19 Ağustos 2012 Pazar

Şarabın dünyada haram kılındığı halde neden Cennet'te bir ikram olarak sunulduğudur.

  Bir kısım akılsızların Kuran'da, güya çelişki olarak göstermeye çalıştıkları konulardan biri, şarabın dünyada haram kılındığı halde neden Cennet'te bir ikram olarak sunulduğudur. Tartışma konusu yapmak istedikleri ayet ise şöyledir:

Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu? (Muhammed Suresi, 15)

Daha önceki bölümlerde de bahsettiğimiz gibi bu tür bir anlayış eksikliği Kuran'ın geneline hakim olmamak, akledememek, art niyetli ve ön yargılı bir bakışa sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. Şimdi böyle akılsızca bir iddianın niçin mantıksız ve geçersiz olduğunu birkaç yönden inceleyelim:

Birincisi, Cennet'te ikram edilen şarapla dünyadaki şarabın farklı özelliklere sahip olduğunu aşağıdaki ayetlerden anlıyoruz:

Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir. (Vakıa Suresi, 18-19)

Görüldüğü gibi, Cennet'te sunulan içki dünyadaki şarabın olumsuz etki ve özelliklerinden arındırılmış bir içki türüdür. Ayette belirtildiği gibi ne baş ağrısı verir ne de aklı çeler. Yani keyif ve lezzet verici olmasına rağmen sarhoş edici ve rahatsızlık verici bir niteliği yoktur. Bu özelliklere sahip bir şarabın da Cennet nimetlerinden bir nimet olmasında en ufak bir çelişki yoktur.

Dünyadaki içki pek çok yönden Kuran'da kötülenmiş, olumsuzlukları belirtilmiş zararlı bir içkidir. İçkinin zarar ve kötülüklerini anlatan ayetlerden bazıları şöyledir:

Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Suresi, 90-91)

Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: "Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür." (Bakara Suresi, 219)

Elbette ki bu dünyada haram kılınan içkinin Kuran'da kınanmış kötü özelliklerinin Cennet'teki içkilerde bulunması düşünülemez. Nitekim Allah bir başka ayetinde de Cennet içkisini tarif ederken bu içkinin dünyadaki içkinin kötü özelliklerine sahip olmadığını bir kez daha vurgulamaktadır:

Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır. Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir. (Saffat Suresi, 45-47)

Allah'ın açıkca belirttiği bu konuyu kendince çelişkili gören bir kimsenin anlayışından şüpheye düşülmesi kaçınılmazdır. Cehalet ve sapkın bir amaçla Kuran'a yaklaşan bir kimsenin aklının bu derece kapanması, en açık konuları dahi anlayamayacak bir acizliğe düşmesi de Kuran'ın mucizelerindendir. Allah bir ayetinde akledemeyenlerin düştüğü bu durumu şöyle tarif eder:

Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar. (Yunus Suresi,100)

İkincisi, Kuran'ın Arapça metninde, bildiğimiz şarap ve her türlü alkollü içki anlamına gelen "hamr" sözcüğünün Cennet içkisi anlamında kullanıldığı tek ayet yukarıdaki Muhammed Suresi'nin 15. ayetidir. Bunun dışında, Cennet'teki içecekler için kullanılan "şarap" kelimesi Arapça'da herhangi bir içecek anlamına gelir. Türkçe'de şarap kelimesi bildiğimiz alkollü içki için kullanılsa da gerçekte Arapça'da içmek anlamına gelen "şerebe" kökünden türemiştir ve her türlü alkolsüz içecek için kullanılabilir. Buradan da cennet içkisinin farklı bir içki olduğu anlaşılmaktadır. Yani Kuran'daki Cennet ayetlerinde geçen "şarap" kelimesinin Türkçe'de kullandığımız şarapla bir ilgisi yoktur. Bu kelimenin geçtiği ve içecek anlamında kullanıldığı ayetlerden bazıları şöyledir:

İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler. (Sad Suresi, 51)

Onlara mühürlü, katıksız bir şaraptan içirilir. (Mutaffifin Suresi, 25)

ŞARAP KONUSUYLA İLGİLİ BİR BAŞKA YANLIŞ YORUMLAMA

Nahl Suresi'nin 67. ayetinde şöyle buyrulur: "Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık edinmektesiniz..."

Akledemeyen bazı cahil kişiler burada kendilerince şarabın övüldüğünü, haram olan bir şeyin övülmesinin de çelişkili olduğunu söylerler. Herşeyden önce, dikkatli bakıldığında ayette şarabın övülmesi gibi bir durum yoktur. Ayette övülen kısım hurmaların ve üzümlerin bizzat kendilerinin güzel rızıklar olduklarıdır. Ayetin birinci bölümünde bahsedilen ise insanların bunlardan elde ettikleri sarhoşluk verici içkidir ki zaten Kuran'ın pek çok yerinde bu içkinin zararları sayılmış ve kötülenmiştir. Ayetin ifadelerinden şarap içmeye, sarhoş olmaya bir teşvik, bir övgü olduğunu çıkarmak da ortada kasıtlı bir yaklaşım ya da önemli bir anlayış ve muhakeme bozukluğu olduğunu göstermektedir.

Bu ayette önemli bir gerçeğe dikkat çekilmektedir: Allah'ın rızık olarak verdiği bir nimet, istendiğinde olumlu ve faydalı bir yönde değerlendirilebilir, istenildiğinde de suistimal edilerek zararlı işlerde kullanılabilir. Yani aynı nimet, amaca göre hayır ya da kötülük haline getirilebilir, helal ya da haram yönde kullanılabilir. Burada da imtihan dünyasının bu temel gerçeği üzüm ve şaraptaki tezat örneğiyle vurgulanmaktadır. Allah'ın nimet olarak yarattığı üzüm, sağlık açısından ne kadar faydalı, besleyici, lezzetli bir ürünse, bundan o derece zararlı, insan vücudu üzerinde kalıcı ve olumsuz etkileri olan şarap da üretilebilir. Aynı gerçek mal, para, güzellik, zeka, makam, mevki, güç, iktidar gibi pek çok nimet içinde geçerlidir. Bu nimetler Allah'ın beğendiği hayırlı işlerde değerlendirilebileceği gibi, Allah'ın razı olmadığı, zararlı, olumsuz amaçlar için de kullanılabilir.

Görüldüğü gibi, Allah aynı nimeti pek çok hikmet dahilinde farklı yaratılışlara çevirebilir. Bu gerçeği de aynı üstün hikmetle tek bir ayette ifade edebilmektedir. Düşünüp akleden kimseler de Allah'ın ayetlerindeki hikmetleri görür ve anlarlar. Nitekim aynı ayetin devamındaki, "... şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır." (Nahl Suresi, 67) ifadesinde de buna dikkat çekilmektedir.

Kısacası, ayet açık bir şuur ve dikkatle okunduğunda ortada herhangi bir çelişki olmadığı rahatlıkla görülür. Artık bu derece açık konularda çelişki aranmaya çalışılması da inkar edenlerin Kuran karşısında düştükleri çaresizliği göstermeye yeterlidir.

"DOMUZ ETİ BUGÜNKÜ SAĞLIK KOŞULLARINDA YENEBİLİR" DENMESİ

Domuz etinin Kuran indirildiği dönemde yenmesinin sağlığa zararlı pek çok yönleri olduğu gibi bugün de yenmesinin sağlığa zararlı olan çeşitli yönleri vardır. Bir kere domuz, her ne kadar temiz çiftliklerde, bakımlı ortamlarda yetiştirilirse yetiştirilsin, kendi pisliğini yiyen bir hayvandır. Gerek pislikle beslenmesi gerekse biyolojik yapısı nedeniyle domuzun bünyesi diğer hayvanlara oranla çok fazla miktarlarda antikor üretir. Yine domuzun vücudunda diğer hayvanlara ve insana oranla çok yüksek dozda büyüme hormonu üretilir. Doğal olarak bu yüksek dozdaki antikorlar ve büyüme hormonu dolaşım yoluyla domuzun kas dokusuna da geçerek birikir. Bunun yanı sıra domuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol ve lipid içerir. Bunların sonucunda tüm bu aşırı düzeydeki antikorlar, hormonlar, kolesterol ve lipidlerle yüklü olan domuz etinin insan sağlığı açısından önemli bir tehdit olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bugün domuz etinin yoğun olarak tüketildiği ABD, Almanya gibi ülkelerin nüfuslarının önemli bir bölümünü oluşturan normalin çok ötesinde aşırı şişman kimselerin varlığı, artık alışılmış bir manzara olmuştur. Domuz etine dayalı bir beslenme sonucunda aşırı büyüme hormonuna maruz kalan insan bünyesi önce aşırı kilo toplamakta, sonra da vücudu deformasyonlara, şekil bozukluklarına uğramaktadır.

Bunların dışında domuz etindeki sağlığa zararlı maddelerden biri de "trişin" mikrobudur. İnsan vücuduna girdiğinde doğrudan kalp kaslarına yerleşerek ölümcül tehlike oluşturan trişin mikrobuna domuz etinde sıklıkla rastlanmaktadır. Günümüz teknolojisiyle trişinli domuzları teknik olarak tesbit etmek mümkünse de önceki asırlarda böyle bir yöntem bilinmiyordu. Bu nedenle domuz eti yiyen herkes için trişin mikrobunu kapma ve ölümle karşı karşıya kalma riski vardı.

Görüldüğü gibi tüm bu sebepler domuz etinin Müslümanlara yasaklanmasının ne kadar çok hikmeti olduğunu göstermektedir. Her koşulda sağlığa zararlı etkilerini sürdüren, denetimsiz üretiminde ise ölümcül bile olabilen domuz etinin yenmesi yasaklanarak böyle bir tehlikeye karşı en başından köklü ve keskin bir önlem alınmıştır.

Ne var ki burada çok önemli bir noktayı hatırlatmakta fayda vardır. Bir şeyin haram kılınması için mutlaka sağlığa ya da insanlığa zararlı olması gerekmez. Bu konu pek çok kimsenin dikkatinden kaçan, art niyetlilerin de insanların bilgisizliklerinden faydalanarak bununla akıllarını karıştırmayı denedikleri bir konudur. Yani, "bunun ne sakıncası var da, şunun ne zararı var da Kuran yasaklıyor" şeklindeki, düşünüp akledilmeden ortaya atılan cahilce iddialar gerçekte Kuran'ın hükümlerindeki hikmet ve amaçtan habersiz olmaktan kaynaklanmaktadır. Akledemeyen kişiler konuları dar ve sınırlı kalıplar içinde algılamaya çalıştıklarından, daha geniş dairede yer alan hikmetleri ve bunların mantıklarını kavrayamazlar.

Allah çok daha farklı nedenlerle de herhangi bir şeyi insanlara yasaklayabilir. İnsanları denemek için, Kendisi'nden gerçekten korkan ve Kendisi'ne samimi olarak itaat edenlerin anlaşılması, sahtekarların da ortaya çıkması için zararı olmayan bir şey de yasaklanabilir. Ceza ve ibret kastıyla ya da nimetlerin kıymetinin hatırlanması ve şükre vesile olması için de bir konuda yasak konabilir.

Allah Kuran'da, Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanı yemeyi de haram kıldığını belirtmiştir:

O, size ölüyü (leşi)- kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi,173)

Allah'tan başkası adına kesilmeyen hayvanın yenmesinden sağlık yönünden bir sakınca olmadığı açıktır. Aynı otlakta büyüyen iki sığırdan biri Allah adına kesilirse yenmesi helal, diğeri Allah'tan başkası adına kesilirse yenmesi haram olur. Bu hükmün bir hikmeti de insanlar için bir deneme vesilesi olmasıdır.

Kuran'da önceki dönemlerde Yahudilere konulan, "Cumartesi günü iş yapma yasağı"nın onların imtihanı için olduğu ise şöyle bildirilmektedir:

Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani onlar Cumartesi (yasağını çiğneyerek) haddi aşmışlardı. 'Cumartesi günü iş yapma yasağına uyduklarında', balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, 'cumartesi günü iş yapma yasağına uymadıklarında' ise, gelmiyorlardı. İşte biz, fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan ediyorduk. (Araf Suresi, 163)

Oysa bir dönem Yahudilere yasaklanan Cumartesi günü iş yapmak, Kuran'da Müslümanlara yasaklanmamıştır. Bu da, yasağın herhangi bir toplumsal sakıncadan ya da özellikle o gün şehre akın eden balıkların sağlığa zararından ötürü değil, deneme kastıyla konulduğunu göstermektedir. Nitekim, söz konusu kavmin yasağı çiğneyerek imtihanı kaybettikleri de ayette belirtilmiştir. Böyle bir yasakla o kavmin insanlarının imanlarındaki samimiyetsizlik ve Allah'tan gereği gibi korkup sakınmadıkları ortaya çıkmış oluyordu.

Kuran'da müminler için konulan bir yasak da benzer bir hikmet, bir deneme amacı taşımaktadır:

Ey iman edenler, Allah görünmezlikte (gaybte) kendisinden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği avdan bir şeyle andolsun sizi deneyecektir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acı bir azab vardır. Ey iman edenler, siz ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden kim onu kasıtlı olarak (taammüden) öldürürse, cezası, hayvandan öldürdüğünün bir benzeridir. Buna da, Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adalet sahibi iki kişi hükmedecektir. Veya yoksulları doyurmak veya onun dengi oruç tutmak olan bir keffaret vardır. Böylelikle işlediğinin vebalini tadmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öç alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öç sahibidir. Deniz avı ve onu yemek size ve (yeryüzünde) dolaşanlara bir yarar olarak helal kılındı. İhramlı olduğunuz sürece kara avı ise size haram kılınmıştır. O'na (götürülüp) toplanacağınız Allah'tan korkup-sakının. (Maide Suresi, 94-96)

Ayette bu yasağın hikmeti açıkça belirtilmiştir: "Allah görünmezlikte Kendisi'nden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için..." Ellerin ve mızrakların bu ava rahatlıkla erişebilmesi de bu imtihanın bir parçasıdır.

Kavimlere getirilen ilahi yasakların bir diğer hikmeti de onların tavır ve davranışlarındaki bozukluk, sapkınlık nedeniyle cezalandırılmaları ve tevbe edip doğru yola dönmelerinin sağlanmasıdır. Geçmiş dönemlerde Yahudilere konulan bazı yasaklar da bunun bir örneğidir:

Yahudi olanlara her tırnaklı (hayvanı) haram kıldık. Sığırlardan ve koyunlardan, sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan veya kemiğe karışanlar dışında iç yağlarını da onlara haram kıldık. 'Azgınlık ve hakka tecavüzde bulunmaları' nedeniyle onları böyle cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru olanlarız. (Enam Suresi, 146)

Buraya kadar anlaşılacağı gibi Allah'ın haram kıldığı şeylerin yasaklanmasında pek çok hikmet ve amaç bulunur. Bu hikmeti yalnızca yasaklanan şeyin zararlı ya da sağlıksız olmasıyla kısıtlamak Kuran'ı gereği gibi bilip anlamamaktan, düşünmemekten kaynaklanır.

Domuz etinin yasaklanmasının da birden fazla hikmeti vardır. İçinde yaşadığımız asra değin domuz etinin insan sağlığını doğrudan tehdit eden zararları olduğunda kuşku yoktur. Bugünkü tıbbi cihazlarla, biyolojik testlerle somut biçimde ortaya konmuş bu zarara karşı, daha kimsenin mikrop, bakteri, trişin, hormon, antikor gibi kavramlardan haberi olmadığı 14. yüzyılda indirilen Kuran'da kesin önlem alınması da aynı zamanda bu ilahi Kitabın mucizelerindendir. Bugün de domuz üretiminde alınan her türlü önlem ve denetime rağmen, domuz etinin fizyolojik olarak insan vücuduna uygun bir besin türü olmadığı, insan sağlığına kesin zararı olan bir et çeşidi olduğu bilinmektedir. Buna rağmen üretiminin kolaylığı ve maliyetinin düşüklüğü nedeniyle dünya çapında yaygın olarak tüketilmektedir. Aslında, dikkat edildiğinde domuz üretiminin bu derece cazip olmasının, geçmişte Yahudilere çalışma yasağı olan Cumartesi günü balıkların akın etmesinden farkı yoktur. Yeryüzünde kuzu, koyun, tavuk, sığır eti, sayısız kuş çeşidi, av hayvanı ve daha pek çok türde yenebilecek, son derece lezzetli hayvan eti dururken Allah'ın haram kıldığı domuz etine tamah etmenin maksatlı bir tutum olacağı açıktır.

Kuran'da belirtilen gerekçeler dışında her ne suretle olursa olsun domuz etini yemek Kuran'ın geçerli olduğu kıyamete kadar haramdır. Bundan 100 yıl sonra, bütünüyle zararsız bir hale getirilse dahi, domuz eti yememek yine müminler için bir ibadet vesilesi olacaktır. O zaman da bunu yiyip yememek yine inkar eden akılsızlar için bir fitne -deneme konusu- olacaktır.

KISSALARIN MASAL SANILMASI

Kuran'ın üslubunun en önemli özelliklerinden biri de çeşitli konuları örnek ve benzetmelerle açıklamasıdır. Bu örnek ve benzetmeler de çoğunlukla önceden gelmiş peygamberlerin, veya elçilerin hayatlarından, ya da Kuran'ın indirilmesinden önce yaşanmış çeşitli olaylardan aktarılan bilgiler içinde geçer. Dolayısıyla Kuran'da yer alan bu tür kıssalar insanlar için pek çok ibret, örnek, işaret ve mesajlar taşırlar.

Bu ilahi hikmeti kavrayamayan kimselerin her devirde Kuran hakkındaki cehaletlerini sergileyen sözleri yine Kuran'da aktarılır:

Ayetlerimiz onlara okunduğu zaman; "İşittik" dediler. "İstesek, biz de bunun bir benzerini söyleyebiliriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başkası değildir." (Enfal Suresi, 31)

Onlara "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" dediler. (Nahl Suresi, 24)

Oysa akledemeyenlerin masal sandıkları kıssalar, müminlere yol gösteren sayısız değerli bilgi ve örneklerle doludur. Allah her devirde müminlerin başlarına gelebilecek her türlü olay ve şartı geçmiş peygamberler ve kavimlerin yaşadıklarından çeşitli örnekler ve kesitler vererek açıklamaktadır.

Elbette ki Kuran'daki kıssaların ve örneklerin hikmeti yalnızca insanlara tarih bilgisi vermek değildir. Bu kıssalar sayısız ilahi hikmet içerirler; bunlardan birkaçını şöyle sayabiliriz:

- Allah'ın müminlerin ve inkar edenlerin üzerinde işleyen ve dünya kurulduğundan beri değişmeyen kanunlarını göstermek;

- Müminlerin her devirde karşılaşabilecekleri olaylar, imtihanlar, sıkıntılar karşısında ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını, ne tür tepkiler vermeleri gerektiğini, nasıl bir ruh ve ahlak yapısı sergileyeceklerini, Allah'a karşı nasıl bir tavır ve üslup içinde olmaları gerektiğini tarif edip açıklamak. Her konuda müminlere yol göstermek.

- Müminlerin şevklerini artırmak.

- İnkar edenleri uyarıp doğru yola davet etmek ve bu davete uymayanların hüsranla biten sonlarını hatırlatmak.

- Kıyamete kadar Kuran'a uyan müminleri dünyada ve ahirette bekleyen güzel sonu müjdelemek...

Elbette bunları algılayacak akıl ve kavrayıştan yoksun olan kişiler de Kuran'ı bir hikaye kitabı gibi görür, kıssalardaki hikmetlere erişemezler. Bu kişilerin her türlü öğüt ve açıklamaya kapalı, sabit fikirli, algıları kitlenmiş kimseler oldukları ayetlerde şöyle belirtilir:

Onlardan seni dinleyenler vardır; oysa biz, onu kavrayıp anlamalarına (bir engel olarak) kalpleri üzerine kat kat örtüler ve kulaklarında bir ağırlık kıldık. Onlar, hangi 'apaçık-belgeyi' görseler, yine ona inanmazlar. Öyle ki, o inkâr etmekte olanlar, sana geldiklerinde, seninle tartışmaya girerek: "Bu, öncekilerin uydurma masallarından başka bir şey değildir" derler. (Enam Suresi, 25)

Bu tür kişiler bu davranışlarıyla Kuran'a ya da İslam'a bir zarar veremezler. Kendileri her ne kadar Kuran'a zarar vermek, insanları dinden saptırmak ya da alıkoymak isteseler de, gerçekte yegane zararı farkında olmadan kendilerine verirler. Bu gerçek yukarıdaki ayetin devamında şöyle bildirilir:

Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler. (Enam Suresi, 26)

İçinde bulundukları yanılgının farkına vardıklarında ise iş işten geçmiş, çok geç kalmışlardır, artık geri dönüş ve telafi imkanı yoktur:

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." (Enam Suresi, 27)

KURAN'I DİĞER İLAHİ KİTAPLARIN BİR KOPYASI, TAKLİDİ SANMA

Kuran, Allah'ın tüm insanlara uyarıcı ve öğüt verici olarak indirdiği, kıyamete kadar geçerli olan tek hak kitaptır. Kuran'dan önce gönderilen kitaplar insanlar tarafından tahrif edilmiştir. Ancak Kuran, Allah tarafından korunmuştur. Bu gerçek "Hiç şüphesiz, zikri (Kur'an'ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz." (Hicr Suresi, 9) ayetiyle haber verilmiştir.

Kuran hakkında akılsızların öne sürdükleri asılsız iddiaların en yaygınlarından birisi de, Hz. Muhammed'in, Kuran'ı Kitab-ı Mukaddes'ten (Tevrat ve İncil) esinlenerek yazdığı yalanıdır. Bu, tamamen hayali ve hiçbir dayanağı olmayan iddianın temeli ise Kuran ile Kitab-ı Mukaddes arasındaki bazı benzerliklerdir.

Benzerliklerin bulunması son derece doğal bir durumdur. Çünkü sonuçta hepsi (Tevrat ve İncil'in tahrif edilmiş bölümleri ayrı tutarsak) Allah'ın sözüdür, hepsinin mesajı aynıdır. Allah'ın varlığı, birliği, Allah'ın sıfatları, ahiret inancı, iman edenlerin, inkar edenlerin, münafıkların özellikleri, geçmiş ümmetlerin durumu gibi temel konular, öğütlenen ve sakındırılan hususlar, ahlaki ölçüler hiçbir devirde köklü olarak değişmeyen evrensel gerçeklerdir. Dolayısıyla önceki kitaplarda yer verilen bu konularla Kuran'da anlatılanlar arasında benzerlik ve paralellik bulunması hiç de yadırganacak bir durum değildir. Zaten Kuran'da da İslam dininin diğer dinlerden apayrı bir din olduğu iddiası yoktur. Benzerlik Kuran ayetlerinde de belirtilir:

Ve hiç şüphesiz, o (Kur'an), geçmişlerin kitaplarında da vardır. İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi onlar için bir delil (ayet) değil mi? (Şuara Suresi, 196-197)

Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: "Allah'tan korkup-sakının" diye tavsiye ettik... (Nisa Suresi, 131)

Dahası Kuran'ın kendisinde, gerçek Tevrat ve İncil'i doğrulayıcı bir kitap olduğu bizzat bildirilmektedir:

Sana da (Ey Muhammed,) önündeki kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların heva (istek ve tutku)larına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. (Maide Suresi, 48)

Kendinden önceki kitapları doğrulama özelliği sadece Kuran'a değil, diğer hak kitaplara da verilmiştir. Hz. İsa'ya gönderilen İncil de, kendisinden önce Hz. Musa'ya indirilen Tevrat'ı doğrulamaktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle haber verilir:

Onların (peygamberleri) ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. (Maide Suresi, 46)

Bu, Allah'ın bir kanunudur ve bu kanun elbette ki Kuran için de geçerlidir. Kuran'da, diğer semavi dinlerin kitaplarında yer alan ortak konuların bir kısmından bahsedilmiştir. Hac Suresi'nin 26. ve 27. ayetlerinde hac ibadetinin Hz. İbrahim'le başladığı, Enbiya Suresi 72. ve 73. ayetlerinde namaz ve zekatın Peygamberimizin döneminden önce de farz olduğu, Mü'minun Suresi 51. ayette diğer elçilere de salih amellerde bulunmalarının emredildiği bildirilmiştir:

Hani biz İbrahim'e Evin (Kabe'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik:) "Bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sücuda varanlar için Evimi tertemiz tut." "İnsanlar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yollardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler." (Hac Suresi, 26-27)

Ona İshak'ı armağan ettik, üstüne de Yakub'u; her birini salihler kıldık. Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten önderler kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdi. (Enbiya Suresi, 72-73)

Ey elçiler, güzel ve temiz olan şeylerden yiyin ve salih amellerde bulunun; çünkü gerçekten ben yapmakta olduklarınızı biliyorum. (Mü'minun Suresi, 51)

Buraya kadar anlattıklarımızdan, niçin Kuran'la önceki kitaplar arasında birtakım konu ve içerik benzerliklerinin bulunduğu ve bunun ne kadar doğal bir durum olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu benzerliklerin bulunması Kuran'ı Peygamberimizin yazdığını değil, tam tersine bütün semavi dinlerin kitaplarının aynı kaynaktan geldiğini, yani Allah'ın sözü olduğunu kanıtlar. Bu da hem Kuran'ın bildirdiği, hem de akıl ve mantığın tasdik ettiği bir gerçektir.

Allah, Kuran'ın kendi katından indirilmiş hak kitap olduğunu ve bu gerçeği anlayamayan insanların durumunu ayetlerinde şöyle haber vermiştir:

Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa: "Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun benzeri olan bir sûre getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi çağırın." Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak. (Yunus Suresi, 37-39)

Ayrıca, konunun bir diğer yönü daha vardır: Hz. Muhammed, hayatında Tevrat'ı veya İncil'i okumuş ya da araştırmış, onlar hakkında bilgi sahibi olmuş bir kimse değildi. Peygamberimizin daha önce bu kitapları okumaması, yazmaması, bir inceleme, hazırlık ya da çalışma yapmaması, kavminin de yakından şahit olduğu bir gerçekti. Bu konuda hiç kimsenin bir şüphesi yoktu. Öyle ki Kuran'da, inkarcılar için de çok açık ve bilinen bir gerçek olan Peygamberimizin bu özelliği, onlara karşı bir kanıt olarak belirtilmiştir:

Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı. (Ankebut Suresi, 48)

Hz. Muhammed'in bu özelliğinden dolayı, önceki ilahi kitaplar hakkında bilgisi olmayan ve bu dinlere mensup olmayan kimseler için kullanılan "ümmi" terimi Kuran'da, Peygamber Efendimiz için de kullanılmıştı. Ayet şöyledir:

Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceği) yazılı bulacakları ümmi haber getirici (Nebi) olan elçiye (Resul) uyarlar... (Araf Suresi, 157)

Ümmi kelimesinin Kuran'da, Hıristiyan veya Yahudi olmayanlar anlamında kullanıldığı aşağıdaki ayetten anlaşılmaktadır:

Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: "Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah'a teslim ettim." Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu?" Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidayete ermişlerdir. (Al-i İmran Suresi, 20)

Görüldüğü gibi "ümmi" terimi ayette, kendilerine kitap verilenlerin dışında kalan kimseler hakkında kullanılmıştır. Buradan anlaşıldığı gibi Kuran'da, ümmi kelimesinin klasik yorumdaki, "okuma yazma bilmeyen" anlamında kullanılmadığı açıktır.

TEZAT VE FARKLILIKLAR

Buraya kadar Kuran ile tahrif edilmiş ilahi kitaplar arasında benzerlikler bulunmasının mantığını açıkladık. Ancak, biraz inceleyen bir kimse için Kuran'la önceki kitapların tahrif edilmiş nüshaları arasındaki tezat ve farklılıklar, benzerliklerden çok daha fazla göze çarpar. Benzerlikleriyle olduğu kadar, önceki kitapların tahrif edilmiş yönleriyle olan farklılıkları ve bu tahrifatları düzeltmesi de Kuran'ın her kelimesiyle ilahi kitap olduğunun bir başka delilidir.

Önceki dinlerin kitapları pek çok yönden tahrif edilmiş ve orjinalliklerini kaybetmiş olduklarından, bu kitaplarda Kuran ayetleri ile çok farklı, çelişkili, hatta bazen Kuran ayetlerinin tam zıttı ifade ve mantıklar da bulunmaktadır. Kıssalarda da, çeşitli yerlerde Kuran'ın aktardığı bilgilerden farklılıklar vardır.

Bu kitaplar bilgi, mantık ve öğreti açısından tahrif edildikleri gibi, üslup ve kurgu olarak da tahrif edilmişler ve ilahi kitaptan çok mistik hava taşıyan birer dinler tarihi kitabı şekline sokulmuşlardır. Örneğin, Tevrat'ın ilk kitabı olan Tekvin, yaratılışın başlangıcından Hz. Yusuf'un ölümüne kadar İsrailoğulları'nın tarihini anlatır. Bu tarihsel anlatım Tevrat'ın diğer kitaplarında da genel olarak hakimdir.

Aynı şekilde resmi dört İncil'in (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) giriş kısımlarına dikkat edildiğinde temel konunun Hz. İsa'nın hayat hikayesi olduğu dikkat çeker. Dört İncil'de de Hz. İsa'nın hayatı, söylediği sözler ve yaptığı fiiller hakimdir.

Oysa Kuran'ı açtığımızda bunlardan bambaşka bir üslup karşımıza çıkar. Daha ilk sure olan Fatiha'dan itibaren dosdoğru olan bir dine davet vardır. Kuran baştan sona incelendiğinde de en temel konu olarak, Allah'ın tüm noksan sıfatlardan tenzih edildiği ve insanların şirkten arınarak sadece Allah'a teslim olmalarının emredildiğini görürüz.

Fakat bugün mevcut olan tahrif edilmiş Tevrat'ta, Allah'a birçok noksan sıfat, insani vasıf (Allah'ı tenzih ederiz) isnad edilir. Örneğin Tevrat'taki Hz. Nuh kıssasında Allah'ın sıfatları hakkında inanılmaz hezeyanlar bulunur. Yorulmak, pişman olmak, sükun bulmak gibi ve burada tekrar etmeyi dahi uygun bulmadığımız birçok beşeri özellik Tevrat'ta Allah'a isnad edilmiştir. Yine Tevrat'ta, (Allah'ı tenzih ederiz) insan gibi gezen, dolaşan, kavga eden, öfke duyan bir varlık olarak tasvir edilerek, Allah'a büyük bir iftirayla iftira edilmiştir.

Bu nedenle, Yahudilerin Allah hakkında bu tür yalan ve iftira uydurmaları konusunda Kuran'da açık uyarılar yer alır. Bu iftiralardan birisi de Allah'ı (Allah'ı tenzih ederiz) cimrilikle itham etmeleridir. Kuran'da bu tavır şöyle kınanmıştır:

Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır; O'nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder." (Maide Suresi, 64)

Genel olarak ele alındığında yine Kuran, Tevrat'ın aksine sadece bir milletin değil, birçok kavmin çeşitli devirlerde çöküşünü, yükselişini ele alması ve kendisine tebliği ulaşan tüm insanları ayetlerinden sorumlu tutması açısından da diğerlerinden farklı, evrensel bir kitaptır. Diğer kitaplar ise zaman içinde insanlar tarafından tahrif edilmiş, asıllarından uzaklaştırılmış oldukları için bu özelliğe sahip değillerdir.

Kuran'a kaynak teşkil ettiği iddia edilen İncil'deki Hıristiyanlığın birtakım temel inançları da Kuran'da açık bir şekilde reddedilmiştir. Bunların en başında, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu (teslis) inancı gelir. Bu inanç Kuran'da, Allah'a karşı yapılan açık bir iftira olarak değerlendirilmiştir:

"Rahman çocuk edinmiştir" dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti. Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.)

Rahman'a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman'a, yalnızca kul olarak gelecektir. (Meryem Suresi, 88-93)

Yine Hıristiyanlığın temel inançlarından olan Hz. İsa'nın Yahudiler tarafından çarmıha gerilerek öldürüldüğü iddiası, Kuran'da tamamen reddedilir. Yahudilerin Hz. İsa'yı öldüremedikleri, onun yerine ona çok benzeyen birini öldürdükleri, Hz. İsa'nın ise göğe yükseltildiği bildirilir.

Sonuç olarak genel bir kıyaslama yaparsak; Kuran'ın insanları davet ettiği önemli gerçek, Allah'ın birliği, Allah'tan başka ilah olmadığı ve O'nun bütün olumsuz ve eksik vasıflardan uzak olduğudur. Kuran'ın her kıssasında, her haberinde, her ayetinde bu önemli gerçekler insanlara hatırlatılır. Aynı şekilde Kuran'daki her kıssada Müslümanlar için bir öğüt, ibret ya da haber niteliği taşıyan ifadeler ve bilgiler vardır.

Bütün bunlar Kuran'ın, her ayetiyle, saf ilahi vahiy olduğunun açık birer göstergesidir.

KURAN'DAKİ BİLİMSEL GERÇEKLERİN ESKİ MEDENİYETLERİN BİLGİLERİNDEN DERLENDİĞİ YANILGISI

Kuran'ı akılsızca değerlendirenler tarafından öne sürülen bir diğer iddiaya daha değinmek gerekir. Kuran'da yer alan bilimsel konulardaki haberlerin, dönemin bilim anlayışından yüzyıllarca ileride olduğunu önceki bölümlerde de ifade etmiştik. Bu başlı başına Kuran'ın çok büyük bir mucizesidir. Bu gerçeği açıkça görmelerine rağmen inkarda ısrar edenler, bu ilahi mucizeyi insanlardan saklama çabasıyla Peygamber Efendimiz'in Kuran'daki bilimsel bilgileri dönemin ileri medeniyetlerinin kaynaklarından derlediğini öne sürerler.

Söz konusu iddiaya göre Peygamberimiz, Kuran içinde bahsedilen astronomi, embriyoloji, tıp gibi kavramları eski medeniyetlerin bilgilerinden almıştır. Örneğin astronomi ile ilgili bilgileri Sümer kayıtlarında bulmuş, tıp bilgisini ise eski Mısır papirüslerinden alarak Kuran'a geçirmiştir.

Bu iddianın birçok yönden geçersiz olduğu açıktır. Öncelikle, Hz. Muhammed'in tüm hayatı boyunca böyle bir araştırmaya girmediği herkesçe bilinmektedir. Bunun aksini iddia eden de çıkmamıştır. Peygamberimizin tarihteki gelişmiş uygarlıkların lisanlarını bilmediği bellidir.

Öte yandan, o dönemde böyle bir araştırmanın içine girmek isteyen herhangi bir kişi, büyük zorluklarla kaşılaşırdı. Şüphesiz ki 7. yüzyıl Arabistanı'nda büyük kütüphaneler, yazılı basın, kitapçılar veya internet ağı gibi bilgiye erişimi kolaylaştıran imkanlar mevcut değildi. Bugünün şartlarında bile, örneğin eski Mısır'ın embriyoloji bilgisini araştırmak isteyen bir insanın işi kolay değildir. Mısır uygarlığının kuruluşu günümüzden yaklaşık 5000 yıl öncelerine dayanır. Eski zamanlardan bugüne ulaşan yazılı kaynaklar kısıtlıdır, üstelik bunların hepsinin tercümeleri de mevcut değildir. Tercüme edilebilenler ise, son derece özel bilgiler içerdiklerinden her yerde bulunmazlar. Ayrıca bu tercümeleri kavrayabilmek ve yorumlayabilmek için çok detaylı bir tarih bilgisine de vakıf olmak şarttır. Kısacası böyle bir araştırma günümüz şartlarında bile son derece zordur.

Kaldı ki, eski medeniyetlerden miras kalan tüm bilgilerin hepsinin doğru ve sağlıklı oldukları gibi bir durum da söz konusu değildir. Aralarında pek çok yanlış bilgiler, batıl inanışlar, hurafeler de bulunmaktadır. Eğer akılsızların iddia ettikleri gibi Kuran'ın bilimsel ayetlerinin eski medeniyetlerin kültürlerinden derlenmesi gibi bir durum olsaydı, elbette aralarında yanlış ya da tutarsız bilgilerin de bulunması gerekirdi. Oysa, Kuran bu tür eksikliklerden münezzehtir. İçindeki bilimsel ayetlerin hepsinin modern bilim tarafından yüzde yüz doğru oldukları ortaya konmuştur. Bu gerçek, "Onlar hâlâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı." (Nisa Suresi, 82) ayetinde de vurgulanmaktadır.

Bu nedenle Kuran'daki bilimsel ayetlerin, Peygamber tarafından başka medeniyetlerin kaynaklarından alındığı iddiası da, diğer iddialar gibi tamamen dayanaksızdır. Böyle insanların varlığı ve onlara verilmesi gereken cevap Kuran'da şöyle bildirilmiştir:

İnkar edenler dediler ki: "Bu (Kur'an) olsa olsa ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz haksızlık ve iftira ile geldiler. Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam okunmaktadır." De ki: "Onu, göklerde ve yerde gizli olanı bilen (Allah) indirmiştir. Doğrusu O, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir." (Furkan Suresi, 4-6)

KURAN ARAPLARA İNDİRİLMİŞTİR YANILGISI

İnkarcıların, insanları Kuran'dan koparmak ve uzaklaştırmak için öne sürdükleri hezeyanlardan biri de Kuran'ın sadece Araplar'a indirildiği ve Kuran'a uymaktan sorumlu olanın yalnızca Araplar olduğu iddiasıdır. Kuran'ı bir kez okumuş kimse bile böyle bir iddianın ne kadar saçma ve yersiz olduğunu rahatlıkla fark edecektir.

Hz. Muhammed'in tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamber olduğu ve Kuran hükümlerinden kıyamete kadar tüm insanların sorumlu olduğu pek çok ayette vurgulanmıştır. Bunlardan birkaçını burada vermemiz üstteki iddianın anlamsızlığını göstermek için yeterlidir:

Biz seni ancak bütün insanlığa bir müjde verici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe Suresi, 28)

De ki: Ey insanlar, ben Allah'ın sizin hepinize gönderdiği bir elçisi (Peygamberi)yim. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnızca O'nundur. (A'raf Suresi, 158)

İnkarcılar, bilgisiz insanların kafalarını karıştırmak ve fitne çıkarmak için uydurdukları bu iddiayı aşağıdaki Kuran ayetine dayandırmaya çalışırlar:

Biz her elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (İbrahim Suresi, 4)

Ayet çok açıktır. Elçinin gönderildiği toplum hangi dili konuşuyorsa elçi de aynı dili konuşmaktadır. Bu tarih boyunca böyle olmuştur. Ancak bu şekilde elçiler Allah'ın vahyini çevrelerindeki insanlara eksiksiz ve kusursuzca aktarabilirler. Bu sebeple elçiye vahyedilen kitap da elçinin ve kavminin dilinde gönderilmektedir. Bundan daha doğal bir şey olamaz.

Ancak inkarcılar her ne olursa olsun dine uymamak için bu tür bahaneler öne sürerler. Onların bu ters mantıkları Kuran'da, şöyle haber verilmiştir: Eğer biz onu Acemi (Arapça olmayan bir dilde) olan bir Kur'an kılsaydık, herhalde derlerdi ki: "Onun ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arap olana, Acemi (Arapça olmayan bir dil)mi?" De ki: "O, iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o (Kur'an), onlara karşı bir körlüktür. İşte onlara (sanki) uzak bir yerden seslenilir." (Fussilet Suresi, 44)

İlahi vahyin kusursuz ve eksiksiz olarak insanlığa aktarılması ayrıca dinin temellerinin sağlam olarak atılmasını güçleştirecek iletişim sorunlarının doğmaması açısından peygamber, kavmi ve kitabı arasında böyle bir uyum olması zorunludur. Elbette ki bu durum başka kavimlere mensup kimselerin Kuran'dan sorumlu olmadıklarını göstermez. Kuran'ın anlamı her milletin kendi dilinde rahatlıkla tefsir edilebilir, açıklanabilir ve hükümleri anlaşılabilir. Nitekim öyle de olmuştur. Bu durum dinin öğrenilmesini ve uygulanmasını engelleyen bir durum değildir.

ALLAH'IN KENDİ ZATI İÇİN "BİZ" HİTABINI KULLANMASINI YANLIŞ YORUMLAMA

Allah Kuran'ın birçok yerinde Kendi Zatı için "Biz" tabirini kullanmaktadır. Buna örnek birkaç ayet şöyledir:

Andolsun, Biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peşpeşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz, öyle mi? (Bakara Suresi, 87)

Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçtik, gerçekten ahirette de O salihlerdendir. (Bakara Suresi, 130)

Akledemeyen bazı kimseler, Kuran'da Allah'ın Kendi Zatı için kulandığı "Biz" hitabının çoğul anlamda kullanıldığını sanarak, kendilerince bu sözcüğün kullanılmasının Allah'tan başka ilah olmamasıyla çelişki gösterdiğini iddia ederler. Böylece kendilerince çok büyük bir gerçeği tesbit ettiklerini zannederler. Halbuki, son derece yüzeysel ve cahilce bir yaklaşımdan kaynaklanan bu yanılgının açıklaması çok basittir. Arapça'da "biz" zamiri yalnızca çoğul anlamı vermek için değil, büyüklük, heybet, azamet, yücelik, üstün makam ve mevkiyi vurgulamak amacıyla tekil şahıslar için de kullanılır. Kuran'da Allah için kullanılan "Biz" sözcüğü de bu anlamda kullanılmıştır.

"Biz" sözcüğünün Arapça'daki bu kullanımındaki mantık, Türkçe'de ve diğer birçok yabancı dilde "siz" sözcüğünün, çoğunluk belirtmek için değil, karşıdaki bir kişi için nezaket maksadıyla kullanılmasına benzer bir mantıktır.

Kuran'ın en önemli ve temel mesajı Allah'tan başka hiçbir ilahın olmadığı ve yalnızca O'na kulluk edilmesi gerektiğidir. Kuran'ın pek çok ayetinde Allah'tan başka ilah olmadığı gerçeği defalarca vurgulanır, bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah'tan başka ilah yoktur. Ve şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 62)

De ki: "Ben, yalnızca bir uyarıcıyım. Bir olan, kahreden Allah'tan başka bir ilah yoktur." (Sad Suresi, 65)

Şu halde bil; gerçekten, Allah'tan başka ilah yoktur... (Muhammed Suresi, 19)

Dolayısıyla, Kuran'ın birçok yerinde Allah'ın Zat'ı için kullanılan "Biz" sözcüğünün çoğul anlamda kullanılmadığı, yüceltmek, saygınlık ve kudsiyet ifade etmek için kullanıldığı açıktır.

Gerçekte bu sözcüğün kullanılmasındaki hikmeti anlamak için Arapça'daki bu özel kullanımı bilmeye dahi gerek yoktur. Biraz akletme ve düşünme kabiliyeti olan herkes bu kelimenin seçilmesindeki inceliği kolaylıkla görebilir. Bunu kendilerince bir açmaz, itiraz konusu olarak görenlerin durumu, Kuran ayetleri hakkında tartışanların akıl, kavrayış ve zeka seviyelerinin düşüklüğünü göstermesi açısından önemli bir örnektir.

KURAN'DA VERİLEN ÖRNEKLERİ ANLAYAMAMA

Kuran, ancak akleden, düşünen, samimi insanların anlamını kavrayabileceği bir kitaptır. Bu özelliklere sahip olmayan, yani akledemeyen, düşünmeyi bilmeyen, art niyetli insanlar Kuran'ı bir türlü idrak edemez, sırlarına, inceliklerine erişemezler. Kuran'da öğüt ve ders amacıyla verilen örnekler için de aynı durum söz konusudur. Bir ayette inkar edenlerin Kuran'da verilen örnekleri kavrayamadıkları, hatta bu tür örneklerin onlar için bir sapma vesilesi olduğundan bahsedilir:

Şüphesiz Allah, bir sivrisineği de, ondan üstün olanı da, örnek vermekten çekinmez. Böylece iman edenler, kuşkusuz bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler; inkâr edenler ise, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" derler. Bununla birçoğunu saptırır, birçoğunu da hidayete erdirir. Ancak O, fasıklardan başkasını saptırmaz. (Bakara Suresi, 26)

İman eden bir kimse ayette konu olan sivrisinek örneğinin,    Allah'ın yaratmasındaki üstünlüğün bir kanıtı olarak verildiğini hemen anlar. Bu bir santimetrelik küçücük böcek, Allah'ın kusursuz ve eşsiz yaratışının bir örneğidir. En gelişmiş teknolojik cihazlardan, bilgisayarlardan çok daha kompleks sistemlere, mekanizmalara ve yapılara sahiptir. (Detaylı bilgi için bkz. Sivrisinek Mucizesi, Harun Yahya) Yaratıldığından bu yana hiç değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Allah, bu mucizevi canlıyı Kitabı'nda Kendi yaratmasının üstünlüğüne örnek vermektedir. Müminler de bu örnekten tek bir sivrisineğin dahi Allah'ın sonsuz ilmini ve gücünü hissetmeye, düşünmeye açılan bir kapı olduğunu anlarlar. Etraflarındaki her yaratığa aynı hikmet gözüyle bakmayı öğrenirler. İnkar eden akılsızlar ise ayetin ifadesiyle, "Allah, bu örnekle neyi amaçlamış?" diyerek şaşırıp kalırlar.

KURAN'DAKİ TEKRARLARI ANLAYAMAMA

Kuran'daki tekrarlar da akıl erdiremeyen kimselerin hikmetini kavrayamadıkları konulardandır. Kuran'ın çeşitli yerlerinde aynı veya benzer ayetlerin ya da konuların tekrarlandığı görülür. Farklı kıssaların, misallerin, öğütlerin arasında, Allah'ın varlığı, birliği, tevekkül, teslimiyet, dünya hayatının geçiciliği, Allah'ı zikretmenin önemi, şükür, infak gibi dinin temel konularına sık sık değinilir. Kimi zaman, bu konularla ilgili bir ayetin, kelimesi kelimesine aynen başka bir yerde geçtiği bile görülür.

Bunun birçok hikmeti vardır. Sık sık vurgulanması gereken önemli konuların değişik vesilelerle tekrarlanması, hatırlatılması insanların zihinlerinde, kalplerinde daha sağlam yer etmelerini, kalıcı etki yapmalarını sağlar. Ayrıca bu hayati konuların birbirinden farklı örnekler, kıssalar içinde tekrarlanması da konuların her yönüyle, çok boyutlu ve derinliğine algılanmasına yardımcı olur.

Kuran'daki ayet tekrarlarının en belirginlerinden birisi de Rahman suresindeki, "Şu halde Rabbiniz'in hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?" ayetidir. Bu ayet, 78 ayetli surede, yaklaşık bir veya iki ayet arayla tam 31 kere tekrarlanır. Allah'ın, cennetteki güzellikleri sıralarken, bunun çok büyük bir lütuf ve nimet olduğunu insanların hakkıyla idrak edebilmeleri, Allah'ın sonsuz ikramı karşısındaki kayıtsız kalmayıp gereken şükür ve tefekkür boyutuna girmeleri açısından son derece hikmetli bir tekrardır bu. Her tekrar kalpteki saygı dolu hayranlığı ve heybeti bir kat daha pekiştirir. Böylece, samimi ve vicdanlı bir kimsenin kalbine verilmek istenen his en mükemmel bir biçimde aktarılmış olur.

KURAN'IN ÜSLUBUNU ANLAYAMAMA (MÜMİNLERİN DUALARI, MELEKLERİN SÖZLERİ...)

Kuran'daki her ayet Allah'ın sonsuz hikmetinin bir tecellisi olduğu için içerdiği her konu, olabilecek en özlü ve en mükemmel biçimde açıklanmıştır. Kimi yerde bir konu en ayrıntılı ve detaylı biçimde açıklanmış, kimi yerde ise en anlaşılabilecek, kısa ve sade anlatım kullanılmıştır. Örneğin bazı ayetlerde müminlerin, meleklerin ya da başka üçüncü şahısların aktarılan sözleri veya duaları kimi zaman herhangi bir giriş ifadesi kullanılmadan doğrudan verilir. İman edenler de bu sözlerin aktarılmasındaki hikmeti görür ve anlarlar.

Ne var ki, Kuran'daki bu üslup bazı akledemeyen kişilerin anlamakta güçlük çektikleri bir üsluptur. Kuran Allah'ın sözü olduğuna göre onda başkalarının sözlerinin yer almasının kendilerince çelişkili bir durum olduğunu düşünürler. Oysa bütün bu sözler müminler için bir ders, örnek ibret niteliği taşır. Kuran'da yer alan bu ifadeleri aktaran da Allah'tır. Dolayısıyla hepsi Allah'ın sözüdür.

Örneğin, Kuran'ın ilk suresi olan Fatiha suresinin son dört ayeti müminlerin duasıdır:

Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Sen'den yardım dileriz.

Bizi doğru yola ilet;

Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna,

Gazaba uğrayanların ve sapmışlarınkine değil. (Fatiha Suresi, 4-7)

Bu suretle, Allah müminlerin yapabilecekleri en güzel dua şeklini doğrudan Kuran'ın başında aktarmıştır. Bu duanın başında, "aşağıdaki gibi dua edin" şeklinde veya benzeri bir giriş açıklaması yer almaz, çünkü durum son derece açıktır. Benzer bir başka örnek Bakara Suresi'nin son ayetindeki müminlerin duasıdır:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)

Akıl sahibi her insan bu ayetlerde Allah'ın müminler için örnek bir dua şekli aktardığını rahatlıkla görür ve anlar, ona göre de dua eder. Akledemeyen ise bu inceliği göremez ve rahatlıkla şeytanın telkinlerine kapılır bir hale gelir.

HAMAN İSMİ HAKKINDAKİ SPEKÜLASYONLAR

Kuran'da kendilerince tutarsızlık bulmaya çalışanların öne sürdükleri iddialardan biri de, ayetlerde Firavun'un adamlarından biri olarak geçen "Haman" hakkındadır.

Tevrat'ta Hz. Musa'nın hayatını anlatan bölümde, Haman'ın adı hiç geçmez. Fakat Haman ismi İncil'de, Hz. Musa'dan yaklaşık 1100 sene sonra yaşamış ve Yahudiler'e zulmetmiş bir Babil kralının yardımcısı olarak geçmektedir.

İşte Kuran'ı Peygamberimizin Tevrat ve İncil'den bakarak yazdığını iddia edenler, Hz. Muhammed'in bu kitaplarda anlatılan bazı konuları Kuran'a yanlış aktardığı gibi bir safsatayı ortaya atarlar.

Oysa bu iddianın tümüyle dayanaksız olduğu Mısır hiyeroglifinin bundan yaklaşık 200 yıl önce çözülüp, Eski Mısır yazıtlarında "Haman" isminin bulunmasıyla ortaya çıkmıştır.

O zamana kadar Eski Mısır dilinde yazılmış kitabeler ve yazılar okunamıyordu. Eski Mısır dili hiyeroglifti ve çağlar boyunca bu dil varlığını sürdürdü. Fakat MS. 2. ve MS. 3. yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması ve kültürel etkisiyle Mısır, dinini olduğu gibi dilini de unuttu, yazılarda hiyeroglif kullanımı azaldı ve sona erdi. Hiyeroglif yazısının kullanıldığı bilinen en son tarih MS. 394 yılına ait bir kitabedir. Bundan sonra bu dil unutuldu ve bu dilde yazılmış yazıları okuyabilen ve anlayabilen kimse kalmadı. Ta ki bundan yaklaşık iki yüzyıl öncesine dek...

Eski Mısır hiyeroglifi 1799 yılında, Rosetta Stone adı verilen MÖ. 196 tarihine ait bir kitabenin bulunmasıyla çözüldü. Bu tabletin özelliği üç farklı yazıyla yazılmış olmasıydı: hiyeroglif, demotik (hiyeroglifin el yazısı şekli) ve Yunanca. Yunanca metinin de yardımıyla tabletteki Eski Mısır yazısı çözülmeye çalışıldı. Tabletin tüm çözümü, Jean-Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından tamamlandı. Böylece unutulan bir dil ve bu dilin anlattığı tarih aydınlanmış oldu. Bu sayede Eski Mısır uygarlığı, onların dinleri ve sosyal yaşantıları hakkında birçok şey öğrenildi.

Hiyeroglifin çözümüyle konumuzu da ilgilendiren çok önemli bir bilgiye daha erişilmiş oldu: "Haman" ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana'daki Hof Müzesi'nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman'ın Firavun'a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. (Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J C Hinrichsche Buchhandlung)

Tüm yazıtlara dayanılarak hazırlanan, "Yeni Krallıktaki Kişiler" sözlüğünde ise Haman'dan "Taş ocaklarında çalışanların başı" olarak bahsedilmektedir. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J J Augustin in Glückstadt, Band I,1935, Band II, 1952)

Gerçekten de ortaya çıkan sonuç müthiş bir gerçeği ifade ediyordu. Haman Kuran'a karşı çıkanların aksine aynen Kuran'da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır'da yaşayan bir kişiydi ve Kuran'da bahsedildiği gibi o Firavun'a yakın ve inşaat işleriyle ilgili bir kişiydi.

Nitekim Kuran'da, Firavun'un kule yapma işini Haman'dan istemesini aktaran ayet de bu arkeolojik bulguyla tam bir mutabakat içindeydi:

Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum." (Kasas Suresi, 38)

Sonuçta, Eski Mısır yazıtlarında Haman'ın adının bulunması Kuran aleyhinde birtakım zorlama iddialar getirenlerin bir iddiasını daha boşa çıkarmakla kalmayıp Kuran'ın gerçekten Allah katından olduğunu da bir kez daha ortaya koyuyordu. Zira Kuran Peygamber devrinde ulaşılması ve çözülmesi mümkün olmayan bir tarihi bilgiyi mucize şeklinde bize aktarmaktaydı.

NUH TUFANI HAKKINDAKİ SPEKÜLASYONLAR

Kuran'da aktarılan Nuh Tufanı da inkar edenlerin akıl erdiremedikleri ve dolayısıyla reddettikleri konular arasındadır. Nuh Tufanı'nın varlığını inkar edenler, bu iddialarına delil olarak dünya çapında bir tufanın gerçekleşmesinin teknik olarak imkansız olduğunu söylerler. Buradan da yola çıkarak, böyle bir olayı doğrulayan Kuran'ın Allah sözü olamayacağını iddia ederler.

Oysa bu iddia, Allah'ın indirdiği ve tahrif edilmemiş tek kutsal kitap olan Kuran-ı Kerim için geçerli değildir. Çünkü Kuran'da Tufan olayı, Tevrat'ta ve çeşitli kültürlerde geçen Tufan anlatımlarından çok daha farklı bir biçimde ele alınır.

Tahrif edilmiş olan Tevrat'ta bu tufanın evrensel olduğu ve tüm dünyayı kapladığı söylenir. Oysa Kuran'da Tufan'ın evrensel olduğu şeklinde bir ifade yoktur. Aksine ilgili ayetlerden Tufan'ın yöresel olduğu ve tüm dünyanın değil, sadece Hz. Nuh'u yalanlayan kavmin cezalandırıldığı anlaşılmaktadır.

Tıpkı Ad kavmine gönderilen Hz. Hud (Hud Suresi, 50) veya Semud Kavmi'ne gönderilen Hz. Salih (Hud Suresi, 61) ve diğer peygamberler gibi Hz. Nuh da yalnızca kendi kavmine gönderilmiştir ve Tufan da Hz. Nuh'un kavmini ortadan kaldırmıştır:

Andolsun, Biz Nuh'u kavmine gönderdik. (Onlara) 'Ben sizin için ancak apaçık bir uyarıp korkutucuyum. Allah'-tan başkasına kulluk etmeyin. Ben size (gelecek olan) acıklı bir günün azabından korkarım' dedi. (Hud Suresi, 25-26)

Helak olanlar Hz. Nuh'un tebliğini hiçe sayan ve isyanda direten kavimdir. Bu konudaki ayetler hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek kadar açıktır:

Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları da suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavimdi. (A'raf Suresi, 64)

Böylece onu ve onunla birlikte olanları katımızdan bir rahmet ile kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayarak inanmamış olanların da kökünü kuruttuk. (A'raf Suresi, 72)

Görüldüğü gibi Kuran'da tüm dünyanın değil, sadece Nuh kavminin helak edildiği bildirilmektedir. Ayetler bu kadar açıkken hala Kuran'da Nuh Tufanı'nın evrensel olarak geçtiğini iddia etmenin cahil kesimleri aldatmaya, onların aklını karıştırmaya çalışmaktan başka amacı yoktur.

Tahrif edilmiş ve insanlar tarafından içlerine pek çok hikaye ve efsane karıştırılmış olan Tevrat ve İncil'deki mantıksızlıkların, hurafelerin hiçbirinin Kuran'da yer almaması, hatta bunların düzeltilmiş gerçek hallerinin aktarılması da Kuran'ın bütünüyle Allah katından gönderilen bir Kitap olduğunu kanıtlamaktadır.

Kuran'da Tufan olayından evrensel olarak bahsedilmesi bir diğer açıdan da mümkün değildir: Çünkü Allah, herhangi bir kavme elçi gönderilmedikçe, o kavmin helak edilmeyeceğini söylemektedir. Helak için, kavmin kendisine uyarıcı-korkutucu gelmiş olması ve bu uyarıcının yalanlanmış olması gerekmektedir. Kasas Suresi'nde şöyle denilir:

Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir. Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas Suresi, 59)

Yine bir başka ayette de "Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz." (İsra Suresi, 15) denilmektedir.

Ayetlerden anlaşılacağı üzere kendisine uyarıcı gönderilmeyen bir kavmin helak edilmesi, Allah'ın kanununa aykırıdır. Bir uyarıcı olan Hz. Nuh ise sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Bu sebeple Allah, uyarıcı gönderilmemiş olan kavimleri değil, sadece Hz. Nuh'un kavmini helak etmiştir.

Tufan hakkındaki bir başka tartışma konusu ise, suların bölgedeki bütün yükseltileri, dağları kaplayacak kadar yükselip yükselmediği konusundadır. Bilindiği gibi Kuran'da, geminin Tufan sonrası "Cudi"ye oturduğu bildirilmektedir. "Cudi" kelimesi kimi zaman özel bir dağ ismi olarak alınır, oysa kelime Arapça'da "yüksekçe yer, tepe" anlamına gelmektedir.

Ayrıca "cudi" kelimesinin bu anlamından, suların ancak belirli bir yüksekliğe eriştiği, karayı bütünüyle kaplamadığı anlaşılmaktadır. Yani Tufan'ın muharref Tevrat'ta ve diğer efsanelerde anlatıldığı gibi tüm yeryüzünü ve yeryüzündeki tüm dağları yutmadığı, sadece belirli bir bölgeyi kaplamış olduğunu Kuran'dan öğrenmekteyiz.

Ayrıca Tufan'ın gerçekleştiği düşünülen arkeolojik bölgede yapılan kazılar da, Tufan'ın tüm dünyayı kaplayan evrensel bir olay değil, Mezopotamya'nın bir bölümünü etkisi altına almış olan çok geniş bir afet olduğunu göstermektedir. (Geniş bilgi için yazarın, "Kavimlerin Helakı" isimli kitabına başvurulabilir.)     http://www.harunyahya.org/kitaplar.htm

                                                                
                                                              KUR'AN'DA  CELİŞKİ  YOKTUR

Firavun boğuldu:
Pharaoh drowned. (Surah 17:103, 28:40, 43:55)

17:103- Derken Firavun, Musa'yı ve İsrailoğullarını Mısır'dan sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.

28:40- Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bir bak, zalimlerin sonu nice oldu!

43:55- Nihayet bizi gazaplandırdıkları zaman onlardan intikam aldık. Hepsini suda boğduk.



Firavun boğulmadı:
Pharaoh did not drown. (Surah 10:92)

10:92- Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu âyetlerimizden yine de gafildirler.

Yine burada kasıtlı bir yaklaşım görmekteyiz, fravunun boğulduktan sonra, secde eder halde bulunup müzelerde teşhir edilmesi, gözardı edilmiş, burada bu kurtarılan firavunun bedenin canlı olarak olması gerektiği gibi bir yaklaşımla, ortaya komedi boyutunda, işte size bir çelişki denebilek bir yaklaşımdır. Ortada olan gerçek firavunun cesedi kurtarılmıştır.


Nuh'un tüm Oğulları gemiye bindi:
All of Noah's sons were aboard the ark. (Surah 21:76-77)

21:76- Nuh da daha önceleri bize yalvarmıştı; biz de onun duasını kabul ettik, kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.
21:77- Âyetlerimizi yalanlayan kavminden onun öcünü aldık. Şüphesiz onlar kötü bir kavimdiler. Biz de hepsini (suda) boğduk.



Nuh'un tüm oğulları gemiye binmedi:
Not all of Noah's sons were aboard the ark. (Surah 11)

11:42- Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: "Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!"

11:43- O, dedi ki; "Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım". Nuh da "Bu gün Allah'ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah'ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur." dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu.

ikinci örnekte ayet numarası verilmesede sanırım bahsedilmek istenen ayetler bunlardır. Burada yine meseleye taraflı yaklaşılmıştır, olaya dış çerceveden baktığımızda 21:76'de Nuh'un '' kendisini ve ailesini '' n bu sel felaketinden kurtarılmış olduğunu görmekteyken, 11:43'e baktığımızda Oğullarından birinin boğulduğunu görmekteyiz, burada hani tüm ailesinin kurtarılması sözü verilmişti ve kurtarılmış olduğu belirtilmiştirde diye bir soru oluşmakta gibiysede, alakası yoktur, tarafsız yaklaşıp bu ayetlerin birazcık altına bakarsak,

11:45- Nuh Rabbine niyaz edip dedi ki: "Ey Rabbim! Oğlum benim ehlimdendi senin vaadin de elbette haktır ve gerçektir. Ve sen hakimler hakimisin."

11:46- Allah: "Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlin (âilen)'den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım."

gördüğümüz gibi Allah-ı Teala Nuh'un o oğlunu 21:76'de geçen ailesinden bir fert katogorisine koymamıştır. Kısaca ortada bir çelişki yok, hatta kimlerin aileden sayılacağı ile bir öğreti vardır. Allah-ı Teala'ya göre fiziksel bağın haricinde, aile fertlerin salih kişiler olması, yani müslüman kişiler olması gerekmektedir, bu anlamdan yola çıktığımızda da, tüm salih 'müslüman' kişileri kardeşimiz olarak kabul etmemiz gerektiği ortaya çıkmaktadır. ve bundan da tüm müslümanların bir aileyi teşekkül ettiğini söyleyebiliriz. Huzur ve barış içinde yaşamamız için hatırlamamız gereken güzel bir örneği teşkil etmektedir bizce.


Meryem'e bir Melek konuştu:
One angel spoke to Mary. (Surah 19:17-21)

19:17- Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona meleğimiz (Cebrail)i gönderdik de ona tam bir insan şeklinde göründü.
19:18- Meryem: "Ben senden Rahmân (olan Allah) a sığınırım. Eğer Allah'dan korkuyorsan (dokunma bana)" dedi.
19:19- Melek: "Ben, sana temiz bir oğlan bağışlamak için, Rabbinin gönderdiği bir elçiyim" dedi.
19:20- Meryem: "Benim nasıl çocuğum olabilir? Bana hiçbir insan dokunmamıştır. Ben iffetsiz de değilim" dedi.
19:21- Melek: "Bu, dediğin gibidir. Ancak Rabbin buyurdu ki: Bu (babasız çocuk vermek), bana pek kolaydır. Hem biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız. Hem, bu önceden (ezelde) kararlaştırılmış bir iştir." dedi.



Meryem'e birden fazla Melek konuştu:
Several angels spoke to Mary. (Surah 3:42-45)

3:42 - Hani melekler: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz yarattı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı.
3:43- Ey Meryem! Rabbine divan dur ve secdeye kapan ve rüku' edenlerle beraber rüku' et" demişlerdi.
3:44- İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. (Yoksa) "Meryem'i kim himayesine alıp koruyacak?" diye kalemlerini (kur'a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Bu hususta) Tartışırlarken de yanlarında bulunmadın.
3:45- Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir; dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok yakınlardandır.

Yine burada bir gerçek gözardı edilerek ortaya çelişki gibi bir durum yaratılmaya çalışılmıştır. Şayet Meryem'in hayatı boyunca kendisine bu müjdenin verilmesinin haricinde herhangi bir Melek görmedi penceresinden bakarsanız, evet ortaya böylesi bir çelişki çıkarabilirsiniz. Fakat meseleyi derinlemesine araştırdığımızda Meryem'in tabiri müsaitse melekler nerdeyse arkadaşca beraber bir hayat yaşadığı, kısaca onları birden fazla defa gördüğü şu ayetle ortaya çıkmaktadır.

Ali İmran (37) Bunun üzerine Rabbi, onu hoşnutlukla kabul buyurdu, onu güzel bir biçimde yetiştirdi ve Zekeriyya'nın himayesine verdi. Zekeriyya, onun yanına mihraba her girdikçe yeni bir yiyecek bulur ve: "Ey meryem, bu sana nereden?" derdi. O da: "Allah tarafından" derdi. Şüphe yok ki, Allah dilediğine sayısız rızık verir.

görüldüğü gibi Zekeriyya Meryem'in her yanına girdiğinde yeni bir yiyecek bulmakta olduğunu görmekteyiz, anlaşılan Allah-ı Teala tarafından O'na bu yiyecekleri getirenler Meleklerdir, kısaca, Meryem'in İsa'nın doğumuyla ilgili 19:17'de geçtiği gibi Cebrail'in haricinde diğer Meleklerlede konuşmuş olduğudur. Fakat ortada olan gerçek 19:17'e olan gerçek o haber verilmesinde yanlızca konuşmuş olduğunun Cebrail olduğunu görmekteyiz, 3:42-45'de geçen örnekte ise bir başka Melekler tarafından gerçekleşen ziyarette birden fazla Melek tarafından da O'na bu müjdenin hatırlatıldığıdır.


Cennetin bir bahcesi var:
Paradise has one garden. (Surah 39:73, 41:30, 57:21, 79:41)

39:73- Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilmektedir. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara: "Selâm sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!" derler.

41:30- "Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra da doğrulukta devam edenlere gelince, onların üzerine melekler iner ve derler ki: "Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilen cennetle sevinin."

57:21. Rabbinizden bir mağfirete; Allah'a ve peygamberine inananlar için hazırlanmış olup, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun. İşte bu Allah'ın lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.

79:41- Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.



Cennetin birden çok bahcesi vardır:
Paradise has many gardens. (Surah 18:31, 22:23, 35:33, 78:32)

18:31- İşte onlara Adn cennetleri vardır; altlarından ırmaklar akar, orada altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek koltuklar üzerine dayanıp kurulacaklar. O ne güzel karşılık ve ne güzel kalma yeri!

22:23- Şüphesiz Allah iman edip yararlı iş işleyenleri, altından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada altın bilezikler ve inciler takınacaklar. Oradaki elbiseleri de ipektendir.

35:33 - Onlara Adn cennetleri vardır. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Orada elbiseleri de ipektir.

78:32- Bahçeler var, bağlar var.

Yine olay dar bir çerceveden ele alınılıp, sanki Allah-ı Teala vermiş oldukları 39:73, 41:30, 57:21, 79:41 ayet örneklerinde, bir cennet ve cennette olan bir bahce vardır gibi bir yaklaşımdan yola çıkılıp 18:31, 22:23, 35:33, 78:32'de de bu cennetin birden fazla bahçesi olduğu ile ilgili kendilerincede bir çelişki ortaya çıkarmaya çalışılmaktadır, zavallıca bir denemedir. Öncelikle şu ayetlere bakalım:

Bakara (25) İman edip iyi amel işleyenleri müjdele! Kendileri için altlarından ırmaklar akan cennetler var. Onlara her hangi bir meyveden bir rızık yedirilince onlar, her defasında: "Bu bizim önceden yediğimiz şeydir." diyecekler; oysa ona benzer olarak sunulacaklar. Kendileri için orada tertemiz zevceler de var. Onlar orada ebedi kalacaklar.

Ali İmran(15) De ki: "Size o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin yanında altından ırmaklar akan, içlerinde sonsuza kadar kalacakları cennetler vardır. Ayrıca orada kendilerine tertemiz eşler ve hele bir de Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah o kulları görür."

Ali İmran(136) İşte bunların mükafatı Rablerinden bir bağışlama ve sonsuza dek kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlerdir. İyi iş yapanların mükafatı ne de güzeldir!

bu ayetlerin bize gösterdiği gerçek, cümlelerden gecen anlatımla cennetin bir tek olmadığı cennetler belirtisinden anlamaktayız, anlaşılan ortada Allah-ı Tealanın çömertliği zenginliği vardır, fakat '' 39:73- Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilmektedir....'' bu örneğe baktığımızda bunun çoğul olarak belirtilmediğinden ortaya bir çelişki çıkmakta sanılsa bile değildir, böylesi anlatımlarda, belirtilmek istenen hedeftir o da cennet olarak belirtilmiştir. Bu kazanmış olduğunuz bir parayla değişik şeylere sahip olmanız gibi bir olaydır, örneğin, araba, ev vs. Kısaca şayet size paraya sahip olacaksınız dediğimde, bundan tüm bu dünyavari zenginliklere de sahip olacağınızın anlaşılması gerekmektedir.  şimdi siz cennetlik olduğunuzda sizi bekleyen cennetler vardır. Görüldüğü gibi ortada birden çok cennet varken ben size bunu cümleye uygun olarak ancak öyle bildirebilirim, veya şöylesi demem ne kadar mümkündür ki '' siz cennetlerlik olduğunuzda ''  gibi. Fakat hiç bir ayet Allah-ı Tealanın bir cenneti ve bu cennetin bir bahçesi olduğundan bahsetmez, ayetlerin bahsettiği, bir çok cennet ve bahçelerdir, '' 79:41- Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir. '' işte burası varmanız gereken bitiş çizgisidir ve bu bitiş cizgisinin sonunda o cennete vardığınızda da sizi cennetler beklemektedir, mesele budur.

7 Ağustos 2012 Salı

Noel

Noel




Hz. İsa’nın doğum günü olduğu iddia edilerek 25 Aralıkta kutlanan Hıristiyan yortusu (bayramı). Latincede doğumla ilgili olan anlamına gelen bu yortuyu, bir kısım Hıristiyanlar 6 Ocakta kutlamaktadır.



Hazret-i Îsâ’nın doğumundan çok önce güneşe tapan putperestler, tanrı saydıkları Güneş’in her gün biraz daha erken kendilerini terk etmesine üzülürlerdi. 25 Aralıkta günler tekrar uzamaya başlayınca, Güneş’in kendileriyle kalmaya râzı olduğuna sevinerek kutlamalar yaparlardı. Bu kutlamalar sırasında dans, içki, ışıklandırma, yaparlardı. Ayrıca hindi kesme, domuz başı, kaz kızartması yemeyi de gelenek hâline getirmişlerdi. Bir de aralarında çeşitli hediyeler verirlerdi. Ayrıca güneşe tapan ve kurtarıcı tanrılarının kış başlangıcında doğduğuna inanan diğer putperest milletler de vardı. Bunlar da Julian takvimine göre kış başlangıcı olarak kabul edilen 25 Aralıkta özel kutlama törenleri yaparlardı.



Hazret-i Îsâ’nın doğum günü kesin olarak bilinmediği için ilk Hıristiyanların hazret-i Îsâ’nın doğumu için kutladıkları özel bir gün yoktu. Bu sırada Roma İmparatorluğunun her yerinde güneşe ve putlara tapılıyordu. Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperestken mîlâdın 313. senesinde Hıristiyanlığı kabul etti. Putperestlikten birçok şeyleri de Hıristiyanlığa soktu. Güneş tanrısının doğum günü kabul edilen 25 Aralığı yılbaşı kabul etti. Îsâ aleyhisselâmın kurtarıcı tanrı olduğuna inanan Hıristiyanlar da, hazret-i Îsâ’nın 25 Aralıkta doğduğunu kabul ettiler.Sonunda bu geceyi Mîlad ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar.



Efsânevî Hıristiyan inanışına göre; mîlâdî 4. yüzyılda (M. 350 yıllarında) Anadolu’da Myra (bugünkü Demre-Antalya) yöresinde yaşamış olan Aziz Nikolaos adındaki Hıristiyan azizi, Roma İmparatoru Konstantin’in rüyâsına girdi ve îdâma mahkum edilen üç subayı kurtardı. Bu olaydan sonra ünü gittikçe yayılan Nikolaos, zamanla Rusya ve Yunanistan gibi ülkelerin, hayır kurumlarının, loncaların, çocukların, denizcilerin ve bâzı şehirlerin koruyucu azizi olarak benimsendi. Adına Avrupa’da pekçok kilise yapıldı. Çocuklara özel armağanlar getirdiğine inanılan ve Noel Baba olarak anılmaya başlayan Aziz Nikolaos efsânevî bir kişiliğe büründü.



Aziz Nikolaos’un Noel Baba hâline sokulması ilk önce Almanya’da görüldü. Bu efsânevî gelenek zamanla Protestan kiliselerin çoğunlukta olduğu Avrupa ülkelerinde yayıldı. Sonra ABD’nin New York şehrine gelip yerleşen Hollandalı Protestanların Aziz Nikolaos’u iyiliksever bir kimse olarak anmaları da çok sevilmesine yol açtı. Ayrıca ABD ve İngiltere’de kutlanan çocuk bayramlarında da yer verilmeye başlandı. Geleneksel âile ve çocuk bayramı olarak kutlanan Noel yortusunun koruyucusu olarak kabul edildi.


Noel Baba’nın şişman, neşeli, kırmızı ve beyaz piskoposluk giysileri içindeki tasvirleri Amerikalılar tarafından gündeme getirildi. Noel Baba olarak bilinen Aya Nikola (Aziz Nikolaos)nın bâzan yalnız, bâzan yardımcısıyla ata binerek, bâzan da sekiz ren geyiğinin çektiği arabasıyla evlerin damlarında dolaştığı efsânesi yaygınlaştı.



Noel Baba yortusu daha ziyâde mîlâdî senenin Aralık ayının 24. gününün gecesi kabul edilmiştir. Bununla berâber 24 Aralık ile 6 Ocak arasında olduğunu kabul eden Hıristiyanlar da vardır. Ermeni kiliseleri hiçbir zaman Noel’i kabul etmeyip, hazret-i Îsâ’nın doğumunu hep 6 Ocakta kutlamayı sürdürdüler.



Efsânevî inanış doğrultusunda Noel Baba yortusunu kutlayan Hıristiyanlar bu kutlamalar sırasında, ışık ve çeşitli maddelerle yaprak dökmeyen ağaçları süslerler. Bu da umûmiyetle çam ağacıydı. Bu âdet, eski Mısırlıların, Çinlilerin, Yahûdîlerin ve putperest milletlerin yaprak dökmeyen ağaçları ölümsüzlük simgesi saymalarından kaynaklanmaktadır. Günümüzdeki Noel gelenekleri arasındaki ağaç süslemesinin Almanya’nın batı tarafında ortaçağda hüküm sürmüş olan eski putperestlikten alındığı rivâyeti hâkimdir.



Noel Baba bayramının (yortusunun) safsata ve efsâne olduğu İngiliz Durkan Başpiskoposu Dr. David Jenkis’in 21 Aralık 1993 Milliyet, 24 Aralık 1993 Türkiye gazetelerinde çıkan beyânâtında; İncil’de geçen Noel’le ilgili sözlerin birer peri masalı ve efsâne olduğu açıklandı. Dr. David’in bu sözlerini diğer ünlü İngiliz din adamlarından St. Albans Başpiskoposu John Taylor, Anglikan Çevre Bakanı John Gummer; “Kilisenin öğrettikleri çok açık. Dünyâdaki milyonlarca insan, İncil’deki masallarla uyutulmaya çalışılıyor.” sözleriyle desteklediler. Bugün Çin’de, Hollanda’da ve İngiltere’de Noel Baba ile kutlamalar ve reklamlar yasaklanmıştır (1993).



New York Üniversitesinde târih profesörü olan Waelangi Ferguson diyor ki: “Hıristiyanların yortuları putperest yortularıyla aynı târihlere rastlar Meselâ Noel târihi İran ve Roma’da güneş tanrısı Mitharas’ın doğum târihiydi. Ayrıca bu târih çok eskiden beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günüydü.



Kudüs civârında dünyâya gelen hazret-i Îsâ’nın doğumu hakkında, o zamânın edip ve münevverlerinin eserlerinde hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. En küçük vak’aları bile yazanRoma târihçilerinin, hazret-i Îsâ gibi büyük peygamber hakkında derin bir sükûnet göstermesi ayrıca dikkate şâyândır. Yunanca, İbrânice eser yazanlar da, aynı lâkaydlik ve ilgisizlik içindedirler



Hıristiyanların mukaddes kitabı bugünkü İncil, bir tâne değildir. Bütün İncil’lerde hazret-i Îsâ’nın hangi gün doğduğuna dâir en küçük bir bilgi de yoktur. Doğduğu sene hakkında ise kapalı, tahminler yapılacak mâlumâtlar vardır. İncil’in birinde hazret-i Îsâ’nın Yahûdî kralı Büyük Herodos’un zamânında doğdunu yazıyor. Roma kaynakları ise bu kralın mîlâddan önce öldüğünü bildiriyor. İki İncil’de ise hiçbir kayıt yoktur.



Mîlâdî târih 6. yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. Mîladdan sonra 525 târihinde Denys adında bir râhip, ilk defâ mîlâdî târihi kullandı. Târihçiler uzun müddet ya Roma’nın kuruluşunu, yâhut dünyânın kuruluşu olarak Tevrat’ta tahmin edilen târihi, başlangıç yaptılar. On sekizinci asra kadar eser yazanlar böyle hareket ettiler. Sarbon Üniversitesi profesörlerinden Gungnebert hazret-i Îsâ’nın mîlâdî târihinde doğduğu kesin olmadığı gibi on beş sene önce veya sonra doğduğu da ispat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince doğduğu gün elbette hesaplanamaz.



Eflâtun’un, Îsâ aleyhisselâm zamânında yaşadığı bâzı İslâm kaynaklarında belirtilmektedir. Avrupa kitaplarında ise Eflâtun’un mîlâttan yâni Îsâ aleyhisselâmın dünyâya gelmelerinden 347 sene önce öldüğü yazılıdır. Mîlâdî sene kat’î olmayıp günü ve senesi şüpheli olup, yanlıştır. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî rahmetullahi aleyh ve Burhan-ı Katı’ lugat kitabının bildirdiklerine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Peygamberimiz arasındaki zaman, bin seneden az değildir.



Îsâ aleyhisselâmın doğum günü belli olmayınca noelin mânâsı efsâneden öteye gidememektedir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Martın yirminci Neyruz veya Nevruz denilen gün ve Mayısın altıncı Hıdrellez günü ve Eylülün yirminci Mihrican günü, bâzı ülkelerde mübârek sayılır. Bu günlerin Müslümanlıkta bir değeri yoktur.Noel günü ve gecesi de böyledir.

Mutlu Yıllar



4 Ağustos 2012 Cumartesi

***HRİSTİYANLIĞIN SERÜVENİ***

1. Hıristiyanlığı şiddetle sarsan manzara! XVI. yüzyıl Alman ressamı Lucas Cranach’ın Hıristiyan inancını anlatan ünlü bir tablosu vardır. Tabloya göre “Tanrı, taçlı ve sakallı bir baba; kolları arasında İsa’nın haça gerilmiş cesedi, İsa’nın dizinde ise Kutsal Ruh, kanatlı bir yaratık.”Hıristiyan sanat tarihinde bu türden binlerce tablo vardır elbette. Cranach’ın tablosunun ayrıcalığı Amerika’nın ünlü TIME Dergisi’nin 27 Şubat 1978 tarihli nüshasında yayınlanmış olması. TIME Dergisi Cranach’ın tablosunu, “İsa’nın tanrılığı konusunda yeni bir tartışma” başlıklı yazı ile sunuyor. Alt yazı olarak da şu notu düşüyor: “İmanı şiddetle sarsan manzara!”Baba Tanrı imajı, Hıristiyanlıkta ciddi bir insan-biçimli tanrı inanışına (atropomorfizme) yol açtığı muhakkaktır. Hıristiyanlar açısından bu durum ayrıca başkaca inançla ilgili dönüşümlere de yol açmaktadır. Papalığın bunu düzeltmesi beklenirken ehven-i şerreyn (iki kötünün en hafifi) sayıp onaylaması, bu türden inanç sapmalarının tarihte nasıl kurumsallaştığı konusunda açık bir fikir vermektedir. İsterseniz Papa’nın konuya dair medyaya da yansıyan değerlendirmesini göz atalım. “Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 2’inci Jean Paul, Tanrı’nın ne sakalı var ne de bıyığı’ diye bir açıklama yaptı. Haftalık vaazında Tanrı’yı bir baba gibi görmenin doğru olduğunu belirten Papa Jean Paul, ancak bunu abartarak kendisine sakal bıyık yakıştırmanın sakıncalı olabileceğini belirtti. Papa, ‘Tanrı’da insan hatları yoktur. Yani sakalı bıyığı yoktur. Ama siz gene O’nu bir baba şevkatiyle sevin. Aslında bu hayali görüntü belleğimize çocukluğumuz da yerleşir... Bir tür arayıştır, Tanrı’yı o gözle hayal etmek ateist olmaktan daha etkilidir’ şeklinde konuştu.” 1 İnsan-biçimsel tanrı anlayışını Hıristiyanlık Propagandası yapan yayınlarda da gözlemlemek mümkün. Örneğin, güya insan-biçimli tanrısal bir el, bir insanın elinden tutmuş biçimde tasvir edilmekte propaganda amaçlı kitaplardan birinin kapağında. Belkis Şeyh’in yazdığı belirtilen kitabın adı da şöyle: “I Dared to Call Him Father/Tanrı Bana ‘Kızım’ Dedi”. Bu kitap 1989’da “Göksel Babamın Kucağında” adıyla basılmıştır.2“Göksel Baba” ifadesinin kaynağı Hıristiyanların Kutsal Metinleridir. örneğin Mevcut Hıristiyanlığın kurucusu olan Pavlus bir mektubunda : “18 Gücü her şeye yeten Rab diyor ki, “Size Baba olacağım, siz de oğullarım ve kızlarım olacaksınız.»3 der.Kiliselerde yer alan ikonalar da bu zihniyetin bir yansımasıdır. İleride ele alacağımız üzere bu durum daha çok Kadim Hint-Avrupa kültürünün bir sızıntısıdır. Acaba Hz. İsa’nın elçiliğini yaptığı hak din nasıl oldu da bu hale geldi? Bu soruyu cevaplayabilmek için Nasraniliğin ve Hıristiyanlığın tarihi üzerinde bir gezinti yapmamız gerekiyor.Önce isimden başlayalım. İsa Mesih’in bildirdiği dinin adı elbette Hıristiyanlık değildi. Bu daha sonraları türetilmiş bir kavramdır: Hıristiyan sözcüğü Yunanca “Christianos” sözcüğünden türetilmiştir “Christos” Mesih’in Grekçe karşılığıdır. Bu addan türetilmiş ‘christianos’ sözcüğü de, Christos’a (İsa’ya) bağlanan, onun yolunda giden kişi anlamına gelir. Bu sözcük M.S. 1. yüzyıla doğru ortaya çıkmıştır.4 “Hıristiyan” sözcüğü ilk olarak İ.S. 40’lı yıllarda Antakya’da kullanılmıştır. Hıristiyan Kutsal Metinlerinden Resullerin İşleri 11/6’da belirtildiğine göre (Hazret-i İsa’nın izleyicisi olan) “Öğrencilere ilk kez Antakya’da Mesihçiler adı verildi.” İlginç olan “Mesihçi” anlamındaki bu sözcüğün İsa’yı izleyenleri küçümsemek amacıyla ortaya atılmış olmasıdır. Hazret-i İsa’nın bildirdiği Din, Hazret-i Kur’an’da “Nasraniyet” olarak adlandırılır. Hazret-i İsa’ya inananlar ise “Nasranî (çoğulu Nasârâ)” olarak isimlendirilir. Bu ismin muhtemel üç kaynağı vardır. Hazret-i İsa’nın doğum yeri olan Nasıra’ya nisbet olabilir. Birbirlerine nusrat (yardım) etmelerine nisbet olabilir. Ve nihayet Hazret-i İsa havarilerine ‘Kim Allah’a yardımcı olacak’ diye sorduğunda, onlar da ‘Biz Allah’ın yardımcılarıyız’ demiş oldukları için bu isim ile adlandırılmışlardır.5 2. Mucizevî Bir Doğum ve Mucizevî Bir Son İsa, genel kabule göre Milad’dan önce doğmuştur (MÖ. 6). Yaşadığı zamanın tarihi kaynakları İsa Mesih’in yaşamı, kimliği ve kişiliği konusunda hemen hiç bir bilgi vermemektedir. Yaşamı hakkında o dönemden kalma belgelerde, onunla ilgili bilgi yoktur. Kesin olan Yahudiye’de, Celile bölgesinde, küçük Nasıra (Nazareth) kentinde doğmuş, yoksul bir Yahudi çocuğu olduğudur. 6 Annesi Meryem’in İsa’ya hamile kalışı, mucizevi bir biçimde gerçekleşmiştir. Doğum yeri olan Filistin, o zamanlar Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında idi. Roma İmparatorluğu’nda yaygın olan din “Paganizm : Putperestlik” idi. Şekilciliğe saplanmış ve paramparça olmuş, tek-tanrı inanışına sahip Yahudiler ise bir kurtarıcı, “mesih” bekliyorlardı.“Mesih” kavramı, İbranice’de “Tanrı tarafından atanmış, yağ sürülmüş, kutsanmış” anlamına gelen “meshiah” (ya da Aramca “mashiha”) sözcüğünden türemiştir. Mesih sıfatı, Yahudi geleneğinde daha çok eski İsrail’de, tayin edilmiş krallar hakkında kullanılıyordu. 7 Yahudi inanışına göre mesih, bilinmeyen bir çağda, Yahudileri mutluluğa ulaştırmak, için gelecek bir kurtarıcı kralın sıfatıdır.Tarih boyunca komşu ülkelerin saldırılarından ve egemenliğinden kurtulamayan İsrailoğulları ülkesi, Roma egemenliğinde iken İsrailoğulları’nın tek Tanrı inancı ile Roma inançları arasında da bir çatışma ortaya çıktı. Yahudi ahlakı ile Roma toplumunun ahlak anlayışı arasında doldurulmaz boşluklar, uzlaşmaz çelişkiler vardı. Romalılar, düzenli yönetime, sağlam kurumlara dayanan, doğaya bağlı bir ahlaka inanıyorlardı. Onlar için önemli olan öbür dünya değil, bu dünyanın egemenliği, bu dünyanın düzeniydi; yani inanç ile yönetim birbirine bağlı idi. I.Ö. 1. yy sonlarında, Roma İmparatorları Doğu inançlarının etkisi ile kendilerini “tanrısallaştırmış”lardı. Yaptıkları tapınaklar bile, Tanrı’nın yanında, kendi adlarını, unvanlarını korumak, yaşatmak içindi. İnsan-Tanrı ya da Tanrı-insan inancı, Kadim Mısır’ın ve Yunan mitolojisinin etkisiyle son dönem Roma İmparatorları kesin biçimde benimsenmişlerdir. Bu yüzden de yönettikleri ülkelerin insanlarına karşı davranışları da acımasızdı.Tarih boyunca sürgünler de yaşamış, dağınıklık için de kalmış, farklı ulusların inançlarıyla karışmış bir ahlak ortamında bulunan Yahudiler, Roma’nın değil, kendi dinlerinin buyruklarına, gereklerine aykırı davranmaya, kendi ahlak düzenlerini yıkmaya başlamışlardı. Bu durum Filistin ve çevresinde ahlakî dengesizliğine ve inanç boşluğuna yol açmıştı. Toplum alışılagelen ahlak kurallarının dışına çıkmış genel kabul gören bir ahlak ilkesi bile kalmamıştı.Yahudiler açısından M. Tevrat’ta (Yeremya bölümünde) bildirilmiş olan, insanları kurtaracak, bu bozuk düzeni düzeltecek, yeryüzünden ahlaksızlığı kaldıracak kimsenin (Masiah) geleceği gün, yeryüzünde insanları mutluluğa kavuşturacak bir devletin kurulacağı gün yaklaşmış gibiydi. Mesih olayı, Tevrat’ta belirtilmişti. Ama Mesih, Tevrat’a göre kutsal görev verilmiş bir kişi, bir kraldı. Oysa, Yahudilerin bir bölümü, gelecek kurtarıcının bir peygamber olacağını düşünmeye başlamışlardı.Gelecek kurtarıcının bir kral olacağına inanan Yahudiler ile peygamber olacağını ile süren Yahudiler arasında, yavaş yavaş bir anlaşmazlık ortaya çıkmaya başladı. İleride “kurtarıcının ölümüne yol açanda bu ilk anlaşmazlık olacaktı. Gelecek kurtarıcının “peygamberliğini” ileri sürenlerden Vaftizci Yahya, Yahudiye’de, beklenen kurtarıcının dünyaya gelmiş olduğunu yakında ortaya çıkıp insanlara doğruluk, erdem, iyilik yollarını göstereceğini, onları kurtaracağını, mutluluğa kavuşturacağını, bu kurtarıcının Allah’ın görevli kıldığı bir peygamber olduğunu açıklamaya koyuldu. 8 Ancak, muhtemelen 30 yaşında Allah’ın dinini tebliğe başlayan Hz. İsa’ya Yahudiler iman etmedikleri gibi ona şiddetle karşı koydular. Aslında bu durum, Yahudilerin peygamberler karşısında takındığı geleneksel tavırlarıyla uyum içinde idi.Çok az inananları arasında İsa Mesih, İsrailoğulları’nın 12 sıbtını/boyunu temsilen 12 tanesini kendisine havari/arkadaş olarak seçti.9 Hazret-i İsa’nın peygamber olarak etkinliğinin ne kadar sürdürdüğü tam olarak bilinmemektedir; M. İnciller’den çıkarılan sonuçlara göre bu süre 1 ile 3 yıl arasında olabilir. Ama birçok tarihçi, bu sürecin en çok iki yıl birkaç ay olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir.Üç yıl kadar Yahudiler’i/İsrailoğulları’nı imana çağıran10 Hz. İsa, kurtarmaya çalıştığı Yahudilerin içinden olan Ferisiler ve Sadukilerin katı tavrı ile karşılaşmıştı. Roma yönetimini temsil eden Herodes Antipas’ın da tavrı katı olunca İsa Mesih için yolun sonu gözükmüştü.On iki havariden olan Yahuda İskoryat’ı ajan olarak kullanan Romalı askerler, Hazret-i İsa’yı bulmuş ve tutuklamıştı. Ancak tam çarmıha gerilme pozisyonunda iken doğumundakine benzer bir mucize ile, Alemlerin Rabb’i Allah, Hz. İsa’yı göğe yükseltti. Hazret-i Kur’an ise çarmıha gerilen kişinin İsa Mesih değil de ona benzetilen birisi olduğunu bildirir. Ancak, o zamanki Yahudiler ve Hıristiyanların yanı sıra Romalılar da bu mucizenin farkında olmadığı için -zaten öyle olması gerekmiyor muydu?-İsa Mesih’in çarmıhta can verdiğine inanırlar. 11 Ünlü Yahudi tarihçi Josephus da “Yahudilerin Eski Tarihleri” adlı eserinde bu görüşü savunur. 12 3. Tevhid Dini Nasranilik’ten Teslis Dini Hıristiyanlığa Doğru Havariler dini tebliğe devam ederken daha önce koyu bir Yahudi olan Pavlus’un Hz. İsa’ya iman ettiğini açıklaması yeni bir dönüm noktası oluşturdu.13 Hz. İsa’ya düşmanlığı14 Hıristiyanlığın kutsal metinlerine abartılı bir şekilde herhalde özellikle geçen Pavlus, İsa Mesih’i, göğe çekilişinden sonra Milâdi 32 yılında Şam yolunda manen gördüğünü öne sürüyordu.15 Pavlus, bu vizyon ile peygamberlikle görevlendirildiğini de ileri sürüyordu.16 Pavlus Efeslilere yazdığı mektubun üçüncü bölümünde de özel misyonunu ve peygamberlik iddiasını açıklamaktadır: “Pavlus’a açıklanan sır: Bu nedenle ben Pavlus, siz uluslar uğruna Mesih İsa’nın tutuklusu oldum. 2Tanrı’nın bana bağışladığı lütfu size ulaştırmakla görevlendirildiğimi duymuşsunuzdur. 3Yukarıda kısaca değindiğim gibi Tanrı, sır olan tasarısını doğrudan bana açıklayıp bildirdi. 4Bu mektubu okuduğunuz zaman Mesih sırrını nasıl kavradığımı anlayabilirsiniz. 5Bu sır önceki kuşaklara açıkça bildirilmedi. Şimdiyse Mesih’in kutsal elçilerine ve peygamberlerine Ruh aracılığıyla açıklanmış bulunuyor. 6Şöyle ki, diğer uluslar da mirasa ortaktır, aynı bedenin üyeleridir ve Müjde aracılığıyla Mesih İsa’da vaade ortaktırlar. 7Tanrı’nın etkin gücüyle bana verilen lütuf armağanı uyarınca bu müjdeyi yaymakla görevlendirildim.”Pavlus ile birlikte Yahudi olmayanlara yönelik propaganda faaliyetleri artmıştı. Yahudi olmayan Roma vatandaşları ise pagan kültürüne sahip idi.17 Böylece bir yanda Yahudi kökenliler, öbür yanda Yahudi olmayanlar, Hz. İsa’nın getirdiği dine inanıyor ve yaşıyordu. Ancak bu iki kesimin inançları, yorumlama ve yaşama biçimi birbirinden oldukça farklı idi. Kardinal Danielou’nun belirttiği gibi, deyim yerindeyse havarilerin çevresinde oluşan “Musevi-Hıristiyanlık” (Judeo-chretienne) ve “Pavlus’un oluşturduğu Hıristiyanlık” olmak üzere iki akım gelişti.18 Musevi-Hıristiyanlar (Kudüs Yahudileri), Hazret-i İsa’nın bildirdiği dini, Yahudiliğin bir yenilenmesi olarak görüyorlar, Tevrat’ın gereklerine uyuyorlar, İsa Mesih’in yalnızca bir peygamber olduğuna ve tanrısal bir özelliği olmadığına inanıyorlardı -Ebionitler mezhebi-gibi. Hıristiyanlığın, Yahudilik ile arasındaki bağları kopartan Pavlus’tur. 19 Pavlus, hem bir Yahudi idi, hem de Roma vatandaşı, üstelik Helenistik felsefeye de vakıftı. Putperestlere Hıristiyanlığı anlatırken hem Yunanca’yı hem de pagan kültürün öğelerini kullanıyordu. 20 Pavlusçu Hıristiyanlığın oluşumunda Yunan dili ve kültürü de belirleyici rol oynamıştır. Hıristiyanlığın doğuşundaki dili ise İbranice idi. Dini kavramlar, İbranice’den Yunanca’ya çevrilirken hem orijinal anlamdan sapmalar söz konusu oluyordu hem de dinî kavramlar felsefî bir renk kazanıyordu. 21 Wallace-Williams, Tarsuslu Pavlus’un Üç Dünyası’nda bu bağlamda ilginç örnekler vermektedir.22 Bu durum uzun dönemde temel kavramların büyük ölçüde dönüşüme uğramasına yol açmıştır.Zamanla bu iki akım arasındaki gerginlikler, ayrılıklar ve tartışmalar büyümüştür.Pavlus, sünnet olmayı reddeden putperestlerin, sünnet olmadan Hıristiyanlığı kabul edebileceklerini ileri sürmüştür; Pavlus’un bu uygulaması tam bir misyon olarak değerlendirilmiştir.23 Putperestler, yalnızca sünnete değil Tevrat’taki diğer yükümlülükleri yapmaya da yanaşmıyorlardı. Pavlus ise buna da “evet” diyordu. 24 Halbuki, Hazret-i İsa, Musevilere peygamber olarak gelmişti. Ve görevi de Museviliğe yeni bir ruh vermekti. Bu nedenle Tevrat’taki yükümlülükleri de yaşıyor ve anlatıyordu. 25 .Bunun üzerine MS. 49 yılında Havariler ve önde gelen Hıristiyanlar toplanarak problemlerini görüşmüşlerdi. Bu toplantı “Havariler Konsili” olarak bilinir. Temel problem, Yahudi kökenli Hıristiyanların Tevrat ile yükümlü olup olmadığı idi. Bu ilk konsilde Pavlusçu görüşe taviz verilmiş olması, Nasranilik açısından maalesef dramatik bir dönüşümün başlangıcı olmuştur.Buna göre Tevrat’ın öngördüğü temel yükümlülükler, Musevi kökenli olmayan yeni Hıristiyanlar için de geçerli ise de teferruata ait yükümlülükler için acele ve ısrara gerek olmadığı kararı çıkarıldı.26 Kudüs cemaatinin önderi olan Yakup ve diğer havariler, bu türden yeni İsevilerin zamanla teferruata ait problemlerini gidereceğini umuyordu ama tersi oldu ve böylece Pavlusçu Hıristiyanlığın önü açılmış oldu.27 Bu konsille birlikte Pavlus’un çizgisi ile orijinal İsevilerin çizgisi arasındaki gerilim ve çatışma geçici olarak giderilmiş olsa da zamanla bu durum değişmiştir.28.Ancak Pavlus’un bu tavrında ısrarını sürdürmesi Hazret-i İsa’nın gerçek havarilerini ve bağlılarını öfkelendirmiş hatta Pavlus bu yüzden tekrar Kudüs’e çağrılmış, sorgulanmış, sapkın bir çizgide olduğu belirlenmiştir. Nihayetinde Pavlus bu yüzden halk tarafından linç edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışken Romalı askerlerin müdahalesi sayesinde canını zor da olsa kurtarmıştır. Bunların Hıristiyanların Kutsal Kitab’ında anlatılıyor olması daha bir ilginç olsa gerek. Kitab-ı Mukaddes, Elçilerin İşleri, 21/17-40’dan izleyelim: “Pavlus Kudüs’te: 17 Kudüs’e vardığımız zaman kardeşler bizi sevinçle karşıladılar. 18 Ertesi gün Pavlus’la birlikte Yakup’u görmeye gittik. İhtiyarların hepsi de orada toplanmıştı. 19 Pavlus, onların hal hatırını sorduktan sonra hizmetinin aracılığıyla Tanrı’nın diğer uluslar arasında yaptıklarını teker teker anlattı. 20 Bunları işitince Tanrı’yı yücelttiler. Pavlus’a, “Görüyorsun kardeş, Yahudiler arasında binlerce imanlı var ve hepsi Kutsal Yasa’nın candan savunucusudur» dediler. 21 “Ne var ki, duyduklarına göre sen diğer uluslar arasında yaşayan bütün Yahudilere, çocuklarını sünnet etmemelerini, törelerimize uymamalarını söylüyor, Musa’nın yasasına sırt çevirmeleri gerektiğini öğretiyormuşsun. 22 Şimdi ne yapmalı? Senin buraya geldiğini mutlaka duyacaklar. 23 Bunun için sana dediğimizi yap. Aramızda adak adamış dört kişi var. 24 Bunları yanına al, kendileriyle birlikte arınma törenine katıl. Başlarını traş edebilmeleri için kurban masraflarını sen öde. Böylelikle herkes, seninle ilgili duyduklarının asılsız olduğunu, senin de Kutsal Yasa’ya uygun olarak yaşadığını anlasın. 25 Diğer uluslardan olan imanlılara gelince, biz onlara, putlara sunulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanlardan ve cinsel ahlaksızlıktan sakınmalarını öngören kararımızı yazmıştık.» 26 Bunun üzerine Pavlus o dört kişiyi yanına aldı, ertesi gün onlarla birlikte arınma törenine katıldı. Sonra tapınağa girerek arınma günlerinin ne zaman tamamlanacağını, her birinin adına ne zaman kurban sunulacağını bildirdi.Pavlus tutuklanıyor 27 Yedi günlük süre bitmek üzereydi. Asya ilinden bazı Yahudiler Pavlus’u tapınakta görünce tüm kalabalığı kışkırtarak onu yakaladılar. 28 “Ey İsrailliler, yardım edin!» diye bağırdılar. “Her yerde herkese, halkımıza, Kutsal Yasa’ya ve bu kutsal yere karşı öğretiler yayan adam budur. Üstelik tapınağa bazı Grekleri sokarak bu kutsal yeri kirletti.» 29 Bu Yahudiler, daha önce kentte Pavlus’un yanında görmüş oldukları Efesli Trofimus’un, Pavlus tarafından tapınağa sokulduğunu sanıyorlardı. 30 Bütün kent ayağa kalkmıştı. Her taraftan koşuşup gelen halk Pavlus’u tutup tapınaktan dışarı sürükledi. Arkasından tapınağın kapıları hemen kapatıldı. 31 Onlar Pavlus’u öldürmeye çalışırken, tüm Kudüs’ün karıştığı haberi Roma taburunun komutanına ulaştı. 32 Komutan hemen yüzbaşılarla askerleri yanına alarak kalabalığın olduğu yere koşturdu. Komutanla askerleri gören halk Pavlus’u dövmeyi bıraktı. 33 O zaman komutan yaklaşıp Pavlus’u yakaladı, iki zincirle bağlanması için buyruk verdi. Sonra, “Kimdir bu adam, ne yaptı?» diye sordu. 34 Kalabalıktakilerin her biri ayrı bir şey bağırıyordu. Kargaşalıktan ötürü kesin bilgi edinemeyen komutan, Pavlus’un kaleye götürülmesini buyurdu. 35 Pavlus merdivenlere geldiğinde kalabalık öylesine azmıştı ki, askerler onu taşımak zorunda kaldılar. 36 Kalabalık, “Öldürün onu!» diye bağırarak onları izliyordu.Pavlus kendