31 Ocak 2012 Salı

MALCOLM X

19 Mayıs 1925′de Omaha Nebraska’da Baptist papazının oğlu olarak doğdu.6 yaşındayken beyaz Amerikalı tedhişçilerin teşkilatı olan Ku KLUX Klan tarafından evleri yakılmıştı.Malcolm’un isyan duyguları o olayla kabarmıştı.Ticaretle uğraşan babası kötü ve feci bir kazanın kurbanı edilmişti.Bu olay Malcolm’un kardeşleriyle sokakta kalmasına sebep olmuştu.
Karınlarını doyurmak için hırsızlık yapıyorlardı: Malcolm bir ıslah yurduna sevk edildi.Bu yurtta sevgi ve şefkat gördü.Birkaç zenci arkadaşı vardı.Beyazların çocukları onlara işkence,küfür ve eziyet ediyorlardı.Bu yüzden beyazlara cephe almışlardı.
Malcolm himayesine sığındığı rahibenin sayesinde ıslah yurdunun yanındaki ortaokula tek zenci talebe olarak girdi.Çalışkanlığıyla sınıfının birincisi oldu.Okulun son sınıfında ne olmak istediği sorulduğunda avukat olmak istediğini söylüyordu.Alay konusu oluyordu.Beyazlarca avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını marangozluk yapabileceğini söylüyorlardı.
Malcolm bu yanlış saplantılar karşısında istediği mesleği seçemeyeceğini anlayarak okulu bıraktı.Newyork’a gitti.Kötü işlerle uğraşan insanlarla tanıştı.Onlara zeka ve becerisini gösterdi.Bu adamların güvenine sahip oldu.18 yaşına geldiğinde kendisine bu iş sahasında”Koca Kızıl”lakabıyla hatırı sayılır bir isim yaptı.
Afyon, gibi malları satmakla iyi para kazanıyordu.Hırsızlık suçuyla hapse girdi.1947′de mahkumiyetini çekmeye başladı.Hapiste hayatının yönünü değiştirecek olaylar yaşadı.Kardeşi Reginalt’ın tavsiyeleriyle başlayan ilgi,sonunda”Siyah adamın tabii dini” olan islama girmesine sebep oldu.Müslüman olunca”Vaktiyle beyazların buyruğu altında kör,sağır ve dilsiz bir insandım,hüviyetim artık maziye karışmıştır.Yeniden doğmuş gibi ayrı bir insanım” manasını taşıyan X sembolünü kullanmaya başladı.Amerika’da müslümanlığın yayılmasında üstün başarılar gösterir ve son nefesine kadar tebliğ yaptı.1964′de Müslüman Camisinin kurulacağını ilan etti.Haziran 1964 Afro-Amerikan Birliği Organizasyonu’nun ilk kamu mitingini yaptı.1964 Kasım ayında Afrika’ya gezi yaptı. 14 Şubat 1965 Malcolm’un evi bir ateş bombası ile tahrip edildi. 21 Şubat 1965 öldürülüceğini bile bile gittiği konferansta şehit edildi..
ALBAY DONALD ROCKWELL (AMERİKALI)
Müslümanlığı niçin kabul ettim?
Müslümanlığın çok mantıki ve sade oluşu,camilerin insanı kendine çeken cazibesi,bu dine mensub olanların,dinlerine büyük bir ciddiyet ve muhabbet ile bağlanmış olması,bütün dünyada,müslümanların günde beş defa aynı saatte büyük bir saygı ve ihlas ile secdeye kapanışı,benim üzerimde çoktan beri büyük bir tesir yapmıştı.Fakat bunlar benim müslüman olmaklığım için kafi gelmedi.
Ben ancak,İslam dinini iyice tedkikten ve onda güzel,faideli bir çok hususlar bulduktan sonra müslüman oldum.Hayata ciddiyet,fakat aynı zamanda tatlılıkla bağlı olmak(ki Muhammed(a.s)’ın kendi hareket tarzıdır),işlerde müşavere etmek,insanlara daima merhamet ve şefkat ile muamele etmek,yoksullara yardım etmek,ilk defa olarak kadınlara da mal sahibi olma hakkını vermek gibi,o zamana göre en muazzam medeni inkilaplar,Muhammed(a.s)’ın kısa ve veciz sözleriyle ne güzel ifade edilmiştir.
Muhammed(a.s) aynı zamanda;”Allahu Teala’ya tevekkül,itimad et,fakat deveni bağlamayı unutma!”sözleriyle insanlara,Allah’ın kullarından evvela,her türlü tedbire başvurmalarını,icab edeni yapmalarını ve ancak ondan sonra,Allah’a tevekkül etmelerini emrettiğini bildirmektedir.O halde,Avrupalıların iddia ettiği gibi,İslam dini,hiçbir iş yapmadan,her şeyi Allah’tan bekleyen miskinlerin dini değildir.İslam dini,herkese,önce elinden gelen herşeyi yapmasını ve ancak ondan sonra Allah’a tevekkül etmesini emreder.
İslam dininin,diğer dinlerdeki insanlara karşı gösterdiği adalet de,benim üzerimde çok büyük tesir yapmıştı. Muhammed(a.s)müslümanların hristiyanlara ve yahudilere karşı iyi muamele etmeleini emrediyor.Kuran-ı Kerim ise,Adem(a.s)’dan başlayarak,Musa ve İsa(a.s)’ın Peygamberliğini kabul ediyordu.Bu,hiçbir başka dinde olmayan yüce sadakattir.İslamiyetin en güzel hususiyetlerinden biri de,onun kendini putlardan tamamiyle kurtarmış olmasıdır.Hristiyanlıkta hala resimlere,heykellere tapılırken,İslamiyette hiç böyle birşey yoktur.Bu da,İslamiyetin ne kadar saf,temiz olduğunu gösteriyor.
Beni müslüman olmaya götüren sebeplerden sonuncusu,İslamiyette bulduğum metanet ve irade gücü oldu.İslamiyette yalnız ruhun değil,aynı zamanda bedenin de temiz olması emrediliyordu.yemek yerken,tıka basamideyi doldurmamak,senede bir ay oruç tutmak,herşeyde ölçülü hareket etmek,harcama yaparken,ne fazla ne eksik sarf etmek gibi.Değil bugün,yarın da,bütün insanlara rehberlik edecek hususlar,insanlara en güzel bir tarzda telkin olunuyordu.
Ben,müslüma nmemleketlerinin hemen hemen hepsini ziyaret ettim.İstanbul’da,Şam’da,Kudüs’te,Kahire’de,Cezayi r’de,Fas’ta vs.müslüman şehirlerinde,bütün hakiki müslümanların bu kaidelere riayet ettiklerini ve bundan dolayı hayatta huzura kavuştuklarını bizatihi gördüm.Onların,Allah’ın yoluna girmek için süslere,resimlere,heykellere,mumlara,müziğe ve benzeri şeylere ihtiyaçları yoktu.
Allah’ın kulu olduklarını hissetmeleri ve kendilerini O’na teslim etmeleri onlara en büyük manevi huzur ve saadeti,lezzeti veriyordu.
İslam dinindeki hürriyet ve müsavat(eşitlik)beni daima dine çekmiştir.Müslümanlar arasında,en yüksek bir mevki sahibiyle en fakir bir kimse,Allah’ın huzurunda müsavidir(eşittir)ve birbirinin kardeşi sayılır.Camide,müslümanlar yanyana ibadet ederler.Mevki sahibi olanlar için ayrılmış özel yerler yoktur.Müslümanlar Allah ile kul arasında hiçbir kimsenin bulunmadığına iman ederler.Müslümanlıkta ibadet,Allah ile kul arasında yapılır.Günahlarını affettirmek için din adamlarına başvurmazlar.Her müslüman kendi hareketinden ancak kendisi mesuldür.
Müslümanlar arasındaki kardeşlik bana hayatta çok kereler yardımcı oldu.Bu din kardeşliği de,beni müslümanlığa götüren amillerden biridir.Nereye gitsem bir müslüman kardeşimin bana yardım edeceğini ve üzüntülerimi benimle paylaşacağını biliyorum.Dünyada ırk,renk ve siyasi düşünceleri birbirinden farklı olan bütün müslümanlar,birbirinin kardeşidir ve birbirlerine yardım etmeyi kendilerine borç bilirler.
İşte,beni müslüman yapan sebepler bunlardır.Acaba bunlardan daha güzel ve ulvi(yüce)bir sebep düşünülebilir mi?
BİR   HİDAYETİN  HİKAYESİ


