27 Mayıs 2011 Cuma

HRİSTİYANLARIN HEPSİ EMPERYALİST DEĞİLDİR AMA TÜM EMPERYALİSTLER HRİSTİYANDIR!”

emperyalizm
” HRİSTİYANLARIN HEPSİ EMPERYALİST DEĞİLDİR AMA TÜM EMPERYALİSTLER HRİSTİYANDIR!”
İŞTE İSPANYA,İNGİLTERE,ABD..İŞTE AFRİKA ÖLELERİ, AMERİKA İNKA-AZTEK-MAYA MEDENİYETLERİ, YERLİ KATLİAMLARI,
İŞTE ASYA ;ÇİN-HİNDU SÖMÜRGELERİ …VE EN SON İŞTE AFGAN-IRAK YER ALTI-ÜSTÜ KAYNAKLARI!

BATI VE AMERİKA EMPERYALİZMİNİN YAKIN TARİHİ
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı :Özellikle o dönemde palazlanarak İngiliz hegemonyasını tehdit eden Almanya’nın önünü kesmek için başlatılan bu kan banyosunun maddi sonucu 10 milyon ölü, 20 milyon sakattır. Toplam asker sayısı 70 milyonu bulan orduların kapıştığı bu savaşın sadece Avrupa’daki mali bilançosu ise 350 milyar dolarlık yıkımdır. Silah sanayiin patlama yaptığı ama milyonlarca çocuğun açlıktan can verdiği bu büyük katliam emperyalizmin en ağır suçlarından biri olarak tarihte durmaktadır.

II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ise birincisinin çok çok üzerinde bir kanlı katliamdır. İnsanlığa verilen manevi zararları bir tarafa koyarsak, bu korkunç boğazlaşmanın sadece can kaybı olarak bilançosu tahminen 35 ile 60 milyon insanın ölümüdür. Yalnızca faşizmin kesin yenilgisini sağlayan kahraman Sovyet halkından 11 milyonu asker olmak üzere toplam 20 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Ne zaman ki bütün emperyalist kampın sosyalizme saldırsın diye tasmasını gevşek bıraktığı Alman faşizmi Stalingrad önlerinde Sovyet halkının direnişiyle bozguna uğratılmıştır, ancak o zaman Kızıl ordu’nun ilerleyişinden korku duyan müttefikler duruma müdahale etmişlerdir.
Bu savaşta Polonya’nın insan kaybı, 5 milyon 800 bin, Almanya’nınki ise 4 milyon civarındadır. Japonya’nın kaybı ise 2 milyon insandır, ki bu katliamın önemli bölümü atom bombasının atıldığı Hiroşima ve Nagasaki’de gerçekleşmiştir. 1945’te yapılan bu nükleer katliamda birkaç saniye içinde 250 bin kişi birden öldürülmüş, iki şehir ve onların toplam halkı bir anda haritadan silinmiştir. Bugünkü durum ise özellikle siviller açısından çok daha vahimdir. Örneğin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda ölen sivillerin askerlere oranı %50 iken 1990’lı yıllardaki çatışmalarda bu oran %90’a ulaşmıştır. 1986-1996 arasındaki savaşlarda ise 2 milyon çocuk ölmüş, 5 milyon çocuk sakat kalmıştır. Ve bugün dünyada 50 milyon insan mültecidir. İşte emperyalizmin militarist yüzünün insani maliyeti budur.
Bugün dünyanın en zengin üç adamının varlığı 48 yoksul ülkenin ulusal gelirinden yüksektir. Aynı üç adamın varlığı Afrika’nın bütün ülkelerinin ulusal gelirinden yüksektir. Öte yandan, dünyanın en zengin 225 kişisinin varlığı ise bütün dünya nüfusunun sosyal gereksinmelerini karşılayabilecek miktardadır. Uçurum bu denli derindir.
Buna karşılık Dünya Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre 1960-1970 arasında 13, 1970-80’de 15, 1980-85 arasında ise 40 milyon kişi açlıktan ölmüştür. 1990’da toplanan Dünya Çocuk Zirvesi raporuna göre her yıl 12 milyon çocuk önlenebilir hastalıklardan ölmektedir ve UNICEF tahminlerine göre 2000’li yıllarda 175 milyon çocuk 5 yaşına gelmeden ölecektir. Tamamen yasak olduğu halde bugün Asya’da çalıştırılan çocukların sayısı 250 milyondur. Ve tabii ki bunlar, şanslı olanlarıdır; bu ülkelerdeki 2 milyon çocuk ise doğrudan fuhuş pazarındadır. Aynı yıllarda, yani 1980-1994 arasında yoksul ülkelerin borçlarının artış oranı %400’dür; 1980-1998 arasında bu borçlar 600 milyar dolardan 2.2 trilyon dolara yükselmiştir.
Yalnızca yoksul ülkelerde değil, Avrupa’da da nüfusun %17’si yoksulluk sınırındadır. ABD’de 12 yaş altındaki 13 milyon çocuğun aç olduğu BM verileriyle sabittir. Çünkü, ABD’nin maddi varlığının %68’ini nüfusun %1’i almaktadır. Buna karşın aynı ülkede nüfusun 7 milyonu evsizdir, 26 milyon kişi uyuşturucu kullanmaktadır.
Emperyalizmin varlığının doğurduğu sonuçlardan biri de, sağlık konusundaki vahim durumdur.
Örneğin, emperyalist metropollerde ortalama ömür 72-74 arasında değişirken, bağımlı ülkelerde 55 yılı geçmemektedir. Salgın hastalıklar bağımlı ülkelerde çok yaygındır. Örneğin, iyot eksikliğinden kaynaklanan endemik guatr, tahminlere göre 200 milyon insanı etkilemektedir. 70 ülkede, 180 – 200 milyon insanda parazit hastalığı görülmekte, sıtma Afrika’da her yıl milyonlarca çocuğu öldürmektedir. UNİCEF’e göre, gelişmiş ülkelerde beş kişiye bir doktor düşerken, bağımlı ülkelerde 2700 kişiye bir doktor düşmekte, oran bazılarında ise 20 bine çıkmaktadır. Bağımlı ülkelerde, bir buçuk milyar insan ve 6 yaşından küçük 400 milyon çocuk her türlü tıbbi bakımdan yoksundur. Bağımlı ülkelerde, 1980 verilerine göre, kişi başına sağlık hizmetleri için harcanan yılda yalnızca 1.7 dolardır. Bu, emperyalist metropollerde 144 kat daha fazladır.
BATI BÜTÜN DÜNYAYA ZULÜM VE FELAKET GETİRMİŞTİR
A) Avrupaİki büyük savaş sırasında Avrupa’yı kan gölüne çeviren emperyalizm, bölgesel düzeyde de kirli savaşlara imza atmıştır. İSPANYA bunların en önemlisidir. Alman ve İtalyan faşizminin desteğiyle İspanya Cumhuriyeti’ne karşı 1936’da ayaklanan General Franko’nun faşist ordusu 1939’un Mart ayında gösterilen insanüstü direnişe rağmen Madrit’i ele geçirdiğinde bir milyondan fazla insanın kanına girmişti bile. Guernica katliamı gibi yüzlerce katliama imza atarak iktidara gelen Franko’nun en büyük desteği ise ABD’ydi ve bu destek sayesinde Franko 80’li yıllara dek ayakta kalabildi. Dünyanın en uzun süren diktatörlüklerinden biri olan Franko diktası, bu dönem boyunca binlerce sendikacı, devrimci ve Bask savaşçısının kanına girdi. Bask ülkesinin işgali bugün de devam ettirilmektedir.
PORTEKİZ’deki 45 yıl hüküm süren Salazar diktası da aynı güçlerin ürünüdür. 1930’da bütün siyasi faaliyetleri, sendikaları yasaklayarak işe başlayan Salazar, CIA tarafından desteklenen gizli servisi PİDE’nin baskısıyla Portekiz’i cehenneme çevirdi. Binlerce gencin, işçinin katili olan bu diktatör ancak 1974 yılında bir ayaklanma ile devrilebildi. Portekiz’in bu sürede sömürgelerinde yaptığı katliamlar bir yana kendi askeri kaybı bile 10 bin ölü ve 50 bin yaralıydı.
1943 yılında devrilene kadar Mussolini faşizminin İTALYA’da yaptıkları ve özellikle Afrika’daki katliamları ise tarihe kaydolmuştur. İktidar olur olmaz bütün işçi örgütlerini, grevleri yasaklayan Mussolini yıllarca demir yumrukla yönettiği İtalya’yı Hitler’in emrinde bir bekçi köpeğine dönüştürdü. Sonraki süreçte de İtalyan faşizmi kendisini farklı biçimlerde devam ettirmiştir. Örneğin, İtalyan kontr-gerilla örgütü Gladio Avrupa’nın en kanlı devlet terörü örgütlerinden biridir. CIA denetiminde kurulan ve gazetecilerden adli suçlulara dek yüzlerce insanı kullanan, milyarlarca dolarlık servetleri elinde tutan bu örgüt, yüzlerce cinayete imza atmış, birçok ülkede neo-nazi çetelerin kurulmasına önayak olmuştur. Ünlü Bologna istasyonu katliamı dahil birçok kanlı olaya imza atan Gladio, bugün hâlâ varlığını sürdürmekte ve Türk özel timleri dahil birçok kontr-gerilla örgütüne eğitim kamplarında hizmet vermektedir.
YUGOSLAVYA’nın çektiği acılar ise yüzyılın en trajik olayıdır. 1944’te Alman işgalini sona erdiren Yugoslavya, onyıllar sonra 1990’larda bu kez ABD işgaline uğramıştır. CIA tarafından kışkırtılarak kendi aralarında boğazlaşmaya itilen Yugoslavya halkları, tam bir etnik kargaşa yaşamışlar, bu arada binlerce kişinin öldürüldüğü, tecavüze uğradığı kirli bir savaş sırasında korkunç acılar çekmişlerdir. Sonunda ABD’nin öncülüğünde bölgeyi işgal eden NATO güçleri, Yugoslavya’nın varlığını tamamen sona erdirerek, kukla devletçiklerin yer aldığı bir kaos yaratmışlardır. ABD destekli bir “ayaklanma”(!) ile yıkılan Miloseviç’in yerine onun kadar sağcı ve katliamcı birinin getirilmesi de ABD’nin amacını gözler önüne sermiştir. Bu arada besleme bir örgüt olarak kurulan UÇK bahane edilerek KOSOVA ve MAKEDONYA’nın işgali de tamamlanmıştır. Bu ülkelere karşı düzenlenen NATO operasyonlarında sadece “yanlışlıkla” öldürülen sivillerin sayısı bile net olarak saptanamamaktadır.
YUNANİSTAN’da olup bitenleri anlamak için ise yalnızca 1947 yılını hatırlamak yeterlidir. 1941’den beri Alman işgaline karşı yiğitçe savaşan Yunan komünistleri, 1947’de emperyalizm için ciddi bir tehlike oluşturduklarında tarihin en büyük katliamlarından birini yaşadılar. “ABD yardım etmezse Yunanistan komünistlerin eline geçecek” çığırtkanlığı yapan Başkan Truman’ın desteğiyle başlayan katliam süresince 50 binden fazla komünist öldürüldü. İç savaşın bütünü sırasında ise 185 bin partizan ölürken, açlıktan ölenlerin sayısı 260 bindi. Yunanistan’ın toplam nüfusunun yüzde onu böylece katledilmişti; ayrıca yüzbinlerce insan toplama kamplarında tutuldu. Daha sonra 1960’larda CIA’nın tezgahladığı Albaylar cuntası ise aynı türden katliamlar konusunda bir emperyalist geleneği devam ettirmiştir. Yüzlerce devrimci öğrenci başta olmak üzere çok sayıda ilerici insan bu dönemde katledilmiş, Yunanistan baştan başa bir işkencehaneye çevrilmiştir.
ALMANYA’nın sabıkaları sanıldığı gibi Hitler’le başlamamaktadır. Çok daha öncesinde 1918-19 Alman devriminin bastırılması sırasında yapılan kitlesel işçi katliamlarını, Spartakist önderler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in kurşuna dizilmesini hatırlamak bile bunu kavramak için yeterlidir. Daha sonraki 1923 ayaklanması ve Hamburg barikatlarında akıtılan işçi kanı da Alman emperyalizminin en bilinen sabıkalarıdır. Nazi katliamlarından, toplama kamplarından ise daha önce söz etmiştik. Ama sanıldığı gibi Hitler’in yenilgisi de faşizmin bitmesi anlamına gelmemiştir. Daha 1945 yılı bitmeden Hitler’in eski kadroları işbaşına dönmüşlerdi bile. Nazi partisinin gizli servis şefi Gehlen, Federal Almanya’nın da gizli servisini yönetiyordu. Sosyalizme yönelik komploların hemen tümü bu dönemde Almanya üzerinden yürütüldü. Bütün Neo-Nazi örgütleri böylece kuruldu ve güçlendirildi. CIA tarafından desteklenen gizli servis BND 1970’li yıllarda Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) üyelerine düzenlenen operasyonların ve dört RAF liderinin Stammheim Cezaevi’nde kurşuna dizilmesinin baş sorumlusuydu.
CIA’nın alt birimlerinden biri olan OPC tarafından organize edilen AVUSTURYA Nazileri ise devletle tamamen işbirliği halindedirler. Eski SS subaylarının üst düzey yönetici olduğu bu örgüt sendikacılara ve sol partilere, yabancı işçilere karşı saldırıların baş sorumlusudur.
Avrupa’nın en sakin görünen ülkesi olan İSVEÇ’te Başbakan Olof Palme’nin benzer bir Neo-Nazi organizasyonu tarafından öldürüldüğü kesin gibidir. Suikastten sonra tanıkların doğrudan teşhis ettiği kişilerin çoğunun eski paralı askerler ve neo-naziler olması ve bunlardan eski bir İngiliz lejyonerinin geçtiğimiz yıllara kadar Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda “çevirmen” kadrosunda çalışması hiç rastlantı değildir.
İşçi sınıfı tarihinin en büyük ayaklanmasına ve en kanlı katliamına 1871 Komün günlerinde sahne olan FRANSA ise sömürgelerinde uyguladığı yüz kızartıcı suçlarla anılır. Alman işgalinden büyük ölçüde komünist direnişçilerin sayesinde kurtulan Fransa, daha sonra ABD’nin açık desteğiyle sağcı yönetimlerin kapısını aralamış ve bu arada sömürgecilikten hiç vazgeçmemiştir. Büyük bir yenilgiye uğradığı 1954’e kadar Vietnam’a kan kusturan, Cezayir’i kana bulayan Fransa, 1968’lerdeki gösterilerde kendi halkına karşı da acımasız davranmış, Paris sokaklarında yine devrimcilerin kanını akıtmıştır. Bütün bu saldırganlığın başını ise bizzat devlet tarafından kurulan OAS isimli katiller örgütü çekmiştir. Fransa bugün hâlâ Afrika ve Uzakdoğu’dan elini çekmiş değildir.
lİNGİLİZ emperyalizmi bütün dünyanın en iyi bilinen sömürgeci gücüdür. Şimdilerde eski gücünü yitirmiş gibi görünse de “üstünde güneş batmayan” imparatorluk olarak tanımlanan İngiltere, Hindistan’dan Güney Afrika’ya dünyanın dört bir yanında sayısız katliama ve soyguna imza atmıştır. Son dönemde de Amerikan emperyalizmin en sadık müttefiki olarak görev yapan İngiltere, bütün haydutluk ve katliam savaşlarında bizzat yer almaktadır.
l Neredeyse yüz yıldır İngiltere’nin işgali altında olan İRLANDA ise Avrupa’nın kanayan yarasıdır. İngiliz işgaline karşı mücadelenin başladığı ve IRA’nın kurulduğu ilk günlerden beri, İngiliz devleti, zaman zaman yerli işbirlikçilerini de kullanarak İrlanda’da sayısız suç işlemiştir. 1916’da Paskalya Ayaklanması’ndan sonra IRA kurucusu James Conolly ve 12 arkadaşını kurşuna dizen İngiltere, sonraki yıllarda faşist işbirlikçilerini de kulanarak yüzlerce yurtsever İrlandalıyı katletti. Ölüm oruçlarında yaşamını yitiren Bobby Sands ve dokuz arkadaşının da dahil olduğu 3 binden fazla kişi İrlanda için savaşırlarken öldürüldüler. Ki bunların çoğunluğu, “Kanlı Pazar” katliamında olduğu gibi sivil insanlardı.
lEsas olarak kendi hatalarının sonuçlarını yaşayan ama bu arada emperyalist kampın gizli servislerinin komplolarına da hedef olan eski sosyalist ülkeler de, reel sosyalizmin çöküşünden sonra büyük bir yıkım içine gömülmüşler, kapitalist sisteme dahil olmanın bedelini çok ağır ödemişlerdir. RUSYA İçişleri Bakanlığı verilerine göre, tutuklanan Rus gençlerinin sayısı 1990-1997 arasında üçte bir oranında artarak 200 bin kişiyi geçmiştir. St. Petersburg’da 3 bin, Moskova’da ise 6 bin çocuk sokaklarda yaşamaktadır.
B) Kuzey Amerika
KIZILDERİLİ KATLİAMI, ABD’nin kuruluşundan çok önce başlayan insanlık tarihinin en ağır suçlarından biridir. Ta Kolomb’un kıtaya ayak bastığı günden beri başlayan katliamlar zincirinin Kuzey’deki ayağı da Güney’den hiç aşağı kalmaz. Bir zamanlar nüfusu 30-40 milyonu bulan Kızılderililerin sayısının bugün 2-3 milyona düşmesi bunun en açık kanıtıdır. Sömürgeci beyazlar tarafından mahvedilen doğa dengesi yüzünden hastalıklardan, açlıktan ölen milyonlarca Kızılderilinin yanında beyazların ayak bastıkları her toprak parçasından sürülen bu insanlar yüz yıl boyuncu sistematik katliamlara uğradılar. Korkunç bir asimilasyon politikasıyla, sahtekârlıklarla adım adım sürülen Kızılderililer, yıllar boyunca toplama kamplarına ya da kimliksizliğe mahkûm edildiler. Amerikan demokrasisi denilen şey, böylece yaklaşık 30 milyon yerlinin katledilmesi üzerine kuruldu.
SİYAHLARA KARŞI UYGULANAN KÖLECİLİK ise belki şimdi tarih kitaplarında kalmış gibidir ama bu kanlı tarih unutulmamıştır. Yüzbinlerce Afrikalı’nın köle gemileriyle ABD’ye taşındığı bu dönem, ABD’nin ekonomik zenginliğinin de aslında ilk temelini oluşturur. Onbinlerce kölenin açlıktan, hastalıklardan ve işkenceler yüzünden öldüğü bu dönemden sonra ilk siyah hareketleri başladığında ise ortaya çıkan Ku-Klux-Klan linçleri işin başka bir cephesidir. 1800’lü yıllardan bugüne dek süren Amerikan linç geleneğinde, onbinlerce siyah, yakılarak, asılarak öldürülmüş, bu arada kısırlaştırma gibi iğrenç ırkçı yöntemler de uygulanmıştır. Öyle ki, salt 1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin siyah linç edilerek öldürülmüş, 1970’lere kadar siyah kadınların %24’ü, PortoRiko’luların %35’i kısırlaştırılmıştır. Aynı süreçte suikastlerle öldürülen Martin Luther King gibi siyah önderler ve Kara Panterler’in katledilen militanları da bu arada anılmalıdır
2 Şubat 1848’de Meksika’ya ait Teksas, Arizona, California gibi sekiz kentin işgal edilerek ABD toprakları haline getirilmesi de ABD tarihinin utanç sayfalarından biridir. Giderek bu topraklar üzerinden eski sahiplerini kovan Amerikalılar, zaman zaman çıkan ayaklanmaları da 1957’de olduğu gibi kanla ve tutuklamalarla bastırmışlardır. Bu arada Meksika’nın büyük kızılderili uygarlığı talan edilmiş ve bu kültür neredeyse tamamen yok edilmiştir.
İŞÇİLERE YÖNELİK SALDIRI VE KOMPLOLAR, ABD tarihinin unutulamaz bir parçasıdır. Sonradan 1 Mayıs gününün mücadele günü ilan edilmesine neden olan 1886’daki 6 işçinin öldüğü gösteri ve 8 işçi önderinin idam edilmesi bunun en bilinen örneğidir. Daha sonra sendikaları satın alarak, işçi sınıfını susturmaya çalışan Amerikan burjuvazisi, bunun yetmediği yerde de, idamlar ve katliamları devreye sokmuş, büyük tutuklamaları arkası arkasına geliştirmiştir. Örneğin sadece 1937’deki Chrysler ve General Motors grevlerinde mafya ve polisin saldırılarında 98 işçi öldürüldü. İşçi sınıfı hareketini her zaman acımasız bir baskı altında tutan ABD, Sacco ile Vanzetti isimli iki işçinin idamında olduğu gibi binbir türlü komployu kullandı. MacCarthy kampanyası sırasında ise binlerce Amerikalı tutuklandı ve mahkemelerde yargılandı. 1953’te “ajanlık”la suçlanan komünist Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin idamı ise tam bir yüz kızartıcı suç olarak ABD tarihine geçti.
C) Güney Amerika
Kolomb’un karaya ayak bastığı gündenberi devam eden KIZILDERİLİ UYGARLIKLARININ YOK EDİLMESİ, dünya tarihinin en trajik olayıdır. Açgözlü İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin Güney Amerika’daki katliamlarının kesin rakamlarını tahmin edebilmek bile mümkün değildir. Sayıları milyonlarla ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden gasp ettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.
1831’den beri ABD’nin gizli işgalini yaşayan ARJANTİN’deki 1976 faşist cuntası, Latin Amerika tarihinin en kanlı cuntalarındandır. İlk günden beri ABD tarafından tanınan ve desteklenen General Videla cuntası, ilk anda 1300 kişiyi katlederken, daha sonraki yıllarda 30 binin üzerinde devrimciyi, sendikacıları ve işçi önderlerini “kayıp” etmesiyle ünlüdür. “Kayıp” ilan edilenlerin çoğunun ordu helikopterlerinden denize atıldığı ve hatta bu insanların çocuklarının bile evlatlık olarak satıldığı sonraki yıllarda açığa çıkmıştır.
BOLİVYA’da ise sadece 1947-1952 arasında çoğu madenci ve tarım işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından katledildi. Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda ölen Bolivyalıların sayısı ise onbinlerle ifade edilmektedir. 1980 yılına gelinceye kadarki tarihinde tam 189 hükümet darbesine tanık olan Bolivya’da katledilen insanların sayısını tutmak neredeyse imkânsızdır. Üniversite bombalamaktan köy yakmaya kadar her türden cinayet yolunu kullanan Bolivya cuntalarının hepsi de ABD ve CIA desteklidir. Ama herhalde bu cinayetlerin en önemlisi büyük devrimci Che Guavera’nın 1967’de CIA ajanları ve Bolivya ordusunun kasapları tarafından yaralıyken kurşuna dizilerek katledilmesidir.
CIA destekli 1964 darbesi BREZİLYA’nın tarihindeki en kanlı olaylardandır. Üç-dört yıl içersinde cuntanın ABD ile işbirliği yaparak kurduğu “Ölüm Filoları” ikibinden fazla kişiyi katletmiştir. 1968’de efsanevi gerilla önderi Carlos Marighella’nın öldürülmesi de Brezilya oligarşisinin sabıkalarındandır. Her zaman faşist rejimler altında yaşayan Brezilya, bugün dünyanın en çok yoksulluk çekilen ülkeleri arasındadır ve her gün ortalama bin çocuğun öldüğü Brezilya kentlerinde polisin de sokak çocuğu avlayarak katlettiği son yıllarda açığa çıkmıştır.
EL SALVADOR, Latin Amerika’nın cinayetler ülkesi olarak ün yapmıştır. Daha 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları sırasında 15 binden fazla insanı katletmekle işe başlayan El Salvador kasapları, 70’li yıllara gelindiğinde tam bir kıyım makinesi olarak iş görmüşlerdir. Özellikle 1979 yılından sonra CIA tarafından faşist ARENA partisiyle birlikte oluşturulan ölüm mangaları, toplam 70 bin devrimci ve yurtseveri katletmiştir. Binlerce çocuk ve köylü de bu rakkamın içindedir. Öyle ki, sadece 1981’de ölüm mangaları içlerinde rahiplerin de bulunduğu 12 bin kişiyi öldürdüler. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların durduğu ve birçok katliama da bizzat katıldıkları ise resmi belgelerle kanıtlandı.
Bütün tarihi cuntalar ve 1931’de olduğu gibi köylü katliamlarıyla (30 bin ölü) geçen GUATEMALA’nın yaşadığı en korkunç dönem 1954’teki ABD işgali ve cuntası dönemidir. United Fruit Company adlı ABD tekelinin desteğiyle toparlanan paralı askerler ve ABD yeşil berelilerinin yaptığı müdahaleden bu yana devam eden faşist cuntalar sırasında toplam 200 binden fazla insan katledildi. Sadece 1986 yılı içersinde öldürülen işçi, köylü ve devrimci sayısı 18 bindir.
KOLOMBİYA’daki manzara ise tam bir faciadır. 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in siparişiyle CIA’nın Kolombiya devlet başkanı Gaitan’ı öldürmesiyle başlayan cuntalar dönemi aynı zamada cinayetler dönemidir. 1948 ile 1957 arasındaki cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957 ile1963 arasında ise 20 binden fazla insan öldürüldü. Amerikan çıkarları uğruna yapılan bu katliamlara gerilla savaşıyla karşılık veren Kolombiya halkı, bugün hâlâ ABD ordusunun katliamlarıyla karşı karşıyadır.
1898’deki ABD işgalinden 1959’a dek kukla hükümetler tarafından yönetilen KÜBA, 1959’da Fidel ve Che önderliğindeki gerilla güçlerinin iktidarı ele geçirmesiyle emperyalist boyunduruktan kurtuldu. Bu süre içinde sadece Batista cuntası 60 bin Kübalının hayatına mal oldu. Ama Küba, kurtuluş gününden sonra da emperyalizmin saldırılarından nasibini aldı. 1962’de sosyalizmi yıkmak için yapılan Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığa uğramasından sonra da yüzlerce suikast planı ve provokasyon birbirini izledi. Her yönden başlatılan ambargo ise bugün hâlâ devam etmektedir.
MEKSİKA’nın tarihi ABD’nin saldırganlığının tarihidir aynı zamanda. Daha 1848’de topraklarının büyük bölümünü ABD’ye kaptıran Meksika, yerli kültürünün ve bütün maddi zenginliklerinin yağmalandığı yüzyıl boyunca ayaklanmalarla sarsıldı. 1909’da Zapata ve Panço Villa’nın önderliğinde başlatılan köylü ayaklanmalarının bastırılması ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi sayesinde bastırılabilmiş ve Zapata ile Villa çeşitli tuzaklarla katledilmiştir. O gündenberi cuntalar ve sık sık taraf değiştiren hükümetler tarafından yönetilen Meksika 1994’ten bu yana Zapata’nın mirasını sahiplenen Zapatist Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) başlattığı gerilla hareketiyle sarsılmaktadır.
NİKARAGUA’nın acılı günleri 1885’te Amerikalı korsan Walker’in bölgeyi işgal girişimiyle başladı. 1894’ten sonra ise artık Nikaragua tam bir ABD eyaleti haline getirilmişti. Bütün zenginlikleri ABD tarafından denetleniyor ve oradan yönetiliyordu. 2 Mayıs 1926’da “yoksulların generali” Sandino’nun önderliğinde başlayan anti emperyalist direniş, Sandino’nun ABD uşağı Somoza tarafından tuzağa düşürülerek katledilmesine dek sürdü. Aynı anda Sandino’nun kampları da basılarak üçyüz insan bir anda kurşuna dizilmişti. Bu noktadan sonra Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden biri olan Somoza’nın diktatörlüğü başladı. CIA ajanı olan Somoza, ülkeyi 1979’da iktidardan alaşağı edilene kadar kan ve dehşetle yönetti. Bu süreçte kurulan Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN)’ye karşı yapılan operasyonlarda binlerce yoksul köylü ulusal muhafız denilen katil çeteleri tarafından öldürüldü. Bu süreçte bizzat CIA ajanlarının yönettiği işkencehaneler tam kapasite çalışarak binlerce insanı katletmişti. Ama FSLN’nin iktidarı ele almasından sonra da emperyalizmin komploları bitmedi. Devrim gününden 1985’e kadar geçen sürede Miami’de örgütlenen kontra çetelerinin saldırılarında 11 bin Nikaragualı yaşamını yitirdi, ülke ekonomisi sabotajlarla mahvedildi ve böylece silahla kazanılmış olan devrimin seçim sandıklarında terkedilmesinin zemini hazırlandı.
1780’de ünlü Kızılderili önderi Tupac Amuru’nun katlindenberi PERU’da da cinayet makineleri hiç boş durmadı. 1968’den en son diktatör olan Fujimori’ye dek her zaman baskı ve zulümle yönetilen Peru’da sadece 1980’den bu yana 30 bin kişi işkenceler ve kurşuna dizmeler yoluyla öldürülmüştür. 124’u Lurigancho, 118’i El Fronton cezaevinde olmak üzere yüzlerce devrimci tutuklunun kurşunlanarak öldürülmesi Peru oligarşisinin en kirli işlerindendir. Aydınlık Yol ve Tupac Amuru Devrimci Hareketi (MRTA) örgütlerinin başlattığı gerilla savaşı süresince Fujimori diktası, en kanlı cinayetleri işlemiştir. Özellikle MRTA’nın düzenlediği Japon Büyükelçiliği’nin basılması eylemi sırasında düzenlenen operasyonda gerillaların öldürülmesi son dönem devrimci tarihinin canlı anılarındandır.
ŞİLİ ise artık dünyadaki birçok insan tarafından faşist Pinochet cuntasının marifetleriyle tanınmaktadır. ABD kökenli çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT) siparişi üzerine CIA tarafından tasarlanan darbe 1973’te general Pinochet tarafından gerçekleştirildi ve darbenin ilk gününde başta solcu başkan Allende dahil olmak üzere toplam 35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna dizmelerle katledildi, binlerce insan sakat bırakıldı, binlercesi “kayıp” edildi. CIA’nın bizzat katıldığı ve planladığı bu darbe sonrasında bütün sendikalar, partiler kapatıldı, ülke baştan başa işkencehaneye döndürüldü. Buna karşılık Şili cuntası ABD ve IMF’den tarihin en yüksek yardım ve kredilerini aldı. Ancak buna rağmen Pinochet döneminin sonunda Şili ekonomisi tam bir harabe halindeydi.
Tupamaros gerilla örgütüyle başa çıkamayan ABD işbirlikçilerinin düzenlediği 1973 cuntasından sonra URUGUAY tam bir cehenneme döndürüldü. Bu dönemde her 54 Uruguaylıdan biri tutuklandı. Diktatörlük binlerce insanı işkenecelerden geçirerek katlederken ABD’nin tavsiyesiyle Tupamarosların lider kadroları uzun yıllar boyu en katı tecrit koşullarında, hücrelerde tuttu.
l Aynı şekilde VENEZUELA da CIA operasyonlarının deneme laboratuvarı yapıldı. Petrol üretimi bakımından önemli olan Venezuela ABD’nin güneydeki yatırımlarının %66’sını barındıran ülke olarak her zaman cuntalar ve faşist yönetimlerin elinde olmuştur. Bu ülkedeki en küçük bir ulusal hareket bile her zaman kanlı bastırma harekâtlarıyla karşılanmış, Douglas Bravo’nun başını çektiği gerilla hareketleri köylülere yapılan katliam seferleriyle bastırılmıştır.
ABD’nin arka bahçesindeki ülkelerden HAİTİ de en kanlı kıyımlardan nasibini aldı. Yalnızca 1915’teki ABD işgali sırasında birkaç günde 3 bin 500 kişi öldürüldü. Daha sonra ABD işgali resmen bittiğinde de kıyımlar bitmedi. ABD destekli cuntalar boyunca 1957’den 1971’e kadar Haiti’de 26 bin kişi öldürüldü.
PANAMA Kanalı ise daha kazılırken 28 bin can almıştı. Her zaman kukla hükümetler tarafından yönetilen Panama’da basit öğrenci gösterileri bile her zaman en vahşi kurşuna dizmelerle cezalandırıldı; çünkü ABD için kanal stratejik bir anlam ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda, 1990’da uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet başkanı Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi ise tam bir komedi olarak nitelendirildi. Müdahaleye bahane teşkil eden Noriega’nın eski bir CIA ajanı olması, ABD’nin uyuşturucu piyasasındaki rolünü açığa çıkarmıştır.
1979’da iktidara gelen sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek devrildiği GRENADA Adası işgali ise ABD’nin bölgede işlediği en son suçlardan biridir. Pervasızca gerçekleştirilen bu işgal sonucunda ABD Grenada’yı 1985’e kadar işgali altında tuttu.
D) Afrika
Emperyalist sömürgeciliğin en büyük acılarını çeken şüphesiz Afrika kıtası olmuştur. Yüzyıllardır işgal altında tutulan, sömürülen ve baskı altında tutulan Afrika’nın çektiği acı emperyalist aşamayla birlikte daha da artmış, başkaldırdığı her noktada ise kirli savaşın en acımasız yöntemleriyle karşılaşmıştır. 1950’lerde Afrika madenlerinin ve diğer zenginliklerinin %60’ından fazlası emperyalistlerin elindeydi, bütün kaynakları vantuzlanan kıta insanları ise açlık ve sefaletin pençesindeydi. %99’a yakın bir bölümü okuma yazma bilmeyen bu dev kıtanın insanları, nasıl doğup nasıl yaşadıklarının bile farkına varmadan ölüp giderken emperyalist şirketler kasalarını doldurmaktaydılar. O kadar ki, uyanan Afrika, topraklarından sömürgecileri kovduktan sonra bile açlık ve sefaletin pençesinden kurtulamadı.
Uyanışın ilk ve en tutarlı sembollerinden biri ANGOLA’ydı. Portekiz sömürgecilerine karşı mücadeleyi başlatan MPLA’nın haraketi Salazar diktasının en acımasız işkence ve saldırılarıyla karşılaştı. Buna rağmen iktidarı alarak işgalcileri kovan Angola halkı, bu kez de ABD komplolarından kurtulamadı. 1976’daki zaferden sonra CIA güdümlü kontra örgütlerinin saldırıları 300 bin Angolalının ölümüne neden oldu, 80 bini ise sakat kaldı.
BATI SAHRA’da 1973’te mücadeleye başlayan POLİSARİO gerillaları da karşılarında aynı güçleri, binlerce ABD ve Mısır askerini buldular. Zengin fosfat yataklarına sahip Sahra, emperyalistler için vazgeçilmezdi ve bu nedenle işkence tezgahlarını Batı Sahra’ya kurmakta gecikmediler.
1830’da Fransa işgaliyle başlayan acılar CEZAYİR halkının yakasını hiç bırakmadı. Petrol ve maden yataklarıyla bütün emperyalistlerin iştahını kabartan Cezayir, 1832-39 arasında Abdülkadir Cezayiri önderliğinde ilk direnişine başladı. Yedi yıl içersinde binlerce ölü, sömürgeciliğin Cezayir’e armağanıydı. Daha sonra, sadece 1945’teki Sedif ayaklanmasında 45 bin ölü sayılabildi. 1954’te bağımsızlık hareketi yeniden başladığında bu kez sahnede Fransız İstihbarat örgütü OAS’ın işkencehaneleri ve suikastleri vardı. 1954-1962 arasındaki tablo korkunçtu: 1.5 milyon ölü, 2 milyon 800 bin tutsak… Bağımsızlıktan sonra ise bu kez şeriatçılarla hükümetin organize ettiği kontra örgütler arasındaki iç savaş 100 bin Cezayirlinin canına mal oldu.
1891’den sonra Fransız sömürgesi olan ÇAD da aynı kaderi paylaştı. 1961’den sonra başlayan bağımsızlık savaşına karşı gerçekleştirilen ABD-Fransız işbirliği binlerce ölüye mal oldu. Yeraltı zenginlikleri yağma edilen Çad, daha sonra da ABD güdümlü Habre cuntasıyla karşı karşıya kaldı ve bugün hâlâ ABD’nin egemenlik alanı içinde.
ETİYOPYA ise aşağı yukarı ne kadar sömürgeci güç varsa, Osmanlı dahil, ülkesinde gördü ve hepsi tarafından da ayrı ayrı sömürüldü. 1930’da kukla kral Selasiye iktidar olduğunda da bir şey değişmedi. En önemlisi de açlık hiç azalmadı; emperyalistlerin yoksulluğa mahkûm ettiği Etiyopya halkı sadece 1973’teki kıtlıkta 100 binden fazla insanını açlığa kurban verdi.
GANA’da da bağımsızlık hareketi emperyalizm tarafından hoş görülmedi. Kwame Nkrumah’ın başlattığı bağımsızlık hareketini bastırmak için bütün kaynaklarını kullanan CIA 1966’da askeri bir darbe düzenledi ve Nkrumah’ı deviren cuntacılar ABD tekellerinin oyuncağı olarak hüküm sürmeye başladılar.
Başka bir Portekiz sömürgesi olan GİNE’de büyük devrimci Amilcar Cabral önderliğindeki devrimci hareket, onun öldürülmesine karşın başarıya ulaştı ve demokratik bir halk cumhuriyeti kuruldu. ABD ve NATO’dan aldığı yoğun askeri desteğe rağmen Portekiz, devrimci güçlerin karşısında düzenlediği katliamlarla bile tutunamadı.
Emperyalizmin asıl yüz karası ise şüphesiz bölgedeki en kanlı diktatörlük olan ırkçı GÜNEY AFRİKA’ydı. Emperyalizmin bu ülkede işlediği suçların hesabı bile tutulamaz. Nüfusun %90’ı Afrikalı-siyah olduğu halde beyazların vahşi diktası altında bu ülkede kurulan sömürü ağı emperyalistler için öylesine önemlidir ki, yıllar boyunca bu dünyanın en gerici rejimine bütün dünya kapitalizmi destek vermiştir. Neredeyse kölelik koşullarında elmas madenlerinde çalıştırılan siyahlar ise her ayaklanma girişimlerinde vahşi katliamlarla karşılaşmışlardır. Mücadele boyunca yüzlerce devrimci önderi katleden ırkçı rejim, Nelson Mandela’yı da 27 yıl hapiste ABD desteğiyle tutabilmiştir. Başlıcaları Soweto ve Sharpeville’de gerçekleşen onlarca katliamda sayısız çocuk, kadın ve sivilin kanına giren ırkçı rejim, yönetiminin son anına dek ABD ve NATO’dan tam destek aldı.
Eski bir İngiliz sömürgesi olan KENYA da yeni-sömürgeciliğin çürütücü etkisinden nasibini aldı. 1950’lerde Jomo Kenyatta’nın önderliğinde kazanılan “bağımsızlık” bu bakımdan bir anlam ifade etmedi. Onca mücadele ve katliamlardan sonra gelen istikrarsız hükümetler kaosunda Kenya, IMF reçetelerini uygulayan yoksulluk içindeki bir ülke olarak kaldı.
Birçok parçaya ayrılarak sömürgeciler arasında paylaşılan KONGO’nun en büyük parçasını elinde tutan Belçikalılar başka emperyalistlerden hiç farklı değillerdi. 1960’ta sağlanan bağımsızlıktan sonra beceriksiz Belçikalıların yerini alan ABD danışmanları ise kanlı yüzlerini hemen gösterdiler. Bizzat ABD elçisinin de katıldığı bir komployla devrimci güçlerin efsanevi lideri Patrice Lumumba, önce işkencelerden geçirildi, sonra kafasına kurşun sıkılarak öldürüldü ve asit kazanında eritilerek cesedi yok edildi. Zengin maden yataklarının sahibi Kongo, daha sonra ABD işbirlikçisi Çombe ve daha sonra Mobutu ülkeyi IMF’nin kölesi yapmakta büyük başarı gösterdiler.
Daha 1920’lerden itibaren bağımsızlık mücadelesine başlayan ve 60’larda Mondlane ve Samora Machel’in önderliğinde FRELİMO cephesini kurarak gerilla mücadelesine başlayan MOZAMBİK halkı, sömürgecilerden kolay kolay kurtulamadı. Onbinlerce insanın öldüğü savaştan sonra bağımsızlığa kavuştuklarında ise sosyalizm yolunda ilerleyeceklerini açıkça söyleyen Frelimo önderleri birer birer katledildi. Özellikle Samora Machel’in devlet başkanı olduktan sonra uçağına bomba konularak öldürülmesi CIA’nın Afrika’daki en kirli işlerindendir.
Aynı şekilde bağımsızlık yolunda ilerleyen ZİMBABWE de bir dizi katliam ve cinayetle durdurulmak istendi. Gerillalar bağımsızlığı sağladıklarında ilk yaptıkları iş ise ülkeyi ilk sömürgeleştiren Cecil Rhodes’in adından gelen Rodezya ismini Zimbabwe olarak değiştirmek oldu.
1980’de iktidara gelen ve ABD’ye sıcak davranmayı reddeden Doe yönetiminin CIA darbesiyle devrilmesi ve devlet başkanının CIA ajanları tarafından kurşunlanması LİBERYA’da olup bitenleri anlamak bakımından iyi bir örnektir.
LİBYA ise bilindiği gibi İtalyan sömürgecilerinin elinden yıllar boyunca zulüm çektikten sonra bağımsızlığa kavuştuğunda, bu kez de dünyanın jandarması ABD’nin elinden kurtulamadı. Her fırsatta bir bahane bularak Libya topraklarını bombalayan ABD jetlerinin dışında CIA’nın en yoğun komplo uyguladığı alanlardan biri Kaddafi’nin ülkesi oldu.
Geçmişten beri stratejik konumu nedeniyle sömürgecilerin aralarında paylaşamadıkları bir coğrafya olan SOMALİ, 80’li yıllarda Sovyet etkisi altında kalmasının bedelini 90’lı yıllarda ödedi. 1992-1994 arasında bölgedeki istikrarsızlığı bahane eden ABD, 28 bini kendi ordusundan olmak üzere 50 bine yakın bir güçle Somali’yi işgal etti. Somali halkının her anti-emperyalist kıpırdanışını baskı ve terörle ezen işgalci güçlerin bu süreçteki en iyi kullandığı araçlardan biri ise Türk ordusu olmuştur.
E) Doğu ve Güney Asya
ÇİN tarihini emperyalizmin suçları bakımından özetleyebilmek ve emperyalizmin ülkeye verdiği zararları sayılarla ifade edebilmek mümkün değildir. Sadece afyon savaşları boyunca 1840’larda yapılan katliamlar ve Çin’in bir afyonkeşler ülkesi haline getirilmesi bile tarihin en ağır suçlarındadır. Çin’in defalarca işgal edilmesine tarih boyunca katılan ABD, 1900’deki Boxer Ayaklanması sırasında da yedi emperyalist ülkeyle birlikte Çin’i işgal eden ve şehirleri topçu ateşiyle mahveden güçtür. Daha sonraki Japon işgalini silah yardımıyla destekleyen ABD, nihayet Çin Mao önderliğinde emperyalist boyunduruktan kurtulduğunda da boş durmadı. Bu kez de Taiwan adasındaki işbirlikçileri aracılığıyla Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı provokasyonlarını sürdürdü. Bütün bu tarih boyunca emperyalistler tarafından katledilen Çinlilerin sayısı ise diğer ülkelerde olduğu gibi binlerle değil, ancak milyonlarla ifade edilebilektedir.
İlk başlarda Hollanda sömürgesi olan ENDONEZYA ise daha sonra 5 ayrı emperyalist gücün işgalini tattı ve en sonunda ABD sömürgesi haline getirildi. Siyasi tarihi boyunca ABD uşaklığı eden diktatörlerin, general bozuntularının pençesinde yaşayan Endonezya’nın en trajik olayı, şüphesiz 1965’te gerçekleşmiştir. Suharto başkanlığında CIA ajanı generaller cunta yaptıklarında tarihin en büyük katliamına imza attılar. 5 ay içinde CIA’nın bilgileri ve bizzat katılımıyla bir milyondan fazla komünist ve sol sempatizan katledildi. Devlet güçlerinin yanında gerici sivil katillerin, islamcıların da kullanıldığı bu katliam insanlık tarihinin yüzkarasıdır. Daha sonrası ise tam bir yeni-sömürge felaketidir; yoksulluk, birbirini izleyen cuntalar, katliamlar… Ülkesini ABD’ye satmış olan bu katiller sürüsü, halkın sık sık gerçekleştirdiği ayaklanmalara rağmen hâlâ iktidarlarını sürdürüyorlar.
DOĞU TİMOR da ABD’nin Endonezya’yı kullanarak yarattığı katliam alanlarından biridir. Endonezya tarafından 1975’te işgal edilen Doğu Timor, başlattığı bağımsızlık savaşı boyunca akla sığmaz katliamlarla tanıştı. Toplam ölü sayısının 200 bine ulaştığı bu büyük kıyımı gerçekleştiren birliklerin ABD ve İngiliz ortak yapımı olan bir kontr-gerilla eğitim programı çerçevesinde eğitildikleri açığa çıktı. Bugün hâlâ aynı birlikler, cinayetlerini sürdürüyorlar.
Sömürgecilik dendiğinde dünyada ilk akla gelen ülke olan HİNDİSTAN ise özellikle İngiltere tarafından yüzyıla yakın bir süre baskı altında tutuldu. Yıllar boyunca süren bağımsızlık mücadalesi sırasında öldürülen onbinlerce insanın dışında daha sonraki kışkırtılmış din savaşları dönemi korkunç katliamlara sahne oldu. İngiliz “böl-yönet” taktiğinin kurbanı olan Hint halkı, salt Pakistan ayrılığı döneminde 200 binden fazla ölü verdi. Bu korkunç din boğazlaşması bugün hâlâ devam etmektedir.
1898’de ABD tarafından işgal edilen FİLİPİNLER’de ABD generali Smith’in emri “yakın, yıkın, hapsetmeyin, on yaşından büyükleri öldürün” idi. Sonraki yüz yıl boyunca ABD ve işbirlikçileri hep bu emre uydular. Yüzbinlerce ölüden oluşan Filipinler tarihi, Marcos gibi kanlı diktatörler ve diğer işbirlikçiler tarafından yürütüldü. ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olan Filipin yöneticileri DB ve IMF bütçesinden her zaman en yüksek rakamları aldılar. Buna karşın Filipinler Asya’nın en yoksul ülkelerinden biri olmaya devam etti.
1970-1975 arasında ABD ve işbirlikçi Güney Vietnam tarafından işgal edilen KAMBOÇYA ise en büyük can kaybını ABD bombardımanları sırasında verdi. 600 bin insanın öldüğü bu bombalamalar sona erdiğinde ülke bir harabe haline dönmüştü.
KORE, Türkiye’de de iyi bilinen katliam alanlarından biridir. Sosyalizmi seçen Kuzey Kore’ye karşı başlatılan ABD-Güney Kore harekâtına Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir dizi işbirlikçi ordu da katıldı. 1950’de başlatılan bu korkunç savaş sona erdiğinde savaştan önce 100 bin ölü vermiş olan sosyalist Kore yine dimdik ayaktaydı ama 200 bin insanını kaybetmişti. Üstelik bu süreçte Türkiye gibi ülkelerin ordularından da çok ağır kayıplar verilmiş, yoksul insanlar yerini bile bilmedikleri bir ülkede ABD çıkarları için kırdırılmışlardı.
VİETNAM ise hem dünyanın en büyük kahramanlık destanlarından biridir hem de ABD emperyalizminin suç dosyasının en ağır klasörlerinden birini oluşturur. Yüzyılın başından beri devam eden ve önce Fransızları, sonra da dünyanın en büyük ordusuyla üstlerine gelen ABD emperyalizmini hezimete uğratan Vietnam halkı, bütün bu savaşlar boyunca akıl almaz kıyımlara uğradı. 500 binlik ABD ordusu ve birbuçuk milyonluk işbirlikçi Güney Vietnam ordusu, bütün teknolojik olanaklarına karşın Vietnam halkını yenemeyince büyük bir soykırıma başvuruldu. Tarihin en büyük hava bombardımanı yıllarca Vietnam’da vurulmadık tek bir metrekare alan bırakmadı. 1963-1973 arasında öldürülen sivil Vietnamlı sayısı 4.5 milyon kişiydi.
ABD bombardımalarının etkisi bakımından LAOS da Vietnam’la aynı kaderi paylaştı. Laos, bağımsızlık savaşı sırasında toplam 2 milyon ton ABD bombasını topraklarında gördü, ki bu, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda atılan toplam bomba sayısından daha fazlaydı.
F) Ortadoğu
Ortadoğu emperyalizm için her şeyden önce petrol demektir; ama petrolün de ötesinde dünyanın bu en sıcak bölgesinde egemen olmak, politik olarak halkları sindirmek çok önemlidir. Bu amaçla Türkiye dahil onlarca Ortadoğu ülkesini baskı altına alan ABD, bölgede bir dizi askeri üs oluşturmayı baştan beri amaçlamış ve başarmıştır. Özellikle İsrail ve Türkiye gibi iki tane sadık bekçi köpeği aracılığıyla bölgeyi denetlemek isteyen ABD emperyalizmi, tarih boyunca bölge halklarına karşı büyük suçlar işlemiştir.
Özellikle FİLİSTİN yalnızca Ortadoğu’nun değil, dünyanın kanayan yarasıdır. 1947’de kurulan İsrail devletinden sonra Filistinliler sürgün edilirken, İsrail ABD toplam dış yardımının neredeyse yarısını alıyordu. Böylece bölgede bir bekçi köpeği haline getirilen İsrail, 50 yılı aşkın bir süredir onlarca katliama imza atmış bir “terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte ve topraklarını her gün büyütmektedir. Ama aslında Filistinli katliamları İsrail’den de önce başlamıştır. Bu katliamların en büyüğünü 1936 yılında İngiliz yönetimi sırasındaki genel grevde olmuştur. 1939 yılında ayaklanma bastırıldığında 40 bin Filistinli öldü. 20 bini tutuklandı ve 110 Filistinli de asıldı. ABD’nin uşağı Ürdün Kralı’nın 19 Eylül 1970’de yaptığı katliam ise “Kara Eylül” diye bilinir. Filistin kamplarını yoğun top ateşine tutan Ürdün, bu kıyımda 30 bin kadar Filistinliyi öldürmüştür. İsrail ve bölgedeki işbirlikçilerinin katliamları ise sayılacak gibi değildir. Bunların en büyüklerinden birkaçı, Ocak 1976, Haziran 1976’daki Tel Zaatar karantina göçmen kampları katliamı ve 17 Eylül 1981’deki Sabra ve Şatila “göçmen kampları”ndaki katliamlardır. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgalinin bilançosu ise 17 bin 500 ölüdür.
1953’te petrolleri ulusallaştırmak isteyen Musaddık’ı askeri darbeyle deviren CIA, İRAN halkının başına Şah Rıza’yı bela ettiğinde bir katliamlar döneminin de kapısı açılmıştır. Yaklaşık 10 bin ABD’li danışmanın kuklası olan Şah döneminde onbinlerce devrimci, ilerici öldürüldü. Bölge petrolünü elinde tutmak isteyen ABD, Şah’ın işkence hanelerine en büyük desteği verdi. 1979’da Şah, 20 milyor dolarlık varlığıyla ABD’ye kaçtığında geride bir harabe kalmıştı
IRAK ise bölge ülkeleri içersinde son dönem ABD saldırganlığından en çok zarar gören ülkedir. 200 bin insanın öldüğü Körfez Savaşı ve sonra çoğu çocuk 1.5 milyon Iraklının öldüğü ambargo dönemi bunun en açık örneğidir. Ama Irak olayı bu son olayla açıklanamayacak kadar karışıktır. Daha yüzyılın başında “böl-yönet” politikasıyla bölge ülkelerinin sınırlarını cetvelle çizen emperyalizm, bugünkü despotik yönetimlerin başlıca kaynağı olmuştur. Halkların özgür iradelerini hiçe sayarak bölgede bir sürü kerameti bilinmez Emirlik ve Şeyhlik kuran, bölgeyi halk yönetimlerinden uzak tutmak için “yeşil kuşak” projesiyle islami yönetimleri teşvik eden ABD, sonuçta ortaya böyle bir diktalar manzarası çıkarmıştır. Kürt halkının kanlı katili Saddam ile ABD bombardımanları arasında ezilen ise yoksul Irak halklarından başkası değildir. Kaldı ki, Halepçe’de kullandığı ve bir anda binlerce Kürdü öldüren Hardal Gazı’nı da Saddam daha önceden kendisine verilmiş ABD yardımları sayesinde yapabilmiştir.
Ancak Irak rejiminin katliamları KÜRDİSTAN sorununun yalnızca bir bölümünü oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Ortadoğu’yu yeniden biçimlendiren emperyalist merkezler ve gerici bölge rejimleri, bu ülkeyi dörde bölerek kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece bugün hâlâ devam eden bir trajedinin temelini atmışlardır. Açıkça paylaşılan mezapotamya, her parçasında ağır bir sömürüye uğramış, Kürt halkı bir dizi katliama uğramıştır. Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ve Dersim isyanları sırasında gerçekleşen ve onbinlerce Kürdün ölümüyle sonuçlanan katliamlar, Halepçe katliamı ve son 15 yılda devam eden savaşın kirli cinayetleri bunun en açık örnekleridir.
Ortadoğu bölgesinin en acılı coğrafyalarından biri olan TÜRKİYE ise 1 Mayıs 77 provokasyonu gibi örnekler bir yana, yalnızca CIA tarafından organize edilen cuntalar gözönüne alındığında bile emperyalizmin ağır suçlarını görmemiz mümkündür. Bilindiği gibi 12 Mart 1971 cuntası,Yaklaşık 600 bin insanın işkencelerden geçirildiği ve yüzlerce insanın işkencelerde katledildiği 12 Eylül 1980 darbesi ise adeta bir önceki darbenin yarım bıraktıklarını tamamlamıştır. 60 kişinin idam edildiği bu darbe, aynı zamanda cunta düzenini kalıcı kılacak düzenlemeler yaparak bugüne dek devam eden boğucu bir baskının temellerini atmıştır. 12 Mart’ı CIA’nın organize ettiği bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İ. Sabri Çağlayangil tarafından açıklanmıştır. 12 Eylül’deki CIA tezgahı ise zaten hiçbir zaman gizlenmemiştir. 12 Eylül sonrasında ABD desteğiyle güçlendirilen kontr-gerilla örgütlerinin yirmi yıldır işledikleri cinayetler, her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır.
KIBRIS’ın yüzyıldır uğradığı işgaller ve işlenen savaş suçları da bölgedeki insanlık suçlarından bir başkasıdır. 74’te başlayan Kuzey’deki fiili işgal durumu ise artık Kıbrıs Türklerinin demokratik örgütleri tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Ve elbette işin bu yanı, sorunun yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır. İşin öteki yakasında ise yine CIA tarafından tezgahlanan Yunan Papadapulos cuntasının destekleyip geliştirdiği EOKA-B faşist örgütünün kanlı cinayetleri vardır. Makarios yönetimini deviren Sampson cuntasının Yunan cuntası tarafından organize edildiği daha sonradan açığa çıkmıştır.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar

Değerli arkadaşlar,
Ülkemiz üzerine oynanan oyunlar hakkında aşağıda paylaştığım, Sayın Nur GÜDÜCÜ'nün araştırma yazısını mutlaka okuyunuz.Ülkemiz üzerine oynanan oyunları bilmeli,bilinçlenmeli ve cennet vatanımıza sahip çıkmalıyız.


Türkiye
Üzerine Oynanan Oyunlar


Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılından günümüze kadar çok büyük mesafeler almıştır. Başarı çıtasını yükseltmek için sürekli çaba harcayan ülkemiz, bazen dış destekli engellerle karşılaşmaktadır.

Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesiyle hareket eden Türkiye; karşılıklı güven ortamına dayalı iyi ve dostane ilişkiler kurma arzusu içindedir. Sorunları karşılıklı iyi niyet ve komşuluk anlayışı ile çözmeyi arzu eden, karşılıklı toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarına saygılı, demokratik, laik ve batı ittifakları içinde yer almış, bölgesinde barış, güven ve istikrarın teminatı durumunda olan bir ülkedir.
Türkiye’nin izlemekte olduğu bu politikaya rağmen, başta çevre ülkeler olmak üzere, bazı ülkeler, Türkiye’ye karşı hasmane tutum ve davranışlarını sürdürmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin günümüzde yaşadığı olumsuzlukların temeli şark meselesine dayanmaktadır. Şark meselesi, kelime anlamıyla doğuya bakış veya doğu bilimi olarak anlaşılmakla birlikte, gerçek anlamda çok farklı ifade edilmektedir.
Şark meselesini;
Doğu bilimci Eduart Driaul “Ehli İslam ve Gayrimüslimlerin Kavgasıdır.” ,
Rus tarihçi Sloviyev, “Hıristiyan Avrupa milletlerinin Müslüman şark milletleri, ekonomik ve siyasi nüfuz altına almak maksadından ortaya çıkan tarihi meselelerin hepsidir.” ,
Fransız Doğu bilimci Albert Sorel, “Türkler Avrupa’ya ayak bastığından itibaren bir şark meselesi meydana gelmiş oldu.” İfadesiyle belirtmişlerdir.

Türklerin Anadolu’ya girişini engellemek, eğer girerlerse İstanbul’u almalarını engellemek, eğer alırlarsa Trakya’ya geçişlerini engellemek, eğer geçerlerse Avrupa’yı ele geçirmelerini engellemek şeklinde başlatılan şark meselesi, Türklerle Hıristiyan Avrupalıların meselesinden başka bir şey değildir.

Türkler Avrupa’da durdurulduktan sonra, “Türklerin Avrupa’dan hatta Anadolu’dan atılmasıyla çözülecek bir mesele” olarak günümüze kadar gelen şark meselesi yeniden şekillenerek, Türkiye’de; Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Antilaik, İslamcı-Atatürkçü, demokrat-Antidemokrat gibi suni tartışma konuları yaratılarak, Türkiye’nin problemli bir ülke haline getirilmesi amaçlanmıştır.

Fener Rum patriği Gregorius’un 1821 yılında, işbirliği içerisinde bulunduğu Rus çarı Aleksandr’a gönderdiği mektup, üzerimizde oynanan oyunları açıkça göstermektedir.

Mektupta şöyle yazar;

‘’Türkleri, maddeten ezmek ve yenmek mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzeti nefis sahibidirler. Bu hasletleri de, dinlerine bağlılıklarından kadere rıza göstermelerinden, an’a nelerinin kuvvetinden; padişahlarına, kumandanlarına büyüklerine olan itaatlerinden gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar.
Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da an’a nelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının salâbetinden gelmektedir.
Türker’de evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır.
Türkler, dış yardımı reddederler; haysiyet duyguları, buna manidir. Geçici bir süre için zahiri kuvvet verse de, Türkleri dış yardıma alıştırmalıdır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kudretler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir.
Bu sebeple Osmanlı devleti’ni tasfiye için mücerret olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır.”
Mektup ele geçirilince patrik asılarak idam edilmiştir. Patrik vasiyetinde “Bizans kartalı havalanacak, ayin tamamlanacak ve Türkler İstanbul’dan kovulacaktır. Bu gerçekleşinceye dek bu kapı (Fener Rum Patrikhanesinin kapısı) kapalı kalacaktır” demiştir.
Fener Rum Patrikhanesinin bu kapısı halen günümüzde de kapalıdır.

Bölge devletlerindeki etnik çatışmalar, Yunanistan’ın megalı idea’sı, Avrupa ve balkanlardaki Türk varlığına yönelik faaliyetler, Kafkaslardaki doğal enerji kaynaklarının mevcudiyeti ve paylaşımı, R.F’ nun, Güneye yönelik emelleri için Türkiye’yi engel olarak görmesi, Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile tarihi bağları ve yakın ilişki içerisinde bulunmasının yarattığı durum, İran’ın Türkiye’nin laik demokratik rejimini kendi rejimi için bir tehdit unsuru olarak görmesi, Ermenistan’ın tarihi emelleri, Suriye’nin tarihi emelleri, bölge devletlerinin antidemokratik ve totaliter yapıları ve karşılıklı toprak taleplerinin devam etmesi Türkiye’ye yönelik tehditlerin temelini oluşturmaktadır.

Suriye’nin
Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri

Son dönemlerde ABD’nin Suriye’ye yönelik tehdit ve baskılarının artması üzerine Türkiye ile iyi ilişkiler sergileme gayretinde olan Suriye ile hâlihazırda herhangi bir problemimiz yokmuş gibi gözükmesine rağmen, Suriye’de okutulan ders kitaplarında; Adana, Hatay, Osmaniye, Kahramanmaraş’ın bir bölümü, Adıyaman, Şanlıurfa ve Mardin illerimiz bu ülkenin toprakları arasında gösterilmeye devam edilmektedir.

Yunanistan’ın Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri

Yunanistan’ın hedefi; Anadolu’nun büyük bir bölümünün, Ege Denizi ve Kıbrıs’ın, Yunanistan’a ait olduğu tezini uluslar arası kamuoyunda canlı tutmak,
Güvenliğinin sürekli tehdit altında olduğunu uluslar arası kamuoyuna yansıtmak, bu amaçla, uluslar arası örgütleri Türkiye aleyhine kullanmak, “Türkiye’nin problemli bir ülke olduğunu, problemlerini demokrasi, insan hak ve hürriyetleri ve evrensel değerleri ihlal ederek çözmeye çalıştığını” dünya kamuoyuna duyurarak uluslar arası örgütleri Türkiye aleyhinde harekete geçirmektir.
Yunanistan dünya kamuoyuna sürekli olarak Türklerin barbar, uzlaşmaz ve kendilerini tehdit eden bir ülke olduğu propagandasını yapmaktadır.
Son senelerde Türk - Yunan ilişkilerinin kamuoyunda görüntülenen dostluk mesajlarına ve kendilerini bu konuda görevli hisseden sanatçılarımızın dostluk konser ve toplantılarına rağmen; ne Yunanistan’ın Ege ve Anadolu üzerindeki hayalleri ortadan kalkmış, ne Yunanlıların Batı Trakya’daki soydaşlarımızla ilgili yaklaşımları değişmiş, ne Yunanlılar megalı idea hayallerinden vazgeçmişler, ne de Kıbrıs sorunu çözülmüştürler.
Gümrük kapıları, hava limanlarında el ilanları ve duyuru levhalarına yapıştırılan propaganda resimleri ile Türkiye’nin bir terör ülkesi olduğu anlatılmaya çalışılmakta, can güvenliğinin olmadığı, Kıbrıs’ta Rumlara zulüm yapıldığı ve Türk askerinin işgalci güç olduğu her fırsatta vurgulanmaktadır.
İstanbul’da konuşlu Fener Patrikhanesi, özellikle Yunanistan’ın destekleriyle Türkiye için bir çıbanbaşı olmuştur.
Fener Rum patrikhanesi; Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması için ulusal ve uluslar arası lobi çalışmalarına devam etmektedir. V. Gregorius, Kıbrıs’ı kan gölüne çeviren Makarıos ve I. Bartholomeos bu okulun mezunlarından bazılarıdır.
Eylül 1997’de Fener Rum Patrikhanesi tarafından düzenlenen “Din, Bilim ve Çevre“ konulu sempozyumda, dağıtılan haritada Karadeniz “Pontus Gölü“ olarak gösterilmiştir.
Karadeniz limanlarına düzenlenen seyahatte kullanılan geminin adı “Venizelos”tur (Anadolu’yu işgal emrini veren başkomutan).
Son bir kaç yıldır Türkiye’yi ziyarete gelen yabancı devlet başkanları patrikhaneye uğramaktadırlar.
Patrik Türkiye ziyaretinde Alman Cumhurbaşkanına “Aziz Andreas” nişanı (Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmakla görevli havarinin adı) takmıştır. Patrik, resmi belgelere “Konstantinapol’deki tahtın temsilcisi” sıfatıyla imza atmaktadır.
“Kökenlerinizi tanıyor musunuz?” yaklaşımıyla misyonerlik faaliyetlerini günümüzde de sürdürmekte, Sümela manastırı bir din merkezi haline getirilmeye çalışılmakta, tüm bu faaliyetler sürdürülürken; turizm, kardeşlik ve Türk - Yunan ilişkilerindeki yumuşama temaları işlenmektedir. Bu faaliyetlerine ülkemizdeki bazı kişi ve gruplar da katılmaktadır.
Yurt içinde oluşturduğu yandaş kişiler ile karadeniz bölgesinin Pontus kültürü olduğu, burada yaşayan halkın aslının Rum olduğu temalarını işleyen kitap dergi ve gazeteleri yayınlatmaktadır.
Özellikle Karadeniz bölgesinde bölge insanları ve yandaş gazetecileri kullanarak Pontus’çuluk faaliyetlerini destekleyen, halkın bu konuya bakışını yumuşatmaya yönelik yayınlar yaptırmaktadır.
Bu konuda en yoğun çalışmaları yapan Yorgo Andreadis adındaki yunanlı, bu kapsamda Karadeniz bölgesine elliden fazla maksatlı gezi ve ziyaret düzenlemiştir. Yayınlanan kitap ve makalelerin çoğunda yazar olarak bu şahsın ismi görülmektedir.
Yorgo Andreadis’in yazdığı sözde Rum soykırımını anlatan “Pontus’un Yitik Kızı Tamama” adlı kitabı kendi yönetmenlerimizden biri tarafından filmi yapılarak izleyiciye sunulmuştur. Bu yönetmenin tanıtılması için de her türlü destek sağlanmıştır.


