31 Ocak 2012 Salı

İslama Davet Etmek Zorunda mıyım?
‘ Namaz kılmak zorunda mıyım?’ sorusuna bulduğum net bir cevaptan sonra namaza başlamıştım… İkna olmadıktan sonra zorlamalarla, tehditlerle ya da hatır gönül için kılınacak bir namaz zaten uzun soluklu olmayacaktı… Davet hayatımın, ömrümün sonuna kadar artan bir tempoyla devam edebilmesi için ‘Niçin davet etmem gerekir?’ sorusuna ikna edici cevaplar bulmam lazımdı… Yaklaşık  iki yıldır hiç aksatmadan namaz kılmış olmam( uyku-unutmalar hariç ), namaz konusunda ikna olduğuma delildir… Aynı şekilde davet konusunda da ikna olmam lazımdı…
Namaz kıldığımdan buyana islam davetinin içerisindeyim… Yurt içi ve yurt dışından çok iyi davetçilerle tanıştım ve onların davet tecrübelerinden faydalandım… Edindiğim tecrübelerin pratiğini yaptım ve Allah’a hamdolsun ki davetimin semerelerine şahit oldum… Bu yazımda sadece davete soyunan kardeşlerimizi muhatap aldığımı hatırlatarak konuma giriş yapayım.
Davete soyunan kardeşlerimiz öncelikle ‘niçin davet’ etmesi gerektiğine güzel bir cevap bulmalı… Davete çıkış niyetinin sünnetullaha uygun olması güzel meyveler yedirtir cennette… Şimdi, muhtemel davet etme sebeplerine bir bakalım;

1. Allah emrettiği için.
2. Şöhret için.
3. Nefsine hoş geldiği için.
4. Davetçilere özendiği için.
5. Cennetteki derecesinin yükselmesi için
6. Herhangi bir sebep..
İslama davet edenlerin birçoğu ‘Allah emrettiği için’ davet ettiklerini söylerler… (Oysaki bu davet çıkış niyeti herhangi bir zorlukta geri adım attırır…) Elbetteki Allah’ın emir ve yasaklarına boynumuz kıldan incedir ama Allah, hiç bir surette karşılıksız bir emir ve yasaktan bahsetmemiştir… Mesela sebepsiz bir şükür istememiştir kullarından;
‘’ Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orda size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz? (7/10)
Dikkat ederseniz sebepsiz bir şükür isteği yok… Önce vermiş olduğu ikramı hatırlatıyor daha sonra da doğal olarak kendisine teşekkür edilmesini istiyor… Bu davette de böyledir. Davet edersen hem dünyada hem de ahirette karşılığını alırsın diyor… Burada akla şöyle bir soru gelebilir; ‘ Biz cennete girmek için mi davet edeceğiz? Allah’ın rızasını kazanmak için davet etmeyecek miyiz?’ Cevap olarak derim ki; allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor;
‘’ Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip-yarışın’ ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir. (Hadid Suresi, 21)
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ cennet hedefli bir yarıştan bahsediyor… Demek ki bir davetçinin ilk hedefi cennetteki derecesinin artması olmalı… Cennetteki derecenin artmasına en güzel vesilelerden biri de insanların hidayetine vesile olup onların tüm ecrine ortak olmak… Mükemmel bir pirimle karşıkarşıyayız…
Cennete kilitlenen bir davetçinin öncelikle bilmesi gereken konuları maddeler halinde yazayım;

1. Ayet ve hadisler ışığında Cennetin tüm özelliklerini iyi okuyacak.
2. Ayet ve hadisler ışığında Cehennemin tüm özelliklerini iyi okuyacak.
İnsanların hidayeti Allah’ın elinde olduğu için davetçinin Allah ile arası çok iyi olmalı.

3. Kur’an ve sünnet ışığında Allah, isim ve sıfatlarıyla tanınmalı…
4. Duaların kabul şartlarının çok iyi bilinmesi gerekir.
İlk dört maddemizi uygulayan bir davetçinin davet hayatında başarıyı yakalaması için sırasıyla öğrenmesi gereken konuları başlıklar halinde sunayım;

1. Bir davetçide bulunması gereken vasıflar nelerdir ve kaç vasıf biz davetçilerde mevcuttur ?… (Bir an önce eksikliğinin giderilmesi lazım… Bu başlığımızın cevabını herhangi bir islam daveti kitabında bulabilirsiniz inşaallah)
2. Davet edeceğimiz kişi ya da kişilerin yakından tanınması…
Davet edeceğimiz kişinin yaşı, anlama kapasitesi, çevresi, aile hayatı, okuduğu kitaplar, arkadaş çevresi, islamı kimlerden nasıl işittiğinin bilinmesi, Allah inancını, ahiret inancını, sizinle olan samimiyet derecesinin bilinmesi, hobi ve fobilerinin neler olduğu, beğendiği yemek çeşitleri, hangi gün ve saatte müsaid olduğunun bilinmesi gibi yakından tanınmalı… Abarttığımı sanmayın kesinlikle abartmıyorum…
3. Davette kullanacağımız bilgilerin kuran ve sünnete uygun olması…
Kuran ve sünnete ters bir bilgi faydadan çok zarar getireceğinden kimsenin şüphesinin olduğunu sanmıyorum… O yüzden akidemizi- bilgilerimizi kuran ve sünnet süzgecinden geçirmeliyiz…
4. Öncelikli seçeceğimiz konuya hazırlık.
Bir insanın Allah’a kul olmasını ve ömür boyu taviz vermeden ibadete devam etmesini istiyorsak;

1. Hidayetine vesile olmak için Allah’a çokca yalvaracağız.
2. Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetleri tek tek hatırlatacağız.
3. Allah’ın her an kendisini gördüğünü, işittiğini ve kalbinden geçenleri bildiğini anlatacağız.
4. Allah’ın kendisini hiçbir zaman ihmal etmediğini, unutmadığını ve tüm hücreleriyle kendisini tanıdığını ve kendisiyle dost olmak istediğini hatırlatacağız.
5. Helal ve haramı; ‘ Allahın sevdiği ve sevmedikleri’ başlığı altında anlatacağız. ‘İçki haramdır yerine Allah içkinin içilmesini sevmiyor’gibi…
6. Dünyanın boş bir eğlenceden ibaret olduğunu örnekleriyle anlatacağız…
7. Muhatabımıza düşünme payı verip gelişmeleri yakından takip edeceğiz.
8. Hemen namaza başlamasını beklemeyeceğiz… Önce Allah ve ahiret inancının sağlam bir şekilde oturmasını sabırla bekleyeceğiz…
9. Anlatımlarımızda hidayetle nelerin değişeceğini ve çevresinden nasıl bir tepkilerin gelebileceğini anlatmamız o kişiye sert bir süprizin yumuşamasını sağlayacaktır…
10. Akidevi bilgilerin sindirildiğine şahit olduktan sonra öncelikli ibadetin namaz olduğunu ve namazla Allah’a nasıl bir mesaj verileceğini anlatacağız…
11. Allah hidayet nasip etmişse eğer, uzaktan o kişinin huşu ile namaz kıldığına şahit olup;
‘’ Ey hidayet ecrini bana nasip eden Allah’ım! O kişinin yaptığı ve yapacağı tüm ibadetlerden alacağı tüm ecirleri eksiltmeksizin bana da verdiğin için sana çok teşekkür ederim!’ diye Allah’a dua edeceksiniz….
Bu yazımızda da doğrular islamın, varsa hatalarım şeytanın vesilesiyle bana aittir… Rabbim nebevi davet uslubunu bizlere nasip etsin.(amin)

Gençlik,böyledir işte.Gençliğin heyecanıyla bazen'ağır'kelimeler sarfeder insan.Ben de öyle yapmışım.Hoşgörmenizi rica ediyorum

4 Ocak 2012 Çarşamba, 19:57 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
Sorular sorulur ve cevaplar tatmin edici bir şekilde verilirse, kalpler mutmain olur.
Fakat, inanmak istemeyen, yine inanmaz. Bile bile inkar ederek, Ebu Cehil tipi bir kafir olur. Bu küffarlığın ismi, inadî küfürdür. İyi huylu, temiz kalpli bir şüphe sahibi, tatminkar cevap alınca derhal teslim olur. "Önceden çok itiraz etmiştim, şimdi tükürdüğümü yalamam" diyerek saçmalık yapmaz. Hz. Ömer gibi, gerçeği bulana kadar yaptığı itirazlara, gerçeği bulduktan sonra hayretle tövbe eder ve der ki: "Ne kadar cahilmişim, Allah'ım sana ne kadar isyan etmişim ve sen ne kadar sabırlıymışsın ki, beni isyanım anında helak etmedin." Evet, sorular bitmez, ancak inanmak isteyenin soruları muhduttur, sınırlıdır. Çünkü, soran kişi iyi niyetli ise bilir ki:
Nedenler, niçinler, nedendir bitmez Bir şeyi inkâr için, "yok" diyebilmek yetmez.
Eskiden Müslümanlar'ı yoketmek için, öldürmek kâfi idi. Fakat, durum şimdi tamamen değişti, kafirler şöyle diyorlar: "Müslüman'ı öldürmeye lüzum yok, inancını öldürürsek fikri bizim olur, fikri bizim olunca da hem bir Müslüman eksilir, hem de biz, bir tane adam kazanmış oluruz." Fikri (inancı) öldürme metotları, tuzakları gayet basit: SORULAR... İslâm'ı bilmeyen gençlerin beynine balyoz gibi inen sorular. Cevabı veremeyen gencin param parça olan zihni ve sonra kocaman bir isyan: "BEN ARTIK İNANMIYORUM." Sen, daha önceden de inanmıyordun, inandığını zannediyordun. İnanmak için, inandığın şeyi tanıman ve çok iyi bilmen lazımdı. Halbuki sen, futbolu, rezalet filmlerini çok iyi biliyordun. Moda, kumar,
içki, kadın, kız, politika, falan artistin hayatı, filan şarkıcının hayatı derken, sevmen gerekeni sevemedin, tanıyamadın. Onun için de aklın kafirler lehine kiralandı. Sen, onlarla meşgulken, sana bir de soru tuzağı kurdular.
"Niçin yaşıyoruz? Dünyaya bir kere geldik, niçin eğlenmeyelim? Niçin zenginler mutlu? Niçin?.. Niçin? vs." Sen, senden çalındın.,Araştırmadın, çünkü çok meşguldün. Akşama çok güzel bir film vardı, yarın imtihanın vardı ona çalışacaktın, ertesi gün yaş günün vardı, daha öbür günü tiyatroya gidecektin, derken, geldi cumartesi, pazar. Bu günlerde de maç ve gezilerin vardı ve böylece hafta bitti. Sen ise sana sorulan soruların cevabını düşünemedin bile... Zaten işine de öyle geliyordu. Korkuyordun, "Ararsam, soruların cevabını bulurum, bulursam, inanırım, böylece de artık eğlenemem" diyordun." Boşver aldırma, huzurum kaçmasın" diyerek kendi kendinden korkup, benliğinden uzaklaşıyordun. Ama yanıldın. İnanmayınca hepten mahvoldun. Yıkıldın, kişiliğini kaybettin, ruhun sıkılıyordu. Ruha da inanmıyordun ki, derdinin devası için uğraşasın. Sen bir robot olmuştun. Felsefe öğretmenin sana ne diyorsa, okuduğun materyalist kitaplar sana ne diyorsa, sen onlara inandın. Mutlu oldun mu? Hayır... Asla olmadın... Ve sen, kendi iradenle değil, başkalarının iradesiyle yaşıyordun. Halbuki, adım adım bir menzile doğru gidiyordun, o kadar meşguldün ki... Bu gidişin fark edilemeyecek duruma gelmişti. Seni yaratan Rabb'ine düşman olmuştun. Adım adım ona doğru gittiğini unuttun ve kokuşmuş bir et yığını haline geldin. İlk yıkılışın sana sorulan sorularla başladı. Soruya cevap veremeyince, sen de başladın başkalarına aynı soruları zincir yaparak sormaya. Sen... Köy ağası Hasan Efendi! Sen de çok meşguldün. Sanki senin de zamanın bitmişti. Bu akşam kahvehanede köylülerle toplantın vardı. Köyün merasından, otlaklarından, hududundan konuşacaktın... Ertesi günü, kaymakam çağırmıştı, oraya gittin. Daha ertesi günü, kaymakam köye gelecekti, kaymakamı iyi ağırlaman gerekliydi, davar kesmen, tavuk kesmen lazımdı. Böylece hatalı bile olsan kimseler seni kaymakama şikayet edemeyeceklerdi... Nasıl şikayet etsin ki? Sen kaymakama pay vermiştin. Sana nasıl ceza verebilirdi? Böylece, senin de haftaların geçmişti. Allah'ı (c.c) tanımaya, İslam'ı öğrenmeye sen de vakit bulamadın. Ama maalesef senin de cesedin musallaya gelecek, bu adamı nasıl bilirsiniz dediği zaman imam efendi, hep bir ağızdan:
— İyi biliriz, iyi biliriz, denilecek. (Sahtekarlar, yalancılar, iyi olmayan bir insana,
nasıl, "İyi biliriz, iyi biliriz" diyorsunuz. İslâmiyet'in iyi demediği bir insana, "İyi" demekle ahirette Allah'a (c.c) hesap vereceğinizin şuurunda mısınız? Halbuki, senin gibi dininden bihaber, mal-mülk uğruna Allah'a (cc.) bir saatini dahi vermemiş bir zalime, "Kötü biliriz, kötü biliriz" deselerdi senin gibileri örnek almış olanlar: "Ben de halkın hakkını yersem, İslâm'ı öğrenip yaşamazsam, daha toprağa girmeden rezil olacağım" derlerdi... Ama maalesef, şuursuz, gafil Müslümanlar, bugün cami kapısında Masonlar'a, Tağut'a 'evet' deyip destekleyenlere, kısaca, kafirin her türlüsüne, "İyi biliriz, iyi biliriz" diyerek cenaze namazlarını kılıyorlar. Gafil! Müslüman, kafirin (İslam'dan başka sistem kabul eden kimsenin) cenaze namazını kılar mı? Sen, Leyla Hanım! Sen de düşünmedin İslam'ı (şeriatı), 'beğenilmem lazım' dedin de, kapanmayı yakıştıramadın kendine...
Seni de kandırmışlardı, "Kim gitmiş de kim gelmiş ahirete?!" diye. Fotoroman Karaoğlan, çeyiz, çiçek işleri ile uğraşırken, sen de vakit bulamadın. Yarın arkadaşlara gidecektin, ertesi gün, pasta günü vardı, daha ertesi gün çamaşır yıkayacaktın, başka gün düğün vardı derken, sen de hiç İslâm'ı öğrenmeden getirdin haftayı, sen de terkettin Rabb'ini, secde etmek güç geldi sana. Boş şeylerle uğraşırken acımadın vaktine ama namaza vereceğin on dakikana acıdın... Artistlerin, Leydi Diana'nın giydiği iç çamaşırlarından haberin oldu da, yumurtanın
içinden çıkan sanattan haberin olmadı. Böylece, gençliğini nefsine feda etmiş,
yaşlılığında Allah'a (c.c) dönme hayelleri kurmuştun. Böylece sen de farkedemeden, felaketin kucağına düştün. Sen Fatma Hanım! Aç kalmaktan korktun, "İllâ çalışacağım, hayatımı garanti altına alacağım" dedin. Hayatını garantiye almayı düşünürken, ahireti hiç düşünmedin... Sen bakkal efendi: Cuma günü bakkalım bir saatçik olsun kapatamadın. Cuma günü, ezan okunduktan sonra namazdan çıkıncaya kadar kazanılan bütün paranın haram olduğunu dahi bilmiyorsun veya bildiğin halde işine gelmiyor. Velhasıl, durum ne oldu?. .Türkiye'nin hatta dünyanın durumu aşure çorbasını geçti.. Şimdi de dert yanıyorsun. "Ah şu anarşistler, gözü kör olsun bu anarşistlerin, gelmesine sebep olan insanların" diyorsun. Halbuki, yapmış olduğun bedduaya sen de dahil oluyorsun fakat farkında bile değilsin. Şair Mehmet Akif Ersoy, ne diyordu:
Sahipsiz vatanın batması haktır, hak Sen sahip çıkarsan, bu vatan batmayacak.
Hani, sen sahip çıktın mı? Evet çıktın... Ama neye sahip çıktın. Bankadaki faiz paranave midenin menfaatine. Öyle değil mi? Yalnız bunu söylerken, herkes senin gibiyaptı, demek istemiyorum., Öyle gençler, öyle Hasanlar, öyle Fatmalar, öyle Leylalar var ki, sadece dinini düşünmüş, Allah'ın, "Allah sizin mallarınızı ve canlarınızı cennet mukabilinde satın almıştır"(4-a) emrine uyarak mallarını ve canlarını Allah için adamışlardır. İslâmı öğrenip, başkalarına öğretmişlerdir. (Allah, onların hepsinden razı olsun.) İşte sen senden, dininden nasıl koptun, seni dininden nasıl kopardılar?... Sorularla. O sorulan şimdi oku. Bu kitapta olan sorular, seni soru tuzaklarına karşı uyandırır sanıyorum. Eğer şen uyanmış isen, uykuda olan kardeşini de uyandır. Atalarımızın şu güzel sözünü unutma: "Su uyur, düşman uyumaz." O kadar çok sorular var ki, anlatamam. Ben, ilk olarak liseli bir genç kızın sorularını ele almak istiyorum. Vaaz vermek üzere bir mevlide davet edildim. Eve gittiğimde, içerde gayet hareketli bir görünüm vardı. Boyalı yüzler, âdet olsun diye kapanan yarım başörtüleri.. Beni başka bir odaya götürmelerini, orada vaaz için biraz hazırlanmam gerektiğini söyledim. Salonun en sonunda bir odaya geçtim. Odada üç genç kız, ellerinde sigara ayak ayak üstüne atmış oturuyorlardı. Beni gördükleri halde hiç istiflerini bozmadılar. Halbuki, İslâm ahlâkı, kapıdan giren büyük, küçük her insana, yer göstermeyi emreder. Bu kızlar, İslâm görgüsü (medeniyeti) diye bir şey bilmiyorlardı, onlara çok görmemek lazımdı. Yalnız suratları pek asılınca sordum:
ALLAH’IN "BİZ" ZAMİRİNİ KULLANMASI
   Yüce Allah tek olduğu halde Kur’ân-ı Kerim’in pek çok ayetinde "Biz" diyerek çoğul zamiri kullanmaktadır. Türkçemizde bu üslubun fazla kullanılmaması sebebiyle bu konu ciddi bir meseleymiş gibi çokça dile getirildiğinden bu hususu ele alma ihtiyacı duydum. Bu makalemizin, konuyu merak edenleri tatmin edeceğini umarım. Cenab-ı Allah’ın "biz" buyurması, azametini ifade eden bir üsluptur. Bu üslup, bilhassa, ülkenin tamamında hükmünü yürüten ve icraatta bulunan hükümdarların kullandıkları bir ifade tarzıdır. Arapçada birinci çoğul şahıs "nûn" zamiri ile yapılır. Fail tek olmasına rağmen çokluk belirten ve "nûnu’l-azame" denilen bu zamirin kullanılmasına Arap belagatinde çok rastlanır. Bu üslubun; failin azametine, yapılan icraatların ehemmiyetine, sebeplik yönünden söz konusu icraatlarda çok vasıtaların rol oynamasına, Allah’ın onlara değer vermesine, çoklukta tezahür eden birliğe yani Allah’ın ehadiyyetine, bazen Cenab-ı Hakk’ın herhangi bir meseleyi te’kid etmesine delalet etmek gibi fonksiyonları bulunmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette Cenab-ı Hakk’ın birliği, zatında fiillerinde ve sıfatlarında şeriki olmadığı tasrih edildikten sonra iltifat üslubu ile, zaman zaman şahıs değişikliği yapılır.

