25 Aralık 2011 Pazar

Hiristiyanlık,Paganizm ve Mitraizm

Hiristiyanlık bir çok din ve inanıştan izler taşır en çok pagan tanrılarından ve mitra dininden etkilendiği görülür.“Mitra” ifadesi ilk olarak, MÖ 1800 veya daha da eskiye ait Hindu kutsal kitabı Rig-Veda’da geçer, Mitra’nın kökeni için MÖ 3000 tarihine kadar uzandığı söylenir. Çeşitli araştırmacılar tarafından, Hinduizm dininden Perslere (Zoroastrianism/Zerdüştçülük) oradan da Roma’ya geçtiği söylenmektedir, Romalılar, Mitraizmi kabul edip benimsediklerinde ona sembolik manaları anlatmak için bilinçli olarak, Pers Mitrasında olmayan özellikler de yüklemişlerdi, onu “ölüp dirilen kurtarıcı Tanrı” yapmışlardı.Hristiyanlığı en çok etkileyen 3 Pagan Tanrısı Attis, Dionysos ve Mitra’dır.Yaygın olan bu üç gizem kültünün birbirinden etkilendiği bilinmektedir ve hristiyanlığı da doğrudan etkilemiştir.

ÖLEN VE DİRİLEN KURTARICI TANRILAR

1) AYNI İSA GİBİ, ÖLEN VE DİRİLEN TANRI: ATTİS

Attis, Frigya tanrıçası Cybele’nin oğlu veya sevgilisi olarak mitolojide yerini almış bitki tanrısıdır, 25 Aralık günü bakire NANA’dan doğmuştu, katolik kilisesi 25 Aralık tarihini “İsa’nın doğum günü” olarak niteler ancak bu tarih pek çok pagan Tanrı’nın doğum tarihi olarak bilinir, sadece bu bile, kilisenin, pagan doktrinlerini İsa’ya uyarlamakta ve pagan mitlerini alıp özümsemekte ne kadar hızlı olduğunu göstermek için iyi bir örnektir.


Attis tapınımında, kutsal yiyecek ayini vardı, şarap Attis’in kanını, ekmek ise Attis’in bedenini simgeliyordu, aynı İsa’nınki gibi:

“Size doğrusunu söyleyeyim, insanoğlunun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda." (Yuhanna 6:53-56)

Aynı hristiyanlıktaki gibi “kutsal kanda yıkanma” işlemi, insanların günahlarını affettiren bir uygulama ya da bir nevi vaftiz olarak görülüyordu, bu kan bir boğanın kanıydı, boğa kesiliyor ve onun kanında gerçekten veya sembolik olarak yıkanarak, sonsuz yaşama kavuşulduğuna, günahların affolduğuna inanılıyordu. İncil’in kendisi bunu belirtmişti:

İbr 9:13 “Murdar olanların bedensel temizliği için üzerlerine serpilen düvenin külleri ve erkeçlerle boğaların kanı onları kutsal kılıyor.”

(James George Frazer’in bu konudaki ayrıntılı kitaplarında benzerliklerden bazıları sıralanmış ve tartışılmıştır).

“Kanda yıkanma” olgusu mistik gizem külterinden hristiyanlığa geçmiştir, boğanın kanında yıkanma ve aklanma olgusu, “kuzunun” ve “İsa’nın kanında yıkanma” şekline dönüşmüştür!:

Esi 7:14 “Sen bunu biliyorsun, efendim» dedim. Bana dedi ki, «Bunlar, o büyük sıkıntıdan geçip gelenlerdir. Kaftanlarını Kuzu'nun kanında yıkamış bembeyaz etmişlerdir.”

1Yu 1:7 “Ama kendisi ışıkta olduğu gibi, biz de ışıkta yürürsek, birbirimizle paydaşlığımız olur ve O'nun Oğlu İsa'nın kanı bizi her günahtan arındırır

Attis de aynı İsa gibi “kurtarıcı” diye bilinirdi, İsa’nın “iyi çoban” olarak nitelendirilmesinin kaynağı da Attis kültüdür.


hristiyanlığın kökeni:

Yu 10:11 “Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir.”

Yu 10:14-15 “Ben iyi çobanım. Benimkileri tanırım. Baba beni tanıdığı, ben de Baba'yı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanır. Ben koyunlarımın uğruna canımı veririm.”


İyi çoban İsa Figürü MS 3. yüzyıl


İyi çoban Attis Figürü MÖ 5. yüzyıl, aynı figür Apollos için de kullanılmıştır


Attis’in annesi “Cybele”, “Göklerin kraliçesi” (Queen of heaven) idi, bu lakabın, katolik kilisesi tarafından İsa’nın annesi Meryem’e de verilmesi şaşırtıcıdır! (Mary: Queen of heaven)

Attis ile İsa hikayesi arasındaki en önemli benzerlik de Attis’in aynı İsa gibi ölmesi ve üçüncü gün yeniden dirilmesidir. (E.J. Brill, “Cybelle Attis and related Cults”, sayfa 39, Frazer, The Golden Bough, 349-350)

İncil hikayelerinde:

1Ko 15:3-4 “Aldığım bilgiyi size öncelikle ilettim. Şöyle ki, Kutsal Yazılar uyarınca Mesih, günahlarımıza karşılık öldü, gömüldü ve Kutsal Yazılar uyarınca üçüncü gün ölümden dirildi.”

Mat 20:19 “O'nunla alay etmeleri, kamçılayıp çarmıha germeleri için O'nu diğer uluslara teslim edecekler. Ne var ki O, üçüncü gün dirilecek.”

Aynı İsa gibi Attis’in üçüncü gün ölümden dirilişi de, taraftarları atrafından her yıl kutlanıyordu. (Gerald Berry, “Religions of the world”) Megalansia, Attis kültünde, üç gün boyunca süren bir bahar festivaliydi.

Attis de aynı İsa gibi ölen ve üçüncü gün dirilen kurtarıcı Tanrılardan yalnızca biriydi.

Attis kültü İsa’dan çok önce oluşmuştu ve Attis ritüelleri, bayramları kutlanıyordu.Attis kültünden bahseden bazı Roma yazarları: Varroo(MÖ 116-28), Catullus (MÖ 86-40)


İlk yüzyıllarda yazan pagan yazarlar bu benzerlikleri hristiyanlığa karşı kullanıyor, “aynı şeyleri bizim tanrılarımız da yapmışlardı, bizim Tanrımız sizinkinden daha eski” yorumuna karşı hristiyanlar ise “Evet bizim tanrımız daha sonra geldi ama şeytan yüzyıllar önce tanrılarınızı bizimö tanrımıza benzetti” şeklinde savunmalar yapıyordu

2) GREKLERİN ŞARAP TANRISI: DİONYSOS

Dionysos’a ilk defa kuzey ve doğu Yunanistan’da tapılmaya başlanmıştı, Yunanistan’a ilk defa, Homer İlyada’yı yazdığı zamanlarda MÖ 800 gibi geldiği tahmin edilir, son derece popüler bir Tanrı idi, Roma’dan Mısıra tanırırdı ve kendisine ibadet edilirdi. Dionysos kültü (Roma’da “Bacchus” diye de bilinir), İsa’nın hikayeleri üzerinde derin etki bırakan gizem kültlerinden biriydi (ayrıca bkz. Birinci bölümde gösterdiğim resim)


Çarmıha gerilen pagan Tanrısı Dionysos (Bacchus)



Bedene bürünen Tanrı İsa, annesi bakire ve ölümlü Meryem

Önceki yazımda da belirttiğim gibi İsa’nın suyu şaraba dönüştürmesi de doğrudan Dionysos mitinden alınmıştır, İsa’nın sembolik olarak etinin yenmesi ve kanının içilmesi Dionsyos, Attis ve Mitra kültlerinde yaygın olarak uygulanan bir ritüel idi.

İsa hikayelerinde kullanılan pek çok simge ve anlatım doğrudan Dionysos mitinden alınmıştır örneğin;

Mat 21:1-2 “Kudüs'e yaklaşıp Zeytin dağının yamacında bulunan Beytfacı köyüne geldiklerinde İsa, öğrencilerinden ikisini şu sözlerle köye gönderdi: «Karşınızdaki köye gidin. Hemen orada bağlı bir dişi eşek ve yanında bir sıpa bulacaksınız. Onları çözüp bana getirin.”

İsa İncil’deki hikayeye göre, Kudüs’e eşek üzerinde, “zafer” içinde ölümüne giderken resmedilir, mite göre Dionysos da aynı İsa gibi ölümüne eşek sırtında gitmiştir, (J. Harrison: “Prologemena to the study of Greek religion”) eşek simgesinin bazı sembolik anlamları vardı bu nedenle gizem kültleri arasında yaygın olarak kullanılan bir figürdü eşek insanın hayvani doğasını simgelemekte, onun üzerine binmek de “hayvani doğaya hükmediş/hayvani doğanın alt edilmesi” anlamlarına geliyordu.(J. Harrison: “Prologemena to the study of Greek religion”)

İsa’nın ölmesi ve dirilmesi, İncil’in özünü ve temel öğretisini oluşturmaktadır, Dionysos da aynı İsa gibi, çarmıhta veya bazı hikayelere göre bir ağaçta can vermişti, Titianlar tarafından yok edilmiş ve yenmişti, gömüldükten sonra dirildi ve “göğe yükseldi” kilise babası Justin Martyr’ye göre bu benzerlikler çok rahatsız edici ve “şeytani” idi.!

İsa’nın İncil’de şöyle der:

Yu 4:14 “Oysa benim vereceğim sudan içen sonsuza dek susamaz. Benim vereceğim su, içende sonsuz yaşam için fışkıran bir su kaynağı olacak.”

Dionysos da izleyenlerine 2 “su kaynağı”ndan bahsetmişti, biri yer altı dünyası Hades’ten gelen su kaynağı, diğeri ise sonsuz yaşam veren su kaynağı...İncil’deki bu ayet de, Dionysos gizem kültünün kurtuluş sembolizminden İsa’ya uyarlanmıştır.

Dionysos’a sarmaşıktan yapılı bir taç verilmişti ve mor bir cüppe giymiş olarak simgelenirdi İsa hikayesinde sarmaşıktan taç “dikenli” taca dönüşmüş, mor cüppe ise aynı kalmıştır:

Mar 15:17 “O'na mor renkte bir giysi giydirdiler, dikenlerden bir taç örüp başına geçirdiler.”





İyi çoban Orpheus kuzularıyla birlikte...

Yu 10:11”Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir”



İyi çoban İsa kuzularıyla birlikte.



Şarap tanrısı Dionysos, bir elinde haça benzer bir işaret diğer elinde ise şarap için üzümler (Egypt. Staatliche Museen, Berlin)

3) HRİSTİYANLIĞA DİREKT ETKİ EDEN GİZEM KÜLTÜ: MİTRAİZM

Mitraizm inanışının kökeni çok eskilere dayanmaktadır, “Mitra” ifadesi ilk olarak, MÖ 1800 veya daha da eskiye ait Hindu kutsal kitabı Rig-Veda’da geçer, Rig Veda yazıya geçirilmeden önce binlerce yıl boyunca devam eden sözlü gelenekle babadan oğula aktarılıyordu dolayısıyla Mitra’nın kökeni için MÖ 3000 tarihini veren bilim adamları vardır Çeşitli araştırmacılar tarafından, Hinduizm dininden Perslere (Zoroastrianism/Zerdüştçülük) oradan da Roma’ya geçtiği söylenmektedir, Romalılar, Mitraizmi kabul edip benimsediklerinde ona sembolik manaları anlatmak için bilinçli olarak, Pers Mitrasında olmayan özellikler de yüklemişlerdi, onu “ölü dirilen kurtarıcı Tanrı” yapmışlardı.(Bu özellik yalnızca Roma Mitraizminde mevcuttur)


Roma Mitrası da (Pers değil) aynı İsa gibi bir mağarada, 25 Aralık’ta, bakireden doğmuştu.(Pers kaynaklı bazı versiyonlarında “kayadan” doğduğu da söylenir)

Mitra’nın kayadan doğduğu belirtilen versiyonlarında “kayadan gelen Tanrı” (Theos ek Petras) olduğu söylenirdi, takipçileri, kurtarıcı Tanrı Mitra’nın doğduğu bu kayadan çıkan “ruhsal” suyu içmeye çalışırdı aynı hikaye İsa’ya şöyle uyarlanmıştır (Arthur Weigall, “paganism in our christianity, p129):

1Ko 10:4 “Hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler, ve o kaya Mesih'ti.”



Mitra aynı zamanda bir “güneş” Tanrısı idi, güneş tanrısı olarak takipçileri tarafından “Light of the World” (Düyanın ışığı) olarak bilinirdi.

İncil’de aynı lakap, İsa’ya uyarlanmıştır:

Yu 8:12 “İsa yine halka seslenip şöyle dedi: «Ben dünyanın ışığıyım. Benim ardımdan gelen, asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.”


Mitra şöyle der:

“Bedenimden yemeyecek ve kanımdan içmeyecek böylece benimle bir olmayacak kişi kurtarılmayacak kişidir” (J. Godwin “Mystery religions in the ancient world” 28)

Bu ifade Yuhanna İncili’inde İsa’ya şöyle uyarlanır:

“ Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda." (Yuhanna 6:53-56)

Mitra bir yazıtta şöyle der:

“Ölümsüz kanıp döküp bizi kurtardın” (R. Turcan “Cults of the Roman Empire” 226)

Aynı ifade, “İsa’nın bizim için döktüğü kutsal kanıyla kurtulduk” şeklinde İncil’de hayat bulur.

Aynı İsa gibi, Mitra da öldükten sonra göğe yükselmiş, ve yine aynı İncil’de anlatıldığı gibi, ölüleri yargılamak, diriltmek ve hüküm vermek için ikinci defa döneceği söylenmişti.(F. Cumont, “The Mysteries of Mitras” 146)


Esi 5:6 “Dört yaratığın ve ihtiyarların çevrelediği tahtın ortasında boğazlanmış gibi duran bir Kuzu gördüm. Kuzu'nun yedi boynuzu ve yedi gözü vardı. Bunlar, Tanrı'nın bütün dünyaya gönderilmiş yedi ruhudur.”