İran’ın Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri:

Türkiye’deki laik rejimin İslam’a uygun olmadığı ve kendi rejiminin en uygun rejim olduğu” konusunda Türk halkını etkilemek.(rejimi ihraç politikası).

“İran; Orta Asya, Kafkaslar ve Kuzey Irak’ta dikkate alınması gereken bir güçtür. Bu bölgede İran’ın yer almadığı bir çözüm mümkün değildir” tezini canlı tutmak. Türkiye’nin bu bölgedeki etkinliğini kırma ve enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olma politikası.

“İran halkı, Şiilik mezhebi içinde bir bütündür, İran halkı, hiçbir şekilde parçalanamaz” tezini Türkiye ve diğer ülkelere kabul ettirmek. (Azeri Türklerini asimilasyon politikası).

Basın organları vasıtasıyla Türkiye’deki en küçük olayları dahi büyüterek, ülkede huzur ve emniyet bulunmadığı imajını yaymaya çalışmakta, İslam ülkelerinde, İslami akımların güçlenmekte olduğu ve İran’ın, İslam dünyasının lideri olma yolunda ilerlediği temasını işlemektedir,

Türkiye’deki Laik Cumhuriyeti, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin baskısı ile ve zorla muhafaza edilebilen bir yönetim olarak İslam dünyasına tanıtmaktadır.

Tahran radyosu vasıtasıyla, İslam rejiminin propagandası mahiyetinde ve adeta Türkiye aleyhinde yurt dışında faaliyet gösteren bir korsan radyo gibi Türk halkını devlete karşı tahrik etmektedir. Aynı program, Tebriz radyosu aracılığı ile Doğu Anadolu’ya yönelik olarak tekrarlanmaktadır.

Türkiye’den din tahsili için İran’a gidenlere, Türkiye, Atatürk ilke ve inkılâpları aleyhinde propaganda çalışmalarında bulunulmaktadır.

Hac dönemlerinde, Türkçe bilen kendi hacıları kanalıyla Türkiye’deki yönetim ve laiklik aleyhinde vaazlar, parasız teyp bantları ve broşürler verilmektedir.

Türkiye’deki büyükelçilik ve diğer temsilcilikleri vasıtayla, ülkemizdeki irticai kesim mensuplarına kitap, bildiri ve broşür gönderilmekte, zaman zaman bu kesimin yaptığı toplantı ve seminerlere iştirak edilmek suretiyle işbirliği yapılmaktadır. (Sincan’daki Kudüs gecesine İran büyükelçisi katılmıştır).

Çeşitli önemli günleri (devrim yıldönümü gibi) bahane ederek, temsilcilikler girişlerindeki panolara çeşitli fotoğraf ve afişler asarak, devrim ihracı ile ilgili propaganda faaliyetlerinde bulunulmaktadır.

Elçiliklerinde açtıkları çeşitli sergi ve dil kurslarında kendi devrim propagandalarını yapmaktadırlar.
Avrupa’da ve özellikle batı Almanya’daki vatandaşlarımıza ideolojilerini benimsetmek gayesiyle, Avrupa’daki vatandaşlarımızın arasından seçilip, İran’a özel uçaklarla götürülen aşırı dinci kesime mensup gençlere, medrese ve özel amaçlı kamplarda, ideolojik ve silahlı eğitim verme gayretlerini sürdürmektedir.

İranlı resmi yetkililer (parlamenter, DİP. Temsilcileri, devrim muhafızları komutanları gibi) Türkiye Cumhuriyetini, Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ü ve Laikliği hedef alan açıklamalar yapmakta, tutumlarını sık sık tekrarlayarak, Türkiye’deki aşırı dinci kesime mesajlar vermektedirler.

İran; bölücü terör örgütüne, Türkiye sınırına yakın bölgelerde barınma imkânı sağlamakta, buralardaki kamplardaki bölücü terör örgütü mensuplarına lojistik destek vermekte, zaman zaman Türkiye’ye illegal yollardan girerek eylem yapmalarına göz yummaktadır. İran yetkilileri resmi açıklamalarında bu durumu inkâr etmekte ve işbirliğine hazır olduklarını ifade etmelerine rağmen, bölücü terör örgütüne örtülü desteklerini sürdürmektedir.

İran, Türkiye’deki Caferi mezhebine mensup kişileri her türlü yolu deneyerek etki altına almaya çalışmakta, ayrıca, Türkiye’de kendisine yakın mezhep ve tarikatları desteklemek suretiyle yanına çekmek için faaliyet göstermektedir. İran halkı Türkiye’deki mevcut yönetime ve yaşam tarzına büyük bir özlem duymaktadır.


Irak’ın Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri

Irak, ABD’nin müdahalesinden sonra yönetim kademesini yeni kurmuş, dış politika ve ilişkilerini iç sorunlar nedeniyle tam belirleyememiştir. Koalisyon güçleri ile ve etnik guruplar arasındaki çatışmalar devam etmektedir.
Başta ABD olmak üzere koalisyon güçleri tarafından Irak’ın işgali sonucunda, bölge üzerinde etkin olan güçlerin amaçları ve planlarına uygun olarak, ülke nazariyatta olmasa bile fiiliyatta üçe bölünmüştür. Kuzeyde Kürt gruplar aleyhimize desteklenerek bir devlet olmalarına çalışılırken, diğer unsurların birbirleriyle çatışmaları için ortam hazırlanmaya başlanmıştır.
Basında ve birçok kaynaklarda, bölge ile ilgili planlanan değişikliklere ve konuşmalara rastlanmaktadır.
Ülkemiz aleyhine faaliyet gösteren PKK Kongra-Gel terör örgütü de kuzey bölgedeki Kürt gruplardan da destek alarak bölgede bir tehdit olarak faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedir.
Irak kuzeyinde yaşayan Türkmenlere yönelik baskılar sürekliliğini korumakta ve Kürtler lehine demografik yapı değiştirilmektedir.

Ermenistan’ın
Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri

Ermenistan, bağımsızlığını ilan etmeden önce 01 Aralık 1989 tarihinde yayınladığı bağımsızlık bildirgesinde, “Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye’si ve batı Ermenistan’daki 1915 ermeni soykırımının uluslararası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir.” ifadelerine yer vermiştir.
1991 yılında bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Ermenistan bağımsızlık bildirgesi ile tespit edilen milli hedefler esas alınarak, asılsız soykırım iddiaları, büyük Ermenistan hayali anayasasının bir parçası haline getirilmiştir.
Bu güne kadar uluslar arası alanda yaptıkları propaganda ve siyasi girişimler sonucu asılsız tezlerini Avrupa parlamentosu raporlarına kadar getirmeyi başarmışlardır.
1 nci dünya savaşında Osmanlı imparatorluğu 7 cephede savaşmaktadır ve eli silah tutan herkes cephelerdedir. 1914 yılı mart ayında Taşnak yöneticileriyle bir toplantı yapan Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri savaşa girilmesi halinde Ermenilerin kendilerini destekleyip desteklemeyeceklerini sorduklarında, Ermeniler destek vereceklerini ifade etmişlerdir,
Daha sonra kendi aralarında toplanmış, tarihi fırsatın doğduğunu ifade ederek, “Osmanlıdan kurtulmak istiyorsan önce komşunu öldür” sloganıyla harekete geçmişler ve seferberliğin ilanıyla ele geçirdikleri silahlarla katliamlara başlamışlardır.
Osmanlı Hükümeti, Ermeni ayaklanma ve katliamları karşısında, önce ermeni patriğini, mebuslarını ve önde gelenlerini çağırarak Ermenilerin Müslümanları katletmeye devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını bildirmiş, bundan sonuç alınamayınca, 24 Nisan 1915’de Ermeni komitelerini kapatmış ve yöneticilerinden 2345 kişiyi devlet aleyhine faaliyette bulunmak suçundan tutuklamıştır.
Sözde soykırım yıldönümü olarak bu tarih seçilmiştir.
Ermeniler, uluslararası forumlarda, “asılsız ermeni soykırımı”nın onaylanmasını ve 24 Nisan’ın asılsız ‘’Ermeni Soykırımını Anma Günü” ilan edilmesini bir devlet politikası haline getirmiştir.
Ermeniler asılsız iddialarını kabul ettirmek için her yolu denemişler ve asala terör örgütü militanları ile 1973 yılından 1985 yılına kadar 41 diplomatımızı vahşice katletmişlerdir. Asala terör örgütü, sahneden çekilmeden önce PKK Kongra-Gel terör örgütüyle ortak çalışmaya başlamış ve eğitimlerini yaptırmıştır.
Ermeniler, yaptıkları propaganda kartları, sinema filmleri, internet siteleri vasıtasıyla hem İslamiyet’i karalamakta hem de Anadolu’nun büyük bir bölümünün kendilerine ait olduğunu ispatlamaya çalışmaktadırlar.
Ermeniler, zulme ve haksızlığa uğramış bir toplum imajı yaratarak, başta ABD olmak üzere belli başlı devletleri ve uluslararası kuruluşları, Ermeni davası lehine çevirmeye çalışmaktadır.
Ermenistan dışında yaşayan Ermenilerin Türkiye aleyhindeki girişimlerinde belirgin bir artış meydana gelmiş, Ermenistan büyükelçilikleri bu çabaları açıkça yönlendirmeye ve destek vermeye başlamışlardır.
Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan, “Ermenistan hükümetinin asılsız soykırımın tanınması yönünde çaba harcadığını ve Ermenistan dışında yaşayan Ermenilerden bu amacın gerçekleştirilmesi için siyasi yardım sağlamasını beklediklerini” ifade etmiştir.
Ermenistan, Azerbaycan’ın %20’sini halen işgal altında tutmaktadır. Ermenistan’ın bu faaliyetlerinde en büyük desteği veren ülke ise Rusya’dır.

Rusya Federasyonu’nun Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri

“Kafkaslar ve orta Asya, Rusya federasyonu’nun nüfuz bölgeleridir. Türkiye dâhil diğer devletlerin bu bölgeye müdahale etme hakkı yoktur”,
“Türk boğazları uluslar arası bir su geçididir. Türkiye, petrol dâhil, hiçbir maddenin Türk boğazlarından geçişini önleme ve geciktirme hakkına sahip değildir”.
“Rusya federasyonu, mevcut nükleer, kimyasal, biyolojik ve klasik silah gücü ile halen süper güç olma özelliğini taşımaktadır.” bu gücü; Rusya federasyonu’nun bütünlüğü ve menfaatleri doğrultusunda kullanma hakkında sahiptir, tezlerini uluslar arası kamuoyuna kabul ettirmek istemektedir.
Türkiye’nin; yıpratılmasını sağlamak amacıyla, yıkıcı - bölücü unsurlara propaganda desteği sağlamakta, uluslar arası ortamda, basın-yayın organları vasıtasıyla Türkiye’ye yönelik propagandasına devam etmekte,
Türkiye’deki kendisine müzahir yazar, şair vb. kişileri kullanmak suretiyle, propaganda yapmakta, Kafkaslardaki enerji kaynaklarının Türkiye’den Avrupa’ya aktarımını önlemek amacıyla propaganda yapmakta, iç kamuoyuna yönelik olarak ise, Türkiye’deki siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı sürekli yansıtmaktadır.

İsrail’in
Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri:

Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta ‘’Arz-u Mevüd’’ olarak bilinen, “mısır ırmağından büyük ırmağa kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” şeklinde bir ifade geçmektedir. (Tekvin suresi 15–18 nci ayetler)
Buradaki ifadeden hareket eden eski İsrailli bir devlet adamı olan Moche dayan, bir toplantıda 'Bizler Tevrat’a sahipsek, bizler kendimizi Tevrat’ın halkı olarak görüyorsak, Tevrat’ta vaat edilen bütün topraklara sahip olmak zorundayız.' ifadelerini kullanmıştır.
Aynı şekilde bir açıklama yapan İsrail eski devlet başkanı Ariel Sharon’da 'stratejik çıkarlarımızı ilgilendiren bölgeler, 80'li yıllarda artık Arap ülkelerinden öte, Akdeniz kıyılarını, Türkiye’yi kapsamaktadır.' ifadelerini kullanmıştır.
Günümüzde İsrail ile herhangi bir anlaşmazlığımız yok gibi görünse de İsrail’in özellikle Gap bölgesine duyduğu ilgiyi hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. İsrail’in Şanlıurfa’da konsolosluk açma girişimleri ve şirketler vasıtasıyla bölgede toprak alma çalışmaları yaptığı bilinmektedir.
Bölücü Unsurların Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri:
Etnik bölücülük yaparak ülkemizi bölmeye çalışan PKK Kongra-Gel terör örgütü ülkemiz aleyhine faaliyetler yürüten ülkelerden aldığı destek ve yönlendirmelerle terör eylemleri ve içerde ve dışarıda bölge üzerindeki emellerini gerçekleştirmeye yönelik propagandalarına devam etmektedir. Örgüt uydu üzerinden yayın yapan televizyon kanalları, kendi görüşlerini savunan yayınlar ile son zamanlarda faaliyetlerinin ağırlık noktasını siyasallaşma çabaları içine yöneltmiştir.
Büyük Ortadoğu projesi olarak açıklanan projelerle örgütün hedef ve yayılma felsefelerinin paralellik gösterdiği, kuzey ırak’ta bulunan Kürt oluşumlardan da farklı söylemlerin aksine destek gördüğü göze çarpmaktadır.


İrticai Unsurların Türkiye’ye Yönelik Faaliyetleri:

Halkın mevcut anayasal rejime olan güvenini sarsarak önerdikleri rejimin en uygun rejim olduğu” konusunda kamuoyu oluşturmak, İslam devletine geçiş aşamaları olan;
1nci aşama: davet ve tebliğ (Müslümanlaştırma),
2 nci aşama: cemaatleşme (teşkilatın tamamlanması)
3 ncü aşama: cihat (devrimin gerçekleşmesi) yoluyla,
Türkiye’nin demokratik ve laik devlet yapısını yıkmaya çalışan irticai unsurlar devletin yanı sıra, TSK ’ni de hedef alarak iç ve dış desteğin de yardımıyla, Türkiye’de şeriata dayalı bir devlet düzeni kurma yönündeki propagandaya devam etmekte, bu propaganda, çeşitli dernek, vakıf ve sermaye kuruluşu tarafından maddi açıdan desteklenmektedir.
İran’ın maddi desteğiyle de, bu ülkede yaşanan teokratik devrime temel oluşturan kitaplar Türkçeye çevrilmekte, çok düşük fiyatla satılmaktadır.
Yapılan propagandada;
Türkiye’nin sosyal, siyasal ve ekonomik sorunları nedeniyle çökme sürecine girdiği,
—Bu sorunların temelinde laik zihniyetin bulunduğu,
__İrticaya karşı alınan tedbirlerin gerçekte İslam’a karşı alındığı,
—İslam’a karşı alınan tedbirlerin göstergesinden birinin de türban yasağı olduğu,
—Dine dayalı bir devlet kurulması durumunda, tekrar Osmanlı gibi cihan devleti olunabileceği,
---Bütün engellemelere karşın İslami temellere dayanan bir devletin çok yakın zamanda kurulacağı,
—Bunun Kur’an tarafından vaadedildiği üzerinde durulmaktadır.