İltifattan burada kastım, bir belagat terimi olarak iltifat sanatıdır. İltifatta, mesela birinci tekil şahıstan birinci çoğul şahsa geçerek, "O şöyle yaptı." dedikten hemen sonra, "Biz şöyle takdir ettik." gibi bir cümle kullanılır. Zira, Allah’ın birliği, Allah’ın vahdaniyyeti artık hiç şüphe ve tereddüde mahal olmayacak bir şekilde aşikardır. Kullanılan azamet cem’inden çok kişinin değil de, tek kişinin kastedildiğinde en ufak bir tereddüt bile yoktur. Allah’ın birliği zaten yüzlerce ayette açıklanmıştır.

Aynı ayette bile Allah Teala hakkında birinci tekil şahıs (O) ile birinci çoğul şahıs (Biz) kullanılmasının sayılamayacak kadar örneği vardır. Bunlardan rastgele bazılarını aşağıda zikredelim:

"Sizi bir tek candan yaratan O’dur (…) Biz ayetlerimizi anlayan kimseler için açıkça bildirdik." (En’âm sûresi, 98)
"Gökten bir ölçüye göre su indiren de O’dur. Biz onunla ölü bir ülkeye hayat veririz. İşte siz de mezarlarınızdan öyle çıkarılacaksınız." (Zuhruf sûresi, 11)
"Şayet Biz, peygamber gelmeden kendilerini azap ile helak edecek olsaydık onlar: 'Ey Yüce Rabbimiz, n’olurdu bize bir elçi gönderseydin de biz böyle zelil ve rezil olmadan önce Sen’in ayetlerine uysaydık.' derlerdi." (Taha sûresi, 134)
"O’dur ki yeri size beşik yaptı. Orada sizin için yollar ve geçitler açtı. Gökten size yağmur indirdi. İşte o su ile türlü türlü bitkilerden çiftler çıkardık." (Taha sûresi, 53).
"O nesneler mi üstün, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve gökten sizin için yağmur indiren mi? Öyle bir su ki Biz onunla gözleri ve gönülleri açan pek güzel bahçeler bitirmekteyiz. Halbuki siz onun bir tek ağacını bile bitiremezdiniz. Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz, ama onlar haktan sapan bir güruhtur." (Neml sûresi, 60)
"O, gökleri gördüğünüz gibi, direksiz yarattı. Yere de sizi sarsmaması için sağlam dağlar koydu ve orada her türlü canlıyı üretip yaydı. Gökten de yağmur indirdik, orada her türlü çifti yetiştirdik." (Lokman sûresi, 10)
Ayrıca En’âm 5, 38, 99, 106; Fâtır 27 ve daha birçok ayete de bakılabilir.

Zaten bu üslubu pek iyi bildikleri içindir ki Cahiliyye Arap müşrikleri de bu kullanıştan şirke asla bir yol bulabileceklerini düşünmemişlerdir. Dilde böyle bir imkân olsaydı onlar şirklerine buradan bir cevaz çıkarmaya teşebbüs ederlerdi.

Yalnız, Necran Hıristiyanlarından bazılarının -teslise bir delil bulamadıklarından- bu ifadeyi bahane ettiklerine dair bir rivayet vardır. Bu da işaret ettiğimiz gibi, teslis akidesine akli delil bulmakta zorlanmaları sebebiyle ileri sürdükleri zayıf bir bahaneden ibarettir.

Bu azamet üslubu, hitabı âlemşümul olan Kur’ân-ı Hakim’e pek uygun düşmektedir. Çünkü bu üslup şunu ifade ediyor: "Nerede insan varsa, nerede mahluk varsa orada Biz varız. Biz her an ve her yerde işbaşındayız."
Gökte güneşi görmek onun varlığının delilidir. Göğe bakan, gökte güneşi görünce hemen güneşin bir olduğuna hükmeder. Fakat cam gibi her bir şeffaf şeyde, her bir kar tanesinde, her bir su damlasında adeta bir güneşin yerleşmesi, bütün bu tecellilerin hep aynı, tek bir güneşin tecellileri olması onun varlığını çok daha çarpıcı bir şekilde gösterir. Kesrette tezahür eden bu birliğe "vahdet" yerine "ehadiyyet" demek daha yerinde olur.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle, kudretiyle, merhametiyle ilmiyle, ihsanıyla, konuşmasıyla tek tek her bir mahlukun yanında olması, onlarla ilgilenmesi, onlara ihtimam göstermesi, yani ehadiyyetinin tecellisi, bu üslupla daha net ve daha kapsamlı şekilde anlatılır. Pek çok örnekten yalnız şu bölümü zikredelim:
"Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina edip süslediğimizi, onda en ufak bir dengesizlik olmadığını düşünmezler mi? Yeri de döşedik. Oraya dengeyi sağlayacak sağlam ulu dağlar yerleştirdik. Orada gönüller, gözler açan her türlü bitkiden çiftler bitirdik. Bütün bunları, Allah’a yönelecek her kula, Yaradan’ın kudretini hatırlatması, dersler veren birer basiret nişanesi ve ibret nümunesi olması için yaptık. Gökten bereketli bir yağmur indirdik. Onunla bahçeler ve biçilen ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik. Bütün bunlar kullarımıza rızık vermek içindir. Hem o yağmur ile toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır." (Kaf sûresi, 6-11) Bu pasajda görüldüğü gibi, Allah’ın rubûbiyyetinin ve ehadiyyetinin kâinatın her tarafını dolduran sayısız icraatları sıralanmış ve bunlar 10 (on) yerde azamet cem’i ile ifade edilmiş, böylece bu harika icraata münasip bir haşmet üslubu giydirilmiştir.

Diğer taraftan azamet cem’i, ifadeye daha bir tesir kazandırır. Zira yapılan icraatların hadde hesaba gelmez şahitler tarafından müşahede edildiğine delalet eder. Misal olarak Nebe’ sûresinden şu pasajı alalım: "Biz yeri bir döşek yapmadık mı? Dağları da arzı tutan birer destek (kazık) yapmadık mı? Hem sizi çift yarattık. Uykunuzu da dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü, gündüzü geçiminiz için çalışma zamanı kıldık. Üstünüzde yedi sağlam gök bina ettik. Orada pırıl pırıl yanan bir lamba koyduk. Size hububat, tohumlar, bitkiler ve ağaçları birbirine sarmaş dolaş bahçeler çıkaralım diye sıkışıp yoğunlaşmış bulutlardan bol bol yağmur indirdik." (Nebe' sûresi, 6-16) Görüldüğü gibi bu kısa pasajda Allah Teala insanların her birini tek tek yaratmasını, arzı döşek kılmasını, onları rızıklandırmak için yağmur indirmesini, bahçeler, meyveler, mahsuller çıkarmasını vb. her an milyarlarca insan ve mahluk tarafından müşahede edilen trilyonlarca icraatlarını zikretmekte, insanların bunlarla haşir neşir olduklarını, bunların nefes alıp vermeleri kadar bir yoğunlukla bütün insanlarca her an yaşandığını çarpıcı bir üslupla dile getirmektedir. Bu da azamet cem’i ile olmaktadır. "Biz öyle takdir ettik.", "Biz biliriz" gibi ifadeler kullanılmakla "Ey muhataplar! Tek tek görüp bildiğiniz gibi bütün bunları biz yaptık." manalarını ifade eder.

Cenab-ı Hak Kur’ân’da bazen "Ben" der. "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat sûresi, 56) ayeti gibi.

Bazen ona "Sen" diye hitap ederiz. "Tövbeleri çokça kabul eden ancak Sen’sin" (Bakara sûresi, 128), "Muhakkak sen azizsin, hakimsin" (Bakara sûresi, 129) gibi.

Birçok defa üçüncü tekil şahıs olarak kullanılır. "O yaptı, O yarattı, O takdir etti." şeklinde kullanılır.

Nadiren, Allah Teala tek olduğu halde tazim ifade etmek üzere Kendisine hitap ederken Siz denir. Nitekim şu ayette bu durum vardır: "Ahireti inkar edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: "Ya Rabbi" der, "ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip yararlı işler yapayım." (Mü’minun sûresi, 99-100).