“Boğazlanmış kuzu” imgesi Mitra taraftarlarının aşina olduğu bir imgeydi, ve Mitra’nın “yedi ruhunun tek bir bedende görünümü” kabul edilmesi, İncil’de İsa’nın/kuzunun yedi boynuzu, yedi göz ve yedi ruhu olarak uyarlanmıştır. (Arthur Weigall: paganism in our christianity” page 131, 132)


Kilise babalarından Justin Martyr, “apology” yazılarında hristiyanlığın Mitraizme olan beznerliğini inkar etmiyordu ancak ona göre bu beznerliğin nedeni “şeytan” idi! Şeytan hristiyanlıktan önce dinleri, hristiyanlığa benzetmeye başlamıştı! (1. Apologia 66, 4) Günümüzde ise bu komik savunma tabi ki işe yaramamaktadır.

TESLİSİN PAGAN KÖKENİ

Hristiyanlığın (ortodoks, katolik ve protestanların) önde gelen inançlarından biri de "teslis" inancıdır, hristiyanlara göre üçlübirlik, kendini Baba, oğul ve Kutsal Ruh BENLİKLERİNDE açıklayan tek Tanrı'dır, hristiyanlara göre, Tanrı kendini 3 farklı bilinç merkezinde açıklar, bunlar Tanrı'nın parçaları asla değildir çünkü Tanrı parçalara bölünemez ancak bunlar Tanrı'nın "kişilik"leridir, "bilinç merkezleri"dir, "Baba", enerjideki güce, oğul enerjinin ışığa dönüşmüş haline, Kutsal ruh da yayılan ısıya benzetilir.
Teslis genellikle şu şekil ile açıklanır:


Üçgenin ortasında Tanrı, üstünde baba iki yanında ise oğul ve Kutsal Ruh.Kutsal Ruh ortadaki Tanrı’dır, Oğul ortadaki Tanrı’dır, Baba ortadaki Tanrı’dır ancak baba oğul değildir oğul Kutsal Ruh değildir, ortadaki yere “Madde” yazalım yanlara ve üst kısma da “katı, sıvı, gaz” yazalım, katı maddedir, sıvı maddedir, gaz maddedir ancak katı, sıvı; sıvı da gaz ile “aynı şey” değildir.

Sonuçta anlatılmak istenen üç ayrı tanrı değil de tek Tanrı'ya inandıkları ama bu Tanrı'nın 3 farklı biçimde var olup kendini açıkladığı felsefesidir.(Trinity) Böylece pek çok kültürde görülen (Osiris-Isıs-Horus, Amen-Mut-Khonsu, Khnum-Satis-Anukis..vs gibi) “triteism” inancına yani 3 ayrı Tanrı’ya değil de 3 biçimli tek Tanrı’ya inandıklarını söylerler. Ayrıca, Muhammed’in üçlü birlik ile ilgili bilgileri kulaktan dolma olduğu için ne anlatılmak istendiğini anlamamış, Kur’an’a “Allah üçün üçüncüsüdür diyen kafirdir”, “Sen, beni ve annemi de Tanrılar olarak mı kabul edin dedin?” şeklinde ayetler koymuştur, Muhammed’in hristiyan üçlü birliği hakkındaki bilgi eksikliğini bir kenara bırakırsak, konsept olarak pagan üçlemeleri ile hristiyan “üçlemesi” aynı olsa da, gerçekten de hristiyan üçlemesi diğer pek çok kültürün üçlemesinden, en azından felsefi olarak, ayrılmaktadır.

Fakat bir kültürün teslisi hristiyanlık teslisiyle nerdeyse aynıdır: TRİMURTİ (Hindu teslisi)

Trimurti üçlü birliği Brahma, Şiva ve Vişnu’dan oluşur, Brahma, Vişnu ve Şiva, ayrı Tanrılar DEĞİL, tek Tanrı’nın farklı VAROLUŞ HALLERİDİR! Brahma yaratılışı, Vişnu koruyuculuğu Şiva ise yok edilişi simgeler, Tek bir Tanrı vardır ancak bu Tanrı 3 farklı halde “işler”.Bu haliyle Trimurti, hristiyan Trinity’sinin (üçlü birliğinin) neredeyse aynısıdır! Bazı hristiyan apologistler (Apologist: “hristiyanlık savunucusu”) bunun farkına varmış ve Trimurti’nin gerçekten de hristiyan üçlü birliğine çok benzediğini kabul etmişlerdir ancak şöyle derler “En eski Trimurti simgesi, hristiyanlıktan sonra 4. ya da 5. yüzyıla aittir” Bu ifade kısmen doğrudur gerçekten de en eski Trimurti (üç başlı gösterim) kalıntıları hristiyanlığın doğuşundan sonradır ancak bu, Trimurti inancının hristiyanlıktan çok daha eski olduğu gerçeğini değiştirmez çünkü hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Hindu kutsal metinleri Trimurti anlayışından bahsetmektedir!
Örneğin daha “geç dönem” upanişadlarından olsa da, hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Maitri (Maitrayani) Upanişad’ı, Brahma, Vişnu ve Şiva’nın; Brahman’ın farklı HALLERİ, GÖRÜNTÜLERİ (aspect) olduğunu söylemektedir! (Maitrayani upanişad, 4:5)


LOGOS’UN PAGAN KÖKENİ

Yu 1:1 “Başlangıçta Söz (Grekçe: “Logos”) vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı.
Yu 1:2 Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi.
Yu 1:3 Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz olmadı.
Yu 1:4 Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.”

“Logos” ifadesi ve onun, bir kişinin (İsa’nın) “somut” hali olması yahudiliğe tamamen yabancı olan, pagan felsefesine ait bir ifadedir, ilk defa Heraklitus tarafından kullanıldığı sanılmaktadır, Tanrı’nın aracılığıyla evreni yarattığı ilk düşüncesi anlamına gelir, pagankaşmış, Hellenistik Philo tarafından da kullanılmıştır

Pagan Orpheus şöyle der: “Logos’u Tanrısal olarak görün, yaşamın dar yolunda iyi yürüyün” (İskenderiyeli Clement’in alıntısı)

Hermes Trimegistus (“üç kere kutsal Hermes”) aynı İncil gibi, logos’u “Tanrı’nın oğlu” olarak adlandırır. “Akıldan gelen, ışık veren söz, Tanrı’nın oğludur”

MÖ 6. yüzyılda yaşamış Heraklitus şöyle der: “Baba ve oğul aynıdır” (“Orpheus and Greek religion” W.K. Guthrie 227) Aynı ifade İncil’de İsa’ya şöyle uyarlanmıştır:

Yu 10:30 “Ben ve Baba biriz.”

İncil yazarları İsa ile Baba’nın aynı olduğunu anlatmak için hem Baba, Tanrı’nın oğlu gibi kavramları hem de “logos” doktrinini paganlardan almışlardır

Logos ile ilgili bütün bu örnekler, İncil’deki çoğu felsefi düşüncenin ve ifade tarzının tamamen Yunan Paganizmine ait olduğunu göstermektedir.

Diğer Pagan etkilerinden birkaçı:

Yahudi Şabat günü ve geleneği, hristiyanlar tarafından terkedilmiş, bunun yerine Yunan Pagan Tanrılarının “ölümden dirilme” günü olan Pazar günü kutsal sayılmıştır, Pazar günü, hristiyanlıktan önce Greko-Romen Pagan dünyasında “güneş festivali” olarak kutlanmaktaydı örneğin Pazar günü, Mitra’nın günü olarak kutlanıyordu “Dominus Lord’un günü” şeklinde ifade edilen Pazar günü hristiyanlar tarafından “Lord’s day” olarak İsa’ya uyarlanmıştır

Peki bu pagan inanışlarının, felsefelerinin ve ayinlerinin İsa’ya uyarlanarak “yahudiliğin devamı” şeklinde lanse edilmesinin amacı neydi? İlk Gnostikler kimdi?

MÖ 300 ve MS 100 arasında Terapeutae ve Esseniler gibi “gizemli” ve hellenistik yahudi grupların olduğunu biliyoruz bu grupların önceden beri Yunan/Pagan gizemlerini bir şekilde yahudi inancıyla uzlaştırma uğraşında olduklarını gösteren pek çok kanıt vardır; örneğin Diaspora yahudileri pagan ruhsallığına oldukça ilgi duyan bir topluluktu, Yahudiler, Paganlar tarafından pek çok kez fethedildi, MÖ 2. yüzyılda kültürel asimilasyon en üst noktasına ulaşmıştı, Kudüs’te Dionysos Yahudilerin Tanrısı ile ilişkilendirilmeye başlamıştı (Hengel M. “Jews Greeks and the Barbarians”, 71), Yahudi filozoflar pagan bilgelerden aldıkları felsefelerle kendi kutsal yazılarını yorumlaya başlamıştı, Yahudi bilgeleri, kendi dinlerini başka dinlerle uzlaştırmaya çalışıyordu, hatta çeşitli Hellenistik Yahudi kitaplarının dahi türediği bilinmektedir, Enok’un kitabında pek çok pagan motif kullanılmıştır, Aristes’in mektubu isimli yahudi metninde Zeus ile Yehova “bir” olarak gösterilmiştir! Hellenistik Yahudiler orijini itibariyle daha çok bir kabile Tanrısı olan Yehova’yı Platon’un felsefeleleri ışığında yeniden yorumluyordu.Pek çok yahudi, kendi anadillerini ve kültürlerini dahil terkederek Yunanca’yı benimsemişlerdi.

Sonuç olarak Yahudi toplumu İskenderiye’de karşılaşmış olduğu yüksek pagan kültürünün etkisine girmekten kurtulamamıştı.

İlk Gnostikler, hellenileşmiş mistik yahudilerden başkası değildi, İsa mitini de bütün bu “uzlaştırma” çabaları içinde Pagan gizemleri ile Yahudi dinini “uyumlu” hale getirmek için oluşturmuşlardı böylece hem “yahudilik” inkar edilmiyor, yeni oluşturulan din “yahudiliğin devamı, tamamlanması” şeklinde lanse edililiyor, hem de Yahudi kitaplarında beklenen Mesih, İsa miti aracılığıyla Pagan Tanrılarına dönüştürülüyordu başka bir deyişle mistik Pagan gizemleri, Yahudiler için “ulaşılabilir” hale getiriliyordu. İncil’de İsa’nın “yahudi” kökenini gösterebilmek için, uzun soy ağaçları (çelişkili) verilmektedir böylece onun “yahudilerin beklediği mesih” olduğu gösterilmeye çalışılır ancak bir taraftan da onun aslına Davud’un oğlu olduğu gibi bir de “TANRI’NIN OĞLU” olduğu, öldüğü ve ölümden dirildiği göğe yükseldiği belirtilir bu şekilde de Pagan gizemleri yahudi kılıfına sokulmuş bir biçimde öğretilmeye çalışılır böylece pagan Tanrıları gizemleri, yahudiler için hazır hale gelmiştir.

Gnostiklerin çeşitli ruhsal gizemleri yahudilere daha kolay anlatabilmek için oluşturduğu İsa miti, sonrasında pek çok farklı ve birbiriyle çelişen hristiyan ekollerinin doğmasına sebep olmuştu ancak mistik bireyci gnostikler yerine, gnostiklerin hazırladığı miti daha sonra “tarihsel” olarak kabul eden literalistler kazanan taraf olmuştu

21 Aralık 2011 Çarşamba

KABALA'NIN İÇ YÜZÜ


Yahudilerin hak dinden saparak taptıkları buzağı heykeli, pek çok araştırmacıya göre, Eski Mısır'ın dininde yer alan Aphis adlı, altından yapılma inek şeklindeki putların bir taklidiydi.
Exodus" kelimesi "çıkış" anlamına gelir ve aynı zamanda Tevrat'ın 2. kitabının başlığını oluşturur. Bu kitapta, İsrailoğulları'nın Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıkarak Firavun zulmünden kurtulmaları anlatılır. Firavun, köle olarak çalıştırdığı İsrailoğulları'nı serbest bırakmaya yanaşmamış, ancak Allah'ın Hz. Musa'ya verdiği mucizeler ve Firavun kavmine gönderdiği felaketler karşısında zayıf düşmüş, İsrailoğulları da bu sayede toplanıp Mısır'dan bir gecede topluca göçe başlamışlardır. Ardından Firavun'un saldırısı gelmiş ve Allah Hz. Musa'ya verdiği mucizelerle İsrailoğulları'nı kurtarmıştır.
Ancak Mısır'dan çıkış vakasını bize en doğru şekliyle anlatan kaynak, Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü Tevrat, Hz. Musa'ya vahyedilmesinden sonra pek çok tahrifata uğramıştır. Nitekim Tevrat'ın beş kitabı (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye) arasında pek çok çelişki bulunması buna dair önemli bir kanıttır. Bu beş kitabın sonuncusu olan Tesniye'nin sonlarında Hz. Musa'nın ölümü ve gömülmesinin anlatılması ise, bu kitapların Hz. Musa'nın vefatından sonra ilavelere uğratıldığının açık ve tartışılmaz bir ispatıdır.
Kuran'da ise İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışı, çok detaylı olarak ve en doğru şekliyle anlatılmaktadır. Kuran'da yer alan diğer tüm kıssalarda olduğu gibi, bu kıssada da haber verilen olayların içinde pek çok önemli hikmet ve sır açıklanmaktadır. Bu nedenle, akıl ve hikmet gözüyle bakıldığında, iman edenlerin bu kıssalardan sayısız ders çıkarmaları mümkündür.
Böğüren Buzağı Heykeli

Eski Mısır'a ait bir diğer put: Altın buzağı Hathor
İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışı hakkında Kuran'da açıklanan önemli gerçeklerden biri, İsrailoğuları'ndan bazılarının, Hz. Musa vesilesiyle Firavun zulmünden kurtarılmış olmalarına rağmen, Allah'a ve dinine karşı isyankar davranmalarıdır. Bazı İsrailoğulları, Hz. Musa tarafından kendilerine tebliğ edilen tevhid dinini bir türlü kavrayamamış, sürekli olarak putperestliğe yönelik bir eğilim göstermişlerdir.
Kuran'da söz konusu kişilerin bu sapkın eğilimi şöyle anlatılır:
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir. (Araf Suresi, 138-139)
İsrailoğulları'ndan bir kısmının bu sapkın eğilimi Hz. Musa'nın uyarılarına rağmen devam etmiş ve Hz. Musa'nın kendilerinden ayrılıp Tur Dağı'na gitmesinin ardından iyice açığa çıkmıştır. Samiri adlı kişi Hz. Musa'nın yokluğundan yararlanarak ortaya çıkmış, bazı İsrailoğulları'nın putperest eğilimlerini körükleyerek kavmin bir kısmını, bir buzağı heykeli yapıp ona tapınmaya ikna etmiştir:
Bunun üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?"
Dediler ki: "Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı."
Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin ilahınız ve Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. (Taha Suresi, 86-88)
Peki acaba neden bazı İsrailoğulları'nda put yapıp ona tapınmak gibi sapkın bir eğilim vardır? Bu sapkınlığın kökeni nedir?

