın İskenderiye şehrinde kıpti bir ailede dünyaya gelen, hıristiyan ilahiyatı üzerine öğrenim gören ve bir süre hıristiyan ilahiyat fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra Müslüman olan Dr. İbrahim Halil Ahmed, misyonerlerin Müslümanlar arasındaki çalışmalarıyla ilgili açıklamasında, kilise görevlilerinin Müslümanların inançlarına fitne sokmak ve onları bazı durumlarda zor duruma düşürmek amacıyla İslam'ı öğrendiklerine dikkat çekmişti. Ünlü misyoner casus Hampher'in şu sözü de bu konuda fikir veriyor: "Müslümanların kalbindeki cihad duygularını söküp atabilmenin en büyük başarı olduğu, gerisinin çorap söküğü gibi geleceği yetiştirildiğimiz misyoner okullarında öğretilmişti."
Londra'da düzenlenen "İslam Ülkelerinin Sömürgeleştirilmesi ve Bu Yoldaki Güçlükler" adlı konferansta delegelerden birisi şöyle konuşmuştu: "Elli yıl durmadan çalıştık. Sadece beş kişiyi hıristiyan yapabildik. Bu durum her şeye rağmen Müslümanların ne kadar zor hıristiyan olduklarının bir kanıtıdır. Fakat elli yıl içerisinde milyonlarca insanı İslam'dan uzaklaştırabildik ve İslam'a karşı Müslümanları lakayt bir hale getirebildik. İşte bu durum bizleri çok sevindirmektedir". Delegenin bu şekilde konuşmasından sonra misyoner merkezi: "Bundan böyle İslam ülkelerinde Müslümanları hıristiyanlaştırmak için çaba sarfetmeyelim. Onları İslam'dan uzaklaştıralım ve İslâmi hükümlere düşman yapalım..." diye karar aldı.(11) Bunları okuyunca İslam ülkelerinde neden bu kadar çok "şeriat" düşmanlığı yapıldığını daha iyi anlamak mümkün olabilmektedir.
Hıristiyan misyonerlerin Müslümanları hıristiyan yapmaktan çok dinlerinden uzaklaştırmayı öne çıkarmaları onlarda ciddi bir din hassasiyetinin bulunmadığının ve onların sömürgeci güçlerin çıkarlarına hizmeti sahip oldukları inanca hizmetten üstün tuttuklarının bir başka delilidir. Bu durum Batı'da din müessesesinin de kendi içinden çürüdüğünü, bozulduğunu ve dinin de sadece dünya çıkarları için kullanıldığını gösteriyor. Kendileri hıristiyanlığı yaşamayan, hıristiyanlığın bütün yasaklarını kendileri için meşru gören bazı Batılıların İslam ülkelerindeki misyonerlik faaliyetlerine katkıda bulunmaları bu durumun bir başka şahidi. Kendileri hıristiyanlıktan son derece uzak olan bazı Batılı turistlerin İslam ülkelerinde misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaya kalkıştıklarına sık sık rastlanabilmektedir.
Bizzat Avrupa ülkelerinde bile hıristiyan misyonerlerin, çalışmalarını hıristiyanlıktan çıkan gençler üzerinde değil de, Müslüman işçiler ve göçmenler üzerinde yoğunlaştırmaları da yukarıda serdettiğimiz fikirleri doğruluyor.
Diyalog da Bir Misyoner Oyunu
Misyonerler yürüttükleri hıristiyanlaştırma çalışmalarının önünü açmak amacıyla son zamanlarda İslam - hıristiyan diyalogu konusuna önem vermeye başladılar. İslam-hıristiyan diyalogu toplantıları da genellikle İslam ülkelerinde düzenleniyor. Bu toplantılardan birisine şahsen katılma imkânım oldu. Gözlemlediğime göre bu toplantılara hıristiyanlık adına katılanlar genellikle "saldırı", İslam adına katılanlar ise "savunma" konumunda oluyorlar. Üstelik İslam'ı savunmak amacıyla toplantıya katılanların çoğunluğu İslam'ın getirdiği hayat nizamını kendi nefislerine kabul ettiremeyenler oluyor. Toplantılarda misyonerler bir yandan sahip oldukları teslis inancını masum göstermeye çalışırken, diğer yandan da Kur'an-ı Kerim etrafında bazı şüpheler uyandırmak istiyorlar. Müslüman - hıristiyan yakınlaşmasını sağlamak adına, İslam'ın reddettiği inanç esaslarına da geçerlilik kazandırılması arzu ediliyor.
İçleri Müslüman Düşmanlığıyla Dolu
Ünlü misyonerlerden Reid: "Misyonerlerden pek çok kimse bir tek Müslüman şehrinde yıllarca çalışırlar, sonunda kendilerine bir ya da iki dost bulamadan ayrılırlar. Müslümanı sevmen zordur, çünkü Müslüman cana yakın biri değildir" (12) diyor. Böyle söylerken de kendi acziyetlerini Müslümanlara saldırmakla kapatmaya çalışıyor.
Bu kafadaki misyonerlerin diyalog konusundaki sözlerine, numaralarına ve oyunlarına güvenmenin büyük bir saflık olacağını düşünüyoruz.
1. M. Ahmet Varol, Emperyalizmin Oyunları, sh.178, Seha neşriyat, İstanbul, 1990 2. Kahraman Kemal, Çağdaş Sömürge İmparatorluğu, sh. 132, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989 3. M. Ahmet Varol, İslam Dünyasından Kesitler, C.I, sh. 9-15, Seha neşriyat, İstanbul, 1990 4. Somali Misyonerlik Çalışmalarını Destekliyor, İslam, Ocak 1986, sh. 30 5.Somali Müslümanlarının Çağrısı, Vahdet, 9-15 Ocak 1989, sh.17 6. Afrika Müslümanları Komisyonu Başkanı Dr. Abdurrahman Sümeyyit ile, İslam, Mart 1986, sh.23-24 7.Mali'de İnanç Avcıları, Vahdet, 26 Mart-1 Nisan 1990, sh. 16 8. Afrika'da Papa Fitnesi, Altınoluk, Eylül 1990, sh.41 9.Silahlı Misyonerlik, Vahdet, 1-7 Ocak 1990, sh.18 10. Bangladeş: Bir Tabak Yemek Karşılığı Vaftiz, Altınoluk, Nisan 1990, sh.38-39 11. Emperyalistlerin Öncüleri Misyonerler, İslam, Ocak 1986, sh.31-32 12. M. Ahmet Varol, İslam Dünyasından Kesitler, C.1, sh. 14                                              AHMET VAROL

                                   
                                               MİSYONERLİK VE MİSYONERLERİN ÇALIŞMA METOTLARI
1. Giriş
Bugün iki milyarı aşan nüfusuyla dünyadaki en yaygın din olan Hıristiyanlık; Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliseleri[1] ve küçük çaptaki birçok grup veya tarikattan oluşan çeşitli cemaatlere ayrılmış durumdadır. Günümüzde dünyada tahmini olarak 21.000 Hıristiyan cemaat veya grup bulunmaktadır.[2]
Hıristiyanlığın kendi kaynakları göz önüne alınırsa bu dinin tamamen İsa Mesîh anlayışına dayanan bir inanca sahip olduğu görülür. Ancak, Hz. İsa ne yazılı bir mesaj, ne de otobiyografi bırakmıştır. Tarihi kaynaklardan onun söylediklerini ve yaptıklarını çıkarmak oldukça zordur. Hz. İsa’nın hayatını anlatan dört İncil de dahil tüm Hıristiyan kaynakları ondan sonra yazılmıştır.[3]
Hıristiyanlığa göre İsa Mesih; hem tanrının oğlu hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı insanlığı ezeli günahtan kurtarmak üzere “biricik oğlunu” yeryüzüne göndermiştir. İsa Mesih, “ilahi planı” yürürlüğe koyacak şekilde insanlığı kurtarışının sembolü olarak önce çarmıha gerilmiş, sonra da “ölülerden kıyam ederek” Babanın yanındaki yerini almıştır. Hıristiyan inancının merkezinde bulunan bu doktrin, Hıristiyan teolojisi içerisinde işlenerek değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bununla birlikte, Hz. İsa ve onun getirdiğine inanılan mesaj, bütün Hıristiyanları birbirine bağlayan ortak bir bağ olarak varlığını sürdürmektedir.[4]
Hıristiyanlığa göre ahirette kurtuluş ancak İsa Mesih’in aracılığı ile elde edilebilir. Onun ölümünden sonra onun yerine kilise kaim olmuştur ve onun izinden gitmektedir. İsa Mesih bizzat kendisi kiliseye ve onun cemaatine rehberlik ve liderlik etmeye devam etmektedir. O baş, kilise de bedendir ve hayatını ondan almaktadır. Kilise, İsa vasıtasıyla kurtuluşa çağırmaktadır.[5] Katolik Kilisesinin resmi öğretisine göre, “kilise dışında kurtuluş mümkün değildir”. Latince “Extra ecclesiam nulla salus” şeklinde formüle edilen bu inanç 1445 yılında yapılan Floransa Konsilinde kararlaştırılmıştır.[6] Bu inanca göre Katolik kilisesinin otoritesini kabul etmeyen Hıristiyan cemaatler de kurtarılmaya muhtaçtırlar. Her ne kadar II. Vatikan Konsilinde bu anlayış yumuşatılmışsa da tamamen vazgeçilmemiştir. Papalık tarafından 2000 yılında yayınlanan ve Kilisenin diğer din ve mezheplere yaklaşımını tenkit eden kendi iç dinamiklerine cevap verme mülahazasıyla hazırlandığı izlenimini veren Dominus Iesus adlı belge, Katoliklerin kurtuluş için mutlaka Katolik Kilisesine mensup olmak gerektiği inancında ısrar ettiklerini göstermektedir.[7]   
Kilise insanlığın kurtuluşu için çalışma görevini İsa’dan almıştır. Yuhanna İncilinde bulunan iki ayet onun ve kilisenin misyonunu şöyle ifade etmektedir: “Senin (Baba) beni dünyaya gönderdiğin gibi ben de onları dünyaya gönderdim”.[8] “Ben size bir örnek gösterdim, benim sizin için yaptığım gibi siz de başkaları için yapınız.”[9] İsa’nın bu sözüne sadık kalma iddiasında olan kilise insanlığa gerçek hürriyetini kazandırmak, dünya ile tanrı arasında aracılık yapmak, onun hakimiyetini temin etmek, kanunlarını uygulamak ve kendisi ile çocukları arsındaki ilişkileri düzenlemek için çalışmaktadır. Kilise, kurucusu ve liderinin yaptığı gibi insanları araştırmaktadır. İnsanın hayatı ve faaliyetlerinin hiçbiri gözardı edilmemiştir. Kurtuluşa vesile olabilmek için insanın maddi ve manevi ihtiyaçları, sanat, bilim, teknik, vatan sevgisi, fakirlik veya zenginlik ve benzeri durumların tamamı kullanılmıştır.[10]  
Hıristiyanlık hakkında bu kısa bilgilerden sonra esas konumuza geçmek istiyoruz. Bu çalışmamızın temel amacı; Hıristiyanlığı yayma anlamına gelen misyonerlik anlayışını, bu anlayışın tarihi gelişimini, bu konuda geliştirilen metotları tespit ederek, yapılan misyonerlik faaliyetlerini gözönüne sermek ve misyonerliğin uluslararası ilişkiler boyutunu ortaya koymaya çalışmaktır. Tarihin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkan misyon anlayışları tespit edilebilir, özellikle günümüzde misyonerlerin hangi metotlarla çalıştıkları gözönüne serilebilir ve dünden bugüne misyonerlerin elde ettikleri başarı gösterilebilirse, bu çalışma ile verilmesi amaçlanan mesaj verilmiş olacaktır.
2. Misyon ve Misyoner
Misyon ve misyoner kelimeleri genel olarak bütün evrensel dinler için geçerli olmakla birlikte, Hıristiyanlık söz konusu olduğunda, tarihi süreç bakımından ve organize bir Kilise faaliyeti olması bakımından daha özel bir anlama sahiptir.
Misyon, Latince “missio” kelimesinden türemiş olup, İngilizce ve Fransızca’da “mission” şeklinde kullanılmaktadır. Dilimize “misyon” telaffuzuyla aynen alınmış olan bu kelime sözlükte; görev, yetki, vekalet, bir kimseye bir işi yapması için verilen özel vazife anlamlarına gelir. Terim anlamı ise; Hıristiyanlığı, Hıristiyan olmayanlar arasında yayma görevidir.[11] Dolayısıyla bir işi yapmakla görevli ve yetkili kimseye; özel olarak da Hıristiyanlığı yaymayı vazife edinmiş ve bu alanda kilise tarafından özel olarak yetiştirilmiş ve resmi olarak görevlendirilmiş kimseye “misyoner” denir.[12] Bu kişilerin yapmış oldukları sistematik faaliyetlere de misyonerlik denilmektedir. Günümüz Batı literatüründe evangelizm terimi de misyonerliğin müteradifi olarak kullanılmaktadır.
16. yüzyılda Hıristiyanlığı anlatmak ve ibadetleri yönetmek amacıyla çeşitli yerlere din adamları gönderilmesine misyon, gönderilen kişilere de misyoner deniyordu. Bu terim 17. yüzyıldan sonra ticari ve siyasi alanda da kullanılmıştır.[13] Günümüzde ise teknik bir terim olarak misyon, Uzakdoğu ve Afrika ülkelerinin Hıristiyanlaştırılması anlamını ifade etmektedir.[14] Adı geçen bölge ülkelerinden bir çok misyonerin, özellikle Batı ülkelerindeki çeşitli enstitü ve seminerlerde yetiştirilerek misyonerlik faaliyeti yapmak üzere kendi ülkelerine veya dünyanın diğer bölgelerine gönderilmiş olması misyonerlik  faaliyetlerinin başarısını göstermektedir. Bir başka ifade ile, misyonerlik kelimesine teknik olarak anlam kazandıran ülkelerin insanlarının Hıristiyanlaştırılması işlemi tamamlanmış, söz konusu ülkelerden bazı kimseler dünyanın başka bölgelerine misyoner olarak gitmeye başlamışlardır.
Hıristiyan inancına göre misyonerlik, Hıristiyanlıkla birlikte ortaya çıkmıştır. Kilisenin kurucusu olan Hz. İsa aynı zamanda ilk misyonerdir. Onun hayatı tam bir misyoner hayatıdır.[15] Kilisenin kurucusu ve temeli kabul edilen İsa Mesih’in Havarilerine tevdi ettiği en önemli görev de İncil’i bütün milletlere yaymalarıdır. Bu temel görev, dört temel İncil’de ve Yeni Ahid’in “Resullerin İşleri” bölümünde, aralarında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte açıkça ifade edilmiştir.[16] Matta İncil’inde geçen ifadeler kilisenin temel misyonunu şöyle açıklamaktadır: “İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin, ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim”.[17]
Matta İncilinde yer alan bu ifadeler evrensel bir misyonerliği tarif etmektedir. Ancak yine aynı İncilde İsa’nın mesajını sadece İsrail oğulları arasında yaymaya çalıştığını ve havarilerine de bunu tavsiye ettiğini gösteren ayetler vardır. Mesela İsa, “Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim”[18] demekte, başka bir ayette de “İsa on ikileri şu emirle halkın arasına gönderdi: Diğer uluslara ait yerlere gitmeyiniz. Samiriyelilere ait kentlerin hiç birisine uğramayınız. Bunun yerine İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gidiniz. Gittiğiniz her yerde göklerin egemenliğinin yaklaştığını duyurunuz.”[19] ifadeleri yer almaktadır. Buradaki hükümlerden de sadece bir ulusun hedef seçildiği görülmekte, bu durum tezat olarak dikkat çekmektedir. Hıristiyanlar bu tezadı çarmıh öncesi ve çarmıh sonrası İsa anlayışı ile izah etmeye çalışmaktadırlar. Onlara göre, tarihsel İsa hayatında sadece İsrailoğullarına mesajın ulaştırılmasına çalışmış ve bunu tavsiye etmiştir. Yine onların inancına göre, çarmıhta ölüp üç gün sonra dirilmesinin ardından ise mesajının tüm insanlara ulaştırılmasını istemiştir.
Çalışmamızın ileriki bölümlerinde görüleceği gibi Hıristiyanlığın Yahudi olmayanlara tebliği Havariler Konsilinde kararlaştırılmış olup, sıkı takipten bunalan Hıristiyanlara bir kurtuluş yolu bulmak amacıyla alınmış siyasi bir karara benzemektedir. Bu noktada çalışmamızı ilgilendiren önemli husus, yukarıda alıntı yapılan İncil ayetlerinin arasında bir anlayış ve metot farklılığının hemen göze çarpıyor olmasıdır. Misyonerliği evrensel hale getiren Matta, 28/18-20 ayetlerinde herhalukarda muhatapların Hıristiyanlaştırılması emredilirken, daha sonra alıntı yaptığımız ayetlerde, özellikle Matta, 10/5-7 ayetlerinde sadece mesajın iletilmesi ve inançların anlatımı söz konusudur. Yani ilkinde misyonerlik, ikincisinde tebliğ anlayışı vardır.         
Yeryüzünde bulunan fikir, düşünce, din ve inanç sahiplerinin çoğu görüşlerinin yayılmasını, kendi fikirlerini kabul edenlerin çoğalmasını isterler. Dinleri bu bakımdan misyonerli ve misyonersiz dinler olarak iki sınıfa ayırmak mümkündür. Yahudilik misyonersiz din sınıfına örnek olup, milli bir kimliğe sahip olduğu ve soy esasına dayandığı için yayılmaya karşıdır. Yahudi olmak için o soya mensup olmak gerekmektedir. Hıristiyanlık ise yayılmaya en çok gayret eden ve bunu örgütlü olarak yapan bir dindir.[20] Ancak, Ermeni Ortodoks Kilisesi gibi bazı Hıristiyan gruplar da cemaatlerine katılım için milliyet şartı aradıkları için başka bir millete mensup kişileri kendi cemaatlerine üye olarak kabul etmemektedirler. Buradan hareketle, Hıristiyan olmalarına rağmen bazı milli kiliselerin uluslararası boyutta misyonerlik faaliyetinde bulunmadıkları söylenebilir.
Misyonerlik konusunun tartışıldığı zeminlerde bazılarının misyonerliği İslam’ın tebliğ anlayışıyla aynılaştırdıkları görülmekte, özellikle misyonerlerin kasıtlı olarak ikisini aynı göstermeye çalıştıkları bilinmektedir. Dolaysıyla burada İslam dininin tebliğ anlayışıyla misyonerliğin farkını çok kısa da olsa ortaya koymanın gerekli olduğu kanaatindeyiz.
Müslümanlara göre İslam, en son hak dindir ve hükmü kıyamete kadar bakidir. Bütün insanları İslam’ı kabul etmeye davet eder. Ancak, her ne pahasına olursa olsun insanları kendi dinine kazanma gibi bir anlayışı yoktur. Hıristiyan misyonerliği ile İslam’ın tebliğ anlayışının en bariz farkı burada görülebilir. İslam dini ve Müslümanlar art niyetli usulleri hoş görmemişlerdir. Ayrıca Müslümanlar İslam’ın tebliğinden dünyevi hiç bir menfaat gütmemiş, onu bir sömürü aracı olarak kullanmamış, dünya siyaseti ve hakimiyetinin bir aracı olarak görmemiş, sadece Allah’ın kelamını yüceltmek (i’lay-ı Kelimetullah) için bu görevi yerine getirmişlerdir. İslam dininde zorlama ve kandırma yoktur. “Dinde zorlama yoktur”[21], “Ey Muhammed! İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel sözlerle davet et ve onlarla en güzel şekilde mücadele et”[22] ve “Peygamberlere düşen sadece tebliğdir”[23] ayetleri İslam dininin tebliğ metodunu ortaya koymaktadır.
Bugün dünya coğrafyasına bakıldığında Hıristiyan misyonerlerin ciddi bir başarı elde ettikleri söylenebilir. Zira Hıristiyanlığın ulaştırılmadığı ve yayılmadığı bir bölge bulmak hemen hemen mümkün değildir. Girişte de değinildiği gibi, dünya dinleri arasında mensubu en fazla olan din Hıristiyanlıktır. 20. yüzyılın başında 558 milyon olan dünya Hıristiyan nüfusu 21. yüzyılın başında 2 milyarı aşmış bulunmaktadır. Son asırda, özellikle asrın son çeyreğinde Hıristiyanlığın asıl vatanı olan Batı dünyasında nüfus kontrollerinin olumlu sonuç vermesi ve toplumun sekülerleşmesi nedeniyle buralarda Hıristiyan nüfusun azalmasına rağmen Afrika ve Asya kıtalarında ciddi bir artış göstermesi misyonerlik faaliyetlerinin elde ettiği başarının en açık göstergesidir.[24] 20. yüzyıla genel olarak baktığımızda, 1900 yılından günümüze dünya nüfusunun 3.7 kat arttığını görüyoruz. Yüzyıl boyunca Avrupa kıtasında yaşayan Hıristiyan nüfus 1.5, Kuzey Amerika’da 3.6 kat artarken Asya’da 14.6, Afrika’da ise 38.3 kat artmıştır. 1900 de Afrika’da 9 milyon Hıristiyan yaşamaktayken bu gün bu rakam 330 milyona ulaşmış bulunmaktadır. Afrika kıtasının Hıristiyan nüfusu, Avrupa kıtasındaki Hıristiyan nüfusu hemen hemen yakalamıştır. Misyologların tahminlerine göre 30 yıl içerisinde de ikiye katlayacaktır.[25]     
İstatistiki verilere göre 1900 yılında 558 milyon olan dünya Hıristiyan nüfusunun yaklaşık %50’si Avrupa kıtasında bulunuyordu. Bugün ise bu kıtada dünya toplam Hıristiyan nüfusunun sadece %20’si yaşamaktadır. Bunun sebebi kıta nüfusunun çok fazla artmamasının yanında diğer kıtalardaki Hıristiyan nüfusunda ciddi bir artış olmasıdır. Hıristiyanlığın 20. yüzyılda en fazla artış gösterdiği kıtalar Asya ve Afrika kıtalarıdır. Günümüzde toplam Hıristiyan nüfusunun %35’i bu iki kıtada yaşamaktadır. Oysa yüzyılın başında adı geçen iki kıtada yaşayan Hıristiyanlar toplam Hıristiyan nüfusun sadece %5’ini oluşturuyordu. Başka bir ifade ile; 20. yüzyılın başında Asya ve Afrika kıtalarında toplam 25-30 milyon civarında Hıristiyan mevcutken bugün bu rakam 700 milyona ulaşmış bulunmaktadır.[26] İstatistikî bilgiler geçtiğimiz yüzyılda misyonerlerin elde ettikleri başarıyı hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. 
3. Misyonerlerin Gayesi
Tarih boyunca, insanların sahip oldukları fikir, inanç, din veya mezhebi yayma veya hakim kılmaya gayret ettikleri ve bu amaç için çeşitli savaşlar bile yaptıkları bilinen bir husustur. Din savaşları olarak bilinen bu çatışmaların hemen tamamı da Hıristiyanlık dünyasında meydana gelmiştir. Hıristiyan alemi hem diğer dinlerin mensuplarıyla hem de kendi mezhebinden olmayan Hıristiyan gruplarla çatışıp savaşmışlardır.
Hıristiyan inancına göre misyonun asıl amacı İncil’in anlatılması ve muhataplarda imanı uyandırmaktır. Başka bir ifade ile imanın temel konusu olan İsa Mesih’in kurtarıcı fonksiyonunu, henüz bilmeyen kimselere tanıtmaktır. İmanın konusu olan kurtuluşun şartlarından birisi kiliseye girince gerçekleşmektedir. Dolayısıyla misyonun önemli amaçlarından birisi de yeni bir ülkede kiliseyi kurmak, yani orada kilise hiyerarşisini yerleştirmektir. Tabi ki bir ülkede kilisenin kurulmuş olması Hıristiyanlığın yerleşmesi için yeterli değildir. Hıristiyanlığın orada benimsenebilmesi için misyonun kültürü de kapsaması gerekmektedir. Hıristiyanlık o ülkenin kültür ve gelenekleriyle bütünleşmeli, bunu yapabilecek Hıristiyan ilhamlı yerli aydınlar ve onların kaleme aldıkları eserler ortaya çıkarılmalı ve böylece, Hıristiyanlık o ülkede yabancı bir olgu olarak görülmemelidir.[27]  
Katolik Kilisesi, varlığının yegane gayesi olarak gördüğü yer yüzünde bulunan bütün insanları ve ulusları Hıristiyanlaştırmak için Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyini kurmuştur. Bu Kurul çok sayıda dini kuruluş, kolej ve üniversite ile işbirliği içerisinde görev yapmaktadır. Adından da anlaşılacağı gibi görevi Hıristiyanlık propagandası olan Kurul’un  II. Vatikan Konsilinden sonra işlerliği ve önemi daha da artmıştır. Kurul’un çok sayıda yayın organı bulunmaktadır.[28]
Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyince 8 Mayıs 2000 tarihinde organize edilen ‘Papalık Misyonerlik Cemiyetleri Ulusal Başkanları Yıllık Toplantısı’nda açılış konuşması yapan adı geçen Konseyin Başkanı Kardinal Josef Tomko’nun konuşmasından misyonerliğin amacını, hedefini ve bugünkü durumunu anlamak mümkündür. Tomko, tüm kıtalardan 115 ülkeden temsilcilerin katıldığı toplantıda misyonerliğin Hıristiyanlıktaki dini temellerini anlattıktan sonra; “İsa’dan 2000 yıl sonra misyon hala tamamlanamamıştır. 6 milyar insanın sadece 1/3’ü Hıristiyan, 2 Milyar Hıristiyan’ın da sadece 1 milyar kadarı Katolik’tir. Katoliklerin çoğalma hızı Hıristiyan olmayanların çoğalma hızından biraz azdır”[29] demektedir. Bu ifadeler Kilisenin tüm dünya insanlarını Katolik yapma niyetinde olduğunu ve bu amaç için gayret edildiğini göstermektedir.
Kardinal Josef Tomko söz konusu konuşmasında çeşitli kıtalarda yürütülen hizmetlerden bahsetmekte ve yapılan bazı faaliyetleri şöyle özetlemektedir: İstatistiklere göre 20. yüzyılın en başarılı misyonerlik faaliyeti Afrika kıtasında yaşanmıştır. 1900 yılında 2 milyon olan kıta Katolik nüfusu bu gün 116 milyona ulaşmış bulunmaktadır. Bu Toplam nüfusun %15’ine tekabül etmektedir. Afrikada misyonerler Kuzey Afrikadaki Müslüman devletlerde sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar. Dünya nüfusunun %60’ının yaşadığı Asya kıtası göreceli olarak misyonerliğin sonradan hızlandığı kıtadır. Kıta nüfusunun %85’i Hıristiyan değildir. Kıtadaki Katolik nüfus 105 milyon civarındadır. Ortaasya’da Kazakistan’da misyon başlatılmış olup Çin ile ilgili olarak da fırsatlar değerlendirilmektedir. Papalık Dünya Misyonerlik Günü vesilesiyle elde edilen bağışların da katkısıyla özellikle fakir bölgelerde bulunan kurumlara yaptığı yardımları artırmıştır. Yardım edilen kilise sayısı kısa sürede 877’den 1045’e, büyük seminer sayısı 99’dan 374’e, seminerlerde yardım edilen öğrenci sayısı 50 000’e, yardım yapılan görevli sayısı 400 000’e ulaşmıştır. Ayrıca bir çok küçük kilise, dispanser, ilk yardım merkezleri ve eğitim projelerine katkıda bulunulmuştur.[30]
Kardinalin verdiği bilgiler, misyonerlik alanlarını göstermenin yanında, misyonerlik faaliyetlerini yürütecek kişilere ve onların eğitimine yapılan yatırımın büyüklüğünü de ortaya koymaktadır. Elbette yapılan bu yatırımların karşılığı da beklenmektedir.
Merkezi Roma’da bulunan Papalık Aziz Peter Cemiyeti’nin 2000 yılında tek başına yaptığı faaliyetler dünya genelinde yürütülen misyonerlik faaliyetleri hakkında ipucu verecek mahiyettedir. Adı geçen cemiyetin bazı faaliyetleri şöyle sıralanmaktadır:
Finanse edilen seminer sayısı: 904
Burs verilen seminer öğrencisi sayısı: 81 343
Kaydedilen yeni üye sayısı: 8276
Yetiştirilerek ataması yapılan papaz sayısı: 1877
Yetiştirilen papaz yardımcısı sayısı: 9693 [31]
Ayrıca, gerek Roma gerekse Afrika’nın çeşitli ülkelerinde düzenlenen uzmanlık kurslarına devam eden 595 öğrenciye burs imkanı, yine Roma’da çeşitli üniversitelere devam etmekte olan 57 farklı ülkeden 343 papaz ve 21 farklı ülkeden 81 rahibenin iaşe ve ibate giderleri karşılanmıştır.[32] Yapılan bu kadar masraf ve emeğin amacı yetiştirilen insanların kendi bölgelerinde misyonerliği devam ettirmeleri, o bölgelerde çalışma yapan Batılı misyonerlerin yerlerini almaları düşüncesidir. Böylece bölgelerde aynı kültürden insanların gayretleriyle çalışmalar devam edecektir. Bu amaçlar Halkları Hıristiyanlaştırma Konseyi Başkanı Kardinal Josef Tomko tarafından da açıklıkla ifade edilmektedir.[33]  
Yukarıda aktarılan hizmetler sadece bir misyonerlik cemiyetinin faaliyetlerini göstermektedir. Bu alanda yapılan çalışmaların kapsamını ortaya koyabilmek için bir örnek daha vermek istiyoruz. 1985 yılı verilerine göre sadece Katolik Kilisesince yürütülen bazı hizmet müesseseleri ve hizmet verilenlerin sayıları şöyledir:
75.000 ilkokulda 21.000.000 öğrenci,
30.000 ortaokulda 11.000.000 öğrenci,
Katolik kolej ve üniversitelerinde 2.100.000 öğrenci,
6.500 Hastane,
12.000 Dispanser,
10.000 Yaşlı ve özürlü evi,
6.200 Yetimhane,
5.800 Anaokulu.[34]
Kilisenin hizmetleri elbette bunlarla sınırlı değildir. Bunlara ek olarak; okuma yazma programları, tarım geliştirme programları ve yayınevleri de sayılabilir. Bahsedilen hizmetlerin tamamının misyonerlik amaçlı olmayabileceği şeklindeki bir istifhama, bilgilerin alındığı kaynağın adı cevap teşkil etmektedir. Ayrıca, Kilisenin seçmiş olduğu hizmet alanlarına bakıldığında, misyonun en kolay şekilde yerine getirilebileceği alanların seçilmiş olduğu görülmektedir.
1985 yılından günümüze kadar geçen yaklaşık 20 yılda bu hizmetlerin katlandığını, Ortodoks Kilisesi ve özellikle misyonerlik faaliyetlerinde Hıristiyan cemaatlerin en aktifi olan Protestan cemaatlerinin faaliyetlerini de yukarıdaki rakamlara ilave ederek düşünürsek modern dünyada yapılan misyonerlik faaliyetlerinin boyutunu kavramış oluruz. Öz olarak ifade etmek gerekirse, yukarıda bahsedilen tüm dünya insanlarının Hıristiyanlaştırılması amacıyla dünyanın her tarafı karış karış dolaşılarak büyük mesailer sarfedilmektedir. Misyonerlik faaliyetlerinin kesin olarak yasaklandığı ülkelere bile misyonerlerin gidiyor olmaları, oralarda başlarına gelebilecek her türlü tehlikeyi göze alabilmeleri, inançlarına göre oralarda şehit olmayı arzulamaları onların söz konusu gayelerini gerçekleştirme hususundaki azim ve kararlılıklarını göstermektedir.    
4. Başlangıçtan Günümüze Misyonerlik ve Misyonerlerin Çalışma Metotları
Matta İncil’inde geçen “İsa yanlarına geldi ve onlara söyleyip dedi: Gökte ve yeryüzünde bütün hakimiyet bana verildi. İmdi, siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adıyla vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin, ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim”.[35] ayetinden anlaşılabileceği gibi misyonerliğin tarihi Hıristiyanlığın tarihi ile birlikte başlar. Kilise yeryüzünde varoluşunun gereği olarak Hıristiyan olmayanlara yönelik misyonunu başlangıçtan beri icra etmiştir. M. 50 yılında Kudüs’te yapılan Havariler Konsili’nde alınan kararla İncil’in Yahudi olmayanlara da ulaştırılmaya başlanması ve Pavlus’un seyahatleriyle evrensel bir mahiyet kazanmıştır.[36] Adı geçen Konsil aslında Yahudi olmayanlar arasında misyon icra eden Pavlus ve Barnaba’nın tecrübelerini aktardıkları bir toplantıdır. İlk Hıristiyan Konsili veya Havariler Konsili olarak sonradan adlandırılmıştır. Gerçekte Pavlus ve Barnaba, burada alınan karardan önce Filistin, Anadolu ve Roma İmparatorluğunun diğer bazı bölgelerinde misyonerlik yapmışlardır.[37]
Hıristiyanlık esas olarak Filistin’de ortaya çıkmış, dini yayma gayretleri başlayınca bütün faaliyetleri yasaklanmış, yeni dine girenler sıkı bir takibe alınmışlardır. İnançlarında sadık olanlardan bir kısmı bu bölgeleri terk ederek, Roma İmparatorluğunun hakimiyetinde olmayan bölgelere göç etmişlerdir. Göç edilen yerlerden birisi de Antakya bölgesidir. Başka bir ifade ile Kudüs ve çevresinde ümitlerini kaybeden Hıristiyanlar, başka bölgelere iltica etmek ve oralarda kendilerine yeni müntesipler bulmak zorunda kalmışlardır.[38]
Pavlus misyonerlik konusunda ilk dönemden itibaren Hıristiyanlar için tartışmasız en önde gelen örnek olmuştur. Dolayısıyla onun faaliyetleri hakkında kısa da olsa malumat vermek uygun olacaktır.
Pavlus’un Hıristiyanlığı anlatmak üzere en az üç yolculuk yaptığı bilinmektedir. O, 47-48 yıllarındaki ilk seyahatine Kıbrıs’tan başlamış, Anadolu’da çeşitli yerleri dolaşarak Kudüs’e gelmiştir. İkinci misyon faaliyetinde Suriye’deki kiliselerden başlayarak yine Anadolu’yu merkez seçmiş, Makedonya ve Yunanistan’daki kiliseleri içine alacak şekilde devam etmiş ve sonra Antakya’ya dönmüştür. Bu seyahat yaklaşık 49-52 yılları arasında yapılmış olmalıdır. Üçüncü seyahat özellikle Efes’e ve burası merkez alınarak Balkan kiliselerine yapılmıştır. Yaklaşık 52’de başlayan bu seyahat 57’de sona ermiştir.[39] Pavlus gittiği her yerde yeni dini anlatmış, dinin inanç ve öğretilerini yorumlamış, yeni cemaatler oluşturmuş ve irtibat kurduğu, tanıştığı topluluklara daha sonra da mektuplar göndererek onları yetiştirmeye çalışmıştır. Pavlus’un misyonerlik faaliyetlerindeki metodolojisini gösteren mektupları Yeni Ahit’in bir bölümü olarak Kitab-ı Mukaddeste yer almaktadır.
Pavlus’un Hıristiyanlık için ifade ettiği mana şüphesiz çok büyüktür. Kimi modern kristoloğa göre o, bugün bilinen Hıristiyanlığın kurucusu, kimine göre de Hıristiyanlığı sistemleştiren kişidir. Misyonerliğin mucidi olduğu hususunda ise ittifak vardır. Hz. İsa’nın metodu daha çok İslam tebliğ metoduyla benzerlik gösteren kendini tanıtma şeklindedir. Pavlus ise bugün misyonerlik denilince anlaşılan metodu ilk uygulayan kişidir. Pavlus Korintlilere yazdığı birinci mektubunda metodunu şöyle anlatmaktadır: “Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ancak daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kutsal Yasanın (Musa Şeriatı) altında olmadığım halde Yasa altındakileri kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Mesih’in yasası altında olan birisi olarak , Yasaya sahip olmayanları kazanmak için Yasaya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle bir şey oldum.”[40] Bu ifadeler, Pavlus’un insanları kendi dinine döndürmek için her yolu caiz gördüğü şeklinde yorumlanabilir. Günümüzde bir çok Batılı yazar misyonerliği İslam’ın tebliğ anlayışı ile aynı göstermeye gayret etmektedir. Ancak daha önceki satırlarımızda da işaret ettiğimiz gibi Pavlus tarafından tanımladığı şekilde devam etmekte olan misyonerlikle İslam’ın  tebliğ anlayışı arasında çok ciddi farklar vardır.
 Pavlus’tan sonra Hıristiyanlık, onun ve diğer arkadaşlarının ziyaret ettikleri yerler başta olmak üzere çeşitli bölgelerde hızla yayılmaya başlamıştır. Daha ilk yüzyılda putperest Arap kabilelerinden bazılarının Hıristiyan olduklarını görmekteyiz. Suriye’de yaşamakta olan Kudaa kabilesi Hıristiyan olan ilk Arap kabilesidir. Daha sonra da Salih ve Gassan kabileleri onları takip etmiştir. Mezopotamya ve Cezirede yaşayan Bekr, Tağlib, Lahm, Cüzam, Rebia, İyad ve Kelb kabileleri de zamanla Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Arap Yarımadasının güneyinde yer alan Yemende de ilk asırdan itibaren Hıristiyanlık var olagelmiştir. Hz. İsa’nın elçileri arasında yer alan Bartelomeos bu bölgede misyonerlik yapmıştır.[41] 
Ayrıca Yarımadanın güneyinde bulunan Necran, bölgenin en güçlü Hıristiyanlık merkezi haline gelmiştir. İslamiyet’in doğum yeri olan Mekke’de Hıristiyanlık çok yayılamamıştır. Mekke’de Hz. Muhammed’e eşi Hatice tarafından akraba olan Varaka b. Nevfel’in dışında birkaç köle bu dini benimsemişti.[42] Onların nasıl Hıristiyan oldukları hakkında bilgi bulunmamakla birlikte misyonerlerin oralarda yaptıkları çalışmalar neticesi Hıristiyan olduklarını tahmin edebiliriz. Ayrıca, tüccar olan Mekke halkının ticaret kervanlarıyla Suriye ve Yemen taraflarına her yıl seyahatler düzenledikleri bilinmektedir. Dolayısıyla Mekkeliler, İslamiyet’in gelişinden önce bu bölgelerde yayılmış olan Hıristiyanlıktan kesinlikle haberdardılar. Hz. Muhammed’in de çocukluk döneminde amcasıyla birlikte bir kervanda yer aldığı ve Busra denilen beldede bir papazla görüştüğü rivayet edilmektedir.[43] Bu görüşme Müslümanlar ve Hıristiyanlarca değişik yorumlanmıştır. Müslümanlar Rahip Bahira’nın Hz. Muhammed’in gelecekte bir peygamber olacağını bildiğini söyleyerek görüşmeyi onun peygamberliğine delil olarak gösterirler. Hıristiyanlar ise Hz. Peygamberin adı geçen rahipten etkilendiği ve bu yüzden peygamberlik iddiasında bulunduğu şeklinde yorumlamaktadırlar. Ancak olayın bir de misyonerlik boyutu vardır. Tarihi hadise esas olarak, bu bölgelerde bulunan Hıristiyan din adamlarının ticaret kervanlarını ağırlayarak dinlerini onlara anlattıklarını ve o dönemde böyle bir misyon metodu olduğunu göstermektedir.
400-700 yılları arsında Hıristiyanların misyonerlik faaliyetleri çok büyük bir artış göstermiştir. Bu dönemde kilise fakirlerin neredeyse tek sığınağı olmuştur. Kilise okulları ve manastırlar eğitimin yegane merkezidir. Kurumlaşmış kilisenin önemi artmış, kilisenin gücü oranında papanın rolü de artmıştır. İslam fütuhatı sebebiyle Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan kayıplara rağmen kilisenin arazi ve mal varlığında çok büyük bir artış görülmüştür.[44] 
Bu dönemde Batı’da rahiplerin çalışmaları netice vermiş, büyük gruplar liderleriyle birlikte Hıristiyan olmuşlardır. Hıristiyanlık artık Batı’da çoğunluğun dinidir. Hıristiyanlığın doğduğu topraklara Avrupa’nın en uzak noktalarından birisi İngiltere’dir. Adaya misyonerler, bu asırlarda yaşanan Alman ve Danimarkalıların istilalarından sonra gelmiştir. 597 yılında Papa Gregory 40 kadar misyoner papazı buraya göndermiş ve İngiltere’nin Hıristiyanlaştırılması temin edilmiştir.[45]  
800’lü yıllardan itibaren dünya yeni bir sürece giriyor, derebeylik dönemi başlıyordu. Bu dönemde lokal kiliseler daha çok bulundukları yerlerin mahalli otoritelerine bağlanıyorlardı. Bu yüzyılın sonlarında hem doğuda hem de batıda idareciler kiliseyi kendi hükümetlerinin bir uzvu olarak görmeye başladılar. Bizans İmparatorları kiliseyi kontrolleri altına aldılar ve dinin öğretimine kadar her hususa müdahale ettiler. İstanbul Patriği Ignatus devletin bir uzvu olmayı reddedince İmparator tarafından görevinden alındı ve yerine din adamı olmayan Photius atandı. İmparator atadığı Photius’un meşruiyetini temin için bir konsil topladı ve Papanın kilise üzerindeki etkisini reddetti. Daha sonra gelen İmparator, Patrik Ignatus’u görevine iade etti ve doğu ile batı arasındaki problem çözüldü.[46] Ancak, bir ilke imza atılmış, Papanın otoritesine karşı çıkılmıştı. Bu hareketin başka bölgelerdeki Hıristiyan krallarca da daha sonra örnek olarak görüldüğü bilinen bir husustur.
8–11. yüzyıllarda misyonerliğin önündeki en büyük engelin dil problemi olduğu anlaşılmıştır. Bizans İmparatoru tarafından Slavlar arsında misyonerlik yapmak üzere görevlendirilen Cyril ve Methodius bu zorluğa bir çözüm bulmuşlar, Cyril alfabesi denilen bir alfabe icat ederek İncil’i Slav diline tercüme etmişler ve ayinleri bu dille yaptırmışlardır. Bu faaliyetin çok büyük bir başarı elde etmesi üzerine Alman papazlar Papadan İncil’i Almanca’ya tercüme etmek için izin istemişler ancak Papa izin vermemiştir. Katolik Kilisesi son dönemlere kadar ibadet dili olarak Latince ve Rumca’dan başka bir dilin kullanılmasına müsaade etmemiştir.[47] Dil konusu Hıristiyanlığın çeşitli mezheplere ayrılmalarının da ana sebeplerinden birisi olmuştur. Ancak, bugün gösterilen hedef, İncil’in tüm dünya dillerine çevrilmesine gayret edilmesidir. Neredeyse küçük kabilelerin dilleri de hesaba katılarak yapılan sayıma göre dünyada var olan 2200 dilin tamamına İncil tercüme edilmeye çalışılmaktadır. Büyük bir kısmına da tercüme edilmiş bulunmaktadır. İbadet dili olarak da her dil kullanılabilmektedir. 
Misyonerlik çalışmaları ve dil konusu ele alındığında işaret edilmesi gereken bir husus da, son iki asırdır İngilizce’nin dünya dili olarak kabul edilmesinin misyonerlik çalışmalarına yaptığı katkıdır. 19. yüzyılda sömürgecilik, 20. yüzyılda da daha çok ABD’nin dünyadaki ağırlığı dolayısıyla İngilizce dünya dili olarak kabul görmüştür. Bu durum misyonerlere iki şekilde yardımcı olmuştur. Bunlar, gittikleri bölgelerde anlaşabilecekleri, aynı dili konuşabilecekleri birilerinin var olması ve dil kursları görüntüsü altında misyonerlik yapılmasıdır. İngilizce öğretilirken Hıristiyanlık da aktarılmıştır. Misyonerlerin geçen yüzyılda en başarılı olduğu bölgeler (Afrika ve Uzakdoğu) İngilizce’nin ikinci dil olarak en yaygın olduğu kıtalardır. Afrika’da misyonerlik yapacak bazı Alman, Fransız ve İsviçreli papazların İngiltere’de dil eğitimi aldıkları, İngilizce vasıtasıyla gidilen ülkenin dilinin oralarda öğrenileceği tarafımızdan müşahade olunan bir husustur.               
11. yüzyıldan itibaren Doğu ve Batı kiliseleri arasında çeşitli ve derin problemler ortaya çıktı. Dil, adet, gelenek ve dini uygulamalarda farklılıklar vardı. 1054’te İstanbul Patriği Michael Cerularius bu farklılıklardan dolayı iki kilisenin kesinlikle birleşemeyeceğini açıkça ifade etti. Esas konu yine Papanın otoritesiydi. Papanın temsilcisi olarak bir kardinal İstanbul’a geldi. Birliği müzakere etmek için yapılan toplantılarda karşılıklı suçlamalardan vazgeçilemedi ve bir netice alınamadı. Kardinal İstanbul Patriği Michael’i aforoz ederek İstanbul’dan ayrıldı. Böylece kilise fiilen ikiye bölünmüş oldu.[48] 
Ayrılık, misyonerlik faaliyetleri açısından da son derece önemlidir. Zira iki kilise de karşılıklı olarak birbirlerinin mensuplarını kazanmak için misyon başlatmıştır. Aradaki nefret son derece büyümüş, sözde doğu kilisesine yardım amacıyla düzenlenen Haçlı Seferlerinde İstanbul’un yağmalanması onarılmaz yaralar açmıştır. Batı kilisesine karşı doğu kilisesinin nefretinin boyutunu, İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi esnasında bazı din adamlarınca söylenmiş “Türk sarığını Latin kavuğuna tercih ederiz”[49] sözünden anlamak mümkündür.
Misyonerlerin gayelerinin Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırmak olduğunu daha önce belirtmiştik. Ancak Hıristiyan cemaatlerin birbirlerinin mensuplarını kazanmak için de misyonerlik yapmalarının ancak misyonerliğin gerçek amacından uzaklaştığı şeklinde açıklanabileceği kanaatindeyiz. Hıristiyan olmayanları kazanmak yerine başka mezhep veya grup mensuplarını kendi mezhebine veya grubuna geçirebilmek için misyonerlik yapılması söz konusu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu gün de durum bundan farklı değildir. Hıristiyan Batı devletlerinde, kendi cemaatine üye kazanmak için birbirlerine karşı yoğun bir misyonerlik faaliyeti icra eden yüzlerce Hıristiyan grup bulunmaktadır. Bugün misyonerlerin en yoğun olarak faaliyet gösterdikleri bölgeler gelişmiş batılı devletler olsa gerektir. Buna rağmen batıda çok ciddi oranda kiliseden uzaklaşma söz konusudur. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, Anglikan Kilisesi halkın %25’ini kilise üyesi olarak gösterirken ayinlere katılma oranı %0.5’tir. Ayrıca, yetişkinlerin %44’ü, 18-24 yaşları arsındaki gençlerin ise %70’i kendisini inançsız olarak tanımlamaktadır.[50] Başka bir ifade ile, misyonerler dışarıda ciddi başarılar elde ederlerken kendi evlerinde kaybetmişlerdir. Hıristiyanlıktan uzaklaşan batı toplumu daha çok ateistleşmektedir.
Orta Çağda iki yeni cemaat ve etkisi günümüzde de devam eden iki farklı misyon anlayışı doğmuştur. Bu cemaatler Fransiskenler ve Dominikenlerdir. Kardeşler olarak da adlandırılan Fransiskenler, basit ve fakirlik içerisinde bir hayat yaşamayı ve insanlar arasında dolaşarak misyonerlik yapmayı önermişlerdir. İnsanların verdikleriyle yaşadıkları için dilenciler diye de bilinegelmişlerdir. Bu cemaatin kurucusu Assisi’li Aziz Francis’tir. 1182 yılında zengin bir tüccar babanın oğlu olarak doğan Francis genç yaşında babasının servet ve zenginliğini terk etmiş, fakir olarak yaşamaya başlamış ve Hıristiyanları fakir, sakat, yetim ve bakıma muhtaç insanlara yardım etmeye çağırmıştır. Ona göre misyonerliğin en uygun yolu budur. Zira bu Mesih İsa’nın yoludur.
İslam aleminde misyonerlik tarihi açısından en önemli şahıslardan birisi şüphesiz Assisi’li Aziz Francis’tir. O, 1219 yılında Mısır’a yapılan beşinci Haçlı Seferlerine katılmış, Eyyubi Sultanı Melik Kamil ile görüşmüştür. Savaşta din anlatmanın mümkün olmayacağını, Hıristiyanlığı anlatmanın yolunun barıştan geçtiğini ifade etmiştir. Aziz Francis, Müslümanlar arasında misyonerlik yapmak isteyenlerin bağlı bulundukları bölgenin din otoritesinden izin almaları gerektiğini, otoritelerin de ancak yeterli bilgi ve misyon anlayışında olanlara izin vermelerini tembih etmiştir. O bu tavsiyesiyle, bilgi düzeyi yüksek misyonerlerin İslam alemine gönderilmelerini temin etmeye çalışmış olmalıdır. Aziz Francis’in misyonerlik metodu onun şu cümlesinden anlaşılmaktadır: “Kardeşlerim, Mesih’i tanıtmak için gittikleri yerlerde tartışmaktan kaçınmalı, sözlü mücadelelere girmemeli, karşı tarafı yargılamamalıdır. Son derece nazik, barışsever, mütevazı ve olabildiğince affedici olmalıdırlar.”[51]   
Dominikenler ise vaaza verdikleri önem sebebiyle vaizler olarak bilinmişlerdir. Bunlar toplumun içerisinde yaşamışlar, toplumun hayat standardına uymuşlar, ilme önem vermişler, İncil’in ancak ilim yoluyla anlatılabileceğine inanmışlardır. Orta Çağ üniversitelerinde görev yapan öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu Dominikenlerdendir. Bu grubun esas amacı sapıklıklara karşı Hıristiyanlığı muhafaza etmektir. Misyonerlik anlayışlarındaki temel yaklaşımları ise Hıristiyan yapılmak istenen grubun dilini öğrenerek onlarla etraflıca tartışabilmektir. 13. asırda çok sayıda misyonerlerini Kuzey Afrika’ya göndermişlerdir. Dominikenlerin en önde gelenlerinden birisi Farabi ve İbn Rüşd’ün eserlerini inceleyerek onların Batı’da tanınmalarını sağlayan Thomas Aquinas’tır.[52] Bugün dünyada 7000’in üzerinde Dominiken vaiz ve yüzlerce rahibe grubu vardır. Fransisken papaz sayısı ise 30.000’in üzerindedir. Sadece ABD’de yüzlerce Fransisken cemiyet ve grup vardır. Bunlar geleneklerine uygun olarak okullar, hastaneler, yetimhaneler ve benzeri yerlerde çalışmalar yapmaktadırlar.[53]
Hıristiyanlık ikinci büyük bölünmeyi 16. yüzyılda Protestanlığın ortaya çıkmasıyla yaşamıştır. Reform hareketinin başlatıcıları yahut ilk Protestanlar olarak genellikle Martin Luther, Ulrich Zwingli ve Jean Calvin gösterilir. Her ne kadar kopmanın geri planında birtakım sosyal ve politik sebepler yatıyorsa da meselenin gerçek sebebi sosyal değil teolojiktir. Onlara göre kilise organizasyonu modern Avrupa insanını kucaklayamadığı için çökmüş, teolojik açıklamalar yetersiz kalmış ve Hıristiyanlık asıl mesajından uzaklaştırılmıştır. Dolayısıyla reformcuların asıl amacı da kilisenin asıl mesajına geri dönmesini sağlamaktır. Bu dönüşün iki temel yolu vardır: Kutsal kitabın herkes tarafından anlaşılmasını sağlamak ve Papanın otoritesini ve bu otoritenin biçimlendirdiği geleneği reddetmek. Böylece ruhban sınıfının rehberliği dışlanıp merkezi otoriteden uzak kalan pastoral kilise anlayışına yönelinilmiştir. Otorite, kilisenin ve rehber din adamlarının elinden alınarak Kutsal Kitabın aracısız anlaşılmasına ve imana devredilmiştir. Protestanlara göre Kutsal Kitabın anlaşılması için geleneğe ihtiyaç yoktur, herkes onu anlayabilecek kapasiteye sahiptir. Reformcular, insan ile Tanrı arasındaki ilişkide ibadet etmek, hayır işlemek, iyilik veya kötülük yapmaktan ziyade imanlı olmayı ön plana çıkardılar. Evharistiya ve vaftiz dışındaki tüm sakramentleri Kutsal Kitapta olmadığı gerekçesiyle reddettiler.[54]
Protestanlık hareketi özellikle Kuzey ve Orta Avrupa ülkelerinde hızla yayıldı. Katolik Kilisesince tehlikeli görülen bu durum, 1618-1648 yılları arasında yapılan Otuz yıl savaşlarının patlak vermesine yol açtı. 1648’de Vestfalya’da imzalanan anlaşma ile sona eren bu savaşların ardından bugünkü Avrupa coğrafyasının da temeli atılmış oldu. 16-17. yüzyıldan itibaren çok sayıda alt gruplara ayrılan Protestan kiliseleri Ortodoks dünyası da dahil olmak üzere hemen her yerde yoğun bir misyonerlik faaliyeti başlattı. Lutherciler İstanbul Patriği Il. Jeremiah ile ilişki kurdular. İstanbul Patriği Cyril Lucaris Kalvinci görüşlerden etkilendi ve Protestanlarla temasa geçti.[55]
Katolik kilisesi, Protestanlık tehlikesinin bütün Avrupa’yı sarmasından endişelenerek kilise içerisinde ıslahat hareketi yapmaya girişti. Bu amaçla toplanan Trent Konsili reformcularla benzer görüşler geliştirmek suretiyle uzlaşma yanlısı bir tutum ortaya koydu. Bununla birlikte Katolikler Papanın bütün Hıristiyanlığın lideri olduğu fikrinden vazgeçmediler. Karşı reform hareketi Protestanlığı asimile etme hususunda başarısız kaldı ve iki mezhebin birbirinden daha çok ayrılmasına sebep oldu. Fakat bu gelişme misyonerlik faaliyetlerinde çok aktif olan Cizvitler gibi birtakım teşkilatların örgütlenmesine imkan vererek Katolik Hıristiyanlığın Asya ve Amerika’da güçlenmesine katkı yapmıştır.[56]
16. yüzyildan itibaren Afrika, Asya ve Amerika’da sürdürülen misyon faaliyetleri, Avrupa disindaki Hiristiyan cografyasini belirleyen en önemli olgudur. Özellikle Cizvitlerin önderliginde Hiristiyanlik Dogu Asya gibi dünyanin uzak bölgesine tasinmaya baslandi. Bununla birlikte Islamiyet’in yayilisi sonucunda Anadolu ve Balkanlar basta olmak üzere bazi bölgelerin elden çikmasi üzerine kilise yeni misyon teknikleri gelistirdi. Bu yeni durum, kilisenin daha örgütlü misyoner teskilatlari kurmasina ve daha entelektüel misyonerler yetistirmesine yol açti. Akdeniz ticaretinin Müslümanlarca kapatilmasi sonucunda yeni rotalara yönelen Avrupali denizcilerin kesifleri, kilisenin misyonerlik yapacak yeni bölgelerle karsilasmasina zemin hazirladi. Bu bölgeleri kesfe çikan seyyahlar yalnizca Katolik din adamlari olmamis, özellikle Güneydogu Asya’da basarili olan gruplar Protestanlar arasindan çikmistir.[57] Bugün de elimizde bulunan verileri bir araya getirdigimizde Protestan misyonerlerin sayi olarak digerlerinden çok daha fazla ve etkin olduklarini görürüz.
Misyonerlik faaliyetlerinin zirveye ulastigi dönem sömürgeci Bati imparatorluklari ile misyonerlerin el ele vererek çalistiklari 19. yüzyildir. Sömürgeci imparatorluklar koloni ülkelerin vatandaslarinin Hiristiyanlastirilmasini siyasi ve ticari emellerine ulasmanin en hizli yolu olarak görmüslerdir. Misyonerlerle sömürgeci devletin idarecileri birlikte çalismislar, gelismemis bölgelerin Batililarin kontrolünde olmasinin bu bölge insaninin çikarina hizmet anlamina geldigini islemislerdir. Hiristiyan olma batililasma olarak takdim edilmistir.[58] Bu dönemde misyonerlik faaliyetlerinin dogrudan veya dolayli tesirleri her zaman dinin kapsama alaninin disina tasmis; siyasi, cografi, sosyal, ekonomik ve kültürel bakimlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri ülkelerin ise aleyhine sonuçlar dogurmustur. 2. Dünya Savasindan sonra bu devletler bagimsizliklarini elde edince gerçegi farketmisler, söz konusu ülkelerde misyonerler sömürgeciligin bir uzantisi ve kolluk gücü olarak görülmüstür.[59]
20. yüzyilda misyonerlik misyoloji (missiology) adi altinda diger ilim dallari gibi bir ilim dali olarak gelismistir. Yeni vaaz teknikleri gelistirilmistir. Dünyanin her tarafinda görev yapmis önemli misyonerler tecrübelerini ve biyografilerini kaleme almislardir. Kilise ve Misyonerlik baslikli uluslararasi konferanslar düzenlenmis, bunlarin hepsi de misyonerlik metotlarinin gelistirilmesine yardim etmistir. Insanin bir çok özelligi ve ihtiyaci oldugu göz önüne alinmistir. Insanin ruhi hayatina hitap ederken maddi hayatina da hitap etmek gerektigi, bir misyonerin insanlari Tanri’ya çagirirken onlarin fiziki ihtiyaçlarini da dikkate almasi gerektigi önemli bir misyonerlik metodu olarak ortaya konulmustur.[60]
Günümüzde kullanilan misyonerlik metotlarina geldigimizde, artik belirli birkaç metottan söz etmek yeterli degildir. Yukarida anlatmaya çalistigimiz, tarih boyunca tespit edilen metotlarin tamami kullanilmaktadir. Bunlara ilave olarak günümüz sosyal ve teknik sartlarinin ortaya çikardigi yeni durumlarda misyonerlik için kullanilmaktadir.

a) Günümüzde Misyonerlerce Kullanilan Teknik ve Metotlar
Avrupa veya Amerika’ya ögrenci olarak giden kisiler misyonerlerin faaliyetlerine en fazla muhatap olan kisilerdir. Çogunlukla bizim teblig anlayisi olarak gördügümüz bir metotla bu ögrencilere yaklasilmakta ve yaptiklari yardimlarla kendilerini ve dolayisiyla dinlerini onlara sevdirmeye çalismaktadirlar. Misyonerlerin buralardaki muhataplari kültürlü, egitimli ve kimligi oturmus kisiler oldugu için dinlerinden bahsetmeden gerekli her türlü yardimi yapmaktadirlar. Ögrenci olarak buralarda bulunan herkes konu ile ilgili mutlaka çesitli tecrübeler yasamistir. Doktora ögrencisi olarak Amerika’da bulunmus Ilahiyat Fakültesi Ögretim Üyesi Mustafa Köylü’nün konu ile ilgili olarak yasadiklarini aktardigi makalesi konuyu yeterince açiklamaktadir. Söz konusu makalede yazar, kendisinin ve ailesinin dil ögreniminde, adli problemlerinde, ev esyasi temininde, hastahane ve dogum islerinde ve arabalarinin tamiri konularinda kiliseden gördükleri yardimlari söz konusu etmekte ve oralarda yapilan misyonerligi ortaya koymaktadir. [61]
Biz de Ingiltere’deki egitimimiz süresince baska ülkelerden, özellikle Islam ülkelerinden gelen ögrencilerin aileleriyle misyonerlerin yakindan ilgilendiklerine, fakültelerle is birligi içerisinde aile programlari düzenlediklerine, evleri ziyaret ettiklerine, çocuklar için getirdikleri hediyelerle onlarin gönüllerine girmeye çalistiklarina, dersler dolayisiyla son derece yogun olan ögrencilerin aileleri için çesitli kurslar düzenlediklerine, kendi ülkelerine dönen bu ögrencileri kendi ülkelerinde de ziyaret ettiklerine sahit olduk. Evimize, orada kaldigimiz iki yil boyunca her cumartesi saat 10.30’da gelmeyi hiç ihmal etmediler. 1.5 saat kadar süren sohbetlerimiz bizim yabanci dilimizi gelistirmemize gerçekten çok yardimci oldu. Ilahiyatçi ve din görevlisi oldugumuzu bile bile, kendilerine göre yaptiklari hizmetlerini bir kez bile aksatmadilar.
Yukarida da belirttigimiz gibi oralarda kullanilan metot daha çok teblig metodudur. Gerekirse dini konular müzakere edilmektedir. Ancak misyonerler her zaman ve her yerde böyle çalismamaktadirlar. Baska bir dinler tarihçisi akademisyenin bizzat gördügü bir hadise bunu teyit etmektedir. O, Türkmenistan’in içme suyu bulma problemi yasanan Gözleve kentinde misyonerlerin oradaki bir caminin bahçesine oturarak halkin Hiristiyan olmasi karsiliginda kuyu açabileceklerini söylediklerine sahit olmustur.[62]
Günümüzde özellikle Katolik kilisesince kullanilan en belli basli misyonerlik metotlari sosyal adalet projesi, inkültürasyon ve diyalogdur. Kilise, dünyanin gelismemis olan ve dünya nüfusunun yarisindan fazlasini kapsayan, açlik, fakirlik ve sefalet içinde yasayan ülkelerin içinde bulundugu durumdan faydalanma yoluna gitmistir. Sözkonusu ülkelerde yasayan insanlarin sosyal ve ekonomik problemleriyle ilgilenme adina, bu faaliyetleri Incil’i yayma projesiyle irtibatlandirmis ve yeni bir misyon stratejisi gelistirmistir. Fakir ülkelerin problemleri ve borçlari konusu kilise yetkililerince her platformda dile getirilmektedir. 2000 yili dolayisiyla en fazla islenen sosyal konu bu olmustur. Gelismis devletlerin baskanlarinin toplanti yaptiklari hemen her yerde gösteriler organize edilmektedir. 1998’de Birminghamda yapilan G-8 liderlerinin zirvesi sirasinda fakir ülkelerin borçlarinin silinmesi talebiyle kilise tarafindan organize edilen program ve gösterilere bizzat sahit olduk. Papaligin girisimleri sonucu Italya tarafindan 41 fakir ülkenin 6 milyar dolar tutarindaki borcunun silindigi de bilinmektedir.[63] Bu faaliyetlerin ve Italya tarafindan yapilan jestin söz konusu ülkelerde görev yapan misyonerlerin islerini ne kadar kolaylastirdigini tahmin etmek güç degildir.
Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili vasitasiyla açikladigi yeni misyon anlayisinin bir digeri inkültürasyondur. Inkültürasyon, Incil’in mesajini Hiristiyan olmayan ülkelerin kültürlerine sokma demektir. Bir baska ifadeyle, Hiristiyanligin mesajini ve hayat tarzini diger kültürlere uygun sekilde adapte etme çalismasi anlamina gelmektedir. Yukarida da genisçe ifade etmeye çalistigimiz gibi Kilise ile diger milletler ve kültürler arasinda irtibat kurma düsüncesi kilisenin kurulusuna, Pavlus’a kadar gider. Pavlus’un Hiristiyanligi Yahudi olmayanlara da ulastirmaya karar vermesi, Incil ile diger kültürler arasindaki iliskinin baslangiç noktasidir. Bundan sonra Kilise, iliskinin adi, metodu ve sekli degismis olsa da, kültürlere nüfuz etme gayretini devam ettirmistir. Ancak, Hiristiyanligin çesitli kültürlere adaptasyonu anlaminda inkültürasyon kavraminin kullanilmaya baslanmasi oldukça yenidir.[64] Incil mesajlarinin diger kültürlere adaptasyonu için neredeyse hiçbir sinir taninmamaktadir. Hatta Incil ögretisine ters olan bazi hususlar bile bu baglamda kullanilmistir. Afrika’da putperest kabileler arasinda yapilan çalismalarda atalara tapma ve çok evlilik gibi Hiristiyanlikta bulunmayan hususlar muhatap toplumla ortak zemin bulmak, onlarin tepkisini bertaraf etmek için bu hususlarin Hiristiyanlikta var oldugu imajini vermislerdir. Zaire’de bir cemaat olarak kurulan ‘Atalarimizin Tanrisinin Kilisesi’ buna güzel bir örnektir.[65] Bu sekilde kilise kurulduktan sonra orada toplananlara yavas yavas Hiristiyanlik empoze edilecektir.
Katolik Kilisesi’nin II. Vatikan Konsili vasitasiyla açikladigi yeni misyon anlayisinin üçüncü temel alanini diyalog faaliyetleri olusturur. Diyalog hem sosyal adalet çalismalari yoluyla Incil’in tebligi, hem de Incil ile kültürler arasinda kurulacak irtibatin vazgeçilmez bir vasitasidir. Dolayisiyla, Kilise’nin misyon anlayisinda ayri bir yeri vardir. Bir baska ifadeyle, hem Kilise’nin toplumlari Incil’e göre yeniden insa etme süreci, hem de kültürlere girme süreci bir diyalog süreci içinde gerçeklesmektedir.[66] Dominus Iesus ve Redemptorios Missio gibi önemli Papalik genelgeleri basta olmak üzere pek çok genelgede Kilise diyalogun çagdas misyonerlik anlayisinin vazgeçilmez bir parçasi oldugunu açikça ortaya koymaktadir.[67]
20-24 Eylül 2000 tarihleri arasinda Hindistan’in Bangalore sehrinde yapilan Hindistan Katolik Kilisesi Ulusal Toplantisinda Halklari Hiristiyanlastirma Konseyi Baskani Kardinal Josef Tomko, modern misyonerlik hakkinda; “Bugün misyonerlik bir realite olup hem zengin hem de dinamik bir husustur. Modern misyonerligin sayisiz elemanlarindan bazilari sunlardir: sahitlik, diyalog, ilan, dini ögretim, dine döndürme, vaftiz etme, kilise cemaatine adapte etme, kilisenin kurumlastirilmasi, inkültürasyon ve temel insan tesviki. Bunlardan bir kismi beraberce uygulanirken diger bazilari da Hiristiyanlastirma isleminin tamamlanmasi için onlari takip eder. Kilise sahitligini ortaya koyma, diyalog, vaaz etme, Hiristiyanlastirma faaliyetini kültürler içerisine yerlestirme (inkültürasyon) vb. faaliyetlerle Incil’i ilan etme hakkindan kesinlikle vazgeçemez” demistir.[68] Burada sayilanlar tarih boyunca gelistirilen misyonerlik usullerinin hemen hepsini kapsamaktadir. Gerek teblig, gerekse degisik usullerle duruma göre misyonerlik yapilmasi günümüz misyonerliginin en önde gelen özelligidir.
Ülkemizde misyonerlikten söz açildiginda bazi kimseler, özellikle Diyanet Isleri Baskanliginca basta Avrupa ülkeleri olmak üzere çesitli dis ülkelere din görevlisi gönderildigini ileri sürerek, gönderilen din görevlileriyle ülkemize gelen misyonerlerin sonuçta ayni hizmeti yürüttüklerini ileri sürmektedirler. Oysa durum böyle degildir. Türkiye’den gönderilen din görevlileri gittikleri ülkelerdeki Türk toplumuna din hizmeti vermek üzere oradadirlar. Fakat misyonerler gittikleri ülkelerdeki Hiristiyan cemaate hizmetten öte o ülke halkinin tamamini Hiristiyanlastirmak gayesiyle gitmektedirler. Kardinal Josef Tomko, yukarida bahsedilen konusmasinda Hindistan’i örnek göstererek, “Hindistan’da görev yapan papazlar sadece buradaki 16 milyon Katolik ile mesgul olmamali, Hiristiyan olmayan 1 milyar insani Hiristiyanlastirmak için çalismalidir” diyerek aramizdaki farki birinci elden ortaya koymaktadir.
Yukarida da arz etmeye çalistigimiz gibi, Islam dünyasi Hiristiyan misyonerlerin her zaman ulasmak istedikleri en önde gelen cografya olmustur. Islam ülkelerinin bulundugu bölge, bir baska ifade ile Ortadogu, ‘dünya misyonerliginin kara deligi’ olarak tanimlanmistir.[69] 90’li yillar, teknolojik imkanlarin da yardimiyla, misyonerlerin Islam alemini yogun bir misyon akimina tuttuklari yillardir. Misyonerlerin Latin Amerika’da elde ettikleri basari, özellikle Sovyetler Birliginin dagilmasindan sonra onlari bu bölgede çalismaya tesvik etmistir. Islam aleminde milli ve dini kimlik arasindaki bagin kuvvetli olmasi ve bazi ülkelerde irtidatin yasak olmasi veya hos karsilanmamasi gibi sebeplerle Hiristiyanlasma yogun olmamistir. 1990’li yillarda misyonerler Islam alemini misyonerlik için “son sinir” olarak görmüslerdir. Misyonerlerin kendi tabirleriyle “10/40 Penceresi” olarak isimlendirdikleri bölge, Kuzey Yarimkürenin 10-40. paralelleri arasinda kalan bölgesidir. Bu bölgenin büyük bölümünde Islam ülkeleri vardir. Günümüzde en yogun misyonerlik bu bölgelerde gerçeklestirilmektedir. Tüm misyonerlik cemiyetleri 10/40 penceresine misyoner yerlestirme gayreti içerisindedir. Yogun misyonerlik çalismalarinin neticesinde son 25 yilda Hiristiyanliga geçen kisi sayisinin daha önceki 1400 yilda Müslümanliktan Hiristiyanliga geçenlerin sayisindan fazla oldugu kaydedilmektedir.[70]
Misyonerlik faaliyetlerinin yapildigi Islam ülkelerinin çogunda, Batili ülkelerin buralarda bulunan diplomatik misyonlari direkt olarak isin içerisindedir. Bazi ülkelere giris zor oldugu için misyonerler diplomatik pasaport ile oralara girmekte ve dokunulmazlik zirhindan istifade etmektedir. Bunlar çogu kere bilinmesine ragmen sözkonusu devletlerin uluslararasi iliskilerdeki rolleri nedeniyle göz yummak mecburiyeti hasil olmaktadir. Bu bölgelerde din degistirmenin hos karsilanmamasi veya kesinlikle yasak olmasi misyonerler için büyük bir engeldir. Bu engeli asabilmek için özellikle Amerika’li misyoner gruplari, Kongrede yaptiklari lobi faaliyetleriyle Islam ülkelerinde bulunan kilise ve Hiristiyan cemaat için “Zulüm altindaki kilise” tabirini yerlestirmislerdir. Lobi faaliyetleri neticesinde ABD Hükümeti, Din Özgürlügü Komisyonu’nu kurmustur. Komisyonun öncelikli isi zulüm gören Hiristiyanlara dikkat çekmektir.[71] Böylece sözkonusu devletler, uluslararasi örgütler ve dünya kamuoyu karsisinda sikintiya sokulmaktadir. Sikintidan kurtulmanin yolu misyonerlere her kapiyi açmak ve onlarin çalismasina destek olmak, en azindan engel olmamaktir. Geçmiste Osmanli Imparatorlugu bu sikintiyi en çok yasayan devletti. Ne zaman Batili devletlerle masaya otursa gündemin birinci maddesini Hiristiyan azinliklar konusu teskil ediyordu. Bu gün de ABD, AB, BM ve diger bazi uluslararasi organlar dünya ülkeleri hakkinda insan haklari raporlari hazirlamakta, bu raporlarda o ülkelerde yasayan Hiristiyanlarin durumlari hakkinda bilgi vermektedirler. Ferdi hadiseler de dahil misyonerlerle alakali sikintilar, (tutuklanma, sinir disi edilme vs.) tüm inceligine kadar zikredilmekte, sözkonusu ülke dini hosgörüsüzlükle suçlanmaktadir.[72]
Esas olarak ekonomik bir birlik olan Avrupa Birliginin üçüncü ülkelerde din hürriyeti konusunu takip ettigi, iliski kurulan ülkelerde insan haklarinin, bu baglamda din hürriyetinin korunmasina özen gösterdigi ve iliskilerin gelistirilmesi için bunu bir sart olarak öne sürdügü Birligin bilinen bir politikasidir. Is birligi yaptiklari ülkelerdeki Hiristiyan ve misyonerlerin durumlarini takip ettigini bir Islam ülkesi olan Özbekistan örneginde açiklamak istiyoruz. AB Özbekistan ile yaptigi görüsmelerde bu ülkedeki insan haklari ve din hürriyeti konularini takip ettigini ve bunu önemli buldugunu açikça dile getirmistir. Bir AB Milletvekilinin yazili sorusuna AB Komisyonu tarafindan verilen cevap, konuyu açikça ortaya koymaktadir. Konseye yöneltilen soru önergesinde; Özbekistan’daki insan haklari uygulamasi ve özellikle Hiristiyanliga dönenlerin durumlarinin takip edilip edilmedigi ve bu konuda Özbekistan hükümetine bir yaptirimda bulunulup bulunulmadigi sorulmaktadir. Komisyon, sözkonusu soruya; Özbekistan’daki insan haklari uygulamalarinin Konsey tarafindan takip edildigi ve Özbek otoritelere iletildigi seklinde cevap vermistir.[73]
Ayrica, 13 Eylül 1999 tarihinde Taskent’te yapilan I. AB - Özbekistan Isbirligi Toplantisinda; AB, din hürriyeti ve özellikle Özbekistan’in Hiristiyanlara karsi olan kötü tutumunun kendilerini direkt olarak ilgilendirdigini ifade etmistir. Aralarinda yaptiklari ortaklik ve isbirligi antlasmasinin geregi olarak, Özbekistan’dan din hürriyetine saygi göstermesi istenmistir. AB ayrica, Özbekistan’daki insan haklari uygulamalarini her yönden takip edecegini ve konuyu Özbek yetkililere devamli olarak iletecegini de bildirmistir.[74]
Yukarida yer alan ifadelerden, baska ülkelerde yasayan Hiristiyanlarin durumlarinin AB tarafindan takip edildigi anlasilmaktadir. Bütün bunlardan Avrupa Birliginin dünyada yürütülen misyonerlik faaliyetlerini takip ettigi ve üzerine düseni yapma gayretinde oldugu sonucunu çikarabiliriz. Bu sekilde misyonerlik faaliyetlerine yardimci olunmakta, misyonerlerin karsilastiklari problemler ortadan kaldirilmaya çalisilmaktadir. Bunu da misyonerligin yeni bir metodu olarak tanimlamak mümkündür.

b) Misyonerlerin Müslümanlara Karsi Uyguladiklari Bazi Metotlar
Müslümanlari da Hiristiyanlastirma düsüncesi baslangiçtan beri misyonerlerin gayelerinden birisi olmustur. Bunun için çesitli çalisma metotlari gelistirilmis ve taktikler uygulanmistir. Kongrelerin birinde; Islam dünyasindaki tasavvuf ve tarikat anlayisi ve bu anlayislara olan baglilik üzerinde durulmus, seyhlerin veya ileri gelen müritlerin kandirilarak misyon faaliyetlerine alet edilebilecegi, onlari yaniltmak ve bu gayeye ulasabilmek için de eleman yetistirip bu teskilatlara sokmanin en uygun yol olabilecegi kanaatine varilmistir. [75] Çünkü açik düsmanligin, ayniyle mukabele görmesi kaçinilmazdir. Bu konuda en tesirli silah, ondan gözükerek, sinsice yapilanidir. Tarihte en tesirli propaganda yolu da bu olmustur. Burada misyon metodu olarak kabul edildigi belirtilen husus din tebliginden çok bir casusluk faaliyeti planina benzemektedir.
Islam ülkelerinde görev yapan misyonerler yukarida arz etmeye çalistigimiz, diger bölgelerde uygulanan metotlari uygulamislar ve bu cografyaya mahsus daha baska bazi metotlar da gelistirmislerdir. Islam aleminin çesitli bölgelerinde misyoner olarak görev yapmis olan Charles D. Egal’in ‘Müslümanlar Arasinda Misyonerlik’ baslikli makalesi günümüzde Islam aleminde görev yapan misyonerlerin metotlarini anlatmasi bakimindan son derece çarpicidir. Egal söz konusu makalesinin ‘Kuran’in Misyonerlikte Kullanilmasi’ basligi altinda sunlari söylemektedir: “Kuran’in misyonerlikte kullanilmasi hususunda bir çok tavsiye bulunmaktadir. Günümüzde bir çok misyoner Müslümanlar arasinda görev yapanlara Kuran’in Isa hakkindaki ögretileriyle ise baslamayi önermektedir. Bu ögretiler Isa’yi methetmekte oldugundan muhatap biraz daha fazla bilmek isteyecektir. Incil onun bu istedigine cevap verecektir. Kuran’in Isa’yi Kelimullah olarak vasiflandirmasi arastirilacak bir konu olabilir. Burasi da Incil ögretisiyle cevaplandirilir. Bu konularda Incil üzerinde yapilan çalisma muhatap Müslümanin ilgisini artiracaktir. Üzerinde çalisilacak diger bir konu peygamberlik ve Isa’nin nasil bir peygamber oldugu konusudur. Hiristiyanlar genellikle Isa’nin peygamber olusunu gözardi ederler ancak peygamberlik Islam’da temel bir öneme sahiptir. Kuran’in peygamber ögretisi Incil’in ögretisine çekmek için araç olarak kullanilir. Kuran’in Allah’i merhamet edici ve affedici olarak vasiflandirmasi Incil ile Müslümanlar arasinda köprü olabilecek bir baska noktadir. Yeni Hiristiyan olanlarla yapilan ayinlerde Kuran’in bazi bölümleri tipki ilahi veya siir okunur gibi okunabilir. Onun burada kullanilmasi vahiy oldugunu kabul etme anlamina da gelmez. Hiristiyan teoloji açisindan da yanlis bir unsur barindirmayan hatta dogru olan Fatiha Suresinin okunmasi önerilebilir. Benzeri diger surelerde ayinde kullanilabilir.”[76]
Yukarida ifade edilenlere göre misyonerler bulunduklari ortamda ortak bir zemin bularak oradan baslamayi tercih etmektedirler. Burada Aziz Pavlus’un yaptigi gibi “ondan görünme” yolu da açik görünmektedir. Anlatilan hususlar, muhatabi planli olarak, adim adim kendi sahasina çekme projesidir. Yapilan tavsiyeler özellikle dini bilgisi az olan kimseler için kurtulmasi zor bir tuzagi andirmaktadir. Zaten Islam dünyasinda ve ülkemizde misyonerler böyle kimseleri seçmekte, Hiristiyan olanlar da böyle kisiler arasindan çikmaktadir.
Misyonerlerin Islam dünyasinda uyguladiklari önemli bir diger misyon metodu da, müstesrik yetistirerek gerek Islam ülkelerindeki çesitli seviyelerdeki okullarda, gerekse Bati üniversitelerinde Islam ile alakali olumsuz görüsler imal etmeye çalismaktir. Bu metot kendini anlatmaktan ziyade karsisindakini kötülemek üzerine kurulmustur. Müstesriklerce imal edilmis bazi fikirler sunlardir: Islam maddi bir din olup onda ruhiyat yoktur. Dünyaya çagirir, sevgi, muhabbet ve nefis temizligine çagri yoktur. Savas dinidir, kendinden olmayanlara düsmanlik yapmayi ögütler. Çok evlilige müsaade eder.[77] Ayrica, Islam’in ana kaynaklari olan Kur’an ve Hadis etrafinda süphe olusturmaya çalisirlar.
Islam ile alakali yazan, arastiran Hiristiyanlar asirlardir var olmustur. Özellikle 20. yüzyilin ikinci yarisindan itibaren bu sayi kat kat artmistir. Bugün yüzlerce Avrupa ve Amerika üniversitesinde Islam arastirmalari bölümü bulunmakta, bu bölümlerde binlerce müstesrik görev yapmakta ve Islam aleminde misyonerlik yapacak Hiristiyanlarin yaninda on binlerce Müslüman ögrenci de bu bölümlerde egitim görmektedir. Papaligin da 1926 yilinda kurulmus, oldukça büyük ve son derece zengin imkanlari olan, Islam Arastirmalari Enstitüsü bulunmaktadir. Bizzat ziyaret etmis oldugumuz enstitüde daha çok Islam devletlerinde görev yapacak papazlar yetistirilmektedir. Bazi Islam ülkelerinden Müslüman ögrencilerin de ögretim gördügü enstitünün 1999-2000 ögretim yilinda toplam ögrenci sayisinin 1430 oldugu düsünülürse yapilan faaliyetin büyüklügü rahatça ortaya çikar. Papalik Dinlerarasi Diyalog Konseyi ile müsterek çalisan Enstitü ülkemizde de iyi bilinen Encounter ve Islamochristiana adli akademik dergileri de çikarmaktadir.[78]
Burada, iki yil boyunca önce dil kurslari, daha sonra da mastir çalismasi yapmis oldugum Birmingham Üniversitesi bünyesinde bulunan Selly Oak College’den bahsetme ihtiyacini duyuyorum. Adi geçen kolejin Islam Arastirmalari ve Hiristiyan Müslüman Diyalogu, Westhill Koleji, Dogu Dinleri, Sosyal Çalismalar vb. bir çok bölümü bulunmaktadir. Kolejin hem Ingilizce Dil Kurslari hem de Islam Arastirmalari bölümlerinde birlikte ders aldigimiz çok sayida misyoner vardi. Çesitli ülkelerden dünyanin degisik bölgelerine misyonerlik yapmak üzere gidecek din adami, doktor, hemsire, ögretmen, mühendis, gazeteci, baris gönüllüsü gibi degisik mesleklerden çok sayida insan burada dil ögreniyorlardi. Misyonerlik bölümlerinde dersler genelde katilanlarin müsahedelerini anlatmalari veya çesitli bölgeler için yazilmis raporlarin ve çesitli metotlarin müzakeresi seklinde isleniyordu. Islam Arastirmalari bölümünde de Müslümanlar arasinda çalisacak olanlar önce Islam dinini ögreniyorlar, daha sonra da Islami konularda mastir ve doktora çalismalari yapiyorlardi.
Selly Oak College’de misyonerlik egitimi almak amaciyla gelenler için, gerçekten en ince ayrintilarina kadar her sey düsünülerek çesitli imkanlar hazirlanmistir. Bekar olanlar için pansiyonlar, evliler için daireler mevcut olup, zamanin egitime ayrilmasini temin için adaylara yemek, çamasir yikama, ütü vb. her türlü hizmet verilmektedir. Küçük çocuklar için kres, yetiskinler için okul, Ingilizce bilmeyen es ve çocuklar için özel ögretmenler esliginde Ingilizce dil kurslari düzenlenmektedir. Görevliler mahalli kilise ve misyonerlik cemiyetleriyle tanistirilmakta, yaptirilan çesitli görevlerle görevlinin tecrübesi ve kendine güveninin artmasina yardim edilmektedir. Dünyanin bir çok ülkesinden gelen çok sayida ögrencinin katilimlariyla gerçeklestirilen dini, ilmi ve kültürel faaliyetlerle elemanlarin kültürleri artirilarak çogulculuk adeta orada yasatilmaktadir. Bu imkanlara ilave olarak egitime alinan misyonerlerin çesitli yerleri gezip görebilmelerini temin için her hafta sonu seyahatler, aksamlari sinema ve tiyatro programlari düzenlenmektedir.[79]
Kolejde bulundugum süre içerisinde en çok gipta ettigim husus da Almanya, Fransa ve Isviçre gibi Avrupa’nin en gelismis ülkelerinden Hiristiyan din görevlilerinin ve bilgisayar mühendisi, doktor vb. bazi önemli meslek erbabinin Papua Yeni Gine, Mozambik ve Tanzanya gibi dünyanin en geri kalmis ülkelerine en az 6 yillik bir süre için gönüllü olarak gitmeyi kabullenmis olmalaridir. Kiliseler bu konuda kimseyi mecbur etmemekte, yani misyonerlik için degisik ülkelere gitme durumu onlarin sözlesmelerinden kaynaklanmamakta, sadece bu kisilerin kendi arzulariyla gerçeklesmekte, gitmek için kendileri basvuruda bulunmaktadirlar.
Isin içinde maddi bir çikar olup olmadigini ögrenmek için kendi ülkelerindeki ve gittikleri yerlerdeki maas durumlarini sordum. Almanya’da pastörlerin (Protestan papaz) en iyi maas alan grup içerisinde olduklarini (yaklasik 6500 Alman Marki), gittikleri ülkelerde ise bu maasin yariya (3500 Marka) düsecegini ögrendim. Aileleriyle birlikte hayat sartlarinin çok zor oldugu, bazilarinda içecek suyun bile zor bulundugu ülkelere gönüllü olarak gitmenin samimiyetten baska izahini bulamadim. Yasi 60’i geçmis, 6 çocugunu Belçika’da birakarak Uzakdogu ülkelerine giden ve 17 yil oralarda çalisan bir misyonerin özveri dolu maceralarini dinlerken dogrusu baska bir izah bulmakta zordu.
Günümüzde teknik imkanlarin artmasina paralel olarak misyon metotlari ve aletleri de artmis bulunmaktadir. Mahalli, bölgesel, ulusal veya uluslararasi yayin yapan ne kadar televizyon ve radyo kanalinin Hiristiyanlik propagandasi yaptigini kestirmek bile mümkün degildir. Kiliselerce hazirlanan programlardan bazilarinin ülkemizde bile gösterilmis oldugunu düsünürsek bunun boyutlarini tahmin edebiliriz. Ayrica, 24 saat Hiristiyanlik anlatan Kaliforniya merkezli TBN EUROPE televizyonu misali uluslararasi yayin kuruluslari mevcuttur. Internet’te Hiristiyanlikla ilgili binlerce site vardir. Herhalde Hiristiyanlik hakkinda bilinmesi gerekenlerin tamamini internet sitelerinde bulmak mümkündür. Internet baska bir ifadeyle e-ticaret bile misyonerligin hizmetine sokulmustur. Kurulan bir site ile basta hediyelik esya olmak üzere çesitli mamuller satisa sunulmus, buradan elde edilecek gelirin her kurusunun misyonerlik faaliyetlerini desteklemek amaciyla kullanilacagi not düsülmüstür.[80]
Misyoner cemiyetleri Hiristiyanligin mesajini tüm dünya insanlarina ulastirma hedefini yerine getirirken hiçbir toplum katmanini atlamamis, tamamina ulasmanin yollarini bulmuslardir. Örnegin; Katolik Kilisesi ‘Çocuk Misyonerlik Cemiyeti’ni çoktan kurmus, 1993 yilinda küçük misyonerlerin dogusunun 150. yili kutlanmistir. Hedef, çocuklarin dine bagli olarak yetismelerini temin etmek, egitimlerine katkida bulunmak ve çocuklarin yapabilecekleri çalismalardan istifade etmek olarak açiklanmis, her bölgenin benzeri cemiyetler kurmasi tavsiye edilmistir.[81] Toplumlarda çogu kere kendilerine hizmet götürülmesi unutulan veya gözardi edilen görme, isitme ve konusma engelliler gibi özürlü kimseler Hiristiyan cemaatler tarafindan unutulmamis olup, onlara da ulasmanin yollari bulunmustur. Onlarla ilgili çesitli metotlar gelistirilmistir.[82]
Bütün bu faaliyetler insana her seyden önce, bu isin hangi imkanlarla yürütüldügünü, bu kadar çok isin hangi kaynaktan beslendigini düsündürmektedir. Konuyu Katolik Kilisesi yönünden ele alirsak, bir zamanlar Avrupa’nin tek kilisesi olan ve tüm kitayi idare eden kilisenin elinde çok büyük topraklar vardi. Bugün bu yerlerin çogu meskun yerler olup kira getiren mülkiyetler haline gelmistir. Kilise kendi belgelerinde bile 18-19. yüzyillarda yani sömürgecilik çaginda misyonerlik faaliyetleri için paranin Avrupa devletlerinden geldigini itiraf etmekte, ancak modern devletlerin artik yardim etmediklerini, misyonerlik masraflarinin halktan gelen paralarla karsilandigini ifade etmektedir.[83]
Avrupa ve Amerika’da kiliseye üye olan Hiristiyanlardan kilise vergisi alinmaktadir. Muhtemelen bugün tüm kiliselerin en önemli gelir kaynaklari bu vergilerdir. Gönüllü bagislar ve kilise adina vakfedilmis mülkler de ciddi bir gelir kaynagidir. Ayrica, geliri misyonerlik çalismalarinda kullanilmak üzere bir takim ticari faaliyetler de yapilmaktadir. Ayinlere katilmis kimselerin bilecegi gibi, hemen her ayinden sonra özellikle misyonerlik cemiyetleri için toplanan paralar da iyi bir gelir kaynagi olmalidir. Selly Oak College’de ögretim üyesi olarak görev yapan bir papazin kilisesinde ayine katildigimizda orada ayinden sonra para topladiklari zaman hocamiz olan papaz çok utanmisti. Bizden Islam ülkelerinde böyle bir usulün olup olmadigini sordu ve var oldugunu ögrenince rahatladi. Utanmis olmasina ve bizim de haberli olarak katilmis olmamiza ragmen bir ayinde bile, yani bir hafta bile bagis toplama isine ara vermeyecek kadar bu ise önem vermektedirler. Yukarida da bahsettigimiz gibi teknik imkanlardan yararlanilarak yeni gelir yollari bulunmaktadir. Örnegin kurulan bir web sitesi ile basta hediyelik esya olmak üzere çesitli mamuller satisa sunulmus, buradan elde edilecek gelirin misyonerlik faaliyetlerini desteklemek amaciyla kullanilacagi belirtilmistir.[84]
Ülkemizde yapilan misyonerlik faaliyetlerinin en çok bilineni kapi kapi dolasarak Incil, Hiristiyanlik ve Hz. Isa ile ilgili kitaplarin dagitilmasidir. Son günlerde misyonerlerce milyonlarla ifade edilen adetlerde Incil dagitildigi haberleri gazetelerde yer almistir. Bunlarin disinda çesitli yayinlar dagitma, mektupla Incil kurslari düzenleme gibi etkinlikleri devam etmektedir. Internetin yayginlasmasiyla birlikte web siteleri yolu ile propaganda yapmaya agirlik verdikleri de görülmektedir. Müjde FM ve Radyo Kumru gibi çesitli radyo istasyonlarindan da Türkçe Hiristiyanlik propagandasi yapilmaktadir.

5. Sonuç
Misyon, icra edilis metodu açisindan günümüze kadar çesitli dönemler geçirmistir. Hz. Isa’nin metodu bir teblig metodu olup hedef kitle de Yahudilerken, Pavlus’un ögretisiyle Hiristiyanlik baska bir sekle girdigi gibi misyonerlik de degismis, evrensellesmistir. Misyon kelimesi tek kelime ile ifade etmek gerekirse “Hiristiyanlastirma” anlamina dönüstürülmüstür.
Pavlus’tan sonra Kilise, en büyük görevi ve varolus sebebi olarak gördügü misyonerligi, ondan aldigi sekliyle devam ettirmistir. Kilisenin geleneksel misyon anlayisi, zamana ve sartlara göre, metod ve uygulama açisindan bazi farkliliklar göstermistir. Zamanla, misyon faaliyetlerinin daha planli ve kurumsal biçimde gerçeklestirilmesi gerektigi fikri agirlik kazanmistir. Bu ihtiyaci karsilamak üzere Katolik Kilisesi ‘Halklari Hiristiyanlastirma Konseyi’ni kurarken diger Hiristiyan kilise ve cemaatleri de çok sayida misyon cemiyetleri teskil etmislerdir. Bu gün misyonerlik faaliyeti yapmak amaciyla kurulmus bulunan cemiyetlerin sayisi binlerle ifade edilmektedir.
Kilise, dolayisiyla misyonerlik kurumu dünyada meydana gelen gelismelerden de etkilemistir. 18-19. yüzyillarda sömürgecilik anlayisi sebebiyle altin çagini yasarken 20. yüzyilda yasanan materyalizm felsefesi dolayisiyla basta Bati’da sikinti çekmistir. Modernizm, sömürge altindaki ülkelerin bagimsizliklarina kavusmasi, bilimsel ilerlemeler, sosyal problemler, ahlaki çöküntü, dine olan ilginin iyice azalmasi gibi faktörlerin ortaya çikmasi misyonerlik çalismalarina sekte vurmus, ancak kiliseler teknolojik gelismelerin de yardimiyla gelistirdikleri yeni misyon anlayislari ve metotlariyla problemlerini çözerek yollarina devam etmislerdir. Bugün itibariyla dünyanin ulasilmadik hiçbir yerini birakmamislardir.
Günümüzde son derece sistematik, egitime ve bilgiye dayanan bir misyon anlayisi mevcuttur. Misyoloji bir bilim dali olarak dünyanin önemli bazi üniversitelerinde gelisimini devam ettirmekte, akademisyenlerce elde edilen bilimsel veriler de misyonerler tarafindan uygulamaya konulmaktadir. Din ve vicdan hürriyetinin çok önemli görüldügü ve bundan en çok misyonerlerin yararlandigi günümüzde bu faaliyetleri yasaklamak veya polisiye tedbirlerle engellemek mümkün degildir. Misyonerlik faaliyetlerine karsi koymanin yolu egitimden geçmektedir.
Misyonerlerin ülkemizde özellikle Islami iyi bilmeyen gençler üzerinde çalismalarini yogunlastirdiklari ve bu alanda basarili olduklari gerçegi göz önünde bulundurularak basta genç neslin egitimine önem verilmelidir. Hiristiyanlik ve misyonerlikle ilgili dokümanter programlar hazirlanarak halkin istifadesine sunulmalı, konferans, panel vb. faaliyetlerle misyonerlik çalismalarina karsi halk bilinçlendirilmelidir. Milli birlik ve beraberligimizin devami için gençlerimizin dini ve milli kimliklerini iyi tanimalari ve benimsemelerinin önemi gözardi edilmemeli, basta aile olmak üzere, Milli Egitim, üniversite, medya ve diger kurumlar konuya sorumluluk bilinci içerisinde yaklasmalıdır.
[1] Kilise teriminin; 1-Hiristiyan cemaat, 2-Katolik, Ortodoks vb. mezhep veya grubun kurumu, 3-Kilise binasi anlamlari vardir.  [2] Wilson, Brian, Christianity, London 1999, s. 15.  [3] Wilson, a.g.e., s. 23. [4] Aydin, Mehmet, “Hiristiyanlik”, TDV Islam Ansiklopedisi, c. 17, s. 328. [5] Van Lierde, Peter Canisius, The Holy See at Work, London, 1964, s.19-20.  [6] Sullivan, F. A., Salvation Outside the Church?, London, 1992, s. 66. [7] www.zenit.org <http://www.zenit.org> , 5 Eylül 2000. [8] John, 17/18. [9] John, 13/15.[10] Van Lierde, a.g.e., s. 21. [11] Tümer, Günay - Küçük, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ankara 1993, s. 381-382. [12] Danielou, Jean, ‘Kilisede Misyoner Düsüncesi’, (Trc. A. Küçük), A.Ü.I.F. Dergisi, c. 37, 1997, s. 101.[13] Kocabasoglu, Uygur, Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, Istanbul 1991, s.14.[14] Danielou, a.g.m., s. 103. [15] www.newadvent.org/Catholic <http://www.newadvent.org/Catholic> Encyclopedia/Catholic Parochial Missions[16] Matta, 28/18-20; Markos, 16/15-16; Luka, 24/46-48; Yuhanna, 17/18, 20/21; Resullerin Isleri, 1/8.[17] Matta, 28/18-20.[18] Matta, 15/24.[19] Matta, 10/5-7.[20] Tümer, Günay - Küçük, Abdurrahman, a.g.e., s. 382. [21] Bakara, 256. [22] Nahl, 125.[23] Nur, 54.[24] Zafar, Imtiaz, ‘Christian Missionary Approaches in the 20th Century’, Hamdard Islamicus, v. XIX, No: 2, s. 65. [25] Walls, Andrew F., ‘the Missionary Movement in Christian History’, www.leaderu.com/ftissues/ft0003/articles <http://www.leaderu.com/ftissues/ft0003/articles>.[26] Wilson, Brian, Christianity, London, 1999, s. 84-85. [27] Danielou, a.g.m., s. 102-103.[28] Van Lierde, a.g.e., s. 96. [29] www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents>.
[30] ayni yer.[31] www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/pont-soc/pospa <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/pont-soc/pospa>. [32] ayni yer. [33] www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents>. [34] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, The Catholic Church: Our Mission in History, Minnesota (USA) 1985, s. 31.[35] Matta, 28/18-20.[36] Houtin, Albert, “Hiristiyanligin Kisa Tarihi”, (Trc. A. Küçük), A.Ü.I.F.Dergisi, Ankara 1981, Sayi, 25, s. 438; Güngör, Ali Isra, ‘Katolik Kilisesinin Yeni Misyon Anlayisi’, www.yeniarayislar.com/ayýnkonusu <http://www.yeniarayislar.com/ayýnkonusu>. [37] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 58. [38] Öztürk, Levent, Islam Toplumunda Hiristiyanlar, Istanbul 1998, s. 43.[39] Resullerin Isleri, 18/23; 21/26. Genis bilgi için bkz. Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 52-63.[40] 1 Kor. 9/19-22.[41] Öztürk, a.g.e., s. 45-46.
[42] Öztürk, a.g.e., s. 52. [43] Ibn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 120-121; M. Asim Köksal, Islam Tarihi, c. 1, s. 78-81.[44] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 142. [45] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 135.[46] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 160-161.[47] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 159. [48] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 172. [49] Eliot, S. C., Turkey in Europe, London, 1908, s. 242. [50] www.zenit.org <http://www.zenit.org>, 28 Kasim 2000. [51] Pluth, Alphonsus - Koch, Carl, a.g.e., s. 178. [52] Walz, J., ‘Muhammad and the Muslims in Thomas Aquinas’, Muslim World, No: 66, 1976, s. 87.[53] Pluth, Alphonsus; Koch, Carl, a.g.e., s. 177-179. [54] Tümer, Günay - Küçük, Abdurrahman, a.g.e., s. 272-273.[55] Aydin, Mehmet, a.g.m., s. 336. [56] Aydin, Mehmet, a.g.m., s. 336. [57] Aydin, Mehmet, a.g.m., s. 336. [58] Wilson, a.g.e., s. 84.[59] Wilson, a.g.e., s. 85.[60] Zafar, a.g.m., s. 66.
[61] Köylü, Mustafa, ‘Günümüz Misyonerlik Faaliyetlerinde Bazi Metodik Yaklasimlar (ABD Örnegi)’, Diyanet Ilmi Dergi, c. 35, sayi: 2, 1999, s. 41-50. [62] Turan, Ömer, “Avrasya Cografyasinda Misyonerlik Faaliyetleri”, Avrasya Etüdleri sy.16. 1999 s. 25. [63] www.kibrisgazetesi.com <http://www.kibrisgazetesi.com> 15 Temmuz 2000.[64] Güngör, Ali Isra, ‘Katolik Kilisesinin Yeni Misyon Anlayisi’, www.yeniarayislar.com <http://www.yeniarayislar.com> /ayinkonusu. [65] Wilson, Brian, a.g.e., s. 95. [66] Güngör, Ali Isra, a.g.m., www.yeniarayislar.com/ayýnkonusu <http://www.yeniarayislar.com/ayýnkonusu>.
[67] Adi geçen belgeler için bkz. www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang> /documents [68] www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/documents>. [69] www.cmalliance.org <http://www.cmalliance.org>. [70] www.peopleunitedforreligiousfreedom.org/missionaries<http://www.peopleunitedforreligiousfreedom.org/missionaries>.[71] www.peopleunitedforreligiousfreedom.org/missionaries <http://www.peopleunitedforreligiousfreedom.org/missionaries>.[72] Çesitli ülkeler için düzenlen raporlar için bkz. www.state.org/humanrigts <http://www.state.org/humanrigts>; www.amnesty.org/ <http://www.amnesty.org/> [73] 20.06.2000 tarih ve C 170E/47 sayili Avrupa Topluluklari Resmi Gazetesi. [74] ayni yer.[75] Tümer, Günay - Küçük, Abdurrahman, a.g.e., s. 413.[76] Egal, Charles D., ‘Ministering to Muslims’, www.leaderu.com/isot/docs/minmuslim.html <http://www.leaderu.com/isot/docs/minmuslim.html>[77] El- Behiyy, Muhammed, ‘el-Mübessirun ve’l-Müstebsirun fi Mevgihim mine’l-Islam’, Mecelletü’l-Ezher, c. 31, sy. 3-4, s. 394.[78] Arinze, Francis, P.I.S.A.I: Fifty Years in the work of Dialogue, Roma 2000, s. 18-20.[79] Söz konusu kolejin faaliyet ve imkanlari hakkinda genis bilgi için bkz. www.sellyoakcolleges.ac.uk <http://www.sellyoakcolleges.ac.uk>. [80] www.ardithkeef.com <http://www.ardithkeef.com>. [81] www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/p-missionary-works/infantia <http://www.vatican.va/roman-curia/congregations/cevang/p-missionary-works/infantia>
[82] www.lcmsworldmission.org <http://www.lcmsworldmission.org> ; www.hometown.aol.com <http://www.hometown.aol.com> [83] www.newadwent.org/catholicencyclopedia/missionaries <http://www.newadwent.org/catholicencyclopedia/missionaries> [84] www.ardithkeef.com <http://www.ardithkeef.com>

6 Şubat 2012 Pazartesi

incillerde Çelişkiler çelişkiler
1 Mayıs 2011 Pazar, 18:27 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
Diğer Çelişkiler
İncillerde bu anlatılan ve ortaya konulan noktaların dışında da bir takım çelişkiler ve farklılıklar daha mevcuttur. Bunlardan bir kaçını zikrederek konuyu bitirmeye çalışacağız:
1- Hz. İsa, gölün karşı yakasında Gadaralıların veya Gerasalıların ülkesine varınca, Matta'ya göre cinlere tutsak olmuş iki deli ile karşılaşmıştır. Markos ve Luka'ya göre cinlere tutsak olmuş sadece bir deli ile karşılaşmıştır.
2- Hz. İsa Eriha'dan ayrılırken, Matta'ya göre yolun kenarında oturan iki kör adam kendisinden yardım istemiştir. Markos ve Luka'ya göre ise yolun kenarında oturan sadece bir kör adam kendisinden yardım istemiştir .
3- Yahudilerin Hz. İsa'dan delil göstermesini istemelerine karşılık, Markos İncilinde onlara asla delil gösterilmeyeceği haber verildiği halde, Matta'da onlara Yunus peygamberin delilinin gösterileceği ifade edilmektedir.
4- Hz. İsa'nın kabre konulduktan bir süre sonra kabirden çıkışma Yuhanna İnciline göre, Havariler çok şaşırmışlardır. Bu İncilin naklettiğine göre Havariler böyle bir olayı asla beklemiyor ve ummuyorlardı. Halbuki Sinoptik İncillere göre Havariler, Hz. İsa'nın kabre konulduktan üç gün sonra dirilip kabirden çıkacağını biliyorlardı. Çünkü Hz, İsa çarmıha gerilmeden önce defalarca bunu onlara söylemişti.
5- Sinoptik İncillere göre Petrus ve arkadaşları, Hz. İsa'nın davetinin ilk günlerinde onun mucizesi ile ağlarını balıkla doldurmuşlar ve denizdeki fırtınadan kurtulmuşlardır. Yu-hanna'ya göre bu hadise, Hz. İsa'nın davetinin ilk günlerinde değil, yeniden dirilip kabirden çıktıktan sonra olmuştur.
6- Hz. İsa, Kefernahum'da vermiş olduğu meşhur dağ vaazından sonra Matta'ya göre önce bir cüzzamlıyı, sonra yüzbaşının hizmetçisini iyi etmiştir. Lukaya göre ise ilk önce Petrus'un kaynanasını, sonra diğer hastaları tedavi etmiştir. Luka, yüzbaşının hizmetçisinin tedavisinden bahsetmez.
7- Hz. İsa'nın, öldükten sonra dirilttiği havra reisinin kızı konusunda Matta İncili, reisin, kızını diriltmesi için kızı öldükten sonra Hz.İsa'yı çağırdığını haber verirken; Markos İncili, havra reisinin, kızı henüz ölmeden, tam ölmek üzere iken Hz. İsa'yı çağırdım haber vermektedir.
8- Hz. Yahya'nın yediği şeyler konusunda Matta İncili, "Yahya yemiyerek, içmeyerek geldi" derken, Markos İncili, "Yahya deve tüyü giymişti, belinde kuşağı vardı, çekirge ve yaban balı yerdi" demektedir.
9- Luka İnciline göre, şarap, içip sarhoş olmak, "çünkü rabbin gözünde büyük olacak, şarap ve içki içmeyecek" denilerek yasaklandığı, sarhoşluk veren herşeyin içilmesinin ve kumarın haram olduğu bildirildiği halde, Yuhanna İncilinde Hz. İsa Kana düğününde misafirler için mucize göstermek sureti ile suyu şaraba çevirmiş, ve insanların bol bol şarap içmesini sağlamıştır.
10- Hz. İsa'nın üzerine güzel koku saçan kadın ile ilgili olarak:
a) Markos'a göre kadın, kokuyu hamursuz bayramından iki gün önce dökmüştür. Yuhanna'ya göre ise kadın kokuyu hamursuz bayramından altı gün önce dökmüştür.
b) Matta ve Markos'a göre koku dökme olayı Simun'un evinde olmuştur. Yuhanna'ya göre ise Mecdelli Meryem'in evinde olmuştur.
c) Matta ve Markos'a göre kadın, kokuyu Hz.İsa'nın başına dökmüştür. Yuhanna'ya göre ise kadın kokuyu Hz. İsa'nın ayaklarına dökmüştür.
d) Matta'ya göre, kadının bu güzel kokuyu Hz. İsa'nın üzerine dökmesine öğrencileri karşı çıkmışlardır. Markos ye Yuhanna'ya göre ise sadece daha sonra ihanet edecek olan Ye-huda İşkaryot karşı çıkmıştır.
Dört İncil dikkatle incelendiği zaman şimdiye kadar sayılan çelişki ve farklılıkların yaısıra onlarda daha başka birçok farklılık ve çelişkilere rastlamak mümkündür. Bu kadar çelişki ve farklılığın bulunduğu, tutarsızlıklarla dolu bu dört İncil, nasıl oluyor da ruhu'l-kudüs kendilerine tecelli etmiş ve ilhama mazhar olmuş kimseler tarafından hatasız, eksiksiz ve birbirini tamamlar mahiyette yazılmış kitaplar olarak kabul edilebiliyorlar? Bu çelişkiler, farklılıklar ve tutarsızlıklar yoksa hata kabul edilmiyorlar mı? Bunlardan bir tanesi dahi, içinde yer aldığı kitabın güvenilirliğini zedelemeye yeterken, incillerde bu tür yüzlerce eksik ve hatanın bulunması, İncillerin senet ve metin yönünden sahih, kutsal kitaplar olarak değerlendirilmesinin imkânsızlığını ortaya koymaz mı?
Tek tek tesbit edilen bu çelişki ve tutarsızlıklar ciddî ve titiz bir çalışma sonunda ortaya konulmuş gerçeklerdir. Bunun için sabırlı ve yorucu bir çalışma yapmak gerekmiştir. Dört İncilde yer alan hususları bütün İncillerin sayfalarını açıp her konuyu teker teker karşılaştırmadan, onlardaki bu farklılıkları ve tutarsızlıkları anlamak mümkün değildir. Ancak bu şekilde karşılaştırmalı olarak yapılacak olan bir çalışma sonunda gerçekler birer birer ortaya çıkmaktadır.
Biz bu çalışmamızı, dört İncilin Türkçe, Arapça ve İngiliz-ceye yapılan tercümelerini birbirleri ile karşılaştırmak sureti ile yaptık. Eğer çalışmaya ilk orjinal Yunanca İncil kopyaların dan başlanarak, bunlarla, daha sonraları yazılmış olan el yazması kopyalan karşılaştırmak sureti ile, İncillerin yazma nüshaları arasındaki farklılıklar tesbit etmeye çalışılsa bu hacimde bir kitap değil, birkaç ciltlik bir eser ortaya çıkar. Ancak bunun yapılabilmesi için ilk şart, klasik Yunancayı iyice öğrenmektir. Yunancayı bilmeden (hatta daha iyi bir karşılaştırma yapabilmek için Yunancaya ilâve olarak Latince ve İbranice de bilmek gerekir) İncil yazmaları üzerinde derin bir araştırma yapmak imkânsızdır. Biz bu konuda yeni yetişen genç araştırmacıların bu boşluğu doldurarak gerekli çalışmaları yapacaklarına inanıyoruz.
Hıristiyanlık Hz. Adem’in ilk günahına takılmıştır; Pavlos’un yaptıklarına teşhis gözü ile bakılsa daha iyi olmaz mı?

xHz. İsa mı Pavlos mu?Kilisenin 2000 yıldır sormaktan kaçındığı büyük soruyu artık hıristiyanlar soracaklardır. Kiliseler birleşebilir; yeryüzü siyasî hareketlenmeleri karşısında başlangıçtan beri aralarında mevcut bulunan ihtilafa bir son verme gereği duyabilirler. Karşılıklı jestlerin idaresinde plânlarını yürürlüğe koyabilirler. Bu, Kilise ile hıristiyanın soğumasını durdurabilir mi?
Batı hıristiyanlığı ile Doğu hıristiyanlığı İslam alemine basınç uygulama stratejisi içinde bulunabilir; kolu kanadı kırık çağı takdis edebilirler!.. Hıristiyanlık tarihi baştan başa seremonilerdir. Kültürlü bir hıristiyan, Üç Tanrı inanışından uzaklaşacaktır. Birey çağındayız.
Dışına kabuk yapan fakat içerde hiç iyileşmeyen bir yara; o yarayı açandan yana irrasyonel boyutlara vardırılmış bir gayret. Bu gayretin kurduğu bir örtüşmesizlik. Pavlos’un yanlış geleneği coğrafyaya yayışı.
İnsan doğrusu tarihsel bir müsamere karşısındaymış gibi dini, İlahî özün adeta işkence direğine bağlamak isteyen bir yanılsamadır bu. Masum görülebilir bir yanılsama sanmamalı: Kökleri derinlerde, Allah’ı birlemeye dirençten beslenmiş bir illüzyonda İsa’ya gösterilen direnç. Halk ondan memnundu açıkçası. Rahatsız olan düzenin babalarıydı. Hahamlardı. Dünyevîlik toplumun ruhunu sarmış idi: Çok özel bir alınyazısının içinden gönderilen yeni bir elçi bu sekülerliği gidermek için gelmişti. İşleri bozmaya geldiğini düşündüler. Peygamberlere itiraz ve hatta onların anlamına olduğu kadar canına da kast etmek gelenekleşmişti. İğrenç bir gelenek. Hahamlara Allah’ın mukaddeslerini hatırlatan, onları uyaran, dünya işlerinin bir karşıtlık halinde sürdürülüşüne parmak basan Zekeriya, can havliyle kaçarken önüne çıkan bir ağaca sığınmak ister.Ağaç açılır ve nebi içine saklanır, ağaç kapanır. Testere ile ağacı kesmeye başlarlar. Hz. Zekeriya şehit olur. Bilmiyorum, ona yahudi ve hıristiyanlar biz Müslümanlar kadar ve sürekli, üzülmekteler mi? Yahya Peygamber de, kızıyla evlenmesine karşı çıktığı ve izin vermediği için Herod önce zindana attırdı, sonra da başını kestirdi. Altın bir tepside huzuruna getirdiler. Babil meliki Buhtunnasır, Hz. Yahya’ya inanmış bir kimse idi. Kudüs’e sefer edip, intikam aldı. Öyküsünü Taberî Tarihi’nde bulmak mümkündür.
Peygamberlerin kader öyküleri çeşit çeşit. Hıristiyanlar bunu anlayamıyorlar.
İsa’nın da vücudunu ortadan kaldırmak istiyorlardı. Filistin’de Roma yönetimi onu bir tehlike görmüyordu.Yahudi ileri gelenlerinin sürekli şikayetlerine sonunda, yenik düştü diyor ayrıntılı tarihler. Mevlânâ da Mesnevî’de, geniş ve derin yorum çerçevesi içinde Romalı yetkilinin psikolojisine yer vermiştir. İlginç bir diyalektikle yaklaşıyor olaya.
Bir yazar, Hindistan’da Protestan papazları ile münazaralarda karşı karşıya gelmiş ve sonunda Protestan din bilginleri İncil’in, daha önce de Tevrat’ın kişilerce değiştirilerek tahrif edilmiş olduğunu itiraf etmek durumunda kalmışlardır. Bu İslâm alimi Rahmetullah el Hindî’dir. Yirmi dördüncü dedesi Abdurrahman b. Abdülaziz, Hz.Osman’ın soyundan olarak Hindistan’a ilk yerleşen kişidir. Rahmetullah (1818-1891) ilim hayatını Farsçayı çok iyi bilen bu papazlardan Pfander’in Mizanu’l-Hak diye yayınladığı bir kitaba karşı mücadeleye adamıştır denebilir. Papazı münazaraya çağırdı. Üç defa tekrarlanan münazaralardan Rahmetullah’ın büyük eseri İzharü’l-Hakk doğdu. [Bu kitabın yeni bir çevirisi Abdülhâdi Sıddık tarafından yapılmış, Faran Yayıncılık tarafından basılmıştır.İki ciltlik bu eser, Abdülhamid II tarafından da beğenilmiş ve emriyle Batı dillerine çevrilmiştir.] İzhârü’l-Hak, sindire sindire okunacak bir kitaptır. Fikrimizi besler. Bu besleme geriye doğru bir açma olur.
Hıristiyanlık Hz. Adem’in ilk günahına takılmıştır; Pavlos’un yaptıklarına teşhis gözü ile bakılsa daha iyi olmaz mı?
hristiyanlığın ilme bakışı/islamın ilme bakışı

Tarihte İlim Anlayışı


Tarihte ilim çeşitli merhalelerden geçmiştir; kimi zaman tökezlenmiş, kimi zaman da desteklenmiştir. Bunda bazı dinlerin teşvik edici, bazı dinlerin engelle-ci tavrı rol oynamıştır. Önce hristiyanlığın ilme bakışına bir göz atalım.

Charles Mismer'in meşhur bir sözü vardır: "Hristiyanlar alim olunca hristiyanlıkla alakaları kesilir. Müslümanlar da cahil olunca İslamiyetle alakalan kesilir." Bu düşünceden hareket edilecek olunursa Avrupa, bugünkü medeniyetini Rönesansa, Rönesans da C.W.Bodley'in dediği gibi İslama borçludur. Yoksa asırlarca ilme düşman olmuş ve ilim adamlarını ateşe bile atmaktan çekinmeyen kilise ve hristiyanlığa değil. (1a) Mesela Savanarola yakılıyor, Giardano da öyle. Galile ise Engizisyondan zor kurtuluyor. Bu durumun rönesans boyunca devam ettiğini ve bu doneme kadar bilimin kilisenin tekeli altında olduğunu görüyoruz.

Kilisenin ilim ve ilim adamları ile yaptığı mücadele, putperestlikle yaptığı mücadeleden fazladır. Çünkü cehalet, halk kitleleri üzerinde kuvvet ve otoritesini idame ettirebilmesi için, kilisenin dayandığı en kuvvetli bir mesned idi. Nüfuzunu ancak bu şekilde yani halkı cahil bırakmakla yaşatabileceğini anlıyordu. Biliyordu ki, halk kilisenin telkin ettiği şeylerin bir yığın hurafeden ibaret olduğunu ve ilmi hakikatler karşısında derhal yıkılacağını öğrendiği gün cehalet ve karanlık içinde kiliseye kolayca teslim olduğu gibi ilim ışığı altında teslim olmayacaktır. Halkın ilim Öğrenmesi kilise ve adamlarının menfaatine engel olacağından bu engeli ortadan kaldırmak için elinden geleni geri koymamıştır. (lb)

Ortaçağda kilisenin, daha doğrusu din adamlarının kilise itikad ve görüşüne aykırı saydıkları ilmî ve fikrî hareketleri durdurmak çabası ve ilim adamlarını bu gibi hareket ve düşüncelerden vazgeçirmek için kurdukları hususi mahkeme (engizisyon) yürekler acısıdır. Bu çağda ilim adamlarından biri kilisenin görüşüne aykırı bir hataya düştüğünde, önce ondan böyle bir hataya düşmemesi ve aynı zamanda bir daha ona dönmemesi için kafi söz alınırdı. Buna rağmen ilim adamı bu hataya tekrar dönecek olursa kilise ve onun kurmuş olduğu engizisyon mahkemesi onu diri diri ateşe atar veyahut da derin bir uçuruma itmek suretiyle öldürürlerdi.(2)

Şimdi bu tutumun tarihi kaynak ve sebeplerine bir göz atalım. S.Ambroise, "Yeryüzünün vasfı ve vaziyeti üzerinde tartışmak Önümüzdeki hayatta yani ahirette bizim ne işimize yarar." diyordu. Tahrif edilmiş İncil'de de benzer mevzû işlenmektedir. Hristiyanlık itikadına göre, ilim, güzel ve değerli olarak kabul edilecek bir şey değildir. Çünkü sevgi yapıcıdır. Oysa ilim gurur vericidir. "Hepimizin bilgisi olduğunu biliriz. Bilgi kibirlendirir. Fakat sevgi bina eder." (1.Korintoslulara 8/1)

Yine tahrif edilmiş İncil'e bakalım; "Ve en nihayet İsa, ilim adamlarına hakarette bulunarak diyor ki "Allah hükemayı (ilim adamlarını) utandırmak için dünyanın sefih şeylerini seçti."(l-Korintoslulara 3/27) "İsa dedi; ey baba, gök ve yerin Rabbi, sana şükrederim ki bu şeyleri hikmetlilerden ve akıllılardan gizledin ve onları küçük çocuklara açtın." (Luka 1/21, Matta 11/25)

Bu anlayışla hareket edildiği için ilim o zaman adeta hristiyanlığın mücadeleye giriştiği putperestlikle bir tutuluyordu. M. S. 390'da bir hristiyan piskoposu, Theophilos, İskenderiye'deki o devrin hemen bütün ilmini içine alan büyük kütüphanedeki 400 bin cilt kitabı yaktırmıştır. (3)

Şüphesiz ki bu tutum ilmi araştırmalara da müsaade etmiyecektir. Roger Bacon bir gün Oxford'da bir iki ufak ilmi tecrübe yapmaya kalkışınca bütün Oxford, hocaları ve öğrencileriyle ayaklandı. Papazlar, keşişler, öğrenciler Oxford'un sokaklarında cüppelerini sallaya sallaya "gebersin sihirbaz" feryatlanyla dolaştılar ve bu feryatlar Oxford'un sakin ve ağırbaşlı öğrenci hücrelerini bir kasırga gibi dolaştı. Öte yandan Arap eserlerine verdiği ehemmiyetten dolayı yeni bir suçlama karşısında daha kaldı: Artık hasımları "Roger Bacon müslüman oldu" diye bağırıyorlardı. (4)

İslam aleminde, hristiyanlık aleminde görülen manada bir din—ilim çatışması yoktur. Bunun sebeplerini kısaca şöyle özetleyebiliriz:

1. Pek çok ayet ve hadislerde ortaya konduğu gibi İslamiyet aklı, maddi varlık ve hadiseler sahasında serbest bırakmış ve hatta bu varlıkları ve hadiseleri düşünmeyi ve akletmeyi de teşvik etmiştir. Ayrıca insana getirdiği iman esaslarının kabulünü teklif ederken de yine onun aklını muhatap almış ve akıllı olmayı teklifin birinci şartı saymıştır.

2. İslam dini, kendi karakteri gereği, düşüncede geniş bir esneklik sağlamış, fakat kesin ve tavizsiz mücadelelere meydan vermeden safiyetini de muhafaza etmiştir. Hemen hicri ilk asırda görülen çeşitli mezhep faaliyetleri, bunun açık bir delilidir.

3. İslam dini, kul ile Allah arasında bir vasıta kabul etmediği için, hristiyanhk âleminde görüldüğü gibi ilim—din çekişmesinde çok ehemmiyetli ve tamamen menfi bir unsur olan bir ruhban sınıfı, İslâm aleminde asla teşekkül etmemiştir. Böylece çok köklü ve çok derin bir nüfuza sahip olan din duygusunu istismar etme imkanı da bulunamamıştır.

4. İslam'ın müspet ilim ve hür düşünce ile çekişmediğinin mühim delillerinden biri de, onun kısa bir zaman içinde fetih hareketleri neticesinde, kendinden çok değişik karekterdeki inanış ve kültürlerle karşılaştığı halde, hem onlardan bir şeyler alarak, hem de o kültürlere kendi orijinal hususiyetlerini katarak uyum sağlamış olmasıdır. İslamın ilk beş asrında çok yönlü ve en yüksek devrini yaşayan ilim faaliyetinin temeli de onun bu vasıflarında aranmalıdır.

(5)İslamiyetin ilmi teşvik edici oluşunu Yüce Beyan'da: "Kime ne hikmet verilmişse ona büyük iyilik edilmiştir." (Bakara/ 269), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Ez—Zümer/6), "Ve onlardan bilgide derinlik kazanmış olanlara... Büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisa/162), "Allah'dan ancak âlim kulları korkar." (Fatır/28), "Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelere yükseltir." (Mücadele/11), "Rabbim, benim ilmimi artır, de" (Ta-Ha/11) ayetleri ilme verilen ehemmiyeti gösteriyor.
Yüce Rehberimiz'de ilmi teşvik etmiştir. "Alimler enbiyanın varisleridir.", "İlim talebi her müslüman erkek ve kadına farzdır.", "Hikmetli ve bilgili sözler mümin kimsenin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulursa alır.", "İlim öğrenen ve öğreten se-vabta ortaktır.", "Yeryüzündeki âlimler gökteki yıldızlar gibidir.", "Hoşgeldin ilim öğrenmek isteyen. Melekler ilim öğrenene sevgilerinden dolayı kanatlarını açarak etrafında göğe kadar yükselen bir halka meydana getirirler.", "İlim öğrenen kulun yaptığı hayırlı çatışma geçmiş günahlarına kefaret olur.", "Alimin abide üstünlüğü, benîm sizin en aşağı derecede bulunanıza üstünlüğüm gibidir." şeklindeki hadisleri Yüce Rehberimizin ilme verdiği ehemmiyeti göstermektedir.

İsmail Hamdi Danişmend'in "İslam Medeniyeti" ve İmam Nevevi'nin "Riyaz'üssalihin" isimli eserlerinde bu hususta çok fazla miktarda hadis tespitlerini görmekteyiz. Yusuf Kandehlevi ise Peygamberimizin (s.a.v) ashabını ilme nasıl teşvik ettiğini teferruatlı bir şekilde ele almıştır. Gazali'nin "İhyau ulumid'-din" isimli eserinin birinci cildinde ilimle alakalı olarak çok geniş bir bahis açtığını müşahede etmekteyiz. Daha sonra bir çok İslam büyüğünün müminleri ilim öğrenmeye teşvik ettiğini görüyoruz.

Bilgiden mahrum olmanın, inkarcılığa yol açtığını söyleyen Muhyiddin-i Arabi; ilim, cehaleti Örten bir perdedir.
Kötü olan cehalet ile iyi olan hikmet, aynı yerde toplanıp birleşemez, diyen İsmail Hakkı Bursavi; Kalbin gıdası bilgidir. Hakikat ilmini bilmek, her şeyden güzeldir.
Çünkü hakikat bilgisi...
Allah'ın sırlarına ermektir.
Gençlik günlerinde ilim tahsilinde yüz çeviren kimse ömrünün sonunda pişman olur.
Bunları elde etmek ister ama, ömrü kafi gelmez.
İnsan en kıymetli malı olan ömür parasını, ilime sarf etmelidir.
Alim, ilmi ile cahil de malı ile ...
iftihar eder, diyen Niyazi-i Mısri'yi buna misal verebiliriz.
(6)Bu şartlar altında ilim tahsilini her müslümana farz kılan, ilim tahsilini geçmiş günahlara kefaret kabul eden, ilim tahsili için yola çıkan kişiye cennet vaadinde bulunan İslam dininin ilmin büyük destekçisi olduğu çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bu teşvikin neticesinde kurulan çeşitli İslam devletlerinde devlet büyüklerinin ilmin büyük bir hamisi olduğunu görüyoruz. Yüksek öğretim alanında, İslamda ilk şöhretli müessese, Halife el—Me'mun (830) tarafından başşehirde kurulan Beyt'ül—Hikme (Hikmet, Fazilet Evi)dir.
Bir tercüme merkezi olarak faaliyette bulunmasının yanında bu müessese, bir akademi, halka açık bir kütüphane olarak da vazife görmüş ve buna bağlı çalışkan bir de rasathane kurulmuştur.
Tam o devirde ortaya çıkıp yayılan rasathaneler unutulmamalıdır ki aynı zamanda astronomi öğretiminin yapıldığı okullar durumundaydı; bu durum, tıpkı o devirde ilk olarak ortada görülmeye başlayan ve içinde tıbbi araştırma ve incelemeler yapılan merkezler olarak çalışmış hastanelerin durumu gibidir.
(7)Benzer ilim teşvikini Abbasiler devrinde de görüyoruz.
İlme düşkünlüğün bir tecellisi olarak çok alaka çekicidir ki halife Harun Reşid Ankara'yı ele geçirdiği ve halife el—Memun da Bizans imparatoru 3. Michel'e karşı ezici bir üstünlük sağladıkları sırada her iki imparator savaş tazminatı olarak karşı taraftan eski yazma kitaplar istemişlerdi.
(8) Endülüs Üniversitesi ise şu an dahi Avrupa tarafından taktir edilmektedir.
Anadolu Selçukluları döneminde de bir çok öğretim müessesesi kurulduğunu ve buralarda astronomi, matematik, edebiyat, dilbilgisi ve tıp öğretildiğini yayınlardan öğreniyoruz.
(9) Alparslan zamanında bugünkü üniversiteler mahiyetinde müesseselerin olduğunu; Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise birçok eğitim müesseseleri yapıldığını, burada yatılı ve burslu öğrencilerin olduğunu, mühendis, tabib, operatör, mimar ihtiyacının bu kaynaklardan temin edildiğini görüyoruz. Fatih döneminde ise ilim teşvikinin mükemmel bir seviyeye eriştiğini müşahede ediyoruz.
Bu hükümdar boş zamanlarını daima alimlerle tartışarak geçirmiş, hayatı boyunca ilme büyük ehemmiyet vermiştir. İlme yaptığı en mühim katkılardan birisi bugünkü İstanbul Üniversitesinin temelini atmış olmasıdır. Ayrıca, ilme rağbet edilmesi için, ilim adamlarına astronomik ücret vermiş ve bu teşvik neticesi, birçok ilim adamı kıymetli eserlerler telif etmişlerdir. Onun yanında ilmi eserlerin kıymetli olduğunu bilenlerden Amasya darüşşifası hekimi cerrah Şerafeddin Sa-buncuoğlu resimli Cerrahiyetülhaniye eserini Fatih'e bizzat takdim etmeğe ihtiyar halinde İstanbul'a geldi. Eserinin başında der ki: "Bildim ki ol fazılı kâmil... hazretin-de ulumdan mergub bir nesne yoktur."
“Biz, siz Müslümanlarla aynı Allah’a inanıyoruz” derse, biliniz ki bir misyonerdir ve yalan söylüyordur.

Hayır, sizinle aynı Allah'a inanmıyoruz!
Kanal 7’de Mustafa Karataş Hoca, bir vatandaşın kendisine, “Hocam, Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçersem günaha girmiş olur muyum?” diye soran bir elektronik posta gönderdiğini söylüyor.
Ve bizim yüreğimiz “cız!” ediyor
Adam dinden çıkıyor, cennetten cehenneme geçiyor, “Günaha girmiş olur muyum?” diye soruyor.
Peki, niye?

Niye olacak, Türkiye bir misyonerler cenneti oldu da onun için.

Niye olacak, misyonerler tarafından, “Hepimiz aynı Allah’a inanıyoruz!” yalanı söyleniyor ve bazı Müslümanlar tarafından bu “misyoner yalanı” tasdik görüyor da ondan.

 Niye olacak, toplum nazarında itibarı yüksek kimi isim ve kalemler tarafından, “Hıristiyanlar da cennete girecektir” deniyor da ondan.

Niye olacak, “Hıristiyanlarla amentüde ittifakımız var” görüşü Müslüman Türk milletine benimsetilmeye başlandı da ondan.

Niye olacak, “İbrahimi dinler” kavramı ile Hıristiyanlık Müslümanlıkla aynı kefeye kondu, sanki, yok birbirlerinden farkı, zannı Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılmaya başladı da ondan.
Dostlar, üniversite camiasında, kimi evlerde, kimi toplantılarda bu konuda ne kadar tehlikeli sularda geziniliyor bir bilseniz
Başa dönecek olursak..
Şunu bilelim ki, biz Müslümanlar Hıristiyanlarla asla aynı Allah’a inanmıyoruz. ZAten bizim inandığımız Allah’a da onlar inanmıyor. Bu konuda ister Müslüman ister bir Hıristiyan, “Biz aynı Allah’a inanıyoruz” dediğinde doğru söylemiyor. Çünkü Hıristiyan, Hz. İsa’yı tanrı kabul ediyor. Tanrı annesi olarak kabullendikleri için Hıristiyanlar, Hz. Meryem’i de tanrı kabul etmektedirler. Şimdi biri çıkıp hayır böyle bir şey yok derse, o kişi Kur’anı inkar etmiş demektir. Çünkü, Maide suresinde (5/116) Cenab-ı Allah, İsa aleyhisselam’a şöyle sesleniyor:
Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: ’Beni ve anamı, Allah’tan başka ilah bilin’diye sen mi dedin?
Demek ki neymiş?
Demek ki Hıristiyanlar Hz. İsâ ve Hz. Meryem’i ’Allah’tan başka Allah’kabul ediyorlarmış. Bunu ben söylemiyorum. Bunu bir şeyh, bir profesör değil, bunu Allah söylüyor. Şimdi biri çıkıp, Hıristiyanların öyle bir iddiası yok demek, “Allah yalan söylüyor!” demektir.
Rabbinin bu sorusuna İsa(a) şu cevabı veriyor
Haşa!; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, Sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sensin!
Peki İsA(a), “Beni ve anamı Allah’tan başka Allah bilin değil dememişti de ne demişti? Bunu da Maide suresinin 117’inci ayetinde Allah(c.c.) bizlere doğru şekliyle bakınız nasıl öğretiyor
İsa aleyhisselam
Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. ’Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’a kulluk edin’dedim
Evet, İsa doğruyu söyledi amma sonrakiler ve özellikle Pavlus İsâ’nın Allah’tan aldığı ve aldığı gibi naklettiğini bozdu, bugünkü hale getirdi.
Bir Müslüman için gerçek sadece budur.
Buna rağmen bir Hıristiyan çıkıp, “Biz, siz Müslümanlarla aynı Allah’a inanıyoruz” derse, biliniz ki bir misyonerdir ve yalan söylüyordur. Ona bu yalanı söylemesini, Hz. İsa yani Allah’ın dinini üç tanrılı dine çeviren Pavlus şu sözleri ile telkin etmiştir
Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. (..) Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum.
İşin aslı budur.
Bir Hıristiyan bir Müslüman’a “Seninle aynı Allah’a inanıyoruz” ve “Hz. Muhammed de peygamberdir” dediğinde Pavlus’un yap dediğini yapıyor, tuzağa düşürmek için sana yalan söylüyordur. Çünkü Hz. Muhammed’i Peygamber olarak kabul ettiği an, “Hak geldi, batıl zail oldu (İsra/81)” hükmünce üç Allahlı inancını terk edip, Allah’ın dini İslam’a girmesi bir mecburiyet olur
Sizinle aynı İsa'ya da inanmıyoruz!
” denildiğinde bir Müslüman bir Hıristiyan’a içten ve samimiyetle, “O bizim de peygamberimiz!” der.
Çünkü Müslümanlar İsa Aleyhisselam dahil bütün peygamberlere iman ederler. Bu inanç onun amentü esaslarındandır.
Musa aleyhisselamdan Şit, İbrahim Aleyhisselamdan Şuayip Aleyhisselama kadar ismi Kur’anda geçen geçmeyen bütün peygamberlere inanmayan, tasdik etmeyen bir kişi Müslüman olmuş sayılmaz. Bir Müslüman bir Hıristiyan’a, “İsa aleyhisselam bizim de Peygamberimiz” dediğinde onunla ortak bir yönü olduğunu vurgulamak ister, lakin Hıristiyan açısından durum Müslüman’ın zannettiği gibi değil, bilakis tam tersidir.
Çünkü bir Hıristiyan için İsa demek peygamber demek değil, Rab demek, Allah demektir. Sen, “İsa bizim de peygamberimiz” derken onu sevindirmek istediğini zannediyorsun amma aslında onu kızdırıyorsun, çünkü sen onun Allah dediğine kul, sen onun Rab dediğini Peygamber seviyesine indiriyorsun. Senin için bir kul, bir peygamberin Allah olduğunu kabullenmen nasıl akıl dışı bir şey ise bir Hıristiyan için de İsa’yı Rab ve Allah olmaktan kulluk derecesine indirmek işte öyle imkansız, işte öyle tahammül edilmez bir şeydir
Şimdi cevap ver bakalım
 Senin inandığın İsa ile bir Hıristiyan’ın inandığı İsa aynı İsa mıdır?
Hıristiyanlar da cennete gidecek diyen kimi Müslümanlar, İsa eşittir Allah diyen Hıristiyanlar için Allah’ın şu ayetini bilmiyor olabilirler mi
Muhakkak ki, ’Allah, ancak Meryem oğlu İsa Mesih’tir’diyenler, kafir olmuşlardır.
Ve Allah (c.c.) ayetin devamında “İsa Allah’tır” diyenlere o gün Hz. Muhammed’in, bugün de bizlerin şu soruyu sormasını emrediyor
Onlara de ki : ’Allah, Meryem oğlu İsa Mesih’i, anası ve bütün yeryüzündekileri helak etmek isterse, O’na kim engel olabilir? ‘Göklerin ve yerin ve her ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah’a aittir. O, dilediğini yaratır. O’nun her şeye gücü yeter. (Mâide, 17)”
Yani Allah (c.c.) sizin Rab, sizin Allah dediğiniz İsa’yı ve onun annesi Meryem’i istediğim an helak edebilirim, buna İsa ve annesi dahil, kim engel olabilir. Onlar ölümlüdür, ölümlü olan biri hiç Rab olabilir mi demektedir
Hıristiyanların inandığı İsa çarmıha gerilmiş bir İsa, Müslümanların inandığı İsa ise Allah’ın çarmıha gerdirmediği, göklere yükselttiği bir İsa’dır. Hıristiyanların İsa’sı ölmüş, gömülmüş, cehennemlere inmiş, üç gün sonra canlanmış, göklere çıkmış haşa Baba Tanrı’nın sağına oturmuş bir İsa’dır. Müslüman’ın İsa’sı ölmemiş, gömülmemiştir. Müslüman’ın İsa’sının üç günlüğüne de olsa Cehennem’de ne işi vardır! Müslüman’ın İsa’sı Allah’ına “sağ” ve “sol” gibi cenah izafe etmez. Hıristiyanların İsa’sı bir yandan Allah İsa’dır diğer yandan insanların günahlarına kefaret olmak için çarmıha gerilmekten cehenneme girmeye kadar bir sürü işkenceyi kendine reva görülen bir İsa’dır
İsa gerçekten Rab İsa, İsa gerçekten Hıristiyan’ın İsa’sı Allah İsa olsa kendine cehennemi layık görür mü ve yarattıklarını affetmesi için böylesine dolambaçlı yollara ihtiyaç duyar mı?
“Affettim” der olur, biter.
Şimdi, “Hıristiyanlarla aynı İsa’ya inandığını zanneden” Müslüman’a soruyoruz
 Gerçekten senin İsa’n ile Hıristiyan’ın İsa’sı aynı İsa mı?”
Değil
Zaten bunun böyle olmadığını Hıristiyan misyoner biliyor, biliyor amma, Pavlus’un Korintoslulara yazdığı mektupta söylediği gibi, “Özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp edip bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum” öğretisi gereği, susuyor, içinden geçenleri sana söylemiyor
Özetle.
Hıristiyan kendi inancının, Müslüman kendi inancının insanı cennete götürdüğüne inanır..
Bu normaldir ve “Herkesin dini, kendine”dir.
Amma Müslüman’ın İslam’ın ve Hıristiyan’a bakışını ve bir Hıristiyan bir misyonerin de bir Müslüman’a bakışını doğru bilmesi gerekir.
Paganizm ve Hristiyanlık
Hristiyanlığın aslında Yunan bir pagan dini olduğu günümüzde aralarında hristiyanlığı bırakmış sayısız rahip(Dan Barker gibi) ve eski hristiyan yazarlar tarafından dile getirilmektedir.(örnek olarak Tom Harpur, Timothy Freke,Arthur Weighall gibi)
Hristiyanlık, aslında yahudiliğin hellenileştirilip(hellenizm), Pagan/putperest dinine dönüştürülmüş halidir.
İncil’in içinde pek çok pagan öğesi bulunmaktadır.İsa’dan önce de ölen ve dirilen pagan Tanrıları vardı.
Greko Romen etkisinde büyümüş hristiyanlık da bu Greko Romen pagan dinlerinin devamı niteliğindedir.
(Greko Romen pagan inançları hristiyanlığı öyle etkilemiştir ki İncil bile İsa’nın konuştuğu dil olan Aramice ile değil, grekçe yani Yunanca ile yazılmıştır)İsa’nın “Tanrı oğlu” yahut “Tanrı’nın özünden Tanrı”…vs olması,İsa’nın kanıyla günahlardan/suçlardan arınma fikri(İbraniler 13:12,Rom 3:25-26..vs) ,İsa’nın ölüp dirilmesi ve şeytana karşı “zafer”kazanması ve daha pek çok öğe, Hellenistik dönemde oluşmuş Greko Romen Pagan dinlerinin ayrıca bunlara bağlı mistik gizem kültlerinin etkileri sonucudur.
Hristiyanlığı direkt olarak etkileyen pagan Yunan tanrılarından biri Dionysos idi,Dionysos Greklerde “şarap Tanrısı” idi.
Bu gizem kültünün MÖ 300-200 yıllarında oluşup çok hızlı bir şekilde yayıldığı söylenmektedir.Dionysos Roma’da Bakkhus ile özdeşleştirilmişti.
Dionysos da 25 Aralıkta doğmuştur, geleneğe göre İsa’da 25 Aralıkta doğmuştur.
İncil’deki bölümlerin hepsi Grek pagan dinleri etkisinde Grekçe yazılmış metinlerdir.
Ama bütün incillerin arasından Grek pagan etkilerinin, gizem kültleri etkilerinin en çok görüldüğü İncil “Yuhanna incili”dir.Pavlus’un mektupları da aynı şekilde Grek pagan inançlarından büyük oranda etkilenmiştir.Bu incili paganlıktan dönmüş kişilerin yazdığı sanılmaktadır(olasılıkla Efesliler)Yuhanna incilinde paganizmden kaynaklanan pek çok “mistik” ve “gizem” anlatımları bulunmaktadır.Örneğin incildeki şu gizemli ve mistik anlatım:
‘’Yu 6:53 İsa onlara şöyle dedi: «Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz.
Yu 6:54 Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim.
Yu 6:55 Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir.
Yu 6:56 Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda.'’
(benzeri anlatımlar Pavlus’un mektuplarında da bulunur)
Bu oldukça “tuhaf” sayılabilecek ayetlerin yahudi kaynaklı olmadığı bilim adamlarınca belirtilmiştir.
Greklerin pagan Dionysos ve Attis kültüdür.
Bu ayin bir pagan ayiniydi,Dionysosçular da sembolik olarak (hatta bazen bir hayvanı kurban ederek onun etini sembolleştirip) Dionysos’un etini yiyip kanını içiyorlardı.Bu sembolik ayin ile Dinysos’un ruhuyla birleştiklerine,ölümsüz olduklarına, arınıp yeniden doğduklarına..vs inanıyorlardı.
(Prof.Barry Powell’in belirttiği gibi bugün kiliselerin hepsinde gizem kültlerine ait bu eski pagan ayini yapılmaktadır;özellikle katolik ve ortodoks kiliselerinde ekmek bölünür,İsa’nın eti ya da bedeni denilerek yenir. Kırmızı şarabın, gerçekten İsa’nın kanına dönüştüğüne inanılır “İsa’nın kanı” diyerek içilir.)
Yuhanna incilinin yazarı (yahut yazarları) da Paganların bu ayinini, İsa’ya uyarlamışlardır.
Ayrıca sadece Yuhanna incilinde bulunan (çünkü yuhanna incili Pavlus’un mektuplarıyla beraber Paganizmden en fazla etkilenmiş yazıdır) ilginç başka bir hikaye daha vardır:
‘’Yu 2:7 İsa hizmet edenlere, «Küpleri suyla doldurun» dedi. Küpleri ağızlarına kadar doldurdular.
Yu 2:8 Sonra hizmet edenlere, «Şimdi bundan alın, şölen başkanına götürün» dedi. Onlar da götürdüler.
Yu 2:9-10 Şölen başkanı, şaraba dönüşmüş suyu tattı.'’
“Suyu şaraba dönüştürme”.İlginç bir mucizedir.
Bu ayetin kökeni de şarap Tanrısı Dionysos’tan gelmektedir.
Dionysos da aynı İsa gibi suyu şaraba dönüştürmüştü…
Ve bu mucize Dionysos inanlılarınca sürekli dile getiriliyordu.
Yuhanna incili yazarları bu mucizeyi kendi tanrıları olan İsa’ya uyarladılar.
İsa’nın üçüncü gün ölümden dirilmesi anlatımında da;
Bu fikrin kaynağı da pagan Dionysos kültüdür.
Dionysos’un dirilmesi ile ilgili farklı anlatımlar vardır;çoğunda Dionysos ölür gömülür ve sonra ölümden dirilir.Hatta Dionysos’un ölümden dirilmesi bu pagan dininin taraftarlarınca her yıl kutlanıyordu.
İncil yazarları da bu “ölüp dirilme” hikayesini Dionysos’tan alıp İsa’ya uyarladılar.
Ayrıca Grek pagan dinlerinde Mö400 yılından itibaren “pharmakos” kavramı önem kazandı.Phamakos “günah keçisi” anlamına gelir.
Dionysos’da kutsal “pharmakos” idi.
Yani aynı İsa gibi kaderinde acı çekmek ve “insanların iyiliği için” insanların menfaati için ÖLMEK vardı,ölmesi gerekiyordu.İnsanların günahlarını kanıyla affettiriyordu.
İncilin yazarları da aynı teolojiyi İsa’ya uyarladılar,böylece İsa’nın da ölmesi günahları bağışlatmak için kurban olması gerekiyodu.Yani pagan dininden alıp hristiyanlığa koydular.
(ilk önce Pavlus bu pagan fikrini hristiyanlığa geçirdi)Hristiyanlığın ikinci kaynağı ise Mitracılık idi.Bu da Dionysos kültü gibi bir gizem kültü idi,pek çok bilim adamı ve yazar Mitraizmin hristiyanlığı doğrudan etkilediğini söylemektedir.Bazı hikayelerde bazı ayrıntı farklılıları olsa da Roma Mitrasının da Hristiyan İsası ile benzeşen pek çok yönü vardır.
Mitracılığın Roma versiyonunda (İran değil sadece Roma Mitra versiyonlarında Mitra ölür ve dirilir) Mitra ölüp dirilmiştir,kendini insanlık uğruna “feda” etmiştir.
Dirilişi pagan taraftarları tarafından kutlanmıştır.
Ayrıca genel olarak pagan dini inanırlarının önderlerinin giyim tarzları da bugünkü katolik ve ortodokslarınkine benziyordu, çok şaşalıydı.
Tapınaklarının süslemeleri de bugünkü katolik ve ortodokslarınki gibi çok süslü ve görkemli idi.Haç ve “balık” sembollerinin zaten pagan kökenli oldukları biliniyor.
Çeşitli hristiyan sanatları resimleri de direkt Mitracılık ve Dionysos sanatlarından ayrıca çeşitli pagan Yunan dini sanatlarından gelir.
Hristiyanlığın bugünkü şeklini almasında en büyük pay sahibi olan Pavlos'un, bütün risalelerinde kin ve nefret kusulmasıdır.

Hristiyan misyonerleri dinlerini yaymak üzere propaganda yaparlarken ençok Hristiyanlığın sevgi, saygı, şefkat ve merhamet dini olduğunu ileri sürerler.
Bu iddialarını ispat etmek için İncillerden bu iddiayı destekleyen özel pasajları seçip bunları örnek olarak gösterirler.
Mesela: "Biri gelip bir yanağına vurursa öbür yanağını da çevirip ona da vurmasını sağla"; "Dostlarını sevdiğin gibi düşmanlarını da sev" gibi ifadelerin arkasına saklanan Hristiyan misyonerleri, bu dinin ve incillerin, tamamı ile sevgi, saygı, şefkat ve merhamete dayalı olduğu intibaını uyandırmaya çalışırlar.
Halbuki İncillere kısaca bir göz attığımız zaman durumun hiç de misyonerlerin dediği gibi olmadığını kolayca görürüz.
Evet incillerde sevgi, saygı, şefkat ve merhamet ile ilgili bazı ifadeler vardır, ancak bunlar incillerde çok az bir yer kaplamaktadırlar. Gerek incillerde ve gerekse Kitab-ı Mukaddesin diğer bölümlerinde kin, nefret, düşmanlık ve intikam duyguları öylesine çok yer kaplamaktadır ki, bunlar sevgi ve şefkat ile ilgili olarak mevcut olan birkaç satırın etkisini tamamen yok etmektedir.
Dört İncilde ve Yeni Ahidin diğer kitaplarında yer alan kin ve intikam duygusu aşılayıcı pasajlar yüzünden Hristiyan dünyası bir türlü savaşsız edememektedir. Asırlarca süren Haçlı Seferlerinin kaynağı, İnciller ve Pavlos'un Mektuplarıdır. Haçlı Seferleri sırasında Hristiyan ordusu, sadece Hristiyan olmayanlara saldırmamış, bunların yanısıra sefer sırasında gelip geçtikleri yerlerdeki Hristiyan halka da zulüm ve işkenceler yapmışlardır.
Hristiyan batı dünyası kan dökme ve zulüm ihtirasını muharref İncillerden almıştır. Çünkü İncillerde Hz. İsa'nın şöyle söylediği iddia edilmektedir: "Ben dünyaya ateş almaya geldim, eğer şimdiden tutuşmuşsa daha ne isterim...Dünyaya selamet getirmeye mi geldim sanıyorsunuz? Size derim ki hayır; fakat daha doğrusu ayrılık getirmeye geldim. Çünkü bundan sonra bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi de üçe karşı ayrılacaklar". Luka İncilinde geçen bu pasaja göre Hz. İsa, yer yüzüne sevgi ve şefkat getirmeye değil, aksine ateş atmaya, fitne fesat çıkarmaya, insanlar arasına ayrılık sokmaya, beş kişilik bir toplulukta dahi tesanüd ve ahengi yoketmeye gelmiştir.
İncillere göre Hz.İsa, barıştan yana bir kimse değildir, incillerde o, kılıç ve savaş çığırtkanlığı yapan bir kimse olarak takdim edilir. Matta'da bu durum açıkça görülmektedir. "Yer yüzüne selamet getirmeye geldiğimi sanmayın, ben selamet değil, fakat kılıç getirmeye geldim." Naklettiğimiz bu ifadeler bizzat incillerde yer almaktadır. Asırlardan beri bu duygularla beslenen Hristiyan batı dünyası, bu duyguların etkisi ile kendi aralarında on yıl, yirmi yıl, otuz yıl, hatta yüzyıl süren savaşlar yapmışlar ve sürekli olarak kan dökmüşlerdir. Hristiyanlar kılıçla, silahla insanları yoketmeyi, mahvetmeyi muharref İncillerden ilham alarak ve Hz.İsa'nın direktifleri doğrultusunda gerçekleştirmişlerdir. incillerin naklettiğine göre Hz.İsa, kendisine inanmayan, yani Hristiyan olmayan insanları ölü olarak kabul etmektedir. Dolayısı ile ölü mesabesinde olan insanları öldürülmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Bu konuda Matta İndlinde şu ifadeye rastgeliyoruz: "Şakirtlerden bir başkası İsa'ya dedi: Ya rab! bana izin ver, önce gideyim ve babamı gömeyim, fakat İsa ona dedi: Benim ardımca gel, ölüleri bırak, kendi ölülerini gömsünler". Hz. İsa'nın, babası ölen öğrencinin, babasının cenazesini kaldırmak üzere izin istemesine karşılık ona vermiş olduğu bu cevap ve gerekli izni vermeyişi İncillerdeki insan sevgisinin mahiyetinin ne olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca bu olay, hem Hz.İsa'nın (Muharref İncillere göre) ana babaya karşı sevgisizliğini ortaya koymakta, hem de "Bırak ölüleri, kendi ölülerini gömsünler" demek sureti ile kendisine inanmayan, yani Hristiyan olmayan insanları ölü saydığını ispat etmektedir.
Muharref İncillerde şekillenen bu kin ve nefret, Hz.İsa'mn çarmıha gerilmesi hikayeleri ile zirveye ulaşmıştır. Dört İncilin de son kısmında yer alan çarmıha gerilme hikayesi, Hristiyanların kalbinde Hristiyan olmayan insanlara karşı, özellikle Yahudi ve Putperestlere karşı sönmez bir kin, buğz ve nefret duygusu uyandırmakla kalmamış, aynı zamanda Tanrı'ya karşı bir isyan ve galeyan meydana getirmiştir. Muharref İncillerdeki okudukları satırlardan, "Eloî, Eloî lama sabaktanî" (Tanrım, Tanrım! Niye beni terkettin) diye çarmıha gerildiği sırada Allah'a isyan eden Hz.İsa'yı, ellerinden, ayaklarından ve başından çivilerle ağaçlara çakılmış, orada susuzluktan ve acıdan inliyor olarak tasavvur eden Hristiyanlar, İncillerin takdim ettiği Hz. İsa'nın hissettiklerinin aynısını hissederek Allah'a isyan etmekte ve Hz.İsa'nın intikamını almak üzere bütün dünyayı ateşe vermekten çekinmemektedirler. Her pazar günü ayin için kiliselere götürülen küçük çocuklar, çarmıha gerilmiş İsa tasvirlerini gördükçe daha o yaşlardan itibaren, kalpleri İsa düşmanlarına karşı kin ve nefretle dolmakta ve onlar büyüdükçe kalplerin-deki bu kin ve nefret de onlarla birlikte büyümektedir. Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi olayı, bir yandan onu çarmıha gerenlere karşı kin ve nefret duygusu uyandırırken, öbür yandan çarmıhta İsa'yı terkeden Allah'a karşı şuur altında (Hz.İsa'yı çarmıhta terketmesi yüzünden) bir isyan ve nefret duygusu uyandırmakta ve Hristiyanları, Allah'ın Hz. İsa'ya karşı bir haksızlık yaptığı hissine sevketmektedir.
Hristiyanlıktaki "Ekmek Şarap Ayini" de Hristiyanların şuur altlarına gizli bir sadizm ve kan dökücülük duygusunu yerleştirmektedir. Şarabın, Hz. İsa'nın kanını, ekmeğin de onun etini temsil ettiğini İnciller haber verdiğine göre, Ekmek Şarap Ayininde bir yandan et yendiği, öbür yandan kan içildiği duygusunu yıllarca hissederek büyüyen Hristiyan çocuklar, insan öldürmekten ve kan dökmekten korkmaz hale gelmektedirler. Kiliselerde sürekli olarak İsa'nın etini yediğini ve kanını içtiğini hayal eden her Hristiyan, artık İsa'nın intikamını almak için kan dökmekten ve insan öldürmekten asla çekinmez olmaktadır.
M.S. ilk asırlarada Hristiyanlara yapılan zulüm ve iş-kencelere mukabil, Hristiyanların, M.S. dördüncü asırdan itibaren başlatıp günümüze kadar sürdürdükleri zulüm ve işkencelerin, savaşların ana kaynağı, onların Kitâb-ı Mukaddesidir. Çünkü kin ve nefret sadece incillerde ve Yeni Ahidin diğer kitaplarında değil, hemen hemen Kitâb-ı Mukaddesin bütün kitaplarında işlenen ana mevzu durumundadır.
Hristiyanlığm bugünkü şeklini almasında en büyük pay sahibi olan Pavlos'un, bütün risalelerinde kin ve nefret kusulmaktadır. Pavlos, Romalılara yazmış olduğu mektubunda günahkarların katledilmesine şöyle fetva vermektedir: "Bütün haksızlık, kötülük, tamah ve şerirlikle dolmuş olarak, haset, katil, zina, hile, huysuzluk ile dolu, kötülük söyleyenler, zemmamlar, Allah'ın menfurları, küstah, kibirli, övünü-cü, kötü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz, anlayışsız, sözünde durmaz, tabii sevgiden mahrum ve merhametsizdirler.

Bu gibi şeyleri işleyenler ölüme müstehaktırlar".
Pavlos'a göre sayılan günahları işleyenleri öldürmek gerekir. Yine Pavlos, Titus'a yazmış olduğu mektupta şöyle söylemektedir: "Nizamsız, boşboğaz, aldatıcı birçok kimseler, bilhassa sün-netlilikten olanlar vardır, onların ağzını kapatmak lazımdır...Onlardan kendilerinin peygamberi olan biri demiştir: 'Giritliler daima yalancı, kötü canavarlar, tembel oburlardır.' Bu şehadet gerçektir...Fakat murdar olanlara ve imansızlara hiçbir şey temiz değildir". Pavlos burada açıkça Hristiyan olmayan imansızların murdar olduğunu, onların hiçbir şeylerinin temiz olmadığını iddia ettiği gibi, Girit halkını hedef alarak onlar hakkında başka bir şahsın söylemiş olduğu sözlerin doğru olduğunu, yani Giritlilerin yalancı, kötü canavarlar olduklarını ifade etmektedir. Hz. İsa'nın Kudüs şehrini hedef almasına benzer şekilde Pavlos da Girit adasını ve Giritlileri hedef almaktadır.

Pavlos'un, diğer mektuplarında da insanlar hakkında aşağılayıcı karanlık tablolar çizdiği görülmektedir. Pavlos'a göre "İnsanlar, kendilerini seven, parayı seven, övünücü, mağrur, küfürbaz, ana babaya itaatsiz, nankör, murdar, şefkatsiz, imansız, iftiracı, nefsine mağlup, azgın, iyilik düşmanı, hain, inatçı, kibirli, zevki Allah'tan ziyade seven, takva sureti-ni gösterip, onun kuvvetini inkâr edenlerdir". Pavlos'un bu ifadesine bir de Hz. İsa'nın şu ifadesini eklediğimiz zaman Hristiyanlığın insanlara bakış açısını tam olarak tesbit etmiş oluruz. Muharref İncillere göre Hz. İsa şöyle söylemektedir: "Benden evvel gelenlerin hepsi haydut ve hırsızdır". Pavlos'un dediklerine paralel olarak İncillerde Hz.İsa'ya nisbet edilen bu sözler, herşeyi açığa çıkarmaktadır.
Şimdi insafla sormak lazımdır: Kadınları, ellerinde hiçbir delil olmadığı halde cadılıkla suçlayıp ateşte yakan, ruh ve akıl hastalarını, vücutlarına cin girdiği düşüncesi ile asırlarca sopa ile tedavi etmeye çalışan, kiliseye karşı geldikleri iddiası ile bazı masum insanları engizisyon mahkemelerinde sorgusuz sualsiz ölüme mahkum eden bu dinin, yukarıda aktarılan pasajları gördükten sonra sevgi, bağış ve şefkat dini olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?
Batılı bazı araştırmacılar, İncillerde ve Kitâb-ı Mukaddes'in diğer bölümlerinde ekilmiş bulunan bu kin ve nefret tohumlarını görmezlikten gelerek eserlerinde Hristiyanlar ve Hz. İsa hakkında masum sevgi ve şefkat hikayelerine yer vermektedirler. Onlara göre Hz. İsa bir psikiyatristtir, o sevgi ve şefkat sembolüdür. Bütün insanları anne sevgisi ile sevmektedir. O, Bütün Hristiyanlara anne sevgisi ile sevmeyi, karşılıksız olarak sevmeyi öğretmiştir. Çocuklar anne ve babadan ne kadar nefret ederlerse etsinler, anne ve babanın çocuklara karşı sevgisi nasıl azalmıyorsa, Hz. İsa'nın da insanlara karşı olan sevgisi aynı şekilde azalmıyormuş. Dolayısı ile bütün Hristiyanlar da Hz. İsa'nın bu karşılıksız sevgisi gibi bir sevgiye sahip imişler. Ernest. M. Ligon, Hristiyan ahlâkına yerleştiğini ve Hristiyan şahsiyetini oluşturduğunu iddia ettiği bu psikolojiye şöyle bir misal vermektedir :
"Hristiyan bir ailenin çocuğu olan Bradley, zaman zaman annesine yardım ettiği için, yapmış olduğu yardımların karşılığını istemek üzere sabah kahvaltısı için sofraya oturunca, annesinin tabağına katlanmış bir kağıt parçası koyar. Annesi sofraya gelip oturunca kağıdı alır ve okur. Pusulada şunlar yazılıdır : Annenin Bradley'e olan borcu için :

Siparişleri getirdiği için 0.25
İyi hali için 0.10
Müzik dersi aldığı için 0.10
Ekstralar için 0.10
Toplam 0.55

Kağıttaki yazıyı okuyan anne hiçbir şey söylemez. Ancak öğle yemeğinde anne, oğlu Bradley'in tabağına 0.55 dolarla beraber bir pusula bırakır. Bu defa pusulada annenin şöyle bir listesi yer almaktadır :
Bradley'in anneye borcu için:

İyi halinden dolayı 0.00 dolar
Kızıl hastalığı esnasında ona baktığı için 0.00
Elbise, ayakkabı, eldiven ve oyuncaklar için 0.00 " "
Ona hazırladığı yiyecekler ve odası için 0.00 " "
Toplam olarak Bradley'in anneye borcu 0,00 " "
Pusulayı okuyan Bradley ağlayarak annesinin boynuna sarılır ve 'Elli beş senti geri al ve bana sevgini ver' diyerek ona yalvarır".
Yukardaki satırların yazarı Ernest Ligon'a göre Hristiyan şahsiyetinin Bradley örneğinde görülen böyle bir sevgi üzerine kurulmasında Hz. İsa'nın sunmuş olduğu sevgi mesajının büyük bir katkısı vardır. Herhalde yazar İncilleri hiç okumamış, Yeni Ahit sayfalarında imansızlarla birlikte günahkarların da öldürülmeleri gerektiğini belirten satırları hiç görmemiştir. Özellikle Hz.İsa'nın annesine, "anne" diye hitabetmeyip, "Kadın, benden sana ne!" diyerek yaptığı hakaretlere hiç şahit olmamıştır. Hristiyanlığı propaganda etmek amacı ile yazılmış olan eserlerde yer alan Hristiyanlıkta-ki sevgi, Hz. İsa'daki sevgi ve şefkat hikayelerini okuduğumuz zaman sanki bu eserlerin, İncilerde takdim edilen Hz. İsa ve Hristiyanlıktan başka bir İsa ve Hristiyanlıktan bahsettiklerini sanmaya başlıyoruz. Nerede Ernest Ligon'un bahsettiği sevgi ve şefkat timsali Hristiyanlık? Bugün elde mevcut İncillerdeki Hristiyanlık, maddeci, sevgisiz, kin ve nefret duyguları ile dopdolu bir Hristiyanlıktır.

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...