Bütün bu beş türlü şahıs zamiri kullanıldığı halde, Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir yerinde Cenab-ı Hak için "onlar" zamiri kullanılmaz.

İşte bütün bunlardan şöyle bir işaret bulunabilir; Uluhiyyet, beşer dilindeki dar siga ve formlara sığmaz. Bu kullanımlar ile lisanın sınırları zorlanmakta, Allah Teala'nın sıfatlarını, fiillerini ve icraatlarını ifadeye dilin imkânlarının yetmediği anlatılmak istenmektedir.1
Biz ifadesinin kullanılmasının bir yönü de şudur: Cenab-ı Allah icraatına bazen mahlukatını perde yapmak suretiyle onlara değer verdiğini göstermek için de bu ibareyi kullanmak istemiş olabilir. Mesela: "Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz." (Hicr sûresi, 9)

Bir başka yönüne de bir misalle temas edeyim; Cenab-ı Hak Bakara sûresinde "bir halife yaratacağım"2 dedikten biraz sonra "kulnâ" (dedik)3 buyuruyor. Şimdi burada Cenab-ı Allah yaratma fiilinin yalnız kendisinin olduğundan, yaratmada hiçbir sebeb, hiçbir vasıta bulunmadığından dolayı orada "Ben yarattım" diyor.
Fakat, "dedik" ifadesinde, Cenab-ı Allah’ın kelamını insanlara tebliğde Vahy meleğinin, Hz. Peygamberin ve daha başka vasıtaların sebepliği söz konusu olduğundan Cenab-ı Allah orada cemi sigasıyla "Biz dedik" buyuruyor.4 Bunun daha başka açık misalleri vardır, ama bu kadarla iktifa edelim.

Cenab-ı Allah’ın külli rubûbiyyetinin tezahürü olarak insanlığın tamamını ilgilendiren hususlarda azamet zamirinin kullanılması pek münasip düşmektedir. Mesela: "Şu kesindir ki Biz Tevrat’tan sonra Zebur’da da: 'Dünyaya ehil kullarım varis olacaklar (dünya onlara kalacak)' diye yazdık." (Enbiya sûresi, 105) "Ehil kullarım" diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça aslı "Salihîn"dir. Elmalılı M. Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde özetle şunları yazar: "Yeryüzü fitne fesat çıkaranlardan alınır, halifeliğe ehil ve salahiyetli olan Cenab-ı Hakk’a kulluk yapanlara verilir. Yani uzunca yaşama sırrı, dürüst olma prensibine dayanır, bozuk olanlara yaşama hakkı yoktur. Zebur’da olduğu gibi Allah Kur’ân’da da bildiriyor ki dünyanın varisliği, tevhide bağlı, şirkten ve tefrikadan uzak olup en güzel ve sağlam işler işleyen kullara aittir."5

Bu ayet azamet üslubundaki çeşitli özelliklere örnek teşkil eder: Evvela: Aynı ayetin aynı cümlesi içinde Allah, Kendisini hem "Ben" (kullarım) hem de "Biz" olarak (yazdık) nitelendirmektedir. 2. Zatını "Biz" olarak tavsif ettiği gibi o kullarını da çoğul şekli ile "salihîn" diye nitelendirmesi güzel bir mutabakat teşkil etmektedir. 3. Mekan ve zaman bakımından evrensel, dünya ve insanlık çapında bir tezahürden bahsedilmektedir.
Azamet sigası bazen Allah Teala’nın muhataplarına ihtimam göstermesinin, onlara değer vermesinin ifadesi olmaktadır. Mesela: "Hiç şüphe yok ki o Zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz." (Hicr sûresi, 9) Bu ifade bize şunu düşündürmektedir: Cenab-ı Hak Kur’ân’ın sahibidir, bu sözün tek sahibi O’dur. Fakat bu kelamı Cebrail (a.s) ile göndermiştir. Muhatap Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)’dir. Peygamberimiz de, Kur’ân-ı Kerim’in metninin muhafazası için o kadar tedbirler almış, o kadar geniş bir uygulama yapmıştır ki, ayrıntıları kitaplar doldurur.
Pek iyi bilindiği üzere, insanlık tarihinin en büyük hadisesi, Kur’ân’ın yani evrensel risaletin gönderilmesidir. Kur’ân Allah’ın halk üzerindeki hüccetidir. Dolayısıyla bu metin, kıyamete kadar baki kalmalı, hem de yeryüzünün her tarafında hemen ulaşılacak şekilde bulunmalıdır. Kur’ân metninin korunmasında; Cebrail’in okuması, Hz. Peygamber (a.s.)’ın bellemesi, tebliğ etmesi, kâtiplere yazdırması, sonra vahyi tamamlanan sûreleri cem ettirmesi, her Ramazan ayında Cebrail ile mukabele etmesi, ashabından Kur’ân muallimleri yetiştirip onlar vasıtasıyla ümmetine Kur’ân öğretmesi, ashabdan Kur’ân metnini ezberleyen hafızların yetişmesi, tabiîn neslinden itibaren her nesilde kurrâlar, hafızlar yetişmesi, gele gele şu anda bile her nesilde İslâm ümmeti içinde milyonlarca hafız, Kur’ân öğreten ve öğrenen mü’minler, Kur’ân metninin bir kelimesi bile değişmeksizin dünyanın yüz binlerce köşesinde bulunmasında rol oynamışlardır. Allah Teala dünya çapındaki bu işte Kur’ân okuyan ve okutanları istihdam ettirdiğinden hem azamet sigası ile "Biz indirdik" buyurmuş, diğer taraftan "koruyucular" (hafizûn) sıfatını da cemi getirerek o milyarlarca mü’minin gayretlerine de telmihte bulunmuş, böylece onlara değer verdiğini göstermiştir.

"Biz sana aşikar bir zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın senin geçmiş ve gelecek kusurlarını affetmesi (…) içindir" (Fetih sûresi, 1-2) ayetinde kullanılan azamet cem’i, zafer kazanmada Allah Teala'nın istihdam ettiği mü’minlere değer vermesini ifade eder. Nitekim Âlûsî bu konuda şöyle demektedir: "Allah Teala'nın azamet cem’i ile zaferi Kendisine isnad ettikten sonra affetme işini ism-i a’zam olan Allah lafz-ı celiline isnad etmesi şuna işaret edebilir: Mağfiret etmede hiçbir sebebin dahli yoktur. Ama zaferi Allah bazı vasıtaları kullanarak verir. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: Büyüklerin âdeti, konuşmalarında birinci çoğul şahsı kullanmadır. Çünkü ekseriya yaptıkları icraatları, görevlilerini çalıştırarak gerçekleştirirler."6