Misyonerlik Faaliyetleri

Kelime anlamı olarak ”İncil’i Hıristiyan olmamış halklara yaymak” olan misyonerlik, faaliyet gösterilen ülkede: Hıristiyanlığı yaymak, ülkenin aydınlarının eserlerine ve kültürlerine Hıristiyanlık unsurları sokmak, gelişmiş batı medeniyetini Hıristiyanlıkla aynı göstermek amacıyla yapılır.
Misyoner okulları, batılı devletlerin emellerini gerçekleştirme yolunda kullandıkları en güçlü silah olmuş ve Osmanlı devletini yıkma yolunda en verimli şekilde kullanılmıştır.
Bu okullarla ilgili olarak Atatürk; “Bunlar mektep değil, memleketimizde düşmanın işgali altındaki kalelerdir.” ifadesini kullanmıştır.
Misyoner okullarının amaçları:
— Hıristiyanlık inancını yaymak.
— Kendi toplumlarını organize edecek olan, siyasi liderler yetiştirmek.
— Devletin sanayi ve ekonomisini güdümlerine almak.
—Yetiştirdikleri elit bir grupla, devletin politikalarını kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmek.
—Kendilerini destekleyen yabancı ülkelerin, Osmanlı üzerindeki emellerinin takipçisi olmak.
— Azınlıkları teşkilatlandırıp, Osmanlıyı bölmek olarak ifade edilebilir.
Cunda Rum Okulu 1884 yılı karar defterinde şu ifadeler tespit edilmiştir.
—Türkleri, Rumlara ezeli düşman olarak tanıtmak.
—Türklerin en ufak hatalarını büyüterek, Avrupa’ya duyurmak, medeni âlemi Türklere düşman etmek.
—Türkleri iktisaden çürütmek, bunun içinde zengin Türkleri sakat ticaret yollarına götürmek, bol faizli krediler açmak, ağır şartlarla rehin kabul etmek.
Türk milletini ahlak, milliyet, din ve gelenekleri bakımından çürütmek için;
—Küfürler öğretmek, küfrü Türkler arasına yaymak,
—Türkleri zinaya, diğer ahlaksızlıklara teşvik etmek. Bilhassa asil Türk aileleri arasına genç, güzel Rum kızlarını ve kadınlarını hizmetçi, cariye olarak verip, bu aile ocaklarını yıkmak,
—Gençlere, külhanbeyi ruhu aşılayarak, Türk geleneklerini çürütmek. Gençler arasında kabadayılık ruhunu yayarak sevgi, saygı ve bağlılıkları kırmak, onları birbirine düşürmek, milli terbiyeyi bozmak,
—Argo dilini, Türkler arasında yaymak suretiyle milli dil ve duyguları bozmak.

Milli mücadelenin kazanılmasıyla, Türkiye’de yabancı okulların faaliyeti engellenmiştir.
Günümüzde de misyonerlik faaliyetleri devam etmektedir. Misyonerler, cemaat oluşturmakta; ev toplantıları, çeşitli etkinlikler (düğün, yaz kampı, dil kursu vb.) ile bu cemaati genişletmeye çalışmaktadırlar.

İstanbul’da jandarmanın düzenlediği operasyonla misyonerlerin sadece Marmara bölgesi'nde yaklaşık 5000 kişiyi fişlediği, fişlerde bu kişilerin sosyal yaşamından cinsel tercihine, aile ve etnik yapısından inanç düzeylerine kadar detaylı bilgilerin yer aldığı görülmüştür.
Sağlık sorunu olanlara yardımda bulunmaktadırlar. Çeşitli adlar altında çocukların katıldıkları geziler düzenlenmekte, bu gezilerde Hıristiyanlık propagandası yapılmaktadır.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Tarihte kıyamet beklentisi

Tarihte kıyamet beklentisi

MÖ. 2800 yılında yazıldığı sanılan bir Sümer tabletinde şöyle der; “Bu son günlerde (bahsedilen kıyamet günleri) dünyamız bozulmuştur. Dünyanın hızla sona yaklaştığını gösteren emareler belirmiştir. Rüşvet ve yolsuzluk yaygınlaşmıştır”. Bilinen ilk kıyamet kehanetidir.
MÖ. 1649 yılında bugünkü adı Santorini (eski adı Thera) adasındaki yanardağ patladı. Minos uygarlığı yok oldu, yanardağın külleri ve oluşan sıralı devasa depremler tüm dünyayı yıllarca etkiledi. Hatta Çin' de 1000 yıllık Xia Hanedanlığın bu olaydan dolayı yıkıldı ve yerine gelen Şang Hanedanlığı Çin' nin tarihini değiştirdi. Mısır' da Hiksoslar hakim oluyor, Hitit Devleti oluşuyor, hatta Hz. Musa' nın döneminde yaşanan kutsal felaketleri bu olaya bağlayanlar mevcuttur. Tüm dünyada felaketlerin yaşandığı bu döneme pro-kıyamet günleri denmektedir. Bu olayı karanlık gezegen Marduk' (Nibiru) un 3661 yıllık peryodik geçişine bağlayanlar mevcuttur. Bundan sonra beklenen geçişi 2012 yılıdır.

MS ilk yüzyılda kıyamet kopacağı İncil' de (Matta 16:18) yazılı idi. Hz. İsa, “Size doğrusunu söyleyeyim, burada bulunanlar arasında, İnsanoğlu`nun kendi egemenliği içinde geldiğini görmeden ölümü tatmayacak olanlar var.” dedi. Ama Hz. İsa' nın ölümünden sonra bir daha geri dönmeyince, Vahiy kitabı yazıldı ve beklenti ikinci bin yıla ertelendi.
MS 2. Yüzyıl: MS 155 yılında Montanus tarafından kurulan tarikat ilk Hıristiyan kıyamet tarikatı olarak bilinir. Kıyametin kopmasını beklediler, kehanetleri doğru çıkmadı.
25 Mart 970: Lotharinjianlar adı verilen bir tarikat İncil`in şifresini çözdüğünü iddia ederek kıyametin yakın olduğunu yaymaya başladı. Milenyumda kıyamet paniği 30 yıl kadar sürdü. Kimleri de Hz.İsa`nın doğumundan değil çarmıha girilmesinden 1.000 yıl sonra kıyametin kopacağını iddia ederek 1030 yılına kadar korkuyla yaşadı.
1284: yılında kıyamettin çıkacağını Papa 3.Innocent ileri sürdü Papalar yanılmazdı ve tüm hristiyanlar kıyameti bekledi. Papa bu tarihi Müslümanlığın ortaya çıktığı tarihin üstüne 666 yıl koymuş ve bu tarihi bulmuştu. Ama olmadı kıyamet kopmadı.
1504: Boticelli yaptığı bir tablosuna 1500`lü yılların başını işaret eden Yunanca bir yazı eklemişti. Bunun 1504 yılını işaret etiği söylendi. Yine kıyamet kopmadı.
1 Şubat 1524: Bir grup Londralı astrologun öngörüsüne istinaden binlerce kişi evlerini terk etmişti. Şubat 1524`ün ilerleyen günleri için Alman astrolog Johannes Stoeffler de benzer bir kehanette bulunmuştu.
1582 yılının 8 Ekim günü dünyaya, kendisinin on katı büyüklüğünde “Astrum minax” isminde bir yıldızın çarpacağı korkusu sarmıştı. 1543 yılında ölen kilise hukukçusu ve tıp doktoru, astrolog Nicolaus Copernicus (Kopernik) bu iddiayı ileri sürmüştü. Varlığı tartışılan “De Astro Minante” aslında hiçbir kütüphanede yoktu, 101 adet basılmış ve Papalık tarafından yok edilmişti. Dünyaya bir başka gezegenin çarpması tüm insanlığı ve dünyayı yok edebilirdi. Ama Hristiyanlığa göre Hz. İsa gelecek, kötülüğü yok edecek ve sonsuza kadar gökyüzünden yeryüzüne krallığını getirecekti. Dolayısı ile inanca tersti. El altından kitap yok edildi. 1582 yılı içinde bu kitapta yazılanlar kulaktan kulağa Avrupa' da yayıldı. Kaos baş göstermişti. Papalık olaya pratik bir çözüm buldu. Gerçek yıl 365 gün 5 saat 48 dakika ve 47,8 saniye idi. Dolayısı ile her yıl 11 dakika 12,2 saniye fazladan yaşıyorduk. Yani 128,5 yılda tam  bir gün hata veriyor. Takvimde olmayan dakika ve saniyeler biriktiğinde günler oluşturuyordu. Takvimin düzeltilmesi konuşuluyordu. Bu beklenti kıyamet beklentisi ile çakışınca çözüm olarak 4 Ekim 1582-15 Ekim 1582 arasındaki günler Papalık kararı ile takvimden siliniverdi. Günler geçti ve dünyaya gezegen falan çarpmadı. Ama tüm hristiyanlık Papa' nın bu dahiyane buluşundan çok mutluydu. Kopernik' in kıyamet kitabı unutuldu ve hiç yazılmamış sayıldı. Kadın papa efsanesi gibi roman konusu oldu ve Papalık hiçbir açıklama yapmadı.Günümüzde takvim hatası 3.33 güne ulaşmıştır. 21-24 Aralık 2012 günleri kıyamet beklentisini Papalığın el atması ve 3 günü takvimden silerse tüm tartışmalar sona erebilir. Daha önce denenmiş ve başarıya ulaşmış bir yöntem olarak öneriyoruz.
1648: Sabetay Sevi, Mesih`in 1648`de mucizevi şekilde geri döneceğini söyledi. Söz konusu tarih gelip de kıyamet kopmayınca Sabetay Sevi bu tarihi değiştirdi.
Sabetay Sevi
600-666 ve 1666 yıllarında kıyamettin kopacağı sanılmıştı. Hristiyan aleminde bu 666 saplantısı Patmoslu Yuhanna' nın yazdığı Vahiy kitabından kaynaklanır. Bu sayılı yıllar içinde 1666 yılı çok önemlidir. 1665 yılında meydana gelen büyük Londra yangını sonrası büyük ümitsizliğe kapılan halk kıyamet beklentisine girdi. Kiliseler dolup taştı.
1794: Methodis tarikatının kurucusu Charles Wesley bu tarihte dünyanın sonunun geleceğini söylemişti.
Charles Wesley
25 Aralık 1814: Joanna Southcott adındaki 60 yaşındaki bakire bir kadın; 1814`ün Noel günü yeni bir Hz. İsa doğuracağını söyledi. Söz konusu tarihte Hz. İsa doğmadı ama kadının kendisi öldü. 1927 yılına kadar bu kadının müritleri inançlarını sürdürdüler. Joanna`nın bıraktığı önemli bir mesajın mühürlü bir kutuda saklandığına inanılıyordu. 1927`de Grantham piskoposunun önünde açılan kutudan çıkansa sadece bir piyango biletiydi.
Joanna' nın sandığı
1836: Abisi Charles Wesley`in yanılgısından ders almayan Methodist lider John Wesley de bir kıyamet tahmininde bulundu ve 1836 yılını işaret etti. Methodistler gene yanıldı.
7 Ağustos 1847: Harmonistler adı verilen küçük bir Alman tarikatının lideri George Rapp kendi ölümünün hemen ardından Hz.isa`nın geri geleceğine iman etmişti. Bu tahmin fos çıktı.
George Rapp
1874: Yahova Şahitleri' nin ilan ettiği ilk kıyamet tarihi. Yahova Şahitleri ilerleyen yıllarda daha başka kıyamet tarihleri de ilan edeceklerdi.
1881: Yahova Şahitlerinin ilan ettiği bir diğer kıyamet tarihi.
1910 yılında Fransız astronom Camile Flammarion'a göre, Halley kuyruklu yıldızının geçişi sırasında kuyruğundaki gazlar tüm dünyayı sararacak ve zehirlenen yaşam yok olacaktı. Chicago kentindeki Yerkes Rasathanesinden yapılan açıklamaya göre Halley kuyruklu yıldızının 40 milyon km uzunluğundaki kuyruğu zehirli bir gaz ihtiva ediyordu. Flammarion' da buna şiddetle destek çıktı. Yıldız yaklaştıkça dünya üzerinde olağanüstü bir panik yaşandı. Herkes zehirli gazdan korunmanın yollarını aradı. Gaz maskeleri satışları patladı, panik odaları inşaa edildi. Türkler bu olaya pek uzaktı ve mizahi açısından bakıyordu. “Halley ve Pera” isimli oparet yazıldı hatta H. Rahmi Gürpınar “kuyruklu yıldız altında bir izdivaç” isminde birde roman yazarak işi tiye almıştı.
17 Aralık 1919: Albert Porta adlı meterolog, gezegenlerin nadir bir şekilde bir çizgi üzerine gelerek oluşturacakları çekimle güçlü bir manyetik bir çekim yaratacaklarını ve devasa bir alev topunun güneşten koparak dünyaya çarpacağını söyledi. Bazı insanlar korkudan intihar etti.
1967: Jim Jones, Sun Myung Moon ve UFO`larla bağlantı kurduğunu iddia eden George van Tassel ayrı ayrı yaptıkları kehanetlerde bu tarihi işaret etmişlerdi.
29 Nisan 1980: Bahai lideri Leland Jensen, süper güçler arasındaki nükleer yarış nedeniyle söz konusu tarihte milyonlarca kişinin öleceğini söyledi. Aslında 1979 veya 1983`teki bazı olaylarda bu risk daha yüksekti. 30 Nisan günü gelip de kimse nükleer patlamada ölmeyince Jensen ağız değiştirdi ve “son günlerin başlangıç tarihiydi” dedi.
10 Mart 1982: Gezegenlerin yakınlaşması ve Jüpiter etkisi nedeniyle dünyada depremler yaşanacağı iddia edildi. Bundan iki yıl önce Evanjelist televizyon rahibi (televanjelist) Pat Robertson, “Size garanti ediyorum, 1982`nin sonunda dünyanın yargılanacağı gün gelecek” demişti. Söylemeye gerek yok, 1982`de dünyanın sonu gelmedi.
29 Nisan 1987: Leland Jensen gene kendini tutamadı ve Halley kuyruklu yıldızıyla dünyanın çarpışacağını söyledi.
1988: Matta İncil`inin bazı bölümlerinin yorumlanması sonucu, İsrail devletinin kurulmasından 40 yıl sonra Hz. İsa`nın geri döneceği düşünülüyordu.
28 Eylül 1992: Eksantrik bir Evanjelist Rollen Stewart, İncil`deki bazı bölümlere dayanarak 28 Eylül`de kıyamet kopacağını büyük bir kesinlikle ifade etti. Yaptığı çılgınca hareketler nedeniyle hapse atıldı.
Mart-Mayıs 1997: Hale-Boop kuyruklu yıldızının görünmesi nedeniyle dünyanın sonu teorileri aldı başını yürüdü. Çünkü amatör astronom Chuck Shramek bir hata yapmış ve kuyruklu yıldızın arkasında sürükleyen `bir başka cisim` olduğunu söylemişti. Kimlerine göre 1997, dünyanın yaratılışının 6.000. yılıydı ve bu da kıyamet alameti sayıldı.
Hale-Boop kuyruklu yıldızı
31 Mart 1998: Tayvanlı `Gerçek Yol` tarikatının lideri Hon-Ming Chen “Tanrı`nın Amerika' daki bütün televizyon kanallarında aynı anda yayına geçerek `dünyaya gelmekte olduğunu` bildireceğini ve bunun hemen sonrasında bir uzay gemisinin dünyaya ineceğini” iddia etti. Yanılgısı ortaya çıkınca özür dileyen Hon-Ming Chen “Beni çarmıha gerin!” dedi ama artık onu kimse ciddiye almadı.
1999 yılında kıyamet beklentisi iki kaynaktan gelir. Vahiy kitabında ikinci bin yılda Armegedon yaşanacağı yazılı idi. Bu inanç çerçevesinde ünlü Kahin Nostradamus 11 Ağustos 1999 tarihinde başlayan savaş ve erginlenme sürecinin 3797 yılında sona ereceği ve altın çağın başlayacağını söylüyordu.
2000: Yeni milenyuma girilirken kıyametin kopacağına inanan çok sayıda kişi vardı.
12 Şubat 2006: Clinton Ortiz adlı bir eksantrik, Deccal olduğuna inandığı Prens William`ın tahta geçeceğini ve bunun da kıyamet alameti olduğunu kendi web sitesinde ilan etti.
13 Nisan 2007 Cuma: Adı bilinmeyen bir bahisçi bu tarihte kıyamet kopacağı ihtimaline 10 sterlin oynadı ve 1`e 10.000 bahse girdi. Kıyamet kopmuş olsaydı 100.000 sterlinini nasıl tahsil edeceğini herhalde kendisi de düşünmemişti.
21 Mart 2008: Tanrının Şahitleri adındaki ufak bir Hristiyan tarikatı kendi web sitelerinde bu tarihi kıyamet tarihi olarak açıklamışlardı.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

YAHUDİLER NİÇİN İNSAN OLAMAZLAR?


YAHUDİLER NİÇİN İNSAN OLAMAZLAR? 

Değiştirilmiş Tevrat’ın içerdiği emirler, bildiğimiz dini kitaplardaki telkinlerden çok farklıdır. Asıl dinin emirleri adalet, sevgi, iyilik ve hoşgörü iken, Tevrat, pek çok sapıklığın övüldüğü ve emredildiği bir vahşet kaynağıdır.

Ensest (aile içi cinsel ilişki), tecavüz, insan katliamı, işkence, üstün ırk inancı gibi pek çok sapkın görüş ve emirler Tevrat’ın içeriğini oluşturmaktadır.

Bu, kuşkusuz, orijinal Tevrat’ın içinde olmayan fakat sonradan eklenmiş bölümlerden kaynaklanmaktadır. 38 bölümlük Tevrat’ın daha 5. bölümünde Hz. Musa’nın ölümünün anlatılması, bu kitabın büyük bir kısmının vahiy değil, insan yazması olduğunu göstermektedir.

Hz. Musa’nın 5 kitabı arasında bile çelişkiler bulunması bu bölümlerin orjinal metinlerinden farklı olduğunu ortaya koymaktadır.
Tevrat’ın büyük bölümünü yazanlar, Yahudi toplumunu bugün olduğu gibi Hz. Musa’dan sonraki dönemlerde de yönetmekte olan Kabbalist hahamlardır. Yahudilerin üstün ırk oldukları ve onlara ait olan dünyanın, diğer milletler tarafından gasp edildiği inançlarının temelini Kabbala oluşturmaktadır.
Hahamların, Kabbala’nın içerdiği bu sapkın inanışlara olan bağlılığı, Tevrat’ı da bu görüşler doğrultusunda bozmalarına yol açmıştır.
İşte bu tahrifat, vahşeti Yahudi dininin bir gereği haline getirmiştir. Hahamlar, fanatik ve sadist görüşlerinin tümünü Tevrat’a ustaca yerleştirmişlerdir. Bu sayede Yahudi dininin emirleri asırlardır süren bir kin, nefret ve akıl almayacak katliamları içermektedir:
“İşte benden, ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” (TEVRAT, Mezmurlar Bölümü 2/8-9)
Bu ve benzeri yüzlerce ayet nedeniyle, Yahudiler için hahamlarca emredilen vahşeti uygulamak, bir ibadet(!) sayılmaktadır.
“Vurun; gözünüz esirgemesin ve acımayın; ihtiyarı, genci ve ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için vurun.” (TEVRAT, Hezekiel 9/5-6)
Hahamlar bu emirlerin uygulanmasını sağlama almayı da ihmal etmemişlerdir. Rabbin lanetiyle tehdit edilmektedir:
“Rabbin işini gevşeklikle yapan lanetli olsun ve kılıcını kandan alıkoyan lanetli olsun.” (TEVRAT, Yeremya Bölümü 48/10)
Bugün İsrail’in işgal ettiği yerlerde uyguladığı vahşet, asırlar önce uydurulan bu sapık dini emirlerin yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. İsrail anayasası Tevrat’tır. Hahamlar, Yahudi toplumu üzerinde asırlardır süren kontrollerini İsrail’de de sürdürmektedirler. Parlementoda, hahamlardan fetva alınmadan hiç bir kanun yürürlüğe girmez. İşte İsrail’in kutsal terör ve vahşetinin ardındaki gerçek budur.
Hahamların, fanatik ve sadist düşüncelerinden meydana gelmiş, ırkçılığa, kine ve vahşete dayalı bu köhne dinin gerçeklerini insanlara ve insanlığa acilen sunmak gerekir. Yahudilere de tavsiye olarak; kendilerine din olarak öğretilmiş olan bu sapkın, akıl ve insanlık dışı ideolojiyi, ırkçılık tutuculuğuyla değil, akıl ve vicdanla değerlendirmeleridir. O zaman gerçeği onlar da göreceklerdir.
Aksi takdirde, ateşe verdikleri dünyayı, çok yakında cehenneme çevireceklerdir...

YAKMA
Tevrat’ın “acıklı ölümlerle ölecekler” (Yeremya 16/4) ifadesinde anlattığı işkencelerden birisi de insanları yakarak öldürmektir. Tarihte Yahudiler fırsat bulduklarında bu korkunç yöntemi uygulamışlar ve Filistin’li müslümanlara karşı uygulamaya devam etmektedirler. İsrail askerleri, ve bazen de İsrail’li siviller, savunmasız Filistinlileri defalarca benzin dökerek, alev makinalarıyla ya da fırınlarda diri diri yakarak öldürmüşlerdir.
Atom bombasını yapan 32 bilim adamının tamamı ve bu bombaların Japon şehirlerine atılmasına karar veren ABD başkanı Solomon Truman Yahudidir.
Napalm bombası icadının baş ismi Louis Frederick Fieser de bir Yahudidir. Bu bomba da atom bombası gibi aynı dönemde icat edilmiş ve 2. Dünya Savaşında denenmiştir. Ve bu bomba sadece Japonya’da 260.000 ölü, 412.000 yaralıya sebep olmuş, ayrıca 2.2 milyon evi de yakarak yok etmiştir.
TEVRAT: “Onları ateş yakacak. Alevlerin elinden canlarını kurtaramayacaklardır.” (İşaya, 47/14)
“Senin hasımlarını ateş yiyip bitirecek (İşaya 26/21)
“Ve kavimler kirecin yanması gibi, kesilip ateşle yakılan dikenler gibi olacaklar.” (İşaya, 33/12)
“Hepsini Rab onunla vuracak ayakları üzerinde dururken etleri eriyecek ve gözleri çukurları içinde eriyecek ve ağızlarında dilleri eriyecek.” (Zekerya, 14/12)
“”Elin bütün düşmanlarını bulacaktır. Senin gazap zamanında onları yanan fırın gibi edeceksin. Rab hiddetinden onları yutacak ve ateş onları yiyip bitirecektir.” (Mezmurlar, 21/9)

KAN İÇME
Bu sapık adet asırlardır bir kısım fanatik Yahudiler tarafından uygulanmaktadır. Bazı bağnaz Yahudi kolları, Tevrat’ın insan kanı içme ve insan boğazlama konusundaki emirleri doğrultusunda sayısız insanı kanlarını almak için öldürmüşlerdir.
“Et yiyin ve kan için. Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” (Hezekiel Bölümü 39/18-20)
“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.” (Yeremya Bölümü, 12/3)
“Çünkü o gün orduların Rabbi Yehova’nın günüdür. Hasımlarından öç alsın diye öç günüdür. Ve kana kana onların kanını içecek.” (Yeremya Bölümü, 46/10)
Yahudilerin, kanını almak için kaçırdıkları kurbanların çoğu çocuklardır. Bu çocuk kanının hahamlarca daha makbul sayılmasından kaynaklanmaktadır.
Yahudilerin, kanlarını almak için Yahudi olmayan pek çok insanı, özellikle çocukları, öldürüp kanlarını çektiklerine dair tarihte, özellikle Avrupa’da, sayısız soruşturmalar, mahkemeler olmuştur. Yahudi ansiklopedisi The Universal Jewish Encyclopedia bu konuda tarihte olmuş 150 kadar mahkeme anlatmaktadır. Bazı mahkemelerde Yahudiler bu korkunç gerçeği itiraf etmişler, çocukları nasıl kaçırdıklarını, kanlarını nasıl aldıklarını detaylarıyla anlatmışlardır.
Yahudi ritüellerinde, insan kanının kullanımı birkaç değişik şekildedir. Birincisi, hahamların büyü ayinleri için kan kullanmalarıdır. Yahudilerin, Tevrat’tan önce de var olan kitapları Kabbala büyünün ve şeytani güçlerle ilişkinin yöntemlerini anlatır: “Pratikte Kabbala kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı bir büyüye dayalı bir formudur.” (Kabbala, Tradition of Hidden Knowledge)
Bu Kabbala ayinlerinde kanın kullanımı Yahudi yazar Bernard Lazare “L’Antisemitisme” adlı kitabının ikinci cildinin 215. sayfasında şöyle anlatıyor:
“İğneli fıçı olayları halk arasına yerleşmiş bir düşüncedir, bu ise, tamamen bir masal değildir. Gerçekten ortaçağlarda Yahudiler sihirbazlık ve okültizm ilimlerinde çok ileri gitmişlerdir. Bundan dolayı, tabii ki Yahudi sihirbazlar, kabbalistik ve talmudik ayinlerinde kan kullanmışlardır. Yahudi sihirbazlar bu iş için Yahudi olmayan çocukları kurban ederek kanlarından istifade etmiş olabilirler.”

İĞNELİ FIÇI NEDİR?
Yahudilerin, kaçırdıkları Yahudi olmayan çocukların kanlarını almak için kullandıkları yöntemlerden biri. Fıçının içi iğnelerle kaplıdır. Çocuğu fıçının içine canlı canlı kapatan hahamlar, ardından fıçıyı dakikalarca yuvarlarlar. Daha sonra fıçının dibinde bulunan musluk açılır ve toplanan kan ayinlerde kullanılmak ya da Mayasız Bayramında yenilen mayasız ekmeklere karıştırılmak üzere alınırdı.
Yahudilikte, insan kanının ikinci bir kullanım yeri ise Pessah (mayasız) bayramları olmuştur. Pessah bayramında bir hafta boyunca mayasız ekmek yapılır ve yenir. Yahudilerin bazı kollarına göre, bu ekmeklerin en makbul olanları ise içine insan kanı katılanlardır. Bazı tarihçilerin bildirdiklerine göre, Pessah bayramları, Ayrupa’da her yıl küçük çocukların kaybolduğu dehşet dönemleri olmuştur.
Kan içme konusunu şimdiye dek en iyi açıklamış kaynaklardan biri, 1803’te Moldavya’lı rahip Neophite’in yazdığı kitaptır. Bir hahamın oğlu olan Neophite, Yahudilikten çıktıktan sonra hristiyanlığı kabul edip rahip olmuştur. Babasının inancındaki bütün kanla ilgili ayinleri açıklamıştır. Bazı Yahudi tarikatlarının, insan kanı kullandıklarında Yehova katında daha “üstün” olduklarına inandıklarını anlatmıştır.
İşte Yahudilerin bulundukları ülkelerden sürülmelerinin nedenlerinden birisi de bu sapık adettir. Özellikle İspanya’da, kan içme olayları defalarca gündeme gelmiş, bu olaylar halk arasında büyük huzursuzluk meydana getirmiştir. Sayısız çocuk kaybolmuş, cesetlerin bir kısmı tamamen kanı çekilmiş bir durumda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğuna geldikten sonra da, Yahudilerin bazı kolları, bu sapık adetlerine devam ettiler.
Osmanlı zabıtlarında bu konuda gelişmiş pek çok olay vardır. Bunların en önemlileri 1715’te Amasya’da, 1840’ta Şam’da ve Rodos’ta, 1633-1843 ve 1866’da İstanbul’da, 1863-1868 ve 1870’te İzmir’de kayda geçen olaylardır. Bu olaylarda pek çok Yahudi suçlu bulunmuş ve idam edilmiştir. Yahudi tarihçi-yazar Avram Galante, “Histoire Des Juifs de Turquie” isimli kitabında bu konuda gelişmiş olan olayları uzun bir şekilde anlatmaktadır.
İstanbul Kadılığı 1715’te (11 Şevval 1128) olan kan içme olayında, Ahmet isminde bir Türk çocuğunu kaçırıp kanını içen Menahim, Sabetay ve Avram isimli üç Yahudiyi idam cezasına çarptırmıştır. Fanatik Yahudiler kan içme adetlerini bugün hala uyguluyorlar. Filistin’li pek çok küçük çocuk bu korkunç ibadetin (!) kurbanı olmuştur.
Yıl 2006’nın Mayıs Ayı. Ankara’nın fakir semtlerinden Sincan’da, organları alındıktan sonra çöpe veya duvar diplerine bırakılmış 7-8 yaşlarındaki çocuk cesetlerinin sayısı 13’e ulaşmış. Türkiye’deki organ mafyasının ardında Yahudiler’in olduğuna ve bu organların İsrail’li hastalara nakledildiğine dikkat eder misiniz?!!!
Sadist hahamların uydurduğu bu akıl almaz vahşet, tarih boyunca sayısız masum insanın acımasızca öldürülmesine yol açmıştır.
Yahudiler Tevrat’ta emredilen bütün vahşet türlerini İsrail devleti kurulduktan sonra çok rahat uygulama fırsatı buldular. İşgal ettiği topraklardaki savunmasız halk İsrail’in sapık ibadetlerinin kurbanı oldu. Haber alınamayan binlerce kayıp Filistin’li çocuktan birkaçının cesetleri kanları çekilmiş olarak bulunmuştur. Bugün İsrail hapishanelerine konulan, yüzlercesi kadın ve çocuk olmak üzere on bini aşkın Filistin’linin akibeti bilinmemektedir.
Azınlıkta oldukları ülkelerde bile bu korkunç ibadetlerini terketmeyen yahudi fanatiklerinin, tamamen hakim oldukları Filistin’de aynı kan ayinlerini uyguladıklarını tahmin etmek güç değil.

BURUN ve KULAK KESME
Yahudilerin, Tevrat emirlerine dayanarak yaptıkları işkencelerden birisi de burun ve kulak kesmedir. Tarih kitaplarında Yahudilerin yaptıkları katliamlarda bu insanlık dışı işkence yöntemini kullandıkları anlatılmaktadır.
TEVRAT: “Burnunu ve kulaklarını kesip düşürecekler. Ve senden arta kalan kılıçla düşecek.” (Hezekiel Bölümü, 23/25)
“Sizi kılıcın kısmeti edeceğim ve hepiniz boğazlanmak için bekleyeceksiniz.” (İşaya Bölümü, 65/12)
“İşte kor ateşine üfleyen ve işine göre silah çıkaran demirciyi ben yarattım; harap etsin diye helak ediciyi ben yarattım.” (İşaya, 54/16)
“Bak İsrail, bugün milletler üzerine kökünden sökmek için ve yıkmak için, helak etmek ve yok etmek için seni koydum.” (Yeremya, 1/10)
“Sen benim topuzumsun ve cenk silahımsın. Ve seninle milletleri kıracağım ve seninle ülkeleri helak edeceğim.” (Yeremya, 51/19,20)

MAZLUM ve EZİLMİŞLİK YALANLARI
Yahudiler, va’dedilmiş topraklara dönmek istemeyen soydaşlarını bu işe zorlamak (kendi deyimleriyle “hizaya getirmek”) için her türlü provokasyonu tarih boyunca uygulamaktan çekinmemişlerdir. Kendilerine karşı uygulandığını öne sürdükleri “soykırım” tezgahlarının ardında yine kendileri vardır.
Hitler’in; “Beni Yahudiler finanse etti” demesi; katliamları bizzat gerçekleştiren SS Gestapo şeflerinin yahudi olması; NAZİ sembollerinin Tevrat’tan alınmış olması; NAZİ ve Avrupalı Yahudilere verilen ESKENAZİ isimlerinin ibranice kökenli olması; Faşist diktatör Mussolini’nin; “Ben bir siyonistim” demesi ve kurulacak olan yahudi devleti için çalışacağını söylemesi vb. Ortadaki oyunu açıklamaya yetip artmaktadır.
Aslında bu oynanan “Büyük kitlenin İsrail’e dönmesi için küçük bir grubun feda edilmesi gereği” oynanmıştır. Bu grup da elbette, kültürlü, aydın ve zengin Yahudilerden oluşmayacaktı. Özellikle fakir ve güçsüz, İsrail’e göç etse bile yük olmaktan başka işe yaramayacak, çoğunluğunu Musevi Hazar Türkleri ve Çingenelerin oluşturduğu bir kesim bu iş için uygun görüldü.
TEVRAT: “Bir şehre karşı cenketmek için ona yaklaştığın zaman, onu BARIŞA çağıracaksın. Ve vaki olacak ki eğer sana sulh cevabı verirse ve KAPILARINI SANA AÇARSA, o vakit içinde bulunan bütün kavim sana angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.” (Tesniye Bölümü, 20/10-11)
“Ve onların krallarını senin eline verecek adlarını göklerin altında yok edeceksin. Sen onları yok edinceye kadar kimse senin önünde duramayacak.” (Tesniye Bölümü, 7/24)
Eski ABD Genel Kurmay Başkanı Thomas Moorer: “Şimdiye kadar hiçbir başkanın İsrail’e karşı koyduğunu görmedim. Onlar her zaman istediklerini elde ederler. Amerikan halkı eğer İsrail’in hükümet üzerindeki etkisini bilseydi hemen ayaklanırdı.”
Ben Gurion tarafından ilan edilen İsrail’in bağımsızlığını, bir kaç dakika içinde ilk tanıyan ABD Başkanı Truman olmuştur. Truman; “Hür ve kudretli bir İsrail Devleti’nin teminatçısıyım.” (Le Monde, 17.3.1971 sf. 8)
İsrail Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann, Yahudi Truman’a şükran hediyesi olarak bir Tevrat Rölesi sunarken şöyle demişti: “Siz farkında olmayabilirsiniz ama sayın Başkan, ben sizden daha önemli bir başkanım. Siz 170 milyon insanın başkanısınız, bense başkanların başkanıyım.” (Joys of Jewish Folklore, David M. Eichhorn, sf. 343)
TEVRAT: “Bilmediğim bir kavim bana kulluk edecek. Yabancı oğulları bana boyun eğecekler. Kulakları işitince bana itaat edecekler. Yabancı oğulları takatsiz kalacaklar.” (ll. Samuel, Bab 22/4-46)
Yahudiler, sermayeyi ele geçirip yaşadıkları her ülkeyi sömürmüşler, dönmelik takdiğiyle devletin üst kademelerini ele geçirmeye çalışmışlardır. Tarih boyunca birçok ülkeden kovulma sebeplerinden biri de budur. Dönmeler, bayramlara eş değiş tokuşuna dayanan cinsel faktörler de eklemişlerdir. Halk arasında “mum söndü” olarak bilinen bu eş değiş tokuşu dönmelerin en sapık adetlerinden biridir. Bugün hala uygulanmakta olan bu adet, yahudi dönmeleri tarafından reddedilmek bir yana, övünerek anlatılmaktadır. Bu iğrenç adetin faturasının da, farklı mezhepteki bir topluluğumuza çıkarılması, Yahudi-Ermeni propagandalarının eseridir.
“Köpek için kemiğin, domuz için dışkının çekici bir tadı olmasaydı, onlar bu maddelerle karınlarını doyurmak isterler miydi? Rezilliklerin her çeşidinden ayrı bir tad alan güçlü kişileri ayıplamayınız.” (Mason Dergisi, sayı 29, sf. 20)
(Bu telkin, masonluğa kabul töreni sırasında üyelere fiili livata yapıldığı söylentilerine ispat niteliği mi taşıyor acaba?)

KUR’AN: “İnananların içinde çirkin utanmazlıkların yaygınlaşmasından hoşlananlara dünyada da, ahirette de acıklı bir azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmiyorsunuz.” (Nur Suresi/19)

Sapık Yahudi geleneklerinden biri olan ensest de sapkın Tevrat ayetlerine dayanır:
“İki memen sanki bir çift geyik yavrusu Kaptın gönlümü kızkardeşim, yavuklum. Okşamaların ne güzel kızkardeşim, yavuklum.” (Tevrat, Neşideler Neşidesi, 4/5,9-10)
“Ve büyük kız küçüğüne dedi: Gel babamıza şarap içirelim... Onunla yatarız... Ve o gece babalarına şarap içirdiler ve büyük kız gidip babasıyla yattı. Ve öbür gece dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı.” (Tevrat, Tekvin 19, 31-35)
Rivayete göre, kızların, babalarının soyunu sürdürmek için girdikleri bu ilişkilerin sonucunda birer oğlan doğuruyorlar. Bu oğlanlardan biri Moablıların, diğeri de Amanoğullarının atası sayılıyor.

Yerleştiği her yerden kovulan tek topluluk Yahudilerdir. Babil’den, İngiltere’den (1292), Fransa’dan (1394), İspanya’dan (1492), Litvanya’dan (1495), Portekiz’den (1498), Almanya ve İtalya’dan (14 ve 16.yy.da) tarih boyunca toplu olarak kovuldular.
İspanya’da Yahudiler sermayenin çoğuna sahip olduklarından dolayı “devlet içinde devlet” haline gelmişlerdir. Bu maddi güç sayesinde ülkede sayıları az olmasına rağmen çoğu konuda söz sahibi oluyorlardı. Ayrıca, Yahudilerin uyguladığı kan içme, sulara zehir atma, veba salgını çıkarma, ensest ilişki, eş değiştirme, yabancı düşmanlığı (başka milletleri hayvan olarak görme) gibi sapık adetler, İspanyol halkı arasında büyük bir tedirginlik oluşturuyordu.
İspanya devletinin, bunların etkilerini kırmak için gittiği yasal düzenlemelere karşı “dönme”lik (isim ve dinlerini gizleme) takdiğini uygulayan Yahudilerin bu sahtekarlığının ortaya çıkmasıyla, İspanya Devleti tarafından topluca kovuldular.
Ne yazık ki, başka milletlerin başlarından söküp attığı bu keneleri, Osmanlı İmparatorluğu sokaktan alıp kendi bağrına yerleştirmiştir. Sonuçta, Osmanlı’nın sonunu getirip ortadan kalkmasına sebep olan bu KENELER olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü zehirleyip öldüren de Mason Keneler’dir.
Mason yükümlülüklerini belirten Anderson Yasası, Davranış Maddesi dördüncü fıkrası şöyledir:
“Mason olmayan yabancılar bulunduğunda, sözlerinizde ve tutumunuzda öyle ketum ve ihtiyatlı olunuz ki, en ince zekalı yabancı bile duyulması uygun olmayan şeylerin farkına varmasın.” (ÇIRAK KALFA USTA, Sayfa-55)
Siyonizmin dünya hakimiyeti için kendilerini adamış olan masonlar da aynen Yahudiler gibi kendilerinden başkalarını insan olarak görmezler;
“Bizim anladığımız insan, sokakta her gün gördüğümüz insan değildir. İki ayaklı, iki kulaklı az çok akla da sahip insanı biz burada kasdetmiyoruz, biz insan dediğimiz zaman bütün masonik ilkeleri sinesinde toplayan bir insanı insan olarak ele alıyoruz.” (Mimar Sinan Dergisi, s.27-28 sf.35)
Siyonistler, işleri biten masonların Yahudi asıllı olmayanlarını çöpe atarken de pek acıma belirtisi göstermezler.
Masonlar, çalışmalarının, Atatürk tarafından 1935 yılında yasaklandığında, meclis başkanı, altı bakan ve altmıştan fazla milletvekilinin kendilerinden olduğunu söylemektedirler. Atatürk’ün ölümünün onuncu yılında tekrar çalışmaya başlarlar ki, bu arada İsrail Devleti’nin de kurulmuş olması çifte bayramları olmuştur.
Kutsal anlatımlara göre;
İSRAİLOĞULLARI: Yakup peygamberin soyundan gelenleri ifade eder.
İSRAİL: Yakup peygamber’e verilmiş isimdir. “Tanrıyla güreşen” demektir.
İSRA: Güreş tutmak, güreşmek.
İL-EL-BAAL: Sümer’lerin en baba tanrısı(!).
Yakup, tırıvırı bir tanrı(!) yerine, en baba tanrıyı(!) kendine rakip seçmesinin cezasını, dizinin incinmesiyle öder. Fakat, tanrıyla kapışmayı göze almanın ödülü olarak ta “üstün kılınma” vaadini kapar(!). Bu “diz incinmesi” olayından dolayı Yahudiler, uyluk başı üstü kalça adalesini yemezler.
Tarih boyunca fitne ve azgınlıklardan bir türlü vazgeçmeyen İsrailoğulları, pek çok peygamberin başının etini yemiştir.
Tanrının, kendilerini bu kadar fazla muhatap almasını (peygamber gönderilmesini) “kendilerine üstünlük ve efendilik” verilmesi olarak değerlendirmişlerdir.
Müslüman inancına göreyse, Yakup peygamber; güzelliği dillere destan Yusuf’unu kaybetmiş, gözü yaşlı Hazreti Yakup’tur. Müslümanların böyle inanıyor olmalarının ne kendilerine bir zararı vardır, ne de insanlığa. Oysa tanrıyla(!) güreşen bir Yakup...
KUR’AN: “Yahudiler arasına Kıyamet Gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Onlar ne zaman savaş ateşini alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çaba harcarlar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Maide Suresi, 64)

TEVRAT: “Ayak tabanınızın basacağı her yer sizin olacak; sınırınız çölden ve Lübnan’dan, Irmak’tan, Fırat Irmağı’ndan garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak. Tanrınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız tüm diyarın üzerine koyacaktır.” (Tesniye, 11/24-25)
“O günde Rab Abram’la ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük ırmağa, Fırat Irmağı’na kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim.” (Tekvin, 16/18)
Türk Milleti, yurt edindiği toprakları için milyonlarca şehit vermiştir. “Türkiye ilgi alanımız içindedir.” diyen Yahudi insan kasabı Ariel Şaron aylardır kuyruğu titrettiği halde geberemiyor. Onca masumun kanına girerek, kolay ölüm var mı? Darısı, mevcut Yahudi kasaplarının başına...
“Aralarına seni dağıttığım milletlerin hepsini bütün bütün sona erdireceğim fakat seni sona erdirmeyeceğim.” (Tevrat, Yeremya, 30/11)
“Çok kavimler ezeceksin, ve onların kazancını Rabbe ve onların mallarını bütün dünyanın Rabbine tahsis edeceğim.” (Tevrat, Mika, 4/13)
“Ve seni sıkıştıranların oğulları sana eğilerek gelecekler. Senin ayaklarının tabanında yere kapanacaklar ve sana Rabbin şehri İsrail Kudüsü’nün Siyonu diyecekler.” (İşaya 60/14)
“Ve Krallar sana uşak ve Kraliçeler sana dadı olacaklar, yere kapanıp ayaklarının tozunu yalıyacaklar.” (İşaya 49/23)
“Milletlerin servetini yiyeceksin ve onların izzeti size geçecek.” (Tevrat, İşaya, 61/6)
“Allah’ın Rabbin sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Allah’ın Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.” (Tevrat, Tesniye 20/16,18)
KABBALA’dan: “Yahudi, yaşayan insanlaşmış Tanrıdır... Yeryüzünde Tanrı, Yahudinin yüz hatlarda kendini aşikar kılar. Diğer insanlar tamamıyla dünyevi, aşağı ırktandır. Onlarsadece Yahudilere hizmet için yaşamaktadırlar... Hahamların sözleri canlı Tanrının sözleridir.”
Filistin ve Lübnan’da Yahudilerin katlettiği masumlar, benim kardeşime, bacıma, akrabalarıma ve garip anacığıma benziyorlar. Yahudi vahşilerin yüzlerinde ise, kara domuzların kılsız yerlerinin derisini görüyorum...
KUR’AN: “Onlar bir kötülük işledikleri zaman BİZ ATALARIMIZI BU YOL ÜZERİNDE BULDUK. ALLAH DA BİZE BUNU EMRETTİ derler. De ki: Şüphesiz Allah, kötülüğü emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah’a karşı mı söylüyorsunuz?” (A’raf 28)
KUR’AN: “Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar gerçeği ters çeviren, günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar şeytanlara kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler.” (Şuara 221-223)

Ey Yahudiler!
Yeryüzünü ve sonunuzu felakete sürüklüyorsunuz! Aklınızı başınıza alın ve insanlığa dönün!
Tanrı’nın bana vermiş olduğu akıl; TANRININ BİLDİKLERİNİ ELBETTE BİLEMEZSİN FAKAT, AKLINDAN ZORU OLAN BİR TANRININ VARLIĞINA İNANACAK KADAR DA APTAL OLAMAZSIN, diyor.”
Sizlere; “Yakın! Yıkın! Öldürün! Mahvedin! Tecavüz edin! Cehenneme çevirin! ....!” diye telkin eden Tanrı değil de, KABBALİST BİR HAHAM olmasın sakın!?...
Ey insanlık!
Şu anda yeryüzünde katliama uğrayanlar senin ırkından, dininden değildir diye kılını kıpırdatmak istemiyorsun!
Siyonistler bu dünyayı üçüncü büyük harbe doğru sürüklüyorlar!
Sıkıştıkları anda nükleer güce başvuracakları cehennem harbine!
Bu gidişe dur demezseniz, CEHENNEM ARTIĞI BİR DÜNYA SİZE KALSA NE OLACAK?!

Ey müslüman!
İslam ümmeti neden sahipsiz?!
Neden yanıyor Filistin, Lübnan, Irak, Bosna, Azerbaycan, Çeçenistan, Afganistan, Türkistan?
Dünyanın İNSANLIK ve ADALET diye ayağa kalkıp haykırmasını mı bekliyorsun, kendin yatar halde iken?!
Sorgulamayacak mısın, ülkenin başına getirilmiş siyonist locaya kayıtlı uşakların kimliğini?
Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmek, ipin ucunu onlara teslim etmek ne demek?

Ey Türk Evladı!
Vatanının parçalanıp cehenneme çevrilmesine fırsat verme!
Ürününe para verip kullandığın markanın Yahudi patronuna rica et de safını belli etsin! Lübnan ve Filistin’deki vahşete tavır koysun!
“Eşcinseli işe alırım, türbanlıyı almam” diyen, ALARKO’nun Alaton’larına sor bakalım; “İsrail iyi mi yapıyor, yoksa kötü mü?”!
Yoksa sen hala:
Alarko ile suyunu ısıtıp ariel ile temizlenmeye; colgate ile fırçalanıp, coca cola ile karnını şişirmeye devam mı edeceksin?
Ödediğin para bugün için Filistinli çocuğun beyninde patlıyorsa, yarın sıranın sana gelmeyeceğini mi düşünüyorsun?
Düşmanın ekonomisine katkıda bulunmanın, tecavüzcü zaniye kuvvet macunu ikram etmekten ne farkı var?
İşte, dünyanın hali ortada! Görmüyor musun?
Yoksa, Yahudi füzeleri Ankara’ya düşmeye başladığında mı gözlerini açacaksın?
İsrail Savunma Bakanı, İsrail’in ahlaki yasalarının sivillere zarar verilmesine izin vermediğini söylemiş. Öyleyse bu katliamları, dini yasaları izin verdiği için mi yapıyorlar?
İsrail Dışişleri Bakanı, İsrail’in Lübnan halkıyla bir çatışması yok demiş. Doğru söylemiş. Lübnan halkıyla çatışmıyorlar, Lübnan halkını katlediyorlar. Çünkü, Lübnan’lıların onlarla çatışmaya girecek silahları yok...
Feryatlar arşa yükseliyor.
Bütün dünya bu vahşete seyirci.
Condoleezza Rice’nin ağzı kulaklarında. Mutlulukla sırıtıyor.
Utanmak mı?
Yüzleri kızarmak mı?
Onlar da nasıl kelime!
Hayvanlar suç işleyince hiç yüzleri kızarır mı?
“Kimler var bakınız kan feryat dolu,
Kimler hürriyetin hasretindeler,
Garibin mazlumun bağlanmış kolu,
Gülüp seyrediyor kanlı kahpeler.”
Kanlı kahpeler.
Kanlı zalimler,
Kanlı köpekler!...

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...