Eski Mısır'a ait bir Hathor heykeli
Daha öncesinde böyle bir putperest inanca sahip olmayan bir toplumun bir anda aniden bir put yapmak ve ona tapınmak gibi son derece saçma bir eyleme girişmeyeceği açıktır. Bunu, ancak putperestliği kendilerince doğal karşılayan, bu batıl inancı benimsemiş insanlar yapabilir.
Oysa İsrailoğulları, ataları olan Hz. İbrahim'den itibaren hep tek İlaha iman etmiş bir kavimdir. "İsrailoğulları" ifadesi, Hz. İbrahim'in torunu olan Hz. Yakub'un oğullarını ve onlardan gelen Yahudi soyunu ifade eder. İsrailoğulları, ataları Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup'tan tek Allah'a iman etmeye dayalı tevhid inancını miras almış ve korumuşlardır. Hz. Yusuf'la beraber Mısır'a girmişler, burada uzun zaman yaşamışlar, ama Mısır'ın putperest dinine rağmen tevhid inancını muhafaza etmişlerdir. Hz. Musa kendilerine geldiğinde de, İsrailoğulları'nın tek Allah'a iman eden bir kavim oldukları Kuran'daki kıssalardan anlaşılmaktadır.
Peki bu durumda İsrailoğulları'ndan bazılarının, hem de Hz. Musa tarafından kendilerine gösterilen pek çok mucizenin ardından, bir anda kolayca putperestliğe eğilim göstermelerinin nedeni ne olabilir?
Bunun tek açıklaması, İsrailoğulları her ne kadar tevhid dini üzerine yaşayan bir toplum olsa da, içlerinden bazılarının çevrelerindeki putperest kavimlerden etkilenmeleri, Allah'ın kendileri için seçtiği din yerine cahilce putperestliğe özenmeleridir.
Konuyu tarihsel kayıtların eşliğinde incelediğimizde, İsrailoğulları'nı etkileyen putperest kültürün, uzun devirler içinde yaşadıkları Eski Mısır olduğunu görürüz. Bizi bu sonuca götüren önemli bir gösterge, Hz. Musa Tur Dağı'nda iken İsrailoğulları'nın saparak tapındıkları "böğüren buzağı heykeli"nin, aslında Mısır'daki Hathor ve Aphis adlı putların bir taklidi oluşudur. Hıristiyan araştırmacı Richard Rives, Too Long in the Sun (Güneş Altında Uzun Süre) adlı kitabında şöyle yazar:
Mısır'ın boğa ve inek tanrıları, yani Hathor ve Aphis, güneşe tapınmanın sembolleriydiler. Bu putlara tapınılması, Mısır'ın güneşe tapınma konusundaki uzun tarihinin sadece bir parçasını oluşturuyordu. Sina Dağı'ndaki (İsrailoğulları'nın tapındığı) altın buzağı ise, orada kutlanan bayramın güneşe tapınmayla ilgili olduğunu gösterir..
Mısır'ın putperest dininin bazı İsrailoğulları üzerindeki etkisi pek çok değişik aşamada ortaya çıkmıştır. Başta da belirttiğimiz gibi, bazıları putperest bir kavimle karşılaştıklarında hemen bu sapkın inanca eğilim göstermiş ve ayette haber verildiği üzere, "Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap" demişlerdir. (Araf Suresi, 138-139) İçlerinden bazılarının Hz. Musa'ya karşı söyledikleri, "Ey Musa, biz Allah'ı apaçık görünceye kadar sana inanmayız" (Bakara Suresi, 55) şeklindeki akılsızca söz de, Mısır'ın putperest dininde olduğu gibi "gözle görülen", yani maddi varlıklara (putlara) tapmak istediklerini göstermektedir.
İsrailoğulları'ndan bir kısmının burada özetlediğimiz Eski Mısır kaynaklı putperest eğilimi son derece önemlidir ve bize Tevrat'ın tahrifi ve Kabala'nın kökenleri konusunda önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Bu iki konuyu yakından incelediğimizde, her ikisinin de kaynağında Eski Mısır'ın sapkın putperest ve materyalist dininin izlerini görürüz.
Eski Mısır'dan Kabala'ya

Sefirot, Kabala'nın pagan öğretisinin en açık ifadelerinden biridir. Yandaki Kabalistik gravürde yer alan dairelerden oluşmuş şema, sefirottur. Kabalacılar, yaratılışı sefirotla açıklamaya çalışırlar. İlahi kitaplarda bildirilen gerçeklere tamamen aykırı olan bu senoryo, pagan bir hurafedir.
Bazı İsrailoğulları henüz Hz. Musa hayatta iken Eski Mısır'da gördükleri putların benzerlerini yapıp onlara tapınmaya başlamış, Hz. Musa'nın vefatının ardından içlerindeki cahil kimseler sapkınlıkta daha ileri gitmiştir. Kuşkusuz tüm Yahudiler için aynı şey söylenemez, ama aralarından bazıları Mısır'ın putperest kültürünü yaşatmış, dahası bu kültürün temelini oluşturan Firavun büyücülerinin batıl öğretilerini sürdürmüş, bu sapkınlıkları Yahudiliğin içine sokarak onu tahrif etmişlerdir.
Eski Mısır'dan Yahudiliğe devrolunan batıl öğreti, Kabala'ya da girmiştir. Bu da Mısır rahiplerinin sistemi gibi, ezoterik bir öğreti olarak yayılmış ve yine Mısır rahipleri gibi temelde büyü ile ilgilenmiştir. Kabala'daki bazı bölümlerin dikkat çekici bir yönü ise, Tevrat'taki yaratılış anlatımından çok sapkın bir anlatım içermesi, Eski Mısır'ın maddenin sürekliliğine dayalı materyalist yanılgısını korumasıdır. Türk masonlarından Murat Özgen Ayfer bu konuda şunları yazmaktadır:
Tevrat'ın ortaya çıkışından çok daha eski bir tarihte oluşturulmuş bulunduğunu göstermektedir. Kabala'nın en önemli bölümü, evrenin oluşturulmasına ilişkin kuramıdır. Bu kuram, teist dinlerde benimsenen yaratılış öyküsünden pek farklıdır. Kabala'ya göre, yaratılışın başlangıcında, "daireler" ya da "yörüngeler" anlamına gelen ve SEFİROT olarak anılan, hem özdeksel (maddi) hem de tinsel (manevi) nitelikli oluşumlar doğmuştur. Bunların toplam sayısı 32'dir; ilk onu Güneş Sistemi'ni, diğerleri ise uzaydaki öteki yıldız kümelerini temsil ederler. Kabala'nın bu özelliği, eski astrolojik inanç sistemleriyle yakın bir bağlantısının bulunduğunu ortaya koyar... Böylece Kabala, Yahudi dininden bir haylice uzaklaşır; Doğu'nun eski gizemci inanç sistemleriyle... çok daha bağdaşır.
Eski Mısır'ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat'ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala Yahudiliğin içinde ama Tevrat'a muhalif bir mistik öğreti olarak gelişmiştir. İngiliz yazar Nesta H. Webster "Ancient Secret Tradition" (Antik Gizli Gelenek) adlı makalesinde, bu konuyu şöyle açıklar:
Büyücülük, bildiğimiz kadarıyla, Filistin'in İsrailoğulları tarafından işgal edilmesinden önce, Kenanlılar tarafından uygulanıyordu. Mısır, Hindistan ve Yunanistan da kendi kahinlerine ve büyücülerine sahipti. Musa Yasası'nda (Tevrat'ta) büyücülük aleyhinde yapılmış lanetlemelere karşı, Yahudiler, bu uyarıları göz ardı ederek, bu öğretiye kendilerini bulaştırdılar ve sahip oldukları kutsal geleneği, diğer ırklardan aldıkları büyüsel düşüncelerle karıştırdılar. Aynı zamanda Yahudi Kabalası'nın spekülatif yönü, Perslerin büyücülüğünden, neo-Platonizm'den ve yeni Pisagorculuk'tan etkilendi. Dolayısıyla, Kabala karşıtlarının, Kabala'nın saf bir Yahudi kökenden gelmediği şeklindeki itirazlarının haklı temeli vardır.
Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. Allah, İsrailoğulları'ndan bazılarının, kendi dinlerinin dışındaki kaynaklardan şeytani büyü öğretileri öğrendiklerini şöyle haber vermektedir:
Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil'deki iki meleğe Harut'a ve Marut'a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: "Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme" demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 102)

Yahudilerin bir kısmı, Eski Mısır'daki ve Mezopotamya'daki pagan (putperest) toplumların kültürlerinden etkilenerek Allah'ın kendilerine yol gösterici olarak indirdiği Tevrat'tan yüz çevirdiler ve çeşitli maddi varlıklara tapmaya başladılar. Üstte, güneşe tapan pagan toplumlara ait bir tapınak
Ayette bazı Yahudilerin, ahirette kayba uğrayacaklarını bilmelerine rağmen, büyü öğrendikleri ve uyguladıkları haber verilmektedir. Yine ayetteki ifadeyle, söz konusu Yahudiler, bu şekilde Allah'ın kendilerine indirdiği şeriattan sapmış ve putperestlerin kültürüne (büyü öğretilerine) özenerek "kendi nefislerini satmış", yani imandan vazgeçmişlerdir.
Bu ayette haber verilen gerçek, Yahudi tarihindeki önemli bir mücadelenin de ana hatlarını göstermektedir. Bu mücadele, Allah'ın Yahudilere gönderdiği peygamberler ve bu peygamberlere itaat eden mümin Yahudiler ile, Allah'ın emirlerine isyan eden, çevrelerindeki putperest kavimlere özenerek Allah'ın şeriatı yerine onların inanç ve kültürlerine eğilim gösteren sapkın Yahudiler arasındadır.
Tevrat'a Eklenen Pagan Öğretiler
Doğru yoldan sapan Yahudilerin yanlışları, bizzat Yahudilerin kutsal kitabı olan Eski Ahit'in içinde de kimi zaman belirtilir. Eski Ahit'in bir tür tarih kitabı niteliğindeki kısımlarından biri olan Nehemya'da, Yahudilerin işledikleri suçu itiraf edip tevbe edişleri şöyle anlatılır:
Ve İsrail zürriyeti bütün ecnebilerden ayrıldılar ve durup suçlarını ve atalarının fesatlarını itiraf ettiler. Ve oldukları yerde ayağa kalktılar ve günün dörtte birinde Allahları RABBİN şeriat kitabından okudular; ve dörtte birinde suçlarını itiraf edip Allahları Rabbe secde kıldılar. Ve Yesua ve Bani, Kadmiel Sebanya, Bunni, Serebya, Bani ve Kenani, Levililer merdiveni üzerinde ayağa kalkıp yüksek sesle Allahları Rabbe feryat ettiler...
(Dediler ki): Atalarımız... itaatsizlik ettiler ve sana karşı âsi oldular ve senin şeriatini arkalarına attılar ve onları sana döndürmek için kendilerine karşı şehadet eden senin peygamberlerini öldürdüler ve büyük küfürler ettiler. Ve düşmanlarının eline onları verdin ve onları sıkıştırdılar; ve sıkıntıları vaktinde sana feryat ettiler ve sen göklerden işittin ve çok merhametlerine göre onlara kurtarıcılar verdin, bunlar da düşmanlarının elinden onları kurtardılar. Fakat rahat bulunca yine senin önünde kötülük ettiler, bundan dolayı düşmanlarının elinde onları bıraktın ve üzerlerinde saltanat sürdüler; fakat onlar dönüp sana feryat edince göklerden işittin; ve rahmetlerine göre çok kereler onları kurtardın, ve onları kendi şeriatine döndüresin diye onlara karşı şehadet ettin. Fakat azgınlık ettiler ve senin emirlerini dinlemediler, fakat hükümlerine karşı suçlu oldular -o hükümler ki, insan onu yapmakla yaşar-. Ve omuzlarını yükten kaçırıp enselerini sertleştirdiler ve dinlemediler... Fakat çok merhametlerinden ötürü onları büsbütün bitirmedin ve onları bırakmadın; çünkü sen lûtfeden ve çok acıyan Allahsın.
Ve şimdi, ey Allahımız, ahdi ve inayeti koruyan büyük, kudretli ve heybetli Allah... Sen başımıza gelen herşeyde âdilsin, çünkü hakikatle davrandın fakat biz kötülük ettik; ve kırallarımız, reislerimiz, kâhinlerimiz ve babalarımız senin şeriatini tutmadılar ve onlara karşı şehadet ettiğin emirlerini ve şehadetlerini dinlemediler. Ve kendi ülkelerinde, onlara verdiğin bol iyilik içinde ve önlerine koyduğun geniş ve semereli diyarda sana kulluk etmediler ve kötü işlerinden dönmediler. (Nehemya, Bap 9, 1-35)
Bu pasaj, Yahudilerin tekrar Allah'ın dinine dönmesini isteyen bir düşüncenin ifadesidir. Ancak Yahudi tarihi içinde kimi zaman diğer taraf ağırlık kazanmış, Yahudi toplumuna hakim olmuş ve sonra da Yahudiliği kısmen de olsa tahrif etmiştir. Bu nedenle, Tevrat'ın ve diğer Eski Ahit kitaplarının içinde, üstteki gibi hak dine uygun anlatımlar bulunduğu gibi, sapkın putperest (pagan) öğretilerden aktarıldığı anlaşılan anlatımlar da vardır. Örneğin (Tüm bu ifadelerden Allah'ı tenzih ederiz.):
* Tevrat'ın ilk kitabında Allah'ın tüm evreni 6 gün içinde yoktan yarattığı anlatılır. Bu doğru bir bilgidir ve vahiy kaynaklıdır. Ama hemen ardından, Allah'ın 7. günde "dinlendiği" gibi tamamen hayal ürünü bir iddia ortaya atılır. Allah'a insani bir sıfat atfetmeye yönelik bu sapkın fikir, pagan bir zihniyetin ifadesidir.
* Tevrat'ın diğer bazı kısımlarında, Allah'a karşı saygıya uygun olmayan bir üslup vardır ve özellikle Allah'a birtakım uydurma insani zaaflar atfetme eğilimi dikkati çekmektedir. (Allah'ı tenzih ederiz) Bu uydurma senaryolar, putperest kavimlerin kendi hayali tanrılarına atfettikleri insani zaaflara benzemektedir.
* Allah'a karşı uydurulan bu iftiraların birisi, İsrailoğulları'nın atası olan Hz. Yakub'un "Allah ile güreşip onu yenmesi" gibi son derece saçma bir senaryodur. İsrailoğulları'na üstün bir ırk payesi vermek için ortaya atıldığı aşikar olan bu senaryo, putperest kavimlerde yaygın olan "kabile asabiyetinin" (Kuran'daki ifadeyle "öfkeli soy koruyuculuğunun") bir ifadesidir.
* Eski Ahit'te Allah'ı sanki sadece İsrailoğulları'nın ilahı gibi göstermeye yönelik bir eğilim vardır. Oysa kuşkusuz Allah tüm alemlerin ve tüm insanların İlahı ve Rabbidir. Eski Ahit'teki bu "milli din" fikri, her kabilenin kendine has bir ilaha tapındığı pagan kültüre uymaktadır.
* Eski Ahit'in bazı kitaplarında (örneğin Yeşu'da), Yahudi olmayan kavimlere karşı çok büyük vahşet buyrukları verilir. Kadın, çocuk ve yaşlı ayrımları yapılmadan kitle katliamları emredilir. Allah'ın adaletine tamamen aykırı olan bu acımasız vahşet, hayali "savaş tanrı"larına inanan barbar pagan kavimlerin vahşet kültürünü andırmaktadır.
Tevrat'a eklenen tüm bu pagan düşüncelerin kuşkusuz bir kaynağı olmalıdır. Birtakım Yahudilerin, Tevrat dışında itibar ettikleri, benimsedikleri ve korudukları bir gelenek olmalıdır ki, oradaki sapkın fikirleri Tevrat'a dahil ederek onu değiştirmiş olsunlar. İşte bu gelenek, asıl kökenleri Eski Mısır'daki rahiplere (Firavun rejiminin büyücülerine) uzanan, bir kısım Yahudiler tarafından oradan devralınıp korunan Kabala'dır. Kabala, Eski Mısır'ın ve sonra diğer putperest kültürlerin Yahudilik içine girip barınabileceği, gelişebileceği bir gelenek haline gelmiş ve Tevrat da söz konusu Kabala merkezli sapkın Yahudi öğretisine göre tahrif edilmiştir. Kabalacılar, "Kabala'nın aslında Tevrat'ın gizli sırlarını açıklayan bir öğreti olduğunu" iddia etmişlerdir elbette, ama gerçekte Kabala'nın içinde Yahudi tarihçi Theodore Reinach'ın ifade ettiği gibi "Yahudiliğin damarlarına giren ve onu tamamen ele geçiren gizli bir zehir" vardır.
Nitekim Eski Mısır'ın materyalist "dünya görüşü"nün açık izlerini Kabala'da bulmak mümkündür.
Kabala'nın Yaratılış Gerçeğini göz ardı eden Batıl Öğretisi
Allah, Tevrat'ın ilk halinin hak bir kitap olduğunu ve insanlara "hidayet ve nur" getirdiğini Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Gerçek şu ki, Biz Tevrat'ı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi)... (Maide Suresi, 44)