  Muhammed Selim- Adım Muhammed Selim V/D Langenberg'dir, 35 yasındayım. Eski adım Stefano idi, yeni ismimden hoşlanıyorum. Bana yeni ismim, yeni bir kimlik verdi.Şu anda annemin yanında Hardinxveld-Giessendam sehrinde ikamet ediyorum. Ailem henüz ismime alışmış değil.
            2)M. Bal- Tahsilinizi nerde yaptınız?
            M. Selim- Tahsilimi Dordrecht sehrinde Davinci kolejinde yaptım. Havo'yu (liseyi) bitirdim. Orada Hollandaca, Ingilizce, Fransızca, Almanca, Cografya, Tarih ve yurtdaşlık bilgileri ve Ekonomi  dersleri okudum.
            3)M. Bal- Müslümanlığa ilgi duymanıza sebep olan faktörler nelerdir?
            M. Selim- Çalıştığım işyerindeki müslüman kardeşlerime ilgi duydum. Ben eskiden Rooms-Katoliktim. Bu dinde oruç bilinen bir şeydir. Her ne kadar müslümanların orucu gibi değilse de ortak bir yönü var. Oda beni araştırmaya sevk eden bir faktör oldu. Ben incili en ince noktasına kadar inceleye inceleye okudum ve araştırdım. Bu benim tam üç yılımı aldı, ve şu sonuca vardım: Incilde kendi kendini tekzip eden çok ihtilaflı sözler okudum ve onun için müslüman kardeşlerime onu hiç okumamalarini tavsiye ediyorum. Bir misâl verecek olursak; Incilde murdar hayvan-ların etinin yenmemesi yazılı. Bunların içinde domuz da zikrolunuyor. (Leviticus 11:1-46) Fakat Hristiyanlarin buna uymadıklarını ve Incilden, başka bir ayetle buna cevaz verdiklerini tesbit ettim. (bak- Handelingen 10) Abdest ve Guslün Incilde mevcud olduğunu ve Hristiyanların bunu yapmadığını gördüm. (Leviticus 15:1-33) Iddialari ise; Isâ A.S. bizleri arındırmış dolayısıyla gerekmezmiş diyorlar.
            Yine Incilde erkeklerin bila istisna sünnet olması yazılı. (Genesis 17:1- 24 ve Josua 5:1-12) Fakat Hristiyanlar, Isâ A.S.'in bunları neshettiğini iddia ediyorlar.         Bu iddiaları da Apostelen kitabı 15. Babta Paulusun Galaten yazdığı mektupta 5:1-12 vardır. O da doğru olmayan bir şey. Iste bu saplantılar, delaletler beni müslümanlığa koşturan sebeplerdir.
            Öyle bir an geldi ki, kiliseye karşı kuşkularım daha da çoğaldı. Önce şu soru aklıma geldi, şayet Hristiyanlık Hak bir din ise; neden bu kadar çok firkalara ayrıldılar ve neden birbirleriyle kavga halindeler? Bağlı olduğum kilisenin papazı, insanların mikro organik bir takım hücrelerden, bilâhere maymundan türeyip tekâmül neticesi bu şekle ulaştığını iddia eden bir teoriyi desteklediğini görünce, hepten yolumu şaşırmıştım. Yani; Incilde bulunanları papaz inkâr ediyor ve diyor ki; “Incilde yazılı olanlara yazılı olduğu gibi inanmayın.”Bende öyle yaptım. Elhamdülillah müslüman oldum ve Hak dini Islâmı buldum, gerçek emniyete selâmete kavuştum. Önce kütüphaneye giderek Islam hakkında çesitli kitaplar okudum, sonra Kur'anı inceledim. Ve daha sonra kendim Kur'an satın aldım, şimdi ise her ay Kur'anı hatim ediyorum. (Tercümesinden) Kur'anı okurken, işyerimde bazı arkadaşlarım bana yardımcı oluyorlardı. Bir gün boy abdesti aldım ve camiye telefon ettim, müslüman nasıl olunur dedim. Bana camiye gel konuşalım dediler, bende kâfir olarak gittiğim “ Süleyman Çelebi Gorinchem Camiinden”, mü'min olarak döndüm. Kelime-i şahadet getirdim. Elhamdülillah müslüman oldum. Bu iş bir kaç şahidin huzurunda oldu. Daha sonra bütün müslüman kardeşlerim beni sevinçle bağırlarına bastılar. Böylece din kardeşliğinin ne olduğunu orada anladım. Müslümanların birbirlerine bağlılığı, sosyal yönü, kardeşliği birbirleriyle muâşeretleri beni etkiledi ve diyorum ki; müslüman için hergün bayramdır.
            4)M. Bal- Senin yakınların müslüman oluşunu nasıl karşılıyorlar?
            M. Selim- Yakınlarımın davranışları farklı oldu. Bir kısmı normal karşıladı, bir kısmı da zorluk çıkarttı.Bu ise bilmediklerinden ve Islama karşı ön yargılı olduklarından kaynaklanıyor. Islamın zenginliklerinden, güzelliklerinden haber-sizdirler. Akrabalarımın içinde her zaman bir zorluk hissettim, Bu da dışarının etkisiyle oldu. Hele hele kilisesine gittiğim papaz çok etkili oldu. Çok zorlandım fakat Allah'ın yardımı ve yeni kardeşlerimin desteğiyle sabretmesini bildim.
            Bir çok insana Islamin Cihan şumul bir din olduğunu, sadece başka milletlere (Türklere ve Arablara) ait olmadığını anlattım ve anlatmaya çalışıyorum. Şunu da anlatıyorum: Allah katında gerçek Din, mükemmel Din, Islamdır ve Islamdan başka dinler Muteber değildir. Ali Imran: 19-83-85. Maide: 3.
            5)M. Bal- Müslüman olduktan sonra hayatında ne gibi değişiklikler oldu?
            M. Selim- Allaha hamd olsun mutluluğu yakaladım, şu anda etrafımda cereyan eden olaylara ibretle bakmaktayım, ve yakînen inanıyorum ki; Allah birdir, mevcuttur ve her mahlukun rızkını o veriyor.Hayatım düzene girdi. Günde beş vakit namazımı kılıyorum ve Kur'anın meâlini devamlı olarak okuyorum. Ayrıca beden temizliğine itina ediyorum. Gerçi ben eskidende temizlige riâyet ediyordum ama şimdi ise, benim için daha da önemli oldu, çünki biliyorum ki bu cesedimiz bize Allah'ın emanetidir. Her abdest alışta bunu hatırlıyorum. Sünnet olmakta benim için temizliğin alametidir, bunu ileride sirası gelince anlatırım. Domuz eti yemiyorum, gerçi eskidende yemiyordum, ancak satın aldığım yiyeceklere simdi çok daha dikkat ediyorum. Önce muhteviyatını okuyorum, sonra satın alıyorum.
            Müslüman olduktan sonra gusün alma seklini öğrendim. Önceleri Incilde böyle bir şey okudum, fakat kilise bunu terketti. Onların iddialari da Hz. Isâ A.S. onları arındırdığı içindir. (Bak Incil Leviticus 15:1-33)  ve müslüman olduktan sonra, islamın sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat tarzı olduğunu öğrendim.
            En büyük değişiklik ise, bir çok din kardeşim oldu ve kendime güvenim arttı.
            6)M. Bal- Islamı genel olarak nasıl görüyorsun?
             M. Selim- Islâm, mükemmel, saf bir dindir ki; onu bize Allah bahşetti çünkü; o Rahman ve Rahimdir.Islam aynı zamanda yardımlaşmayı, barışı, hoşgörürüyü, günahlardan uzak durmayı emreder. Ayrımcılığı men eder. Diğer dinlere de müsamaha ile bakar.
            7)M. Bal- Müslümanlık Türklere ve Arablara has bir dindir diyenlerin görüşüne karşı görüşün nedir?            M. Selim- Ben bu görüşe katılmıyorum ve bu görüşe kesinlikle karşıyım. Allah-u teâlâ Kur'ânı Kerim de buyurdugu gibi: “Allah katında tek din Islâmdir.”
            8) M. Bal- Islamı nasıl yaşıyorsun, günde beş vakit namaz, oruç ve iş, bu işi nasıl yürütüyorsun?            M. Selim- Müslüman olarak elimden geldiği kadar herkesle iyi geçinmeye çalışıyorum. Ihlaslı olmaya, günahlara düşmemeye ve günahlara yaklaştıran her şeyden uzak durmaya çalışıyorum. Allahın yarattığı mahlukatına sevgiyle ve ibretle bakmaya çalışıyorum. Ibadet benim için hayatımın önemli bir parçası oldu. Baslanğıçta beş vakit namazı vaktinde kılmaya zorlanıyordum. Şimdi ise, hayatımın bir parçası haline geldiler. Oruç ise; benim için Allaha karşı bir hamd şeklidir. Müslüman böylece şükrünü Allah’a takdim eder.
            Oruç tutmak benim için zor olmadı. Eski bir Hollanda atasözü şöyle der: “Bir şey için rağbet varsa; onun çaresi bulunur.” Bana göre her kim halis bir niyetle bir amele (ise) baslarsa, Allahu teâlâ o işi ona kolaylaştırır. Bana farz olan ibadetleri tesekkür niyetiyle Allah için yerine getirirken, işim bana engel teşkil etmiyor. Ramazanda çalışmak, oruçlu olan için çok güzel bir meşgaledir. Insan akşam nasıl olduğunu anlamıyor. Çalışırken namaz kılmama hiçbir engel çıkmadı. Hatta çalışırken namaz vakti geldiğinde iş arkadaşlarım çoğu zaman beni uyarıyorlar, namaz vaktin geldi diyorlar.Namaz kılmak aynı zamanda kanûnî bir hakkımızdır.
            9) M. Bal- Kur'ân-ı Kerim hakkındaki görüşlerinizi alabilirmiyiz?
            M. Selim- Hz. Kur'ân Allah c.c. tarafından peygamber efendimiz S.A.V.’e vahiy yoluyla Ramazan ayında indirildi. Kendinden önce indirilenleri tasdik eden, ve insanlara doğru yolu gösteren ilahi bir kitaptır.Ben her gün bir cûz okuyarak her ay Allah'ın izniyle hatim ediyorum. Şu ana kadar bir çok kere (mealini) hatim ettim.
            10) M. Bal- Hadis hakkında görüşlerinizi alabilir-miyim? Bu hususta bir sey okudunuzmu?            M. Selim- Hadis-i serifler çok güvenilir Raviler vasıtasıyla bize intikal eden peygamber efendimizden rivayet olunan sözlerdir. Elimde Riyazussalihin tercümesi bulunmaktadır. Ayrıca kırk hadis ihtivâ eden bir kitapçık elimde var ve bunlardan okuyorum on kadar hadis ezberledim. Ümit ederim benimle bu reportaji yapan kadar hadis öğrenirim inşaallah.
            11) M. Bal- Yeni tanıştığın dindaşlarını genel olarak nasıl görüyorsun?
            M. Selim- Daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi benim dindaşlarım, (yeni kardeşlerim demek kulağa daha hoş gelmektedir.)Onları cana yakın, sevgi dolu, yardım sever ve güzel bir örnek olarak görmekteyim.Hem kendi halklari içinde, hem de diğer milletler içinde. Biz hakiki bir kardeş gibiyiz, beni samimi ve dostça aralarına aldılar. Bu benim için çok değerli bir tecrübe (hatıra) oldu. Bunu asla unutmayacağım.
            12) M. Bal- Hollanda'da Islamin geleceği hakkında ne düşünmektesiniz?
            M. Selim- Bir kaç sene zarfında Hollanda  diğer dinleri resmen tanıdığı gibi Islamı da resmen tanıyacağıni düşünüyorum. Ve bir Hollandalının müslüman oluğu en normal ve tabii bir olay olacak. Bir gazete haberine göre Islam Hollandanın en büyük dini olacağını yazıyor. Şu anda sayı bakımından ikinci sıradadır.
           13) M. Bal- Müslüman olmadan önce Islam hakkında nasıl bir görüşe sahiptiniz?            M. Selim- Ben Islama karşı daima iyimser bir haldeyim, ancak bilgisizlik yüzünden bende bir çok Hollandalı gibi yanlış imajlara sahiptim, meselâ; güya müslümanlar Isâ A.S.'a inanmazlarmış, ancak büyük bir hayretle bunun yanlış olduğunu Kur'ânda okudum ve onun hak peygamber olduğunu, Allah'ın kulu olduğunu, oğlu olmadığını öğrendim, bu benim için çok önemli keşif oldu. Ben Islamı tanımadığım zamanlarda onu araştırırken, diğer insanların yaptığı gibi farklılıkları değil, ortak yönlerimizi araştırdım.
            14) M. Bal- Sünnet olmak hakkında görüşün nedir?  Tecrübelerini anlatırmısın?
            M. Selim- Sünnet olmak müslüman için hayatın önemli olaylarından biridir.Sünnet, insanı kâmil bir müslümana çevirir. Müslümanlik âlâmetlerinden biridir. Benim için başka bir önemi de eski dinimden bütün alâkamı kestim artık. Eski hayatımın pisliğinden hiç bir eser kalmadı.Tevrata göre sünnet, Allahla kul arasında dostluk alameti imiş. (Bak incil Genesis 17:1-24  ve yine incil Josua 5:1-12) Sünnet bir nişandır ki; sana her zaman müslümanlığını hatırlatır, ve insanı insanlar arasında kâfirlerden ayırt eden  bir alamettir. Benim için Hristiyanlığın bittiği ve Islamî hayatın başladığı mânâsı hasıl oldu, sünnet olmamla. Sünnet oluşum çok mutlu bir olaydı. Ilk zaman çekingendim fakat kısa zamanda bu çekingenlik geçti, Gorinchem  Beatrix hastahanesine bir kaç müslüman kardeşimle gittim. Sünnet olduktan sonra beni eve getirdiler. Salı günü sünnet oldum, çarşamba günü motora atladım camiye koştum, ve o hafta cumartesi  bütün kardeşlerim Gorinchem Süleyman Çelebi camiide bana merasim yaptılar. Kur'ân okundu, namazlarımızı kıldık ve çay ocağında beni kutladılar, hediyeler verdiler ve beni tebrik ettiler. O benim için hiç unutamayacağım bir hatıra oldu. Bu merasim muazzam oldu. Benim din kardeşlerim beni çepeçevre kuşattılar, bana destek oldular ve hâlâ olmaya devam etmekteler.
            15)M. Bal- Islam’ı araştıranlara, ve yeni müslüman olanlara neler tavsiye edersiniz?
            M. Selim- Önce şunu derim: araştırmayı bırak, çünkü yanlış yoldan hedefe gidilmez. Kendi araştırmanla islamı bulamazsın, Kur'ânı oku ve teslim ol, müslüman ol. Islam sadece inanmakla kalmıyor, Islam aynı zamanda güvendir, yakinen Allahın var olduğunu ve yaratıklarının rızkını o veriyor. Buna kesin şekilde inanmaya da  “ Islam “ denir.      Yeni müslüman olanlara tavsiyem şudur: Kendini tam bir şekilde Allaha ver, gemilerini yak, arkana bir daha bakma, imansızlar, kitapsızlar seni yolundan alı koymasın. Bunlar senin en yakın akrabaların olsa dahi, Allahın gösterdiği istikamete yürü ve yanlızca ona kulluk et. Sana destek olsun diye Kur'ândan şunları oku: Sure 2:109-120, Sure 9:23, Sure 29:8, Sure 30:60, Sure 31:15

29 Ocak 2012 Pazar

IV.06.TEVRAT’TAKİ EN BÜYÜK TAHRİFAT

Şimdi bu bölümde göreceğimiz konu belkide İncil’de, Hz. İsa’nın tanrılığının ispatı konusunda bizzat Hz. İsa’nın kendi ağzıyla söylediği iddia edilen Tevrat ifadeleridir. Burada Tanrıyı tanımlamak için kullanılan YHWH-YAHOWAH ve ADONAY-EFENDİ kelimelerindeki tahrifatları göreceğiz. Şimdi Türkçe’mize RAB olarak çevrilen bu kelimelerin yol açtığı, son derece önemli çarpıtmalarını görelim. Rab kelimesi, ilk üç İncilde Hz. İsa’yı Tanrılaştıran en önemli ifadedir. Daha öncede dediğimiz gibi, mevcut İncilerle Hz. İsa hakkında net bir tanımlama yapmak mümkün değil. Bir yerde Tanrıya eş tutulurken başka bir yerde Peygamber veya insan olduğu vurgulanır. Bir yerde Tanrıoğlu tanımı kullanılırken, başka bir yerde Davutoğlu olduğundan bahsedilir vs. İşte aslında bütün bunlar, İncillerde yapılan acemice tahrifatın açık ispatıdır.  Bir yerde Hz. İsa’yı “Rab” ilan ederken başka bir yerde H.z. İsa için orijinal Aramicesi olan “Rabbi” tanımının bulunması, bütün bunları anlamak isteyenler için Allah’ın bir lütfu olmaktadır. Şimdi benzer fakat son derece önemli bir ifade üzerinde duracağız. Hem de Markos İncilinde ve İncilin tamamındaki Tanrı’yı yücelten, O’nun tek olduğunu vurgulayan son derece önemli bir emirden sonra olması çok düşündürücü. Burada Hz. İsa’nın Davutoğlu olduğu değil de, RAB olduğu bizzat Tevrat’tan ve Hz. İsa’nın ağzından söyletilmektedir;   35  İsa tapınakta öğretirken şunu sordu: “Nasıl oluyor da din bilginleri, ‘Mesih, Davut’un Oğlu’dur’ diyorlar? 
36  Davut’un kendisi, Kutsal Ruh’tan esinlenerek şöyle demişti: ‘Rab Rabbim’e dedi ki, Ben düşmanlarını Ayaklarının altına serinceye dek Sağımda otur.’ 
37  Davut’un kendisi O’ndan Rab diye söz ettiğine göre, O nasıl Davut’un Oğlu olur?” Oradaki büyük kalabalık O’nu zevkle dinliyordu.”(Makos-12) 

Burada Tevrat’taki Hz. Davut’un Mezmurları 110:1’deki bir ifadeyi Hz. İsa, kendisi için söylendiğini vurgulayarak, “Bana niçin Davut’un Oğlu diyorsunuz.Davut bana Rab demektedir” diyor. Böylece Markos’ta, bir önce vurgulanan tek Tanrı anlayışı üzerinde, kafalar karıştırılmaktadır ve bu Tevrat ifadesinin İncillerde bir çok yerde Hz. İsa’nın tanrılığını ispat etmek için devamlı kullanıldığı görülmektedir. Bizde bu ifade Tevrat’ta nasıl kullanılmış merak ettik. Bakın neler gördük. Konunun iyice anlaşılması için, bu Mezmurun, “Rab, Rabbime dedi” kısmının Tevrat’ta orijinal İbranice’sine de baktık ve şunu gördük; 