Azamet cem’i bazen şu ayet-i kerimede olduğu gibi te’kid belirtir: "Ahirette Allah nezdinde olan nimet, eğer bilirseniz, sizin için elbette daha hayırlıdır. Sizin elinizdekiler tükenir ama Allah’ın elinde olanlar bakidir. Biz sabredenleri, işledikleri en güzel işleri esas alarak ödüllendirecek, kötülüklerini bağışlayacağız." (Nahl sûresi, 95-96). Âlûsî bu ayeti şöyle açıklıyor: "ve lenecziyennehüm (ödüllendireceğiz) ifadesinde üçüncü tekil şahıstan birinci çoğul şahsa geçilmesi, "ahirette Allah nezdinde olan nimet, eğer bilirseniz sizin için elbette daha hayırlıdır" cümlesinde yer alan vaadi te’kid için olup sözünde durmanın ehemmiyetini hatırlatmak gayesine yöneliktir."7

Bazen azamet cem’i, failin büyüklüğünü hatırlatmanın yanı sıra, aynı zamanda mef’ulün ehemmiyetini de göstermek gayesine yöneliktir. "İman edip yararlı işler yapanların mükâfatlarını ise tam tamına ödeyeceğiz. Allah zalimleri sevmez" (Al-i İmran sûresi, 57) ayetinin tefsirinde İbn Âşur şöyle der: "Nüveffihim diye azamet nununa izafe etmek, failin yaptığı işin azametine dikkat çekmek içindir. Zira Büyüğün bağışı da büyük olur."8
Buna bir başka örnek de şu ayet-i kerimedir: "Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin! Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Elçimizin görevi sadece açık bir tebliğden ibarettir." (Teğabün sûresi, 12) Âlûsî bu ayetin tefsirinde şöyle der: "Zamirle ifade ederek "onun görevi" denmesi beklenirken azamet cem’ine muzaf olarak "Elçimiz" buyurulması, Hz. Peygamber (a.s)’ı şereflendirmek gayesiyledir. Ayrıca hükmün medarına yani tebliğ görevine, bir de ondan yüz çevirmenin ne derece büyük bir vebal olduğuna (adeta Allah’tan yüz çevirme olduğuna) dikkat çekmek içindir."9

Görüldüğü üzere azamet üslubunun kullanılmasında failin azametini veya yapılan icraatların ehemmiyetini yahut o icraatların her tarafta çoklukla bulunduğunu, ayrıca çok sayıda kişinin onları gerçekleştirmede sebeplik açısından rol oynadığını, Allah Teala'nın onlara değer verdiğini göstermek gibi çeşitli fonksiyonlar bulunmaktadır. Bu üslubun kullanılması Allah’ın kapsamlı rubûbiyyetini ve Kur’ân-ı Kerim’in evrensel risaletini pek güzel yansıtmakta ve Allah’ın birliğine en ufak bir gölge düşürmemektedir. Çok sayıdaki örnek tahlil edilerek ayrıntılara girilecek olursa, Kur’ân-ı Hakîm’de Allah Teala'nın azamet cem’ini kullanmasında daha farklı inceliklerin de bulunacağı muhakkaktır. Bu makalemizde bu kadarla yetiniyoruz.
                                                                                                                Prof. Dr. Suat YILDIRIM
Dipnotlar
1.Suat Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyyet, İstanbul, 1997, s.57.
2.Bakara sûresi, 30.
3.Bakara sûresi, 35.
4.B. Said Nursi, İşaratu’l-İ’caz, Bakara 30 tefsirinde (s. 297, İhsan Kasım neşri, 1409/1989).
5.Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Enbiya sûresi, 105 tefsirinde.
6.Ruhu’l-Meani, Fetih sûresi, 1-2 tefsirinde (26/91).
7.Ruhu’l-Meani, Nahl sûresi, 95-96 tefsirinde (14/225).
8.Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, Âl-i İmran sûresi, 57 tefsirinde (1/761).
9.Ruhu’l-Meani, Teğabün sûresi, 12 tefsirinde (28/125).                                                          (Yeni Ümit Dergisi Sayı:79 Yıl:2008)
Allah’ı neden göremiyoruz diyen birisine “O’nu görmediğim an yoktur” diyenden daha mü’min, selamlamak için önünde secde eden birisine, yakasından tutup kaldırarak “Dik dur ve öyle selam ver, bizim selamlamamız budur” diye uyarandan daha asil ve “Ben kuru hurma yiyen bir kadının oğluyum” diyenden daha özgür kim olabilir?... SEVGİLİ RESULÜM SANA VE SENİN TEBLİĞ ETTİĞİN DİNE TABİİ OLDUĞUMUZ İÇİN RABBİMİZE ŞÜKREDİYORUZ. DOĞUM GÜNÜN TÜM MÜSLÜMAN ALEMİNE KUTLU OLSUN EY SEVGİLİLER SEVGİLİSİ...
CATHERİNE DELORME(Sicilyalı)
Sicilyalı heykeltraş bir babanın çocuğu olarak 1901′de doğdu.Çocukluğu Cezayir’de geçti.1.Dünya Savaşı sırasında Fransız bir doktorla evlendi.Eşinin tayini üzerine Tunus’a gitti.Müslüman olduktan sonra Hidayetullah ismini aldı.
Tunus’ta iken İslamiyete duyduğum alakadan dolayı müslüman ailelerle yakınlık kurdum.Fakat İslamiyetle ilgili sorduklarıma tatminkar cevaplar alamadım.Birgün dostluk yaptığım fakir müslüman bir ailenin kızı bana islami kadın kıyafeti giydirdi.Aynaya baktım,kıyafetimi çok beğendim.O gece rüyamda Kabe’ye gittiğimi gördüm.Rüyamı tabir eden müslüman hanım;”Bir gün mutlaka hacca gideceksin”dedi.
Birgün küçük bir sokaktaki mütevazi dükkanında,sanki bu dünyaya ait biri değilmiş gibi duran,derin bir düşünceyle huzur bulmuş nur yüzlü bir zat gördüm.Başındaki beyaz takkesiyle siyah sakalı hoş bir görüntü teşkil eden bu adam,kapalı gözleriyle ve elindeki tesbihiyle bana değişik geldi.Sanki tanıdık bir simaydı.Gözlerimi ondan ayıramıyordum.Bakışımı hissetmiş gibi gözlerini açarak tatlı bir tebessümle yaklaşmamı işaret etti.Oturmam için bir sandalye gösterdi ve;”Sana verebileceğim bir şey var mı?”diye sordu.Ondan elindeki tesbihi ve okuduğu duayı öğretmesini istedim.O zat şaşkın halde;”Tesbihi memnuniyetle veririm ama duayı neden istiyorsun?”deyince,”Evet ama senin yaptığın duayı benim de yapmama engel değil ki..Senin Rabbin benim de Rabbim değil mi?”dedim.O da;”Doğru.Fakat bu zikir müslümanların temel inancıdır.
Allah başka bütün ilahları reddeder.”La ilahe illallah”şehadetin 1.kısmıdır.Kalbden söylendiğinde İslamiyete girilmiş olunur.”dedi.Bunun üzerine ben;”Şu halde diyebilirim ki,ben her zaman müslümanmışım.Çünkü daima tek Allah’a inandım.”dedim.O zat devamla;”Şehadetin 2.kısmı yalnız İslama mahsustur.O da ;”Muhammed(s.a.v) Allah’ın Resulüdür.Hz.Muhammed’in peygamberliğine inanmak,Allah’ın birliğine inanmayı gerektirir.Bu zikri 2 kısmıyla birlikte,istersen öğretebilirim.”dedi.”Tek Allah’a nasıl inanıyorsam,O’nun peygamberlerine ve Hz.Muhammed’in onlardan biri olduğuna inanıyorum.”dedim.
Daha sonra o zat bana abdestve guslün şartlarını öğretti.Telaffuzunu öğrettiği zikri 300.000 kere çekmemi söyleyerek tesbihini verdi.Bu görevi ancak 3 ayda tamamladım.Sonra o nur yüzlü zatın yanına gittim.Tesbihini alıp,dualar okuyarak kokular sürdü ve bana geri vererek;”Bugün güzelce abdest alarak yat ve bu tesbiği yastığının altına koy,bir rüya göreceksin ve ben tabir edeceğim.”dedi.
O gece rüyamda,cami gibi bir yerde Peygamberimizi gördüm.Ben perişan,aç,sefil bir vaziyetteydim.Beni elini uzatıp yanına çağırdı.Yanına gidince birden değiştim.Şahane,pırıl pırıl bir elbiseye bürünmüştüm.O’nun kalbime telkin ettiği fikirle,benim pek az görülen bir lütfa mazhar olduğumu anladım.Ertesi gün o zatın dükkanına gidip,rüyamı anlattım.Zatın gözlerinden yaşlar boşandı.Heyecandan güçlükle konuşarak,”Biz atadan müslümanız.Gençliğimden beri bu zikre devam ediyorum.Fakat bir türlü tamamlayamıyorum.Hep yeniden başlıyorum.Dünyada herşeyden çok Resulullah’ı görmek istiyorum.Bu lütfa henüz nail olamadım.Sen bir yabancıyken ve dinimiz hakkında hiç birşey bilmezken bu lütfa mazhar oldun.”dedi.
Bir süre sonra üstüme başıma özen göstermediğimden dolayı beyim”Yeter artık,tanrınla benim aramda bir tercih yapmalısın!”deyince çok üzüldüm.Dini bilgimi,eşime farkettirmeden arttırmaya devam ettim.1950′de Fas’tayken kadıya giderek resmen müslüman olmak istediğimi bildirdim.Kadı İslam hakkında bilmem gerekenleri bildirdi.Fakat bana resmi bir belge vermekten kaçındı.Zira o zaman Fas,Fransız himayesindeydi ve ben Fransız askeri doktorunun dul eşiydim.
Hacca gidebilmek ve ölünce müslüman mezarlığına gömülmek için resmi belgeyi almayı arzuluyordum.Bu isteğime kavuştum.1951 senesinde Müslümanlığımı resmen tescil ettirdiğim sırada Fransız sömürge idaresi beni sorgulamadan geçirdi ve niçin müslüman olduğumu sordu.Ben de;”20 seneden beri islam dinine girmek istiyordum.O tarihten beri çeşitli dinler üzerinde çok ciddi araştırmalar yaparak bu karara vardım.Uzun süre çeşitli engeller sebebiyle kararımı tatbik edemedim.Hem islam dinine inanıp,hem de ibadetlerini yaparken hala hristiyan sıfatını taşımak ikiyüzlülük olurdu.İslamı,ruhi ihtiyaçlarıma daha uygun buluyorum.”Aradıklarımı,daha önce mensubu olduğum dinde bulamadım.”
YUSUF İSLAM(CAT STEVENS)
Londra’da doğdu.gençliğinde müziği seçti.cat stevens ismi ile kısa sürede ünü dünyayı tutan pop şarkıcısı oldu.1977 senesinde müslüman oldu.
Annem İsveçli bir budist,babam ise Kıbrıslı bir rum ortodokstu.Evimizde azçok hristiyanlık havası vardı.Londra’nın merkezinde katolik okuluna gönderildim.Orada Allah’a inanmamızı öğrettiler.Allah’a giden tek yolun İsa aracılığıyla olduğunu söylediler.11 yaşındayken karışık dinlerden öğrencilerin olduğu bir okula gittiğimde hemen hemen kiliseden ayrılmıştım.Ama İsa’nın üzerimdeki etkisi,teslis ne manaya geldiğini düşünmeden devam ediyordu.Müziğe başladığımda dini daha ciddi almam gerektiğine dair duyguya sahip olmama rağmen sözde hristiyan haline geldim.Pazar günleri günah işleyenlerin affedilmeleri bana ikiyüzlülük gibi geldi.Bu düşünce kiliseden uzaklaşmama yol açtı.
Bir ara Doğu’nun dini felsefeleriyle ilgilenmeye başladım.Hippilik döneminde tutku haline geldi.Budizm hakkında kitaplar okumaya başladım.Budizmi kilise öğretilerinden daha doyurucu buldum.Bu Hristiyan din anlayışına karşı ilginç alternatifti.ancak pratiği güçtü.Ailemin rum kökenine doğru gittim.Pisogorosu ve herşeyi matematik formülle sonuçlanabileceğini öğrendim.Ancak bununda pratiğide mümkün değildi.
1975′te abim Kudüs’e gitmişti.ziyaretinde MESCİD-İ AKSA’da bulunuyordu.Camiye girer girmez içimde barışçı, doyurucu hisler belirince bana İslamdan bahseden bir kart attı.Londra’ya döndüğünde bana KURAN’IN aslıyla,ingilizce tercümesini hediye etti.KURAN’ın ve Müslümanların inancı hakkında dikrim yoktu.bazen Müslümanlara MUHAMMEDİLER diyorlardı.
Bu tıpkı Hristiyanların gibi müslümanlarında Hz.Muhammed’e taptıkları intibaını veriyordu.Kuran’ı okumadan önce böyle düşünüyordum ve İslamın Avrupadaki görüntüsü hastalık ve felakete benziyordu.Daha sonra onu okumadan hakkında hüküm vermemeye karar verdim.Kuran’la karşılaşıncaya kadar hayatın amacı bir sırdı benim için,hayatı herşeyi düzenleyen bir hakimin varlığına inanıyordum,kimdi bu görünmeyen sanatkar?
Pek çok manevi-ruhi yollardan geçmiştim,fakat hiçbiri beni doyurmamıştı.Kuran’ı okumaya başladığımda hayretim arttı.Gittikçe huzura dalıyordum.Çünkü o alemlere hakim olan tek bir Allah’ın adıyla başlıyordu.okudukça KURAN’ın herhangi başka kitaplardan farklı olduğunu anlamaya başladım.her kitabın bir yazarı olur bu kitabı kimin yazdığını merak ettim.Tabii ki Kuran beşeri bir yazarın yazabileceğinden yüksek seviyedeydi.1,5 seneden fazla durmadan okudum ve bu süre içinde hiçbir müslümanla karşılaşmadım.
KURAN’ın mesajı içinde boğulup kalmıştım ve şu karara vardım:”önümde 2 tercih vardı:ya kendimi tamamen teslim edecektim veya kendi müzikli yolumda yürüyecektim.benim için birtek seçim yolunun müslüman olmak olduğunu anladım”iş bukadar kolay değildi.çünkü yükümlü olduğum esaslar ve hükümler hakkında daha fazla bilgiye muhtaçtım.geçiş dönemi diye adlandırdığım 1,5 yıllık bir süre aktı.Bu dönemde İslam hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya gayret ettim.
O sıralarda Londra Reqent’s parkta bir caminin varlığını duydum.İmamı ile tanışarak kelime-i şahadet getirdim,namaz,oruç ve zekat vecibelerimi yerine getirmeye başladım.Londra’daki müslüman kardeşlerimin arasına katıldım.Her türlü müzik aletinin haram olduğunu öğrenince,müziği bıraktım.Şimdi İSLAM’I yaşıyorum ve huzur içindeyim
MUHAMMED ALEXANDER RUSSEL WEBB(Amerikalı)
1846′da Amerika Hudson şehrinde doğdu.New-York Üniversitesinde okudu.Kısa zamanda çok sevilen ve çok takdir edilen bir fıkra muharriri oldu.St.Joseph Gazett ve Missouri Rapublican isimlerinde mecmualar neşretti.1887′de Filipinlerde Amerika konsolosu oldu.Müslüman olduktan sonra kendini tamamiyle İslamiyeti neşretmeye vakfetti ve Amerika’daki teşkilatın başına geçti.1916′da vefat etti.

Bana,ahalisinin pek çoğu Hristiyan olan Amerika’da doğan,büyüyünceye kadar mütemadiyen Hristiyan papazların yaptıkları vaazları,daha doğrusu saçmalıkları dinleyen;benim gibi bir insanın,niçin dinini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu.Ben de onlara,müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi,kısaca şöyle anlattım:
Müslüman oldum!Çünkü,yaptığım incelemeler,insanların ruhi ihtiyaçlarının ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla temin edileceğini gösterdi.
Ben daha çocukken bile,Hristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım.20 yaşıma geldiğim ve artık reşit oldğum zaman,kilisenin her şeyi günah sayan,garib ve can sıkıcı terbiyesine tamamen isyan etmiştim.Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha dönmedim.Benim araştırıcı,meraklı bir ahlakım(karakterim) vardı.
Herşeyin sebebini ve maksadını arıyordum.Bunlar için mantıki cevaplar bekliyordum.Halbuki,rahiplerin ve diğer Hristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar beni tatmin etmiyordu.Onlar,çok kereler suallerime tatmin verecekleri yerde;”Bunları biz anlayamayız.Bunlar ilahi sırlardır.”diyorlar veya”Bunu bizim aklımız kavramaz.”gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı.
Bunun üzerine,bir yandan şark dinlerini,diğer taraftan meşhur filozofların eserlerini incelemeye karar verdim.Filozoflardan Mill,Locke,Kant,Hegel,Fichte,Huxleyin ve diğerlerinin eserlerini okudum.Bu filozofların eserlerinde,hep protoplazmadan,atomlardan,moleküllerden,tanecikler den bahsolunuyor,fakat”İnsanın ruhu ne oluyor,öldükten sonra nereye gidiyor,bu dünyada ruhun nasıl terbiye edileceği”hakkında bir fikir bulunmuyordu.
Halbuki İslam dini,insanın bedeni yanında,ruhu ile meşgul oluyor ve bizi aydınlatıyordu.Bunun içindir ki,ben ne yolumu şaşırdığımdan,ne de Hristiyanlara kızdığımdan veya ani bir karara kapıldığımdan dolayı değil,tam aksine inceden inceye tedkik ettikten,büyüklüğünü,ulviyetini,ciddiyetini,mükemm elliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum.
İslamiyette esas,Allahü Teala’nın var ve bir olduğuna inanmak,O’na kendini teslim etmek ve O’na ibadet ederek lütuflarına şükretmektir.İslamiyet,Bütün insanlara kardeşliği,iyiliği,sevgiyi emreder.Onlardan ruh,beden,dil ve amel(iş)temizliğidir.İslam dini,şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli,en üstünü ve sonuncusudur.
MALCOLM X

19 Mayıs 1925′de Omaha Nebraska’da Baptist papazının oğlu olarak doğdu.6 yaşındayken beyaz Amerikalı tedhişçilerin teşkilatı olan Ku KLUX Klan tarafından evleri yakılmıştı.Malcolm’un isyan duyguları o olayla kabarmıştı.Ticaretle uğraşan babası kötü ve feci bir kazanın kurbanı edilmişti.Bu olay Malcolm’un kardeşleriyle sokakta kalmasına sebep olmuştu.
Karınlarını doyurmak için hırsızlık yapıyorlardı: Malcolm bir ıslah yurduna sevk edildi.Bu yurtta sevgi ve şefkat gördü.Birkaç zenci arkadaşı vardı.Beyazların çocukları onlara işkence,küfür ve eziyet ediyorlardı.Bu yüzden beyazlara cephe almışlardı.
Malcolm himayesine sığındığı rahibenin sayesinde ıslah yurdunun yanındaki ortaokula tek zenci talebe olarak girdi.Çalışkanlığıyla sınıfının birincisi oldu.Okulun son sınıfında ne olmak istediği sorulduğunda avukat olmak istediğini söylüyordu.Alay konusu oluyordu.Beyazlarca avukatlığın bir zenci için uygun olmadığını marangozluk yapabileceğini söylüyorlardı.
Malcolm bu yanlış saplantılar karşısında istediği mesleği seçemeyeceğini anlayarak okulu bıraktı.Newyork’a gitti.Kötü işlerle uğraşan insanlarla tanıştı.Onlara zeka ve becerisini gösterdi.Bu adamların güvenine sahip oldu.18 yaşına geldiğinde kendisine bu iş sahasında”Koca Kızıl”lakabıyla hatırı sayılır bir isim yaptı.
Afyon, gibi malları satmakla iyi para kazanıyordu.Hırsızlık suçuyla hapse girdi.1947′de mahkumiyetini çekmeye başladı.Hapiste hayatının yönünü değiştirecek olaylar yaşadı.Kardeşi Reginalt’ın tavsiyeleriyle başlayan ilgi,sonunda”Siyah adamın tabii dini” olan islama girmesine sebep oldu.Müslüman olunca”Vaktiyle beyazların buyruğu altında kör,sağır ve dilsiz bir insandım,hüviyetim artık maziye karışmıştır.Yeniden doğmuş gibi ayrı bir insanım” manasını taşıyan X sembolünü kullanmaya başladı.Amerika’da müslümanlığın yayılmasında üstün başarılar gösterir ve son nefesine kadar tebliğ yaptı.1964′de Müslüman Camisinin kurulacağını ilan etti.Haziran 1964 Afro-Amerikan Birliği Organizasyonu’nun ilk kamu mitingini yaptı.1964 Kasım ayında Afrika’ya gezi yaptı. 14 Şubat 1965 Malcolm’un evi bir ateş bombası ile tahrip edildi. 21 Şubat 1965 öldürülüceğini bile bile gittiği konferansta şehit edildi..

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...