Kabala'nın evrenin ve canlıların kökeni hakkındaki öğretisi, İlahi kitaplarda anlatılan yaratılış gerçeğine tamamen aykırı, hurafelerle dolu bir efsanedir.
Dolayısıyla Tevrat, Allah'ın varlığı, birliği, sıfatları, evreni yaratışı, insanın yaratılış amacı, Allah'ın insana emrettiği ahlak gibi konularda, Kuran'a mutabık bilgiler ve hükümler içerir. (Ama gerçek Tevrat bugün elimizde değildir, elimizde tahrif edilmiş bir "Muharref Tevrat" vardır.)
Gerçek Tevrat'ta ve Kuran'da ortak olan çok önemli bir nokta, Allah'ın "Yaratıcı" (Halik) sıfatıdır. Allah, ezelden beridir var olan yegane mutlak varlıktır. Allah'tan başka herşey, O'nun yokluktan yarattığı mahluklardır. Tüm evreni, içindeki gök cisimlerini, cansız maddeleri, canlıları ve insanı, Allah yaratmış ve şekillendirmiştir. Allah tektir, O'nun hiçbir ortağı yoktur.
Gerçek bu iken, "Yahudiliğin damarlarına giren ve onu tamamen ele geçiren gizli bir zehir" olan Kabala'da çok farklı bir anlatım vardır. Kabala'nın Allah ve yaratılış hakkındaki öğretisi, Gerçek Tevrat'ta ve Kuran'da bildirilen ve üstte kısaca açıkladığımız "yaratılış gerçeği"ne tamamen aykırıdır. Amerikalı araştırmacı Lance S. Owens, Kabala hakkındaki bir yazısında bu öğretinin varlığın kökeni hakkındaki senaryosunu şöyle anlatır: (Bu alıntıda yer alan tüm ifadelerden Allah'ı tenzih ederiz.)
Kabalistik tecrübe, kutsallık hakkında çeşitli algılamaları doğurmuştur ki, bunların çoğu genel kabul edilen görüşten hayli uzaklaşmışlardır. İsrail'in inancının en temel taşı, "Tanrımız Birdir" şeklindeki beyandır. Ama Kabala, Tanrı'nın tamamen açıklanamaz bir teklik olarak en yüksek formda var olduğunu kabul etse de (ki buna Kabala dilinde Ein Sof, yani sonsuzluk adı verilir), bu bilinemez tekliğin kaçınılmaz olarak birçok tanrısal forma dönüştüğünü iddia etmiştir: Yani çok sayıda tanrıya. Kabalistler bunlara "Sefirot" adını verirler, bu Tanrı'nın yüzleri veya kapları anlamına gelir. Tanrı'nın anlaşılamaz bir teklikten bu çokluğa geçişi, Kabalistlerin pek çok meditasyon ve spekülasyonuna neden olmuş bir sırdır. Açıkçası, bu çok yüzlü Tanrı imajı, çok tanrılı olmak suçlamalarını da beraberinde getirmiştir. Kabalistler bu suçlamaya karşı çıkmışlar, ama başarılı bir şekilde cevaplandıramamışlardır.
Kabalistik teosofide İlahi varlık sadece çoğul sayılmakla kalmaz, ama aynı zamanda Tanrı'nın ilk belirsiz yansımasında Erkek ve Dişi olarak ikili bir form aldığına inanılır. Bunlar kutsal Baba ve Anne'dir veya Kabala diliyle Hokhmah ve Binah. Kabalistler Hokhmah ve Binah arasındaki ilişkinin nasıl yeni formlar oluşturduğunu anlatmak için açıkça seksüel benzetmeler kullanmışlar.
Kabala'nın tam anlamıyla bir "hurafe" olan bu senaryosunun ilginç bir özelliği, insanı "yaratılmış" bir varlık saymaması, adeta insana bir tür ilahlık atfetmesidir. Lance S. Owens bu Kabala hurafesini de şöyle açıklar:
Kabala'nın karmaşık Tanrı imajı... aynı zamanda antropomorfik (Allah'a insani vasıflar atfeden) bir şekildedir. Bir Kabalistik yoruma göre Tanrı, Adam Kadmon'du; yani ilk ve örnek insan. (Bu inanca göre) İnsan, Tanrı ile kendi özünden gelen, yaratılmamış bir kıvılcım ve kompleks, organik bir form paylaşıyordu. Adam (Adem) ile Tanrı arasındaki bu garip Kabalistik özdeşleştirme, aynı zamanda Kabalistik bir şifre ile destekleniyordu: İbranice'de Adem ve Yehova (Yod he vav he harfleri) kelimelerinin sayısal değeri aynıydı; 45. Dolayısıyla Kabalistik yorumda Yehova Adem'e eşit sayılıyordu; Adem Tanrıydı. Bu iddiayla birlikte, tüm insanlığın en yüksek realizasyonunda Tanrı gibi olduğu iddiası geliyordu.
Pagan dinlerin hurafelerinden devşirilmiş olan bu sapkın inanışlar, Yahudiliğin dejenarasyonunun temelini oluşturdu. İnsanı sözde ilahlaştırmaya kalkacak kadar akıl sınırlarının dışına çıkan bazı Yahudi Kabalistler, söz konusu "insan"ın da sadece Yahudilerden ibaret olduğunu, diğer ırkların insan sayılmadığı batıl inanışlarını da senaryolarına eklediler. Bunun sonucunda, bir ve tek olan Yüce Allah'a iman ve kulluk inancının yerini sapkın putperest inanışlar ve uygulamalar almaya başladı. B ubatıl inanışlar bir zaman sonra Tevrat'ın da tahrif edilmesine ve içine hak din ahlakına uygun olmayan inanışların dahil edilmesine neden oldu.
Kabala'da yer alan sapkın öğretilerdeki bir diğer ilginç nokta, Eski Mısır'ın pagan öğretisiyle paralellik göstermesiydi. Eski Mısırlılar, daha önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, "maddenin hep var olduğu" yanılgısına sahiptiler, bir başka deyişle maddenin yoktan yaratıldığını reddediyorlardı. Kabala'daki bazı bölümler ise aynı reddiyeyi insan için yapıyor, insanın yaratılmadığını, kendi varlığının sorumlusu olduğu yanılgısını ileri sürüyordu.
Eğer günümüzün terimleriyle konuşursak, Eski Mısır'ın öğretisinin adı "materyalizm"di. Kabala'nın bazı bölümlerindeki öğreti ise "seküler (din dışı) hümanizm".
Ne ilginçtir ki, bugün bu iki yanılgı, son iki yüzyıldır dünyanın büyük çoğunluğuna hakim olan kültürü de tarif eden kavramlardır.
Acaba tarihin derinliklerinden Eski Mısır ve birtakım Kabala öğretilerini günümüze taşıyan birileri mi olmuştur?
Tapınakçılar'dan Masonlara
Önceki sayfalarda Tapınakçılar'dan söz ederken, bu garip Haçlı örgütünün Kudüs'te bulduğu bir "giz"den etkilendiğini ve bunun sonucunda Hıristiyanlıktan çıkarak garip büyü ayinlerine giriştiğini anlatmıştık. Başta belirttiğimiz gibi, konuyu inceleyen pek çok araştırmacının ortak görüşü, bu "giz"in Kabala ile ilişkili olduğudur. Örneğin okültizm (gizli ilimler) tarihinin ünlü uzmanlarından Fransız yazar Eliphas Lévi, Histoire de la Magie (Büyünün Tarihi) adlı kitabında, Tapınakçılar'ın Kabala doktrini ile "inisiye edildiklerini", yani bu doktrin ile gizli bir biçimde eğitildiklerini detaylı kanıtlar göstererek anlatır.
Kabala'nın içinde, bir önceki bölümde incelediğimiz gibi, kökenleri Eski Mısır rahiplerine uzanan, batıl bazı öğretiler bulunmaktadır. Bazı Yahudiler Eski Mısır'dan devraldıkları bu öğretiyi, Ortadoğu'daki putperest kavimlerin büyü inançlarıyla da (Kuran'daki Harut ve Marut ile ilgili Bakara Suresi 102. ayetinde haber verildiği gibi) karıştırarak batıl bir gelenek şeklinde korumuşlar ve Tevrat'ı buna göre tahrif etmişlerdir. Böylece kökenleri Eski Mısır'dan gelen öğreti, Kabala üzerinden Tapınakçılar'a aktarılmıştır.
İtalyan yazar Umberto Eco, Foucault Sarkacı adlı romanında söz konusu gerçekleri bir roman akışı içinde aktarır. Umberto Eco, roman boyunca, canlandırdığı kahramanların ağzından Tapınakçılar'ın Kabala'dan nasıl etkilendiklerini ve Kabalacıların, eski Mısır zamanındaki firavunlara uzanan bir "giz"e sahip olduklarını anlatır. Eco'ya göre, Eski Mısırlılar'ın sahip olduğu "giz"ler, bazı Yahudi önde gelenleri tarafından öğrenilmiş ve sonra da bu Yahudiler tarafından Eski Ahit'in ilk beş kitabına (Muharref Tevrat) serpiştirilmiştir. Ancak üstü kapalı bir biçimde anlatılmış olan bu "giz" ancak Kabalacılar tarafından anlaşılabilmektedir. (Zaten daha sonra İspanya'da yazılacak ve Kabala'nın temeli haline gelecek olan Zohar, bu söz konusu beş kitabın "giz"lerini konu edinecektir) Umberto Eco, Kabalacıların Eski Mısır'dan devraldıkları bu "giz"in Süleyman Tapınağı'nın geometrik ölçülerinden de okunduğunu söyledikten sonra, Tapınakçılar'ın bu gizi, o dönemde Kudüs'te bulunan Kabalacı hahamlardan öğrendiklerini yazar: "... Gizi, Tapınak'ın açıkça söylediği şeyi sezinleyenler, Filistin'de kalan bir avuç hahamdır yalnızca... Tapınakçılar da onlardan öğreniyorlar."

Süleyman Tapınağı'nın bir maketi. Tapınakçılar ve masonlar, Hz. Süleyman hakkındaki batıl inançları nedeniyle, bu tapınakta sözde pagan kültürlerden kalma bir "giz" olduğuna inanmışlardır. Masonik literatürde Süleyman Tapınağı'na bu denli yoğun bir vurgu yapılmasının nedeni budur.
Tapınakçılar Eski Mısır-Kabala öğretisini benimsemekle, doğal olarak, Avrupa'da hakim olan Hıristiyanlık temelli düzenin muhalifi haline gelmişlerdir. Bu muhalefette onlarla aynı safta olan bir diğer önemli güç ise bazı Yahudilerdir. Tapınakçılar'ın Fransa Kralı ve Papa'nın ortak kararıyla 1307 yılında tutuklanmalarının ardından, bu muhalefet yer altına inmiş, ama eskisinden daha radikal ve kararlı biçimde devam etmiştir.
Daha önceden de belirttiğimiz gibi, Tapınakçılar'ın önemli bir bölümü tutuklamalardan kurtulmuşlar, kendilerine güvenli bir yer bulabilmek içinse o dönemde Avrupa'da Papa otoritesini tanımayan tek krallık olan İskoçya'ya kaçmışlardır. İskoçya'daki duvarcı loncalarına sızmışlar, zamanla bu loncaları ele geçirmişler, loncalar Tapınakçı gelenekle özdeşleşmiş ve böylece masonluğun kökeni İskoçya'da oluşmuştur. Nitekim hala günümüz masonluğunun temeli, "Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti"dir.
Yeni Masonik Düzen adlı kitabımızda detaylı olarak incelediğimiz gibi, 14. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa tarihinin çeşitli aşamalarında Tapınakçılar'ın -ve onlarla ilişki halindeki bazı Yahudilerin- izlerini görmek mümkündür. O kitapta incelediğimiz bazı konu başlıklarını, detaylarına girmeden, şöyle belirtebiliriz:
* Fransa'daki Provins bölgesi, Tapınakçılar'ın önemli sığınaklarından biriydi. Tutuklamalar sırasında pek çoğu burada saklanmıştı. Bölgenin diğer bir önemli özelliği ise, aynı zamanda Avrupa'nın en belirgin Kabala merkezi olmasıydı. Provins, sözlü bir gelenek halindeki Kabala'nın kitaba döküldüğü yer oldu.
* 1381 yılında İngiltere'de patlak veren Köylü Ayaklanması, tarihçilerin kabulüne göre, bir tür "gizli organizasyon" tarafından körüklenmişti. Masonluk tarihini inceleyen uzmanlara göre, bu "gizli organizasyon" Tapınakçılar'dı. Ayaklanma basit bir sosyal patlamanın ötesinde, Katolik Kilisesi'ne yönelik planlı bir saldırıydı.
* Bu ayaklanmadan yarım asır sonra Bohemya bölgesinde John Huss adlı bir din adamının Katolik Kilisesi'ne karşı başlattığı muhalefetin ve ardından gelen ayaklanmanın da perde arkasında Tapınakçılar vardı. Dahası Huss, Kabala ile çok yakından ilgilenmiş bir kişiydi. Doktrinlerini geliştirirken kendisinden etkilendiği en önemli isim olan Avigdor Ben Isaac Kara, Prag'daki Yahudi cemaatinin hahamlarından biri ve bir Kabalacıydı.
Bu gibi örnekler, Tapınakçılar ve Kabalacılar arasındaki oluşan ittifakın, Avrupa'da bir sosyal düzen değişikliği peşinde olduğunun işaretleriydi. Bu değişiklik, Hıristiyanlık temelinde yükselen Avrupa kültürünün değiştirilmesi, bunun yerine Kabala temelli bir kültür yerleştirilmesini öngörüyordu. Bu kültürel değişimin ardından ise, siyasi değişiklikler gelecekti. Fransız Devrimi, İtalyan Devrimi gibi...
İlerleyen bölümlerde Avrupa tarihinin bazı önemli dönüm noktalarını inceleyeceğiz. Her aşamada karşımıza çıkacak olan gerçek, Avrupa'yı dindar bir kültürden uzaklaştırmak, bunun yerine din-dışı bir ideoloji yerleştirmek ve bu amaçla halkı din ahlakından uzaklaştırmaya çalışan bir gücün varlığı olacaktır. Bu güç, Eski Mısır'dan Kabala'ya aktarılmış olan öğretiyi Avrupa'ya kabul ettirmeye çalışmıştır. Bu öğretinin temelinde ise, daha önce de belirttiğimiz gibi, iki kavram ön plana çıkar: Hümanizm ve materyalizm.
Önce hümanizmi inceleyelim.
 

17 Aralık 2011 Cumartesi

HIRİSTİYAN FUNDAMENTALİZMİ


Dünyanın sonuna ve ahirete ilişkin eskatolojik beklentiler, dinlerin hemen hepsinde önemli bir yer tutar. Dünyayı ve insanlığı nasıl bir son beklemektedir? İnsanın günü birlik maruz kaldığı kötülüklerin ve gittikçe artan kaosla zulmün bir sonu olacak mıdır? İnsanın bireysel yaşamında tecrübe ettiği son, makro planda insanın içinde yaşadığı evren için de geçerli midir? Bu ve benzeri birçok sorunun doğurduğu düşünceler, dinsel geleneklerin temelinde yatan sorunsalları oluşturur. Bu sorulara her inanç sistemi ken-di teolojik yapısı ve geleneği çerçevesinde cevaplar arar.

Dünyanın sonlu olduğunu kabul eden diğer dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da dünyanın sonuna yönelik beklentilerin, bireyin inanç dünyasında önemli bir fonksiyon üstlendiği kesindir. Bu beklentiler, inanan açısından, hak ve adaletin tecelli etmesi, kö-tülüğün ve kötülerin cezalandırılması, günah ve ölüm kısırdöngüsünden mutlak kurtu-luş ve tanrısal âlemde ebediliğe kavuşma gibi istençlere cevap vermektedir. Hıristiyan geleneğinde bu yöndeki beklentilerin odak noktasını, kurtarıcı İsa Mesih'in ikinci gelişi inancı oluşturur.

Parousia olarak adlandırılan bu inanç, Hıristiyan kaynaklarında yoğun şekilde işlenmektedir. Pavlus, cemaatine gönderdiği mektuplarında İsa'nın gelişinin an meselesi olduğunu, hatta içinde bulunduğu cemaatin yaşamı esnasında İsa'nın gelece-ğini şu sözlerle belirtir: "Biz yaşamakta olanlar, Rabbin gelişine dek diri kalacak olanlar, gözlerini yaşama kapamış olanların önüne asla geçmeyeceğiz." ("I Selanikliler", 4: 15) Bu bekleyiş, ilk dönem Hıristiyanlarını bir cemaat halinde diri tutan önemli direnç nok-talarından birisi olmuştur. Ancak İsa'nın gelişinin bir türlü gerçekleşmemesi ve cemaat-ten bazı kişilerin ölmesi üzerine Pavlus, Parousia'ya yönelik beklentisinde bir değişiklik ihtiyacı duymuş ve İsa'nın gelişinin gecikebileceğini ifade etmiştir: "Size bir sır açıklıyo-rum. Hepimiz ölmeyeceğiz; son borazan çalınınca hepimiz bir anda, bir göz kırpmasın-da değiştirileceğiz." ("I Korintliler", 15: 51) Zamanla Pavlus'un bu beklentisi de gerçek-leşmemiş ve İsa'nın gelişi ahir zamanın belirsiz bir anına yönelik bir beklentiye dönüş-müştür.

Hıristiyan kaynakları, İsa'nın ikinci gelişiyle birlikte, o esnada hayatta olan İsa yanlılarının (i) ölümlü dünyevi elbiselerinden sıyrılarak ölümsüzlük niteliğine kavuşa-caklarını ve (ii) bu nitelikleriyle dünyadan alınıp bulutlar içerisinde ilahi âlemlere yük-seltileceklerini vurgular. ("Filipililer", 3: 21, "I Selanikliler", 4: 17) Yine buna göre, da-ha önce ölmüş olan İsa yanlıları da diriltilerek ölümsüzlük elbisesine bürünmüş halde onlara katılacaklardır. Özellikle Vahiy kitabındaki anlatılar dikkate alındığında, bu olay öncesinde ve sonrasında, bütün Hıristiyan olmayanları içeren inançsızları ise korkutucu olaylar beklemektedir.

Hıristiyan geleneğinde geçmişten günümüze canlılığını korumuş olan ve bütün Hı-ristiyanlarca geleneksel iman formülasyonunda/kredosunda kullanılan genel bir inanç unsuru olarak kabul edilen İsa'nın ikinci gelişine yönelik bu beklentinin, özellikle Pro-testan çevrede oluşan çeşitli Mesiyanist/Mesihçi ve Milenyanist/Binyılcı mezhep ve tari-katlarda daha fazla öne çıkarıldığı görülmektedir. Bu mezhep ve tarikatlar, kutsal me-tinlerde İsa'nın gelişine yönelik ifadeleri, kendi öğretilerinde merkeze oturtmakta ve çeşitli inanç ve ritüellerini bu beklentiyi ön plana çıkaracak şekilde yorumlamaktadırlar.

Hallsell'in Tanrıyı Kıyamete Zorlamak başlığıyla Türkçeleştirilen çalışması (Forcing God's Hand), günümüz Hıristiyan Batı dünyasında oldukça yaygın olan bu beklentilere ve bu bağlamda var olan şiddet yanlılığına yönelik önemli bilgiler içermektedir. ABD'li bir gazeteci olan yazarın, siyahlar, Kızılderililer ve Meksikalılar gibi ABD'nin ötekileri üzerinde yaptığı çalışmalarını hazırlarken, bizzat bu grupların içerisinde yer alarak (hatta siyahlara yönelik çalışmasında derisini siyaha boyayıp beyazların arasında siyah bir kadın olarak yaşamayı tecrübe ederek) edindiği izlenimleri yansıtması, onun çalış-malarını daha da ilginç hale getirmektedir. Nitekim Hallsell, bu çalışmasını hazırlarken ünlü Baptist rahip Jerry Falwell'ın başını çektiği ABD merkezli fundamentalist grubun içerisinde yer almış, onlarla birlikte dinsel içerikli çeşitli denizaşırı turlara/seyahatlere katılmış (s. 12) ve bire bir yaşayarak edindiği izlenimleri kitabında okuyucuyla paylaş-mış.

Kitabın girişinde, ele alınan konuyu özetleyen şu soru göze çarpar: "Jerry Falwell gibi bir Hıristiyan, niçin dünyanın sonu için dua ediyor?" (s. 12) Bu soruyu cevaplamak amacıyla kitapta ele alınan konu, ABD merkezli Hıristiyan fundamentalist akımların, dünyanın son dönemi (ahir zaman) olduğunu düşündükleri, içinde yaşadığımız dönemde İsa yeryüzüne gelmeden önce gerçekleşmesini bekledikleri olaylar ve bu olayların bir an önce gerçekleşmesi amacıyla yaptıkları faaliyetlerdir. Ayrıca eser, Hıristiyan sağı olarak tanımladığı bu akımlarla Yahudi fundamentalizmi arasındaki ilişkiyi ve bu akımların, başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin siyasal yapıları ve politikaları üzerindeki etkilerini de konu almaktadır.

Kitapta sıkça bahsedilen isimlerden Jerry Falwell ve Pat Robertson gibi şahısların, Türk okuyucusuna oldukça tanıdık geldiği dikkat çekmektedir. Hatırlanacağı gibi Falwell, özellikle 2002'nin sonlarında Hz. Muhammed'e ve İslama yönelik çıkışıyla dünya kamu-oyunun gündemine oturmuştu. ABD'nin önde gelen medyatik vaizlerinden birisi olan ve milyonlarca sempatizanı/taraftarı bulunan Falwell, 6 Ekim 2002'de CBS'in 60 Minutes programında kısaca, Hz. Muhammed'i savaş ve şiddet yanlısı bir terörist olmakla suç-lamaktaydı.

Hz. Muhammed'e yönelik bu itham, zaten öteden beri çeşitli vesilelerle Müslümanları ve İslam inancını şiddet, terör ve kanla yan yana göstermekten kaçın-mayan Batı medyasının ve siyasi çevrelerinin oluşturduğu kampanyadan mustarip Müs-lümanları ayağa kaldırdı ve dünya çapında tepkiler doğdu. Artan protestolar üzerine Falwell, Hz. Muhammed'le ilgili sözlerine değinmese de Müslümanların duygularını in-citmiş olduğundan dolayı özür beyan ederek tepkileri dindirmeye çalıştı.

Gerçi ABD'de oluşturulmaya çalışılan İslam karşıtı kampanya açısından Falwell'ın bu çı-kışının bir ilk olduğu söylenemez. XX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, özellikle de 11 Eylül 2001'de New York'taki ikiz kulelere yapılan saldırıdan sonra iyice yaygınlaşan bir kampanya, Batı'da İslam karşıtı kamuoyu oluşturma yönünde hayli etkili gö-zükmektedir. ABD'de bu kampanyaya hararetle destek veren evanjelik Hıristiyan grup-lar arasında, Falwell'ın yanı sıra Pat Robertson, Franklin Graham, Tim LaHaye ve Hal Lindsay gibi önde gelen dini liderlerin ve vaizlerin de bulunduğu fundamentalist Baptistlerin başı çekmesi dikkat çekicidir.

Örneğin Falwell'ın İslam ve Hz. Muham-med'le ilgili yukarıda değindiğimiz iddialarına paralel şekilde Baptist vaizlerden Pat Robertson ve Jerry Vines da Hz. Muhammed'i "gözü dönmüş bir fanatik, bir hırsız, katil ve haydut" ve "şeytanın tutsağı cinsel bir sapık" olmakla suçlamaktadırlar. Bir başka etkili din adamı olan Franklin Graham ise İslamı "kötü ve şeytani bir din" olmakla it-ham etmektedir. Açıkça anlaşılacağı gibi, bu kampanyayla Batı kamuoyunda zihinlere yerleştirilmeye çalışılan tema, İslamın barış değil savaş, sapkınlık, şiddet ve terör dini, İslam peygamberinin bir terörist ve cinsel sapkın, Müslümanların ise potansiyel terö-ristler olduklarıdır.

İslam ve Müslümanlarla ilgili Falwell ve benzeri Hıristiyan fundamentalistlerin başını çektiği bu kampanya dikkate alındığında, Hallsell'in kitabının önemi ve güncelliği daha da artmaktadır. Zira kitap, okuyucuya Falwell, Robertson, LaHaye ve benzeri Hıristiyan dini önderlerin, dünyayı belirgin şekilde saran ve gittikçe de etkisini artıracak gözüken şiddet ve kaosa yönelik görüşlerini yansıtmakta; dünyayı, özellikle de Ortadoğu uluslarını gelecekte bekleyen korkunç olaylara ve planlara dikkat çekmekte; Hıristiyan fundamentalizminin şiddet ve terör yanlısı olmasının dinsel dayanaklarını deşifre et-mektedir.

Falwell ve benzeri fundamentalistler, kendilerini Hıristiyan Dispansasyonalistler olarak tanımlamaktadırlar. Dispansasyonalistler, Yeni Ahit'teki anlatılardan ve kehanetlerden hareketle ahir zamanda İsa'nın gelişi öncesi yaşanması beklenen olayları belirli dönem-ler halinde kategorize etmekte ve bunlardan Yahudilerin yurtlarına dönmeleri ile Yahudi devletinin kurulması gibi safhaların tamamlandığını, bütün uluslara İncil'i yayma safha-sının son aşamasına gelindiğini ve yeryüzünde ortaya çıkacak olan felaketlerin hemen öncesi ebedilik elbisesine bürünmüş olarak semavi âleme çıkmayı ifade eden dördüncü safhanın başlamasının ise an meselesi olduğunu düşünmektedirler. (s. 47) Bunlara göre, İsa'nın gelişi öncesi gerçekleşecek şiddet olaylarının etkisinden uzak şekilde semaya yükseliş ve oradan İsa ile birlikte yeryüzüne inerek, kötülere karşı verilecek son savaşta Tanrı Oğlu İsa'nın yanında yer almak temel amaçtır. Kutsal kitapta bu olaylara ilişkin ifadeler açık seçik yer almakta ve bu olaylar içinde yaşadığımız zaman-da birer birer ortaya çıkmaktadır.

Hıristiyan fundamentalistler, İsa Mesih'i, atına binmiş, dünyanın bütün ordularını yöne-ten ve nükleer başlıklarla donanmış bir halde, milyarlarca kâfirin canına okuyacak beş yıldızlı bir general şeklinde betimlemektedirler. (s. 140) Yeryüzüne inerek inançsızlarla karşı karşıya geldiğinde, ilk saldırıyı bu mağrur ve kudretli general, yani İsa başlatacak ve onlara karşı yanında taşıdığı (besbelli tanrısal âlemden yeryüzündeki inançsızlara hediye olarak getirdiği) yeni bir silah kullanacaktır. Bu silah, nötron bombası kadar etkili olacak (s. 32) ve İsa tarafından yönetilen bu savaşta (Armagedon Savaşı'nda) milyarlarca insan, yok edilecektir. (s. 14)

Hıristiyan fundamentalistlerce tanımlanan bu beş yıldızlı general İsa, İncillerde, sağ yanağına tokat atana, solunu da çevirmeyi salık veren ve her fırsatta sevgi ve bağış-lamayı ön plana çıkaran İsa olabilir mi? Kanaatimizce hayır. Zira, burada tanımlanan İsa, İncillerin her fırsatta sevgi ve bağışlama mesajını vurgulayan İsa'sından ziyade, XX. yüzyıl holokostunun mimarı Hitler'i anımsatmaktadır.

Burada haklı olarak şu tespitin de yapılması yerinde olur: Falwell ve benzeri Hıristiyan fundamentalistlerin, bir yandan İslamı, Hz. Muhammed'i ve Müslümanları şiddet ve terör yanlısı olmakla itham ederken, diğer yandan İsa ile ilgili çizdikleri bu profil ve dünyanın sonuna ilişkin tasarımları, kendi söylemlerindeki açık bir çelişki olarak su yü-züne çıkarmaktadır.

Bununla birlikte, Hallsell'in kitabında verilen, bu Hıristiyan fundamentalistlere ilişkin bilgiler dikkate alındığında, bunların, Kitabı Mukaddes öngörüleri bağlamında gerçekleşmesini bekledikleri ve kişisel olarak yaptıkları kat-kılarla bizzat destekledikleri şiddet eylemlerini, şiddet ve terör bağlamında değerlen-dirmedikleri, bunları, dünyanın sonuna ilişkin tanrısal bir takdir olarak gördükleri ve muhtemelen, ortaçağdan itibaren çeşitli Hıristiyan teologlarca dile getirilen "haklı savaş ve şiddet" bağlamında gördükleri anlaşılmaktadır. Peki, Hallsell'in, haklı olarak "Armagedon teologları" adını verdiği bu Hıristiyan fundamentalist liderlerin, vaaz ve söylemlerinde ön plana çıkardıkları dünyanın sonuna yönelik bu olaylarda, kendi rolleri ne olacaktır?

Kitapta, bu soruya cevap olan ilginç ve bir o kadar da korkutucu bilgiler yer almaktadır. Falwell ve benzeri fundamentalistler, Pavlus döneminden beri sürekli olarak beklenen Mesih'in yeryüzüne gelişi hadisesinin bu çağda, kendi yaşamları esnasında olacağını düşünmektedirler. Onlara göre, kutsal metinlerde işaret edilen buna yönelik kehanetler birer birer vuku bulmaktadır. Kendileri İsa'nın yeryüzüne gelişine tanıklık edecek ve ona katılarak kötülere karşı verilecek son mücadelede Rabbin safında yer alacak kişiler olarak seçilmişlerdir.

Dolayısıyla bu zamanda en önemli şey, buna inanmak ve hazırlık yapmaktır. Buna inanmayanların tümünü -isterse sıradan bir Hıristiyan olsunlar- ebedi bir ceza beklemektedir. (s. 50) Dünyanın sonuna yaklaşıldığında İsrail merkezli olarak çıkacak savaşlarda, insanların üzerine gökten ateş ve kükürt (onlar bunu açıkça nükleer bir savaş olarak yorumluyorlar) yağacak ve atların gemlerine kadar yükselen kan oluk oluk akacaktır. (s. 33) Fundamentalist Hıristiyanlar, tüm bu olayların hemen öncesinde, ilahi âlemlere yükseltilecekleri ve yeryüzünde gerçekleşecek bu türbülasyonun etkisinden korunacakları kanaatindedirler. Buna göre onlar, aşağıda vuku bulan katliamı, şiddet ve terörü, yükseldikleri ilahi âlemin kapalı tribünlerinden izleyeceklerdir. (s. 49) Dolayısıyla yeryüzünde şiddet ve nefretin artması, kan ve göz-yaşının çoğalması kötü bir şey değil, yaklaşan Mesih döneminin ve kendilerine ilişkin iyi geleceğin habercisidir.

Hallsell, bu fundamentalist Hıristiyanların yalnızca bu inanç ve beklenti içinde olmakla yetinmediklerini, zaman zaman bu beklentilerin gerçeğe dönüşmesi için bizzat inisiyatifi ellerine aldıklarını ve akıl almaz şiddet ve terör hadiselerine giriştiklerini ya da bunları planladıklarını da örneklerle anlatmaktadır. İsa'nın gelişinden önce olacağı öngörülen, Kudüs'te Üçüncü Tapınağın inşasını sağlamak amacıyla inşa alanında bulunan Mescidi Aksa'nın yıkımı için sabotaj planlamak (s. 77-8), dünyanın çeşitli bölgelerinde toplu ölümlerle sonuçlanan şiddet eylemleri organize etmek (s. 22-4), İsrail ve Yahudilerce Müslümanlara yönelik şiddet ve baskıyı her zeminde desteklemek (s. 96) ve benzeri örnekler, bu fundamentalistlerin Mesih'in geliş sürecini hızlandırmak amacıyla giriştikleri veya destek verdikleri şiddet eylemlerinin boyutlarını ortaya koymaktadır.

Tarihteki birçok büyük çatışmanın, savaşın, -her ne kadar bunlar çeşitli sosyo-kültürel ve siyasal artalanlara dayanmış olsalar da- bazı kişilerin veya olayların çaktığı kıvılcım-larla ateşlendiği göz önüne alındığında, dünyanın sonunun ve Mesih döneminin bir an önce gelmesi için adeta yanıp tutuşan bu fanatik fundamentalistlerin tavırları insanı ür-kütmektedir. Zira onların, bizzat yaptıkları, destekledikleri veya teşvik ettikleri birçok şiddet eylemi gibi, kutsal metinlerde öngörüldüğüne inandıkları küresel bir çatışmayı tetiklemekten geri durmayacakları âşikardır. Hatta bunların, Vahiy kitabında işaret edildiğini düşündükleri nükleer bir savaşın öncülüğünü yapmaları işten bile değildir.

Hallsell'in, bu fundamentalistlerin Batı (özellikle de ABD) toplumundaki siyasal, eko-nomik ve sosyal etkileri ve güçleri hakkında verdiği bilgiler de ürkütücüdür. Buna göre yalnızca ABD'deki fundamentalistlerin sayısı elli milyonu bulurken, dünyanın sonunun geldiğini duyurmaya çalışan bin iki yüzden fazla milenyumcu tarikat vardır. (s. 21-2) Ayrıca Reagan gibi ABD başkanlarının da aralarında bulunduğu birçok etkin ve etkili siyasal lider Armagedon teolojisini desteklemekte (s. 125-6) ve Armagedon Savaşı'nın kendi yaşamları esnasında olacağını düşünmektedirler. (s. 29-33) Ayrıca bu fundamentalist ve evanjelik Hıristiyan akımlar, Hıristiyan olmayan ülkelerde de yoğun faaliyette bulunmaktadırlar. Öyle ki Protestan misyonerlerin yaklaşık yüzde doksanının bunlardan oluştuğu belirtilmektedir. (s. 57)

Yazar, çalışmasının sonunda herkesi "savaşçı bir tanrı" ile "evrensel sevgi ve barış tanrısı" arasında bir tercih yapmaya çağırıyor. (s. 141) Falwell ve benzerlerinin, bu ter-cihi, birincisinden yana kullandıkları kesin. Ancak dünyanın sevgi, barış, hoşgörü ve karşılıklı saygının egemen olduğu daha yaşanabilir bir yer olmasını amaçlayanların ise -Müslümanıyla ve Hıristiyanıyla- tercihlerini sevgi ve esenlik tanrısından yana kullan-maları kaçınılmaz...

Hallsell'in kitabı, yaşadığımız dünyada bizleri de şu ya da bu şekilde içine alan küresel şiddetin ve bunu besleyen, buna yasallık zemini hazırlayan dinsel inanışların/metinlerin anlaşılması ve şiddet ve kaosun tozu dumanı arasında "kimin elinin kimin cebinde" olduğunun daha iyi tahlil edilmesi açısından mutlaka okunması gereken önemli bir çalışma.(Grace Hallsell; Tanrıyı Kıyamete Zorlamak; çev. Mustafa Acar-Hüsnü Özmen; Kim Yayınları, 2002, 159 s.) / Prof.Dr. Şinasi Gündüz (www.dinlertarihi.com)

Dolayısıyla bu zamanda en önemli şey, buna inanmak ve hazırlık yapmaktır. Buna inanmayanların tümünü -isterse sıradan bir Hıristiyan olsunlar- ebedi bir ceza beklemektedir. (s. 50) Dünyanın sonuna yaklaşıldığında İsrail merkezli olarak çıkacak savaşlarda, insanların üzerine gökten ateş ve kükürt (onlar bunu açıkça nükleer bir savaş olarak yorumluyorlar) yağacak ve atların gemlerine kadar yükselen kan oluk oluk akacaktır. (s. 33) Fundamentalist Hıristiyanlar, tüm bu olayların hemen öncesinde, ilahi âlemlere yükseltilecekleri ve yeryüzünde gerçekleşecek bu türbülasyonun etkisinden korunacakları kanaatindedirler. Buna göre onlar, aşağıda vuku bulan katliamı, şiddet ve terörü, yükseldikleri ilahi âlemin kapalı tribünlerinden izleyeceklerdir. (s. 49) Dolayısıyla yeryüzünde şiddet ve nefretin artması, kan ve göz-yaşının çoğalması kötü bir şey değil, yaklaşan Mesih döneminin ve kendilerine ilişkin iyi geleceğin habercisidir.

Hallsell, bu fundamentalist Hıristiyanların yalnızca bu inanç ve beklenti içinde olmakla yetinmediklerini, zaman zaman bu beklentilerin gerçeğe dönüşmesi için bizzat inisiyatifi ellerine aldıklarını ve akıl almaz şiddet ve terör hadiselerine giriştiklerini ya da bunları planladıklarını da örneklerle anlatmaktadır. İsa'nın gelişinden önce olacağı öngörülen, Kudüs'te Üçüncü Tapınağın inşasını sağlamak amacıyla inşa alanında bulunan Mescidi Aksa'nın yıkımı için sabotaj planlamak (s. 77-8), dünyanın çeşitli bölgelerinde toplu ölümlerle sonuçlanan şiddet eylemleri organize etmek (s. 22-4), İsrail ve Yahudilerce Müslümanlara yönelik şiddet ve baskıyı her zeminde desteklemek (s. 96) ve benzeri örnekler, bu fundamentalistlerin Mesih'in geliş sürecini hızlandırmak amacıyla giriştikleri veya destek verdikleri şiddet eylemlerinin boyutlarını ortaya koymaktadır.

Tarihteki birçok büyük çatışmanın, savaşın, -her ne kadar bunlar çeşitli sosyo-kültürel ve siyasal artalanlara dayanmış olsalar da- bazı kişilerin veya olayların çaktığı kıvılcım-larla ateşlendiği göz önüne alındığında, dünyanın sonunun ve Mesih döneminin bir an önce gelmesi için adeta yanıp tutuşan bu fanatik fundamentalistlerin tavırları insanı ür-kütmektedir. Zira onların, bizzat yaptıkları, destekledikleri veya teşvik ettikleri birçok şiddet eylemi gibi, kutsal metinlerde öngörüldüğüne inandıkları küresel bir çatışmayı tetiklemekten geri durmayacakları âşikardır. Hatta bunların, Vahiy kitabında işaret edildiğini düşündükleri nükleer bir savaşın öncülüğünü yapmaları işten bile değildir.

Hallsell'in, bu fundamentalistlerin Batı (özellikle de ABD) toplumundaki siyasal, eko-nomik ve sosyal etkileri ve güçleri hakkında verdiği bilgiler de ürkütücüdür. Buna göre yalnızca ABD'deki fundamentalistlerin sayısı elli milyonu bulurken, dünyanın sonunun geldiğini duyurmaya çalışan bin iki yüzden fazla milenyumcu tarikat vardır. (s. 21-2) Ayrıca Reagan gibi ABD başkanlarının da aralarında bulunduğu birçok etkin ve etkili siyasal lider Armagedon teolojisini desteklemekte (s. 125-6) ve Armagedon Savaşı'nın kendi yaşamları esnasında olacağını düşünmektedirler. (s. 29-33) Ayrıca bu fundamentalist ve evanjelik Hıristiyan akımlar, Hıristiyan olmayan ülkelerde de yoğun faaliyette bulunmaktadırlar. Öyle ki Protestan misyonerlerin yaklaşık yüzde doksanının bunlardan oluştuğu belirtilmektedir. (s. 57)

Yazar, çalışmasının sonunda herkesi "savaşçı bir tanrı" ile "evrensel sevgi ve barış tanrısı" arasında bir tercih yapmaya çağırıyor. (s. 141) Falwell ve benzerlerinin, bu ter-cihi, birincisinden yana kullandıkları kesin. Ancak dünyanın sevgi, barış, hoşgörü ve karşılıklı saygının egemen olduğu daha yaşanabilir bir yer olmasını amaçlayanların ise -Müslümanıyla ve Hıristiyanıyla- tercihlerini sevgi ve esenlik tanrısından yana kullan-maları kaçınılmaz...

Hallsell'in kitabı, yaşadığımız dünyada bizleri de şu ya da bu şekilde içine alan küresel şiddetin ve bunu besleyen, buna yasallık zemini hazırlayan dinsel inanışların/metinlerin anlaşılması ve şiddet ve kaosun tozu dumanı arasında "kimin elinin kimin cebinde" olduğunun daha iyi tahlil edilmesi açısından mutlaka okunması gereken önemli bir çalışma.

Bhagavad Gita thomas İncilleri

Aşağıdaki ayetler Gnostik İncillerden derlemedir,
"Büyük ruhlar bana eriştikten sonra ÖLÜMLÜLERİN EZİYETLER DÜNYASI MADDESEL YANSIMA DÜNYASINA ASLA GERİ DÖNMEZLER" (Bhagavad Gita)

"Maddesel enerjinin (MAYA ve Prakirti) içinde yer alan canlı, maddesel ifadesinin tadını çıkarır, canlı DOĞANIN ÇEŞİTLİ İFADELERİ İÇİNDE İYİ VE KÖTÜ İLE KARŞILAŞIR" (Bhagavad Gita)

"Yaşam boyunca acının ve mutluluğun bir görünüp bir kaybolması, mevsimlerin gelip gitmesi gibidir, onlar 5 duyunun algılamasıyla oluşurlar kişi paniğe kapılmadan bunları anlayışla karşılamasını öğrenmelidir" (Bhagavad Gita)

Srimad Bha ga vata m'da acıların yalnızca bir "ilüzyon" olduğundan söz edilir:

"Tanrı tarafından yaratılan bir yanılgı (MAYA) sonucu, evren gerçek olmadığı halde gerçekmiş gibi görünür, tıpkı rüyada çektiğimiz acıların yalnızca hayalden ibaret olması gibi" (Srimad Bhaga vata m)


Bu ilüzyon nasıl biter:

"İnsan Tanrı'yı idrak ettiğinde özgürdür, bütün acıları sona ermiştir, doğum ve ölüm yoktur artık onun için...Maddesel dünyadan uzaktır, ruh dünyası vardır, bütün her şeyin gücü, insan hepsine sahiptir çünkü çünkü onunla birleşmiştir" (Şvetaşvatara Upanişad)


"En günahkar kişi olsan da spiritüel bilginin sandalına bindiysen,acıların okyanusunu kuşkusuz baştan aşağı aşacaksın" (Bhagavad Gita)

"Bedenlenmiş canlı, maddesel bedenine bağlı üç ifade şeklinin ötesine geçmeyi başarırsa doğum ölün yaşlılık ve bunların eden olduğu acılardan kurtularak ölümsüzlük öz suyundan içer" (Bhagavad Gita)


Tabi ki her canlının yaşadığı acılar KARMA kanununa göre oluşur, insanın yaşayabileceği hiçbir acı, nedensiz yere veya Tanrı'nın keyfine göre oluşmaz, kişi Maya enerjisi etkisindeki maddesel dünya için yaratılan KARMA kanununa göre kaderini kendi yaratır. Bu şuna benzer: Denizi düşünelim (Buna Karma diyelim) Tanrı denizi (Karma kanununu) yaratmıştır ama deniz kendiliğinden bir "kötülük kaynağı" değildir, eğer kişi yüzmeyi iyi biliyorsa denizden zevk alır, eğer bilmiyorsa boğulup ölebilir. Yani denizden iyilik mi kötülük mü bulacağı, yine kendisine bağlıdır eğer denizden kötülük bulursa (boğulursa) bu denizin veya denizi yaratan Tanrı'nın "kötülük kaynağı" olduğu, kötülüğe neden olduğu, kötülük yarattığı anlamına gelmez kişi kendi kaderini kendi yaratmıştır çünkü.

Aynı şekilde bu dünyada büyük acılar çeken, felaketlerle karşılaşan herkesin başına gelenler "Ceza" veya "Tanrı'dan" değildir, kendi kaderlerini yaratıp, geçmiş hayatlarında bu acılara neden olacak şekilde davranmışlardır, bir nevi Etki-Tepki yasasıdır.

Dolayısıyla Tanrı'nın içinde veya dışında kötülük bulunmaz.

Şimdi şu sorulabilir: Peki Tanrı Maya yani Karma etkisiyle oluşan yanılsama dünyasını neden yarattı? Daha önce yazdığım gibi:

Maya’nın aslında 2 görevi vardır, birincisi her şeyin özünün, tek gerçeğin, tek DEĞİŞMEYEN gerçeğin Brahman olduğu, bütün canlıları da Brahman bilinç okyanusundan küçücük damlalar olduğu hakikatini RUH EVRİMİNİN gerçekleşebilmesi amacıyla gizlemektir, böylece Tanrısal şuur ile, içteki doğa ile hareket etmeyince Maya devam eder.

İkincisi de Brahman yerine bu dünyayı görmemizdir, yani dünya yanılsamasıdır. Filozof Shankara "karanlıkta ilüzyon sonucu bir yılan gibi görünen şeyin aslında sadece bir ip olması" örneğini kullanır. Nasıl ki o nesnenin ip olduğunu idrak ettiğmizde "yılan" ilüzyonu kayboluyorsa, dünya ilüzyonu da BRAHMAN bilgisinin idrak edilip deneyimlenmesi sonucu yok olur.

Atman bireysel ruh, kendini doğanın yanıltıcı enerjisi sonucu doğa ile özdeşleştirdiğinde Brahman doğasında olduğunu, Brahman olduğunu unutur.

Asıl önemli soru: MAYA ENERJİSİNDEKİ CANLILAR KÖTÜLÜKLE KARŞILAŞIYORSA BUNUN KAYNAĞI TANRI DEĞİL MİDİR?

Hayır kesinlikle değildir, yukarıdaki deniz örneğinde söylediğim gibi NÖTR olan Maya'da Mayanın bağlayıcı gücü Karma dünyasında canlılar kendi Karma'larına göre kötülük veya iyilik bulur, kendi kaderlerini yaratırlar.Yani kişinin, bu maddesel dünyada başına gelen iyi/kötü her şey kendi yarattıkları.

Şöyle özetlersek Maddesel ilüzyonu yaratan Tanrı, bu maddesel dünya içinde ilüzyonun KÖTÜ olmasını veya İYİ olmasını sağlayan kişinin kendisidir, yine görüleceği gibi Tanrı'nın kötülük ile uzaktan yakından ilgisi yok çünkü kötülüğü yaratmaz, kötülüğün kaynağı da değil, kötülüğün kaynağı kişinin kendisidir.

"Kötülüğün kaynağı ne?": "Kötülük İllüzyonunun kaynağı kendi kaderlerimizi yaratan BİZiz"
Yaşadığımız maddesel dünyada kötülük de iyilik de bir illüzyondur bu nedenle

Bhagavad Gita:

"Bilge kişi, maddesel dünyada herhangi bir şey için asla kendini çok yıpratmaz, herhangi bir şey için de asla çok mutlu olmaz" (Bhagavad Gita) der.


İşte bu ayetin anlatmak istediği de yaşadığımız MAYA etkisindeki dünyada kötülüklerin de iyiliklerin de ilüzyon olduğudur, ANCAK çoğu kişi için ilüzyon mutluluk veren şeylerin ya da üzüntü veren şeylerin "önemsizleşmesi" manasına gelmez, ancak mistik bilgi yoluyla Brahman'ı kavrayanlar için geçerlidir bu ilüzyon. İlüzyonun farkında olmayan kişi için tabi ki "gerçek" kadar gerçektir bu ilüzyon.

Şöyle düşünelim, rüya gördüğümüz zaman rüyanın sadece "bir rüya" olduğunun farkında oluyor muyuz? Çoğunlukla hayır! Ama bu rüyanın bir ilüzyon olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Rüya görüldüğü anda inanılmaz gerçektir ama sabaha kadar etkisi azalır unutulur, aynı gerçek hayatta bir 15 dakika öncesinin şimdiye oranla daha az gerçek görünmesi gibi.

Maddesel dünyanın ilüzyon olması, çoğu kişi için, onun (Dünyanın) gerçekliğinden bir şey kaybettiren bir olgu değildir.
Varlığımız anlamı: bizim Tanrı'dan bir parça olmamızdır, Tanrı koca bir okyanus ise biz de ondan su damlalarıyız.

Varlığımızın sebebi: Yanılsama dünyasındaki varlığımızın sebebi ise RUH EVRİMİdir, biz O su damlasıyız ama ruh evrimi bakımından bu gerçeği farketmek için tabiri yerindeyse ÇALIŞMAK gerekiyor, yoksa evrim ve gelişim mümkün olmazdı. Bütün canlılar bir yaşam planıyla doğmaktadır, herkesin yaşamında küçük ya da büyük farketmez, bir "vazife" vardır (maddesel anlamda değil) ancak çoğu kişi de bunun farkında değildir ya da daha az farkındadır. Böylece kimileri maddesel istekler peşinden koşarak, maddesel ideallerinin peşinde koşarak ve onlara ulaşmaya çabalayarak hayatını doldurmaktadır, maddesel nedenlerden ötürü mutsuzluklara, karanlıklara veya geçici sevinçlere boğulup kalarak, hayatta kurumuş yaprak misali maddesel ideallerinin peşinden bir oraya bir buraya sürüklenerek yaşamını dolduranlardan başka bir de hayatını anlamlandırabildiği ölçüde iç huzuru yakalamış "hayat planı" ile ilgili şuur seviyesi daha yüksek insanlar da vardır, karma yasası gereği bu farkındalık şuur seviyesini de kişi geçmiş yaşamlarında bizzat kendisi belirlemiştir.


"Ortodoks" hristiyanlığın en önemli inançlarından biri de teslis inancı.

Teslis inancının kökenine baktığımızda, bu inancın semitik kökenli olmadığını görürüz, hristiyanlıktan ve yahudilikten çok daha önce pek çok toplumun üçleme inançları vardı, ancak bunlar gerçekten de 3 Tanrı'yı simgeliyordu.

Hristiyanlara göre üçlübirlik, kendini Baba, oğul ve Kutsal Ruh BENLİKLERİNDE açıklayan tek Tanrı'dır, hristiyanlara göre, Tanrı kendini 3 farklı bilinç merkezinde açıklar, bunlar Tanrı'nın parçaları asla değildir çünkü Tanrı parçalara bölünemez ancak bunlar Tanrı'nın "kişilik"leridir, "bilinç merkezleri"dir, "Baba", enerjideki güce, oğul enerjinin ışığa dönüşmüş haline, Kutsal ruh da yayılan ısıya benzetilir.


Teslis genellikle şu şekil ile açıklanır:

Üçgenin ortasında Tanrı, üstünde baba iki yanında ise oğul ve Kutsal Ruh.Kutsal Ruh ortadaki Tanrı’dır, Oğul ortadaki Tanrı’dır, Baba ortadaki Tanrı’dır ancak baba oğul değildir oğul Kutsal Ruh değildir, ortadaki yere “Madde” yazalım yanlara ve üst kısma da “katı, sıvı, gaz” yazalım, katı maddedir, sıvı maddedir, gaz maddedir ancak katı, sıvı; sıvı da gaz ile “aynı şey” değildir.

Sonuçta anlatılmak istenen üç ayrı tanrı değil de tek Tanrı'ya inandıkları ama bu Tanrı'nın 3 farklı biçimde var olup kendini açıkladığı felsefesidir.(Trinity) Böylece pek çok kültürde görülen (Osiris-Isıs-Horus, Amen-Mut-Khonsu, Khnum-Satis-Anukis..vs gibi) “triteism” inancına yani 3 ayrı Tanrı’ya değil de 3 biçimli tek Tanrı’ya inandıklarını söylerler. Ayrıca, Muhammed’in üçlü birlik ile ilgili bilgileri kulaktan dolma olduğu için ne anlatılmak istendiğini anlamamış, Kur’an’a “Allah üçün üçüncüsüdür diyen kafirdir”, “Sen, beni ve annemi de Tanrılar olarak mı kabul edin dedin?” şeklinde ayetler koymuştur, Muhammed’in hristiyan üçlü birliği hakkındaki bilgi eksikliğini bir kenara bırakırsak, konsept olarak pagan üçlemeleri ile hristiyan “üçlemesi” aynı olsa da, gerçekten de hristiyan üçlemesi diğer pek çok kültürün üçlemesinden, en azından felsefi olarak, ayrılmaktadır.

Fakat bir kültürün teslisi hristiyanlık teslisiyle nerdeyse aynıdır: TRİMURTİ (Hindu teslisi)

Trimurti üçlü birliği Brahma, Şiva ve Vişnu’dan oluşur, Brahma, Vişnu ve Şiva, ayrı Tanrılar DEĞİL, tek Tanrı’nın farklı VAROLUŞ HALLERİDİR! Brahma yaratılışı, Vişnu koruyuculuğu Şiva ise yok edilişi simgeler, Tek bir Tanrı vardır ancak bu Tanrı 3 farklı halde “işler”.Bu haliyle Trimurti, hristiyan Trinity’sinin (üçlü birliğinin) neredeyse aynısıdır! Bazı hristiyan apologistler (Apologist: “hristiyanlık savunucusu”) bunun farkına varmış ve Trimurti’nin gerçekten de hristiyan üçlü birliğine çok benzediğini kabul etmişlerdir ancak şöyle derler “En eski Trimurti simgesi, hristiyanlıktan sonra 4. ya da 5. yüzyıla aittir” Bu ifade kısmen doğrudur gerçekten de en eski Trimurti (üç başlı gösterim) kalıntıları hristiyanlığın doğuşundan sonradır ancak bu, Trimurti inancının hristiyanlıktan çok daha eski olduğu gerçeğini değiştirmez çünkü hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Hindu kutsal metinleri Trimurti anlayışından bahsetmektedir!

Örneğin daha “geç dönem” upanişadlarından olsa da, hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Maitri (Maitrayani) Upanişad’ı, Brahma, Vişnu ve Şiva’nın; Brahman’ın farklı HALLERİ, GÖRÜNTÜLERİ (aspect) olduğunu söylemektedir! (Maitrayani upanişad, 4:5)

Bugün bazı mezhepler, yanlış anlaşılacağı gerekçesiyle Trimurti’nin üzerinde durmaz hatta Trimurti’yi öğretmez ancak Trimurti inancı, Hindu kutsal metinlerinde bulunmaktadır, hristiyanlıktan çok daha eskidir ve hristiyan teslisinin neredeyse aynısıdır. Tarihten biliyoruz ki hristiyanlıkta teslis inancı, kademeli olarak oluşan bir inançtır Yunan, Doğu ve Pers felsefelerinin senteziyle oluşmuştur ve tamamen Pagan kaynaklıdır.
Yorum (0) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

6/12/2007 - Gnostik Ayetler
Kategori: Hristiyanlik
Aşağıdaki ayetler Gnostik İncillerden derlemedir, Gnostisizm ve hristiyanlıktaki yeri, hristiyanlığın mistik kökenleri ile ilgili bilgi için lütfen hristiyanlık bölümüne bakınız.


"Eğer size derlerse Nereden geliyorsunuz? deyin ki onlara bizler ışıktan geliyoruz, ışığın kendinden doğduğu yerden" (Thomas İncili)

"Ben, herkesin üzerindeki ışığım. Ben Her şey’im. Her şey benden çıktı ve Her şey bana ulaştı. Ağacı yarın, ben oradayım. Bir taşı kaldırın, beni orada bulacaksınız" (Thomas İncili)

"Herşeyi bilen kişi eğer kendini bilmiyorsa hiçbirşey bilmiyor demektir" (Thomas İncili)


"İçinizdekini açığa çıkardığınızda, o şey sizi kurtaracaktır. Eğer o şeye sahip değilseniz, içinizde sahip olmadığınız o şey, sizi öldürecektir" (Thomas İncili)


"Işığın insanlarının içinde ışık vardır, ve bütün dünyayı aydınlatır. Eğer ışık vermez ise, o karanlıktır" (Thomas İncili)


"İsa dedi : Eğer size rehberlik edenler, size derse: "Bakın Tanrı’nın krallığı göklerdedir, o zaman göğün kuşları sizden önce oraya giderler; eğer size derlerse: Tanrı’nın krallığı denizlerdedir, o zaman balıklar sizden önce oraya giderler. Ama Tanrı’nın krallığı sizin içinizdedir, ve çevrenizdedir. Eğer sizler kendinizi bilirseniz o zaman bilinirsiniz, ve diri babanın evlatları olduğunuzu bileceksiniz" (Thomas İncili)
"Suretinizi gördüğünüz zaman memnun olursunuz..Fakat görüntülerinizin sizden önce varlığa dönüştüğünü ve ne öldüğünü ne de görünür olduğunu gördüğünüzde buna ne kadar dayanmak zorunda kalacaksınız?" (Thomas İncili)


"Işık ve karanlık, yaşam ve ölüm iyi ve kötü, sadece birbiriyle ilişki içinde var olan ve birbirlerine karşılıklı olarak bağımlı olan olgulardır" (Philip İncili)


İçinizdeki gören ve işiten şey, Rabbin Logosudur. O, Tanrı baba'nın bilincidir" (Hermes Trismegistus)


"Her şey değişir, dünya bir yanılsamadır. Yeniden diriliş var olanların açığa çıkışı, onların dönüşümü ve yeniliğe geçiştir. Ayrımlardan ve engellerden kurtulursanız yeniden dirilişe zaten kavuşmuş olacaksınız" (Treatise of Resurrection)


"Dunyanın kuruluşundan bu yana her yana dağılmış olan parçalarımı saklayın ve onları bir araya getirin sonra ışığa taşıyın" (Book of Logos)


"Ruh'u gördüğünüzde ruh haline gelirsiniz, Mesih'i gördüğünüzde Mesih, Baba'yı gördüğünüzde Baba haline gelirsiniz!" (Philip İncili)


Eğer beden bilinç dolayısıyla varlığa geldiyse bu, mucizedir. Eğer bilinç, bedenden dolayı varlığa geldiyse bu mucizelerin mucizesidir" (Thomas İncili)


"Eğer sünnet yararlı olsaydı babaları onları annelerinden sünnetli olarak meydana getirirdi, yararlı olan sünnet Ruhta yapılan sünettir" (Thomas incili)


"Gözlerinizle görmediklerinizi zihninizle görün, gözleriniz kapalı olsa da zihninizi sürekli açık tutun" (Petrus'un İşleri)


"Benim ağzımdan içen kişi benim gibi olacaktır. Ben, o haline gelceğim ve saklı olan şeyler ona ifşa edilecek." (Thomas incili)


"Sophia parlak bir şekilde ışık saçar ve sönmez asla. O, kendisini sevenler tarafından kolaylıkla anlaşılır ce onu arayanlar tarafından bulunur" (Sophia of Solomon)
Devam edecek...
Yorum (yok) :: Yorum yaz! :: Bağlantı

3/12/2007 - Buddhist, Zen deyişleri
Kategori: Buddhizm
"Formlar, benlik/ruh değildir; algılama benlik değildir, kavrayışlar benlik değildir, mental oluşumlar ve hisler de "ben" değildir, hiçbiri "ben"/"ruh" değildir, bunların hepsi değişime tabiidir ve kalıcı değildir"


"Nedensellik, etkileşim, koşullar ve ayırt edici algılama...Dört büyük element bunlardandır."


"Fiziksel objelerin aslında kendilerinden gerçekliklerinin olmadığını öğretiyorum, bunların ancak zihnin ürünleri olduğunu söylüyorum, aslında hepsi bir hayaldir. Bunların duyularla algılandığı ve ayırt edildiği doğrudur fakat aslında diğer yandan hiçbirinin kendiliğinden kendi doğaları, gerçeklikleri yoktur. Onlar gerçekte görülmüyorlar ama zihin tarafından ‘tasarımlanıyorlar’. Bir bakıma kavranabiliyorlar ama bir bakıma da gerçekte kavranamıyorlar."


"Bütün şekiller,formlar "boşluk"tur. Formlar boşluktan başka bir şey değildir. Aynı şey duygular, algılayışlar, oluşumlar ve bilinç/zihin için de geçerlidir.


"Nefret hiçbir zaman nefretle yok edilemez. Nefret sevgiyle yok edilir bu ölümsüz kanundur.

öfkeyi sevgiyle, kötülüğü iyilikle yen. Açgözlülüğü cömertlikle, yalanı gerçekle yen"


"İnsan isimlere, formlara ve maddesel dünyaya bağlanır ve onların zihnin bir yanılsaması olduğunu, zihinde oluştuğunu unutur ve hata yapar böylece zihnin özgürlüğü engellenmiş olur."


"Bizim olan herşey düşüncelerimiz sonucundadır. Düşüncelerimizde kurulur,düşüncelerimizde oluşur. Eğer bir kimse kötü düşünceyle konuşur ya da davranırsa onu tıpkı tekerleğin kağnı çeken bir öküzü izlemesi gibi, acı izler"


"Nedensellikler, zerreler, en küçük şeyler, madde, fiziksellikler hepsi gerçekte zihinde oluşan, zihnin oluşturduğu şeylerdir"


"Bu dünyayı bir hava kabarcığı bir serap gibi düşün. Dünyayı böyle gören kişiyi ölüm görmez."


"Bu dünyayı yaratan, zihninizdir."


"Bütün biçimler gerçek dışıdır, bunu idrak edebilen kişi acılara tepki vermez; işte bu saflık yoludur. Varlığın öteki kıyısına vardığında önce, sonra ve ortada olandan vazgeç"


"Bütün fenomenler aslında "boşluk"tur. Hiçbir şey ne yaratılmıştır ne yok edilmiştir,ne artar ne azalır. Bu nedenle bu "boşluğa" dahildir her şey. Boşluktan ayrı ne formlar vardır, ne duygular ne algılamalar ne oluşumlar ne de zihin vardır. Kulak ta yoktur göz de yoktur zihin şuuru da yoktur. Cehalet yoktur ne yaşlılık vardır ne hastalık ne de ölüm. Ulaşılacak bir şey de yoktur.

Buddhalığa Nirvana'ya ulaşanlar bu gerçekliği kavrarlar."


"Efendim, adınız nedir?" "Bana Nagasena derler fakat bu yalnızca bir isim, bir sözcük, içinde bir kimlik, bir benlik/ruh yok. Bir ad, bir lakap, yalın bir sözcükten başka bir şey değil" Bu cevap üzerine kral yanındaki Yunanlılara şaşkınlığını ifade eder sonra tekrar usta Magasena'ya döner ve sorar "O zaman Nagasena, dünyada katil de yok iyilik yapan da yok kötülük yapan da yok çalan da yok öğretmen de yok usta da yok...Sen 'Nagasena' olduğunu söylüyorsun!

"Nagasena bu saçlar mıdır?” “Hayır büyük kral”, “Duygu ve coşkular mıdır?” “Hayır büyük kral” Nagasena kraldan arabayı tanımlamasını ister. “Tekerlek, .., ok, sandık ve kollar bir arada olunca arabadan söz edilir. Araba yalnizca bir ad, adlandırmaktan, belirtmekten başka bir işe yaramayan boş bir sözcükten başka bir şey değil.” “Evet kralım. Benim de saçlarım, derim...(vücudun 32 bölümü, bunlara beyin de dahil, sayılır) ad ve bedenim, duygularım, algılarım, geçmiş eylemlerimle biçim almış karakter özelliklerim, ayırt edici bilincim (bu sayılanlar 5 Skandha'ya, "Five aggregates" de denir, dahildir) bir araya gelince Nagasena adi veriliyor. Ama kimlik, benlik/ruh söz konusu değil, nasil arabanın beş bölümü bir araya gelince 'araba' diyorlarsa, beş Skandha da bir araya gelince bir 'benlik'ten bir özneden söz ediliyor."


"İki öğrenci, manastırın dalgalanmakta olan flamasına bakar, öğrencilerden biri "flama hareket ediyor" der, diğeri ise "hayır hareket eden aslında rüzgar" der. O sırada yanlarından geçen ve bu konuşmaya tanık olan Budist usta onlara dönüp şöyle der "Ne rüzgar ne de flama...sadece zihin hareket ediyor"


"Bütün şekiller,formlar "boşluk"tur. Formlar boşluktan başka bir şey değildir. Aynı şey duygular, algılayışlar, oluşumlar ve bilinç/zihin için de geçerlidir.

Bütün fenomenler aslında "boşluk"tur. Hiçbir şey ne yaratılmıştır ne yok edilmiştir,ne artar ne azalır. Bu nedenle bu "boşluğa" dahildir her şey. Boşluktan ayrı ne formlar vardır, ne duygular ne algılamalar ne oluşumlar ne de zihin vardır. Kulak ta yoktur göz de yoktur zihin şuuru da yoktur. Cehalet yoktur ne yaşlılık vardır ne hastalık ne de ölüm. Ulaşılacak bir şey de yoktur.

Buddhalığa Nirvana'ya ulaşanlar bu gerçekliği kavrarlar."

"Aydınlandığında artık herhangi bir din kalıbına bağlı değilsindir.
Sevgisin ve gerçeksin.
Ve sevgiyle gerçeğin formu olmaz.
Formlara dolarlar
Ama kelime asla kelimenin ifade ettiği ile aynı şey degildir
"Tanrı" kelimesi Tanrı değildir
'Anne' kelimesi anne değildir.
'Ben' kelimesi ben değildir.
Tüm bu sözler boştur.
Bunlar, zihin seviyesinde oynadığımız oyunlardır.
İçimizde anlamak isteyen şeyi besleyişimizdir. Ve iste söylenen onca sözün ardından buradayız.
Nereye gittiler?
Hepsini hatırlıyor musun?
Boş, boş ...
Onları duyduysan şu anda burada bomboşsun.
Sonraki söz için hazırsın.
Ama söz içinden geçip gidecek.
Hiç bir şeyi bilmene gerek yok, işin komik olan yanı da bu.
O kadar basitleşirsin ki,
Boşalırsın, hiç bir şey bilmezsin.
Sadece bilgelik olursun. Hiç bir şeye dönüşmeden Her şey olursun. (Bir Budist ustadan...)


"Tüm Buddhalar ve insanlar tek bir zihinden başka bir şey değil. Onun dışında hiç bir şey yok. Bu zihnin başlangıcı yok, doğumu yok, ölümü yok. Ne yeşil ne sarı, biçim ve görünümden uzak, ne varlık ne de yokluk denilebilir ona. Tam burada, olduğu gibi ama daldan dala atlayan düşünceler üretildiğinde hataya düşersin. Sınırsız bir boşluk gibi, ölçünün ve hesabın ötesinde. Bu tek zihin bizzat Buddha'dir ve Buddha ile insanlar arasında bir fark yoktur. Ancak insanlar harici biçimlere bağımlıdır ve kendilerini dışarıda ararlar. Ne kadar kovalarsan, o kadar elden kaçırırsın. Sen umutsuzca bir "Buddha"yı arayan bir Buddha'sın. Zihin, zihne tutunmaya çalışıyor. Tüm çabanla sonsuza dek dene, asla kavuşamayacaksın. Birbiri ardına açılan düşüncelerini biraz dinlendir ve boş kaygılarını bir kenara bırak, işte Buddha karşında apaçık duruyor."

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...