Niem YHWH la-adoni”  
Burada adoni kelimesi, aynen Yunanca’daki kyrıos kelimesi gibi efendi anlamında, hem insan için, hem de Tanrı için kullanılan bir kelimedir. Bu durumda bu kelimenin bir insan için mi, yoksa Tanrı için mi kullanılmış olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü İbranicede de yazı dilinde büyük harf küçük harf ayırımı yoktur. İncillerin İbranice orjinallerinde, Hz. İsa’ya hitap şekillerinde efendim anlamında “adonai” de kullanılmıştır ki,  Yunanca tercümelerde “kyrıos” un en önemli sebebi bu olmalı ve Hz. İsa’nın kimliğinin karıştırılmasında en önemli faktörlerden biri olduğu muhakkaktır. Ama bununla insana hitap edilmiş olacağını, Hz. İsa için başka bir hitap şekli olan ve Yunanca İncillerde orijinal halini gördüğümüz Aramice “rabbi”  kelimesi bize en önemli kanıttır. Eğer Yahudiler için Hz. İsa Tanrı olsaydı bir insana hitap edildiği gibi, tanrı olan birine “rabbi” diye hitap etmezlerdi. Bu açıklamalardan sonra, yukarıdaki İbranice Tevrat ifadesinden anlaşılıyor ki, önce bu ifade de iki defa RAB manasında bir terim kullanılmamaktadır. Rab olarak terçüme edilen kelimenin ilki “YHWH”, Yahovah veya Yahve okunan, Yahudilerin Tanrısının özel adıdır. İkinci kelime “ADONİ” ise “Krıos-efendim” olarak tercüme edilmesi gereken, İbranice’deki ADONAY kelimesidir. Ama bu adonai unvanı, Tanrı için mi yoksa bir insan için mi bunu anlamalıyız? Bunu daha doğru anlamak için, Tevrat’ın Yahudi din adamları tarafından yapılan, İngilizce tercümesine bakıyoruz ve gördüğümüz tercüme;41  

The Lord said to my lord 

Burada durum tamamen anlaşılmaktadır. İngilizce’de ikinci “LORD “ küçük harfle başladığından bu hitap bir insana olan “efendi” anlamında bir hitap şeklidir. Dolayısıyla bu Mezmur’daki şiirde, Tanrı Yahovah’ın, bir insana hitap ettiği kesinleşmektedir ve bunun doğru tercümesi; 

yahovah efendime dedi ki “ veya  Tanrı efendime dedi ki  
Yani Tanrı Yahovah yaratılmış bir İnsana seslendiği çok açık anlaşılmaktadır. Şimdi yukarıda İbranice orijinalini gördüğümüz ifadenin Yunanca Tevrat olan Septuagent’a nasıl tercüme edilmiş onu görelim; 

allhlouia ecomologhsomai soi kurie”    

Tercüme aynen İbranice’de ki “Yahovah efendime dedi ki” manasındadır. Burada hiçbir tercüme hatası yoktur. Çünkü Teratın Yunancası tercümesini olan SEPTUAGENT MÖ: 3 yüzyılda, 70 Yahudi asıllı din adamı tarafından İskenderiye’de yaşayan ve İbraniceyi unutmuş Yahudiler için yapılmıştı. Allhouia, Yahovah ve Kurie, Adonai anlamında efendim olarak dosdoğru bir şekildi tercüme edilmiştir. Şimdi de aynı ifadenin yine Markos İncili’ne Yunanca nasıl aktarılmış olduğuna bakalım; 
 eipen o kuriov tw kuriw 

İşte bütün meselenin özü burada. Yahovah anlamındaki ‘allhlouia’ nedense Yunanca Tevrat’ta, yine Yunanca olan Markos ve diğer İncillere aktarılırken ‘KURİOV’, yani ‘efendi’ olarak aktarılmış. Böylece çok net olan ‘Tanrı efendime dedi ki’ oldu ‘Efendim efendime dedi ki’. Geriye kaldı bu efendilerin kim olduğuna karar vermeye. Yunanca’da büyük küçük harf olmadığı için, bunların kim olduğunun açık ispatı yok. Artık kime yorumlarsan yorumla. Yunanca İncillerden efendilerin mahiyetini tam anlamak mümkün değil. Ama İncillerin Hristiyan uzmanlar tarafından İngilizce yapılan tercümelerinde, Yahudilerin Tevrat tercümelerinin aksine, bu ifadenin “The Lord said to my Lord” şeklinde olduğunu, bununda Tanrının Tanrıya seslendiği şeklinde olduğunu görmekteyiz.  Zaten Yahudilikte kesinlikle Tanrının tek olmasından dolayı, burada ikinci bir Tanrıya sesleniş olduğunu düşünmek mümkün değil. Şimdi konuya açıklık getirecek son derece önemli bir ayrıntı üzerinde duracağız. İncillerin elimizde bulunan Yunancaları yazılırken bilerek veya bilmeyerek Yunan asıllı yazarlar YAHVE kelimesini KURİOV diye kullandığı için kavramlar iyice karıştırılmıştır. Bu ayrıntıda yine bizim iddialarımızı doğrulayan ve Hz. İsa’nın nasıl zorlama yorumlarla Tanrılaştırıldığının önemli kanıtlardandır. Yahudi olan Septuagent tercümanlar bu ayrıntıyı çok iyi bilerek hata yapmamışlardır. Fakat bu ara yine çok önemli bir ayrıntıyı fark ettik. Hıristiyan kaynaklı Türkçe Tevrat tercümelerinde önemli bir çeviri farklılığı olduğunu gördük. Hem de ayni yayınevinin, iki farklı tarihteki Tevrat tercümesinde. Şimdi bunları görelim. Kitabı Mukaddes Şirketinin 1997 yılındaki tercümesi 

1Rab Rabbime dedi , Ben düşmanlarını senin ayaklarına basamak koyuncaya kadar, Sağımda otur.”(Tevrat-Mezmur-110) 

Şimdi  ayni şirketin 2000 yılındaki tercümesine bakalım. Çünkü bir şeyler değişmiş; 

1 RAB efendime: “Ben düşmanlarını ayaklarının altına serinceye dek Sağımda otur” diyor.”(Tevrat-Mezmur-110) 

Son tercümede, ikinci “RAB” olmuş efendi. Burada son derece yanlış anlamlara dönüşecek ve bizim RAB’le ilgili anlattığımız son derece önemli bir tercüme hatasının, bizim iddia ettiğimiz şekilde düzeltildiği açıkça görülmektedir. Ama nedense yalnızca Tevrat tercümelerinde. Gerçi yine tam doğru tercüme “TANRI EFENDİME DEDİ” olmalıydı. Ne yazık ki yine Yunanca olan İncillere ayni ifade tahrifatlı aktarıldığından, ‘Rab Rabbime dedi ki’ olarak bırakmalarını nasıl izah etmektedirler çok merak etmekteyiz. Tabi ne yapsınlar Yunanca İncillerde böyle farklı yazılmış. Tahrifatın bu kadar acemicesi ve açığı zor bulunur. Geri dönüş mümkün değil. Mızrağın cuvala sığması mümkün görünmemektedir.   Burada sorun, Yunanca Tevrat’ta doğru olarak tercüme edilen cümlenin, maalesef yine Yunanca İncilde, kendi teolajik görüşlerini desteklemek için bile bile yaptıkları tahrifattır. Şimdi yine düşünmeden edemiyoruz. Burada yine son derece önemli bir gerçeğin ispatıyla karşı karşıyayız. Acaba İncillerde geçen bu ifadeyi Hz. İsa gerçekten söylemiş olabilir mi? Eğer Hz. İsa böyle bir ifade kullandıysa, bunu Tevrat’taki orijinal İbranicesiyle kullanmıştır. Peki, Tevrat’ta açıkça “Yahve efendime dedi ki” olan bir ifadeyi kendi Tanrılığını ispat için kullanabilir mi? Kullansa hangi Yahudi kabul eder, çok acemice bir kurgu değil mi? Zaten Tevrat’ta olmayan bu ifeadeyi Hz. İsa’nın söylemesi mümkün değil. Böyle bir ifadeyi ancak Yunanlılar için bir Yunanlı yazar kurgulayabilir. Doğruyu görmek isteyen için her şey o kadar apaçık ortada ki! Yeterki önyargıdan biraz uzaklaşıp bir muhakame yapalım gerisi çok kolay. Yeri gelmişken tekrar belirtelim ÜNİTERYAN (tevhidçi) KİLİSE bu gerçeği anlayarak buralarda İncillere insan eli karışmış olduğunu kabul etmiş ve teslissi terk etmişlerdir. Peki, yine eğer Markos bu satırları yazdı ise, kendisi bir Yahudi olduğu halde bu hatayı yapabilir mi?  Demek ki bu kurguyu yapan bir Yahudi olan Markos’ta olamaz. Bu ayni zamanda şunun da ispatıdır. Ya bu İncilleri yazdığı belirtilen kişiler yazmadı; ya da asıl nüshaları belki bunlar kaleme aldı ama, sonradan bunlara Yunanlı derleyiciler birçok noktada kendi görüşlerini desteklemek için bir sürü ilaveler yaptılar. Bunun başka bir izahı olamaz. İlerleyen satırlarda ayni mantıkla böyle acemice yapılmış birçok tahrifatı görülecek Böylece Hz. İsa’nın tanrılaştırma çabalarını O’nun hakkında en doğru ifadeleri bulunduran Markos İncili’ne de girmiş olmaktadır. Ayrıca şunu da belirtelim ki, Tevrat’ta ki bu ifade Tanrı’ya ait bir sesleniş te değil, Hz. Davut’un yazdığı bir şiirdir ve herkes bilir ki, şiirlerde her türlü hayali benzetme ve anlatımlar kullanılır. Yani bir şiirdeki ifade, ne derece teolojik bir kural olabilir siz düşünün. Bu konuda tahrifatlar o kadar açıktan yapılmış ki şaşırmamak mümkün değil. Nedense tek Tanrı anlayışı üzerinde ve özellikle Markos İncilindeki ifadeler fena tahrif edilmiş; 
17 İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp O’na, “İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?” diye sordu.18 İsa, “Bana neden iyi diyorsun?” dedi. “İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı’dır.”(Markos-10) 

Bakın Markos’ta vurgulanan Tanrı, Matta’ya alıntılanırken nasıl yok ediliyor; 

16 Adamın biri İsa’ya gelip, “Öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için nasıl bir iyilik yapmalıyım?” diye sordu. 
17 İsa, “Bana neden iyilik hakkında soru soruyorsun?” dedi. İyi olan yalnız biri var. Yaşama kavuşmak istiyorsan, O’nun buyruklarını yerine getir.” (Matta-19) 


İyi olan Tanrı, oldu belirsiz biri. Birileri iyi olarak Tanrının anılmasını tahrif etti. Kimdir bu Hz. İsa mı? Bir kişi bir anda iki farklı ifade veremeyeceğine göre bu ifadeler Hz. İsa’nın sözlerinin açıkça değiştirildiğinin ispatı değil mi? Daha bitmedi. Şimdi de Tevrat’ta ki en önemli buyruk nasıl değiştiriliyor onu görelim. Yine Markos’ta Tanrının tek olduğu vurgusu yapılan ve Tevrat’ta ki Hz. Musa’ya gelen, meşhur on emirden ilki olan en önemli bir ifadenin, Matta ve Luka İncillerinde nasıl tahrif edildiğini görelim;   

28 Onların tartışmalarını dinleyen ve İsa’nın onlara güzel yanıt verdiğini gören bir din bilgini* yaklaşıp O’na, “Buyrukların en önemlisi hangisidir?” diye sordu. 
29 İsa şöyle karşılık verdi: “En önemlisi şudur: ‘Dinle, ey İsrail! Tanrımız Rab tek Rab’dir. 
30 Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle seveceksin.”(Markos-12)   
Şimdi ayni ifadeyi Markos’tan alıntı yapan Matta İncil yazarının bu tevhid anlayışını nasıl tahrif ettiğini görelim. Luka’da da durum aynidir (Luka-10:25,28)  

“35-36 Onlardan biri, bir Kutsal Yasa uzmanı, İsa’yı denemek amacıyla O’na şunu sordu: “Öğretmenim, Kutsal Yasa’da en önemli buyruk hangisidir?” 
37 İsa ona şu karşılığı verdi: “‘Tanrın Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.’ 
38 İşte ilk ve en önemli buyruk budur. »(Matta-22) 

O devirde Yahudi olan herkesin bildiği bu gerçek, hiç çekinmeden böyle tahrif edildiğine göre, bunları yazanların Yahudi olmadığı kesin. Hatta Markos‘taki bu emirde öyle bir Tanrı anlayışı var ki, O’ndan başkasının RAB ismiyle anılmasını bile yasaklamaktadır.”Tanrımız Rab tek Rab’dir”. Şimdi burada herkes şapkasını önüne alıp derin derin düşünmeli. Tanrı’dan Hz. Musa’ya gelen en önemli buyruğu olan tek Tanrı inancını kim tahrif etti; Hz. İsa mı, esinleyen Tanrı veya Kutsal Ruh mu, yoksa İncil yazarları mı? Anlamak isteyen için her şey apaçık ortada. Birileri bunu iyi düşünüp cevaplamalı. Hiç kimse her zaman olduğu gibi “-Ne var bunda büyütülecek Matta ve Luka yazarları bu ayrıntıları eksik yazmış” diyerek sonrada  Kutsal yazıların bir harfi bile değiştirilmemiştir” diye alay etmeye kalkmasın, bunları söyleyenlere birileri de “-Size esinleyen Tanrı ve kutsal ruh ne de çok şeyi unutmuş” diyerek alay edebilirler. Bizden hatırlatması! 

Bunlarla yetinmeyenler için söyleyeceklerimiz daha bitmedi. İbranilere Mektupta, Hz. İsa’nın meleklerden aşağı bir derecede ve sadece başkahin sıfatı verilmesine içerleyerek Tevrat’ta Tanrı için yapıldığı besbelli olan tanımlamaları alıp Hz. İsa’yı tanrılaştırmak için, bunlar oğul için söylenmiştir diyen kim? 
8 Ama Oğul için şöyle diyor: “Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır, Egemenliğinin asası adalet asasıdır. 
9 Doğruluğu sevdin, kötülükten nefret ettin. Bunun için Tanrı, senin Tanrın, Seni sevinç yağıyla Arkadaşlarından daha çok meshetti.”(İbraniler-1) Şimdi de ülkemizde ki bazı Hristiyan yazarlarınh eserlerine bakalım. Bu konuda o kadar konu ile ilgisiz Tevrat ayetleri kullanılıyor ki insan şaşkınlık içinde kalıyor. Carlos Madrigal “Üç Tanrı mı Tek Tanrı mı?” isimli eserinde yukarıda saydığımız bu zorlama yorumlar yapılan İfadeleri kitabında zikretmekte ve şu ifadelerle kendisi Tevrat’tan hangi ifadeyi Hz. İsa için kullanmaktadır bir bakalım;   
Yehova diyor, seni Yehova azarlasın (bkz.Zekarya 3:2). Bu ayetlerde Tanrı bir “Ben” olarak kendi kendine bir “Sen” olarak seslendiği veya Kendisinden söz ettiği açıkça görülmektedir:”42 

Merak edip yazarın kendi örnek olarak verdiği bu Tevrat ayeti acaba konuyla ilgili mi diyerek baktık. Bakın neler gördük; 

“1 RAB, meleğinin önünde duran Başkâhin Yeşu’yu ve onu suçlamak için sağında duran Şeytan’ı bana gösterdi. 
2 RAB’bin meleği Şeytan’a, “RAB seni azarlasın, ey Şeytan!” dedi,“(Tevrat-Zekerya-3)  
Buradaki Tevrat ayetinin, yazarın iddiasıyla bir ilgisi olduğunu görebilen var mı acaba? Allah aşkına burada “sen” diye hitap edilen şeytan değil midir? Bu ayetten nasıl oluyor da Tanrı iki kişi olarak kendine seslendiği anlamı çıkarılıyor? Şeytana yapıldığı apaçık belli olan bu hitap nasıl oluyor da dolaylı olarak Hz. İsa’nın Tanrılığıyla ilgili oluyor anlamak zor. Yazar daha sonraki sayfalarda bu ifadeleri nasıl teslise kanıt yaptığını görelim; 

“Her biri, üçünün arasındaki ilişkiler sayesinde bir benlik olarak belirir. Tanrı’da hem bir “Ben”, hem de bir “Sen” ve bir “O” vardır. Bu nedenle, Tanrı Tanrı’ya “ ‘ben’ ‘sen’i seviyorum vb. diyebilir: “Rab Rabbime dedi ki…”(Mez.110:1), “Tanrı seni meshetti ey Tanrı…” (Mez.45:6-7) veya “Yehova dedi, seni Yehova azarlasın…”(Zekarya 3:2) ayetlerinde olduğu gibi.”43 

Yazarın, yukarıda ki ifadesinde verilen Mezmur (45:6-7) ”Tanrı’nın Tanrıyı” meshettiğini ve dolayısıyla iki değişik Tanrıdan söz ettiğini iddia ederek, kendisine hitap edilen diğer Tanrının, Hz. İsa olduğuna delil getirmektedir. Şimdi bu Tevrat ayetinin tamamını görelim. Kim kime hitap ediyormuş anlayalım ; 

“6 Ey Tanrı, tahtın sonsuzluklar boyunca kalıcıdır, Krallığının asası adalet asasıdır. 
7 Doğruluğu sever, kötülükten nefret edersin. Bunun için Tanrı, senin Tanrın, Seni sevinç yağıyla Arkadaşlarından daha çok meshetti.“(Tevrat-Mezmur-45) 

Tam bir metin içinden cımbızca çekilip alınmış bir ifade. Yine Mezmurlardan. Ama bu beyitin başında bir krala övgü için ve “Sen Âdemoğullarından daha güzelsin” diye bir insana yazıldığı belirtildiği halde. Buradaki ifade de “arkadaşlarından daha çok meshedilen” olunca hitap edilen bir Tanrı mı yoksa insan mıdır? Bu ifadeler nasıl oluyor da iki Tanrının birbirleri ile diyoloğu oluyor siz karar verin.Daha öncede belirttiğimiz gibi konu son derece önemli. Hem dünyamız hem de ahretimiz için çok önemli. Birileri İncillerde anlatılanlarla “RABBİN GELECEĞİNİ” hazırlamak için bu dünyayı yönlendirmeye ve insanlar için son derece karanlık bir gelecek kurmaya çabalıyor. Ama gerçekler de anlattığımız gibi gün geçtikçe bir bir aydınlanıyor. Gelin konuya önyargılardan uzak tekrar tekrar bakalım ve ana babalarımızdan duyduğumuz şeylerin doğruluğunu araştıralım. Yoksa bizi ne Musa ne de İsa kurtarabilir.  Bakın Kur’an’da Allah Hz. İsa’ya, “kendini ve anneni sen mi Tanrı ilan ettin” diye sorduğunda Hz. İsa ne cevap veriyor. 

“117 Ben onlara, sadece bana emrettiğin şeyi söyledim: Benim de Rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin (dedim.) Aralarında bulunduğum sürece onlara şahit idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeye hakkıyla şahitsin.” (Maide-5) 

Yani ne yaptılarsa benden sonra  yaptılar demek istiyor.

15 Ocak 2012 Pazar

islama hizmet

slam'a hizmet etmenin, İslam ahlakını insanlar arasında yaygınlaştırmanın neden bu kadar acil olduğunu anlayabilmek için dünya üzerindeki Müslümanlar üzerinde birkaç dakika düşünmek yeterlidir.
Günümüzde tüm dünya insanlarının ve dünyanın dört bir yanında yaşayan Müslümanların durumuna baktığımızda, müminlerin bu ahlakı güçlerinin yettiğinin en fazlasıyla yaşamasının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Hemen her gün gazetelerde ve televizyonlarda, dünyanın dört bir yanında Kuran ahlakının yaşanmamasından kaynaklanan karışıklıklara, yapılan zulümlerden dolayı dayanılması güç zorluklar yaşayan insanların hayatlarına şahit oluruz. Filistin'de, Endonezya'da, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan'da veya dünyanın herhangi başka bir yerinde bir avuç toprak için yerlerde sürüklenen, çocuklarının gözü önünde tekmelenen insanlar, ellerinde taşlarla kendilerini savunmaya çalışan küçük çocuklar her insanın bildiği görüntülerdir.
Halen dünyanın dört bir yanında savaşlar, iç karışıklıklar devam etmektedir. Bu savaşlarda Bosna-Hersek'te, Kosova’da Cezayir'de, Tunus'ta, Eritre'de, Mısır'da, Afganistan'da, Keşmir'de, Ruanda’da, Doğu Türkistan'da, Çeçenistan'da, Vietnam’da, Tayland'da, Filipinler'de, Burma'da ya da Sudan'da yüz binlerce silahsız insan hayatını kaybetmiş, kadınlar tecavüze uğramış, işkence görmüş, milyonlarcası evlerinden yurtlarından çıkarılmış, sakat kalmış, yakınlarını kaybetmiştir. Masum çocuklar kurşunlara hedef olmuş, bebekler kundaklarında katledilmiş, kaçmaya çalışan insanlar mayınlara basarak sakat kalmışlardır. İnsanlar eşi benzeri görülmemiş bir vahşete tabi tutulmuş, zulme uğratılmış, hayatlarını devam ettirebilmek insanlık dışı esir kamplarında yaşam mücadelesi vermişlerdir. Halen de daha pek çok yerde tüm bu zulümler sürgelmektedir. Kadınlar, çocuklar zulme uğratılmaya, eziyet görmeye devam etmektedir. Müslüman topluluklar birer birer bağımsızlıklarını yitirmekte, kendilerine yardım eli uzatacak vicdan sahibi insanların yardım etmesini beklemekte ama seslerini duyuramamaktadırlar. Müslümanların zulüm gördükleri ülkelerden yalnızca birkaçında yaşananlara kısaca bir göz atıldığında dahi bu konunun önemi çok daha iyi anlaşılabilecektir.
Allah bir ayetinde şu şekilde buyurmaktadır:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına çaba göstermiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Zulüm gören, işkenceyle öldürülen insanlar, masum bebekler, bir ekmek alacak parası dahi olmayanlar, soğuk havada, bezden çadırlarda neredeyse sokakta yatanlar, hastalıklarını tedavi ettirecek para bulamayanlar veya ihtiyar ve güçsüz olmalarına rağmen hastane kapılarında saatlerce hatta günlerce tedavi sırası bekleyenler, sadece belli bir kabileye mensup oldukları için katledilenler, dinlerinden dolayı evlerinden, yurtlarından çıkartılan kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, bir tarafta ardı arkası gelmeyen israf, diğer tarafta ise açlıktan ve bakımsızlıktan yok olan, ölüme terk edilen zavallı insanlar, sokağa atılan, kendi başının çaresine bakamayacak kadar küçük ve savunmasız çocuklar, ailesini geçindirebilmek için küçük yaşta okula gitmeyip, oyun oynamayıp çalışan veya dilenen çocuklar, her an hasımları tarafından öldürülme korkusuyla yaşayan insanlar…
Burada sayılan insanların varlığından herkes haberdardır. Hemen her gün, gazetelerde, televizyonlarda bu çaresiz, zavallı, kimsesiz ve muhtaç insanların görüntülerine rastlamak mümkündür. Pek çok kimse bu insanların içinde bulundukları durumu görür, onlara acır. Ancak bir süre sonra konuştuğu konuyu ya da seyrettiği kanalı değiştirince veya okuduğu gazetenin sayfalarını çevirince bu insanların varlığını unutur. Çoğu kişi bu insanları bulundukları durumdan kurtarmak için bir çaba harcaması gerektiğini düşünmez. Ve "dünyada o kadar zengin ve güç sahibi insan varken o insanları kurtarmak bana mı kaldı" diyerek sorumluluğu başkalarının üzerine atar.
Oysa bu insanları kurtarmak, tüm dünyanın adalet, huzur, güven ve zenginlik içinde yaşanan, refah dolu bir yer olmasını sağlamak için zenginlik ve güç tek başına yeterli değildir. Örneğin dünyada çok sayıda zengin ve gelişmiş ülke olmasına rağmen Etiyopya'da hala insanlar açlıktan ölmektedirler. Onca gelişmiş teknolojiye ve dünyanın zengin kaynaklarına rağmen insanların bir tabak yemeğe muhtaç olmaları, zenginliğin ve gücün tek başına yeterli olmadığının en açık göstergelerindendir.
Zenginliğin ve gücün, bu zavallı ve muhtaç insanların yararına kullanılması için öncelikle insanların vicdan sahibi olmaları gerekir. Vicdan sahibi olmanın yegane yolu ise imandır. Ancak imanlı insanlar, sürekli olarak vicdanlarını kullanarak hareket ederler.
Sonuç olarak, dünyadaki adaletsizliğin, kargaşanın, terörün, katliamların, açlığın, sefaletin ve zulmün tek bir çözümü vardır: Kuran Ahlakı.
Dünyada var olan sorunlara genel olarak bakıldığında, tüm bu olaylara sevgisizlik, nefret, kin, düşmanlık, çıkarcılık, bencillik, umursamazlık, acımasızlık gibi duyguların ve akılsızlığın neden olduğu görülecektir. Bu olayları çözmenin ve tamamen ortadan kaldırmanın yolları ise sevgi, şefkat, merhamet, acıma, karşılık beklemeden hizmet etme şevki, duyarlı olma, fedakarlık, dostluk, hoşgörü, sağduyu ve akıldır. Bu özellikler ise ancak Kuran ahlakını eksiksiz olarak yaşayan insanlara aittir. Allah ayetlerinde Kuran'ın insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarma özelliğini şöyle bildirir:
… Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
Allah bir başka ayetinde ise Kuran'a uyulmadığında yeryüzünde var olan her şeyin bozulmaya uğrayacağını haber verir:
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71)
Şu anda, siz bu yazıyı okurken de, milyonlarca zavallı insan ya eziyet görüyor, ya açlıktan ya da soğuktan ölmemek için dayanmaya çalışıyor. Veya evinden, ailesinden ve çocuklarından koparılıyor, yurdundan sürülüyor. Bu nedenle vicdan sahibi insanlar tüm bunları düşünmeli, tüm bu acılar, felaketler, sıkıntı ve zorluklar kendilerine ve sevdiklerine dokunmuşcasına duyarlı davranmalıdırlar. Ve yardım isteyen insanlara maddi manevi her yönde yardımcı olabilmenin yollarını aramalıdırlar. Allah iman eden, vicdan ve sağduyu sahibi insanların bu sorumluluğu üzerlerine almalarını bir ayetinde şöyle emretmektedir:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Günümüzde bu hizmetin nasıl yapılacağı ise, Kuran ayetleri gözönüne alındığında açıkça ortaya çıkmaktadır. Yapılması gereken en önemli şey, Kuran ahlakının dinsizliğin karşısında üstün gelmesi için, Müslümanların fikri alanda mücadele etmeleridir. Bu siteyi hazırlamamızdaki amaç da söz konusu fikri mücadele için tüm Müslümanlara yol göstermektir. Zira zayıf bırakılan, çaresiz, kimsesiz ve korunmaya muhtaç insanların tek kurtuluşu, Kuran ahlakının tüm dünya insanları arasında yayılıp yaşanmasıdır. Öyle ise tüm insanlara Kuran ahlakını anlatmak, dini tebliğ etmek her Müslüman için çok önemli ve aciliyetli bir ibadettir.
Vicdanlarını kullanmayanlar, yetimlere, yoksullara, zavallı masumlara karşı duyarsız ve umursuz davrananlar, dünya hayatında kendilerine verilen malları boşa harcayanlar, zulüm gören kadınları, çocukları, yaşlıları ilgisizce seyredenler, her türlü ahlaksızlığın ve çirkinliğin yeryüzünde yaygınlaşmasından hoşnutluk duyanlar ve bu bakış açısını teşvik eden insanlar ahirette bunların hesabını mutlaka vereceklerdir:
Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, ve 'ufacık bir yardımı (veya zekatı) da' engellemektedirler. (Ma'un Suresi, 1-7)

13 Ocak 2012 Cuma

Yahudi ihanetinin doğurduğu istihbarat örgütü NİLİ


Yahudiler dünyanın dört bir yanında eziyet gördüklerinde, soykırımlara maruz kaldıklarında ve sürüldüklerinde daima Türklüğün cihan devleti Osmanlı’ya sığındılar. 1492’de İspanya’dan sürüldüklerinde Osmanlı’nın merhametli kollarını açık buldular. 1880’lerde Ruslar yahudileri pogromlarda kırdıklarında İstanbul’a kaçtılar. Batı ülkelerinde insanca muamelenin bile çok görüldüğü yahudiler, Osmanlı’da sarayın bazı önemli kademelerine kadar kontrollü olarak yükseltildiler.
Bir devlet istediklerinde Osmanlı onları dışlamadı ve Makedonya’da bir devlet edinebileceklerini söyledi. Ama onlar Filistin’de ısrar ettiler. Oysa Filistin’in demografik yapısı, daha fazla yahudiyi kaldırabilecek durumda değildi. Ancak onlar, kaçak yollardan Filistin’e yerleştiler, Amerikan ve İngiliz vatandaşlıkları alarak Osmanlı’nın hukuk sisteminin dışına çıktılar, rüşvet ve bol para akıtarak Filistin topraklarını el altından satın aldılar.
Yahudilerin küçük bir kısmı, Osmanlı Devleti’yle anlaşarak Filistin topraklarının kendilerine verilmesini sağlamaya çalıştı. Ama büyük kısmı, Filistin’i ele geçirebilmek için Osmanlı’nın yıkılması gerektiğine inanıyordu. Bu amaçla, Filistin’i kendilerine vaat eden emperyalist devletlerle işbirlikçilik yaptılar. Özellikle, Filistin’de kurdukları casus teşkilatlarıyla Osmanlı’nın en gizli istihbari bilgilerini İngilizlere sundular.
Osmanlı’yla savaşın sadece bir cephede değil, bütün cephelerde verilmesi gerektiğine inanan yahudilerden Jabotinsky’nin kurduğu Katır Tugayı, Çanakkale’de verdiğimiz yüz binlerce şehidimizin vücutlarını parçalayan silahlar, bombalar ve kurşunlar ile askeri lojistik ihtiyaçları cephe arkasında düşman kuvvetlerine taşımıştı. Yahudiler, Türkün merhametinin, himayesinin ve insancıllığının karşılığını ihanetle ve ihanete teşvik etmekle ödediler.
Bir İngiliz vatandaşı olan Lawrence, Arapların Osmanlı’ya ihanet etmelerini sağladı. Onun yaptığı Osmanlı’ya ihanet değil, bir İngiliz casusu olarak Osmanlı’yı yıkmak için, tebaayı ihanete teşvik etmekti. Ama NİLİ casusları, Osmanlı vatandaşlarıydı. Romanya’dan, Rusya’dan, Polonya’dan kovulmuş ve sürülmüşlerdi; oralarda yaşama şansları kalmadığı için Osmanlı’nın acıyarak vatandaşlık hakkı verdiği kimselerdi. İşte, Türklüğün, en zor zamanlarında acıyarak yardım ettiği bu insanların ihanetleri çok acıdır.
NİLİ Örgütü’nü kuran Aaronson Ailesi, Romanya’daki yahudi soykırımından kaçmış ve 1882 yılında Osmanlı’ya sığınmıştı. Aaronsonlar, daha sonra gizli yollardan Filistin’e geçtiler ve bir Araptan yüksek fiyatla satın alarak “Zihron Ya’akov” adını verdikleri topraklara yerleştiler. Bu arada sadık vatandaşlar gibi davranarak Osmanlı’nın merhametinden de istifade ettiler. Canlarını Osmanlı askerleri koruyordu ve ne zaman Araplar veya bedeviler tarafından bir saldırıya uğrasalar Osmanlı zaptiyesine başvuruyorlardı.
Filistin’de Osmanlı’nın koruması altında bir botanik mühendisi olarak çalışan Aharon Aaronson, İsrail devletinin kurulması için Osmanlı’nın yıkılması gerektiğine inananlardandı. Amerikan ve İngiliz makamlarıyla ilişkiye geçmiş ve Filistin’i işgal etmeleri için onlara yardımcı olabileceklerini söylemişti. Aynı dönemde, sonradan siyonist hareketin önderi olacak Haim Weizmann ise, İngiltere ordusu için patlayıcılar üretiyordu. Aharon Aaronson, Weizmann sayesinde üst düzey İngiliz yöneticilerine ulaştı ve onları meşhur Balfour Deklerasyonu’nu yayınlamaya ikna etti. Bu deklerasyon otuz yıl sonra İsrail devletinin kurulmasının yolunu açmıştır.
Aaronsonlar ve Feinbergler, NİLİ öncesinde, Gideonim adında bir haberalma örgütü kurmuşlardı. 1914’ten sonra, Gideonim’in uzantısı niteliğinde faaliyete başlayan NİLİ, Aharon Aaronson’un adamlarından Avshalom Feinberg ve kız kardeşi Sarah Aaronson tarafından, 400 kişilik bir istihbarat örgütü olarak Filistin içinde kuruldu. Bu tarihten sonra Aharon Aaronson ise, İngilizlerin Mısır’daki karargâhında istihbarat subayı olarak görev aldı.
Sarah Aaronson
Daha sonra İsrail Cumhurbaşkanı olan Haim Herzog, Aaronson Ailesi’nin hikayesini anlatırken, “Osmanlı topraklarında gezen Sarah Aaronson’un sözde Ermeni soykırımına şahit olduğunu ve Türklerin bir gün kendilerini de böyle katledeceklerine emin olduğu için ihanet şebekesi NİLİ’yi kurmaya karar verdiğini” kaydeder. Atasözümüzde de söylendiği gibi, “Bozacının şahidi şıracıdır”. Damarlarındaki Türk düşmanlığı o seviyeye gelmiştir ki, tarihi gerçeklerin yalan olduğunu ispat ettiği sözde Ermeni Soykırımı iftirasını dahi, kendi emelleri için propaganda malzemesi yapmaya utanmamışlardır.
1915 yılının Mart ayından Ekim ayına kadar Filistin’i bir çekirge baskını vurmuştu. Hasat yapılamıyordu. Osmanlı Devleti, çekirgelerle mücadele için botanik mühendisi Aharon Aaronson’un bilgisine başvurdu. O da, bunun karşılığında casusluk suçlamasıyla tutuklanmış olan Avshalom Feinberg’in serbest bırakılmasını ve laboratuarında çalışanların bütün Filistin’de serbest seyahat hakkına sahip olmasını istedi. Elde ettiği ayrıcalıklar vasıtasıyla topladığı bilgiler İngilizler’in Filistin’i işgalinde kullanıldı. Aharon’un Filistin’in Hayfa şehri yakınlarında bulunan Atlit Köyü’nde kurduğu botanik laboratuarı göstermelik olarak Amerikalılara satıldı ve böylece illegal çalışmalar için Amerikan koruması da sağlanmış oldu. Bu laboratuar NİLİ’nin karargâhı olarak kullanılıyordu.
NİLİ casuslarının hiçbiri dindar yahudi değildi. Onlar bağımsız bir İsrail hayali için her türlü günahı işlemeye hazır insanlardı. Sarah Aaronson’un istihbarat örgütü, Türk Ordusu’ndaki bazı karaktersiz askerlerden ve gizli dönmelerden bilgi sızdırmak için çalışan büyük bir fahişe ağına sahipti. Kendisi de üst düzey askerlerle birlikte oluyor ve onlardan bilgi sızdırıyordu. Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa’ya kadar yaklaşan bu kadın, sözde İstanbullu bir yahudi ile evliydi. Hatta bu göstermelik evlilik bahanesiyle İstanbul’da bir buçuk yıl kalmış, casusluk faaliyetleri için ihtiyaç duyduğu Türkçe’yi öğrenmiş ve üst düzey yönetim erkânının zaaflarını araştırmıştı.
NİLİ casusları dindar olmamakla birlikte, ihanet örgütünün ismi Eski Ahit’ten alınmıştı. NİLİ’nin adı, Eski Ahit’teki “İsrail’in Kurtarıcısı Yalan Söylemez” anlamına gelen bir ayetin baş harflerinden oluşuyordu. Fakat NİLİ casusları, bu ayetin aksine, hayatlarını yalan üzerine kurmuşlardı. Sarah Aaronson, Cemal Paşa’nın karargâhına kadar girip çıkarken sadık bir Osmanlı vatandaşı rolü oynuyordu. Avshalom Feinberg, kendisini Arap ve Müslümanların bir dostu gibi gösteriyordu. O kadar ki, saf Araplar ona “Şeyh Selim” lakabını takmışlardı. Bir diğer NİLİ casusu Naaman Belkind, Türk Ordusu’nda bir müddet teknisyen olarak çalışmıştı ve bazı subaylarla ahbap olabilecek kadar samimi olmuştu.
Osmanlı Devleti için Çanakkale neyi ifade ediyorsa, Gazze de onu ifade ediyordu; bundan dolayı ordumuz var gücüyle direniyordu. İngiliz Ordusu, Osmanlı’nın Gazze’de kurduğu savunma hattını geçmeyi iki defa denemiş ve ikisinde de başarısız olmuştu. Aharon Aaronson, “botanik araştırmalar” kılıfı altında Filistin’in su kuyularının haritasını çıkarmıştı. Eğer Aaronson’un sağladığı su kuyuları haritası olmasaydı, İngiliz Generali Allenby, Gazze cephesini atlayarak, çölden direk Birüssebi’ye geçmeyi asla göze alamazdı. Allenby, savaşı bu kritik bilgiler sayesinde kazandığını çok iyi biliyordu. Bu sebeple savaş sonrasında yaptığı konuşmasında, NİLİ ve Aaronson Ailesi’nin katkılarını unutmayacak ve onlar olmasaydı bu kadar cesur bir savaşın verilemeyeceğini anlatacaktı.
Monegan adında küçük bir istihbarat gemisi İskenderiye ile Atlit sahilleri arasında mekik dokuyor; NİLİ’nin topladığı bilgiler İngilizlere verilirken, İngilizlerin ve diaspora yahudilerinin gönderdiği altınlar NİLİ ajanları aracılığıyla Filistin’deki yahudilere dağıtılıyordu. Alman denizaltıları devreye girince, İngilizler posta güvercini kullanmaya karar verdiler. Ancak, güvercinlerle kurulan haberleşme sistemi, kısa zamanda hainlerin yer aldığı bu casus şebekesini ele verdi.
Osmanlı’ya ihanet eden yahudilerin ve yahudilerin elinde uçkur kuklası olan hainlerin sonları hiç iyi olmadı. 1917 Eylülü’nde NİLİ’nin casusluk faaliyetlerinin farkına varan Osmanlı Ordu İstihbaratı, bu ihanet şebekesini deşifre etti. Yakalanan Sarah Aaronson sorgulamasında hiçbir bilgi vermedi ve sonunda intihar ederek ihanetinin bedelini ödedi. Yosef Lishansky ve Naaman Belkind 16 Aralık 1917 günü idam edildiler. Aharon Aaronson 1919 yılında bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Avshalom Feinberg ise, o hep aldatıp durduğu bedeviler tarafından çölde layık olduğu şekilde öldürüldü. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra da, geride kalan sadık Türk Evlatları, Arap dünyasının dört bir yanında iz sürerek bu hainlerin birçoğunu avladılar.
Tarih hainlerden intikamını alsa da, ihanetler üzerine kurulmuş İsrail devleti, kurucu hainlerini hiçbir zaman unutmadı. İsrailli araştırmacılar tarafından, NİLİ casuslarının mezarları birer birer bulundu ve kutsandı. İsrail Gazze’ye 1967 yılında girerken, hedefinde çölde öldüğü bilinen Avshalom Feinberg’in mezarını bulmak da vardı; buldular ve mezarını Kudüs’teki Askeri Hertzl Mezarlığı’na askeri törenle aktardılar. Bugün NİLİ ismi, İsrail’de kız çocuklarına halen verilen kutsal bir isme dönüşmüştür. Gideonim ise, MOSSAD’ın altında bir yapı olarak faaliyetlerine devam etti. Gideonim, Aaronsonlara yakışır şekilde, Arapların da içine sızdı. Kendilerini Müslüman Arap olarak tanıtan yahudi erkekleri, Arap kızlarıyla evlendiler, çoluk çocuk sahibi oldular ve Filistin’in sırlarını İsrail’e sızdırmaya devam ettiler. İhanet, adeta genetik olarak, nesilden nesile aktarılarak bugüne kadar devam ettirildi.

Terör devleti İsrail


İlk Siyonist kongresi 1897 de İsviçre’nin Bassel kentinde 204 delegenin katılımı ile yapıldı. Yahudilere bir vatan bulma fikrinin babası ve tüm Yahudi örgütlerini bir çatı altında toplayan kişi Theodore Herzl’dir.
Bu kongre’de de Yahudilere Filistin’de, Kuzey sınırları Kapadokya’daki dağlara(Orta Anadolu’ya),Güney sınırı Süveyş kanalına uzanan bir devlet kurma kararı alındı. Bu sırada Filistin’de toplam 24 bin Musevi, 650 bin Arap yaşıyordu.
Bu tarihten sonra planlı bir Yahudi göçü başlatıldı. Abdülhamit’in geleceği gören basiretli tutumu bu göç dalgasına mani olunca, Yahudiler dünyanın her yerinde Osmanlı’nın yıkılması için faaliyet göstermeye başladılar.
1896 da İstanbul’a gelen ve Filistin’de toprak satın almak için izin isteyen Herzl’e Abdülhamit’in verdiği cevap tarihe altın harflerle yazılacak mahiyettedir.”Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmıştır. Türk imparatorluğu bana ait değil, milletime aittir. Ben onun bir parçasını bile veremem. Bizim cesetlerimiz taksim edilebilir ama canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem.”
Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan sonra Yahudi göçü büyük ivme kazanmış,1917 yılında Filistin’deki Yahudi nüfusu 56 bine çıkmıştır. Birinci dünya savaşından sonra Filistin İngilizler tarafından işgal edildi. Filistinli Araplar hem göçe hem işgale karşı dönem, dönem çeşitli şekillerde mücadele ettiler. Aynı dönemde Filistin’i yurt edinmek, bölgeyi Araplardan temizlemek için Yahudiler de örgütlenerek terör eylemlerine başladılar.
Bugün İsrail devletini kuran esas güç, bu tedhiş örgütlerinin kanlı eylemleridir. Yahudi terör örgütlerinin en bilinen ve en etkilileri, Hagana, Irgun ve Stern’dir. Bu örgütler 1920’li yıllardan başlayarak İsrail Devletinin kurulduğu 1948 yılına kadar bölgeyi kanla yıkamışlar, Filistinlileri yıldırmak, göçe zorlamak, topraklarını gasp etmek için her türlü insanlık dışı eylemleri yapmışlardır.
Adını saydığım Yahudilerin devletleşme mücadelesinin omurgasını teşkil eden örgütlerle diğer küçük örgütleri aynı hedefe yönelten kişi David ben Gurion’dur. Herzl siyonizmin teorisyeni yani Marks’ı ise, Gurion da pratisyeni yani Lenin’idir. Daha sonra İsrail’in ilk başbakanı olmuş, Yahudilerin atası olarak taltif edilmiştir.
İkinci dünya savaşında Avrupa’dan kaçan Yahudilerin büyük kısmı Filistin’e göçünce, 1945 de Filistin’deki Yahudi nüfusu 600 bini bulmuş, devlet olmak için gerekli demografik yoğunluğa ulaşılmıştı. Aynı yıl Ben Gurion Yahudi terör örgütlerine eylem emri verdi. Yahudi örgütleri hem işgalci İngilizlere, hem de Filistinlilere karşı birçok terör eylemi gerçekleştirdiler.
29 Kasım 1947 de Birleşmiş milletler Ülkenin Yahudilerle-Filistinliler arasında bölünmesi yönünde bir tavsiye kararı aldı. Bu karar Yahudilerin ümitlerini artırdı, eylemlerini daha çok Filistinlilere yöneltmeye başladılar.9 Nisan 1948 tarihinde Menahem Begin’in başında olduğu Irgun örgütüne bağlı militanlar Kudüs yakınındaki Deir Yasin köyünü bastı. Köylülerin tamamı(250 kişi) hunharca katledildi. Öldürülenlerin birçoğu kadın ve çocuk olup, cesetleri parça, parça edilmişti.
Bu olay İsrail için bir milat oldu. Yahudi saldırganlığının bu akıl almaz dehşeti Filistinliler üzerinde müthiş bir şok etkisi yaptı. Aynı akıbete uğramaktan korkan Filistinliler sağa sola göç etmeye başladılar. Bu da Yahudilerin Filistin’i Araplardan arındırma, tamamını işgal etme politikasına hizmet etti. Begin 1952 yılında yayınlanan hatıralarında Deir Yasin olmasaydı İsrail olmazdı diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Yahudi saldırıları Deir Yassin’le sınırlı kalmadı. Birçok köyde, yerleşim yerinde benzer dehşet verici katliamlar yapıldı. Her katliam Filistinlilerin kaçışına, bölgenin Yahudilerin eline geçmesine hizmet etti.
İsrail devleti kurulduktan sonra bu örgüt elemanlarının tamamı devlet yönetimine girdi. Dönemin bakanları başbakanları bu kan içici militanlar arasından seçildi. Gurion, Begin, Şaron, Şimon Perez, Şamir, İzak Rabin gibi isimler bakanlık, başbakanlık yaptılar. Örgütlerde kazandıkları alışkanlıkları, öğrendikleri metotları İsrail’i yönetirken de aynen uyguladılar. Asla çağdaş anlamda bir devlet yöneticisi olamadılar. İsrail’i bir örgüt devleti olarak kurup, örgüt devleti olarak yönettiler.
İsrail’in nasıl bir mantıkla idare edildiğini anlamak için genel Kurmay başkanı Refael Eytan’ın 1983 yılında söylediklerine kulak vermekte fayda var:”Açıkça ilan ediyoruz ki, Arapların Büyük İsrail’in bir santimini bile işgal etme hakları yoktur. Siz iyi yürekli insanlar(İsrailliler) şunu bilin ki; Hitler’in gaz odaları bile birer cennet sarayıdır. Zor(Arapların) tek anlayacakları şeydir. Öyleyse bizde Filistinliler dört ayaküstünde sürüne, sürüne bize gelinceye kadar zorun en şiddetlisini uygulamaya devam edeceğiz.”
İşte İsrail’i yöneten mantık budur. Daha hala Gazze katliamını anlamakta zorlanan, Hamas olmasaydı bunlar olmazdı diyen varsa, biraz vicdan muhasebesi yapmalarını öneririm. Çünkü vicdanı olan, bu katliama mazeret uyduramaz.
(İrfan Sönmez, www.habervaktim.com, 2009-01-01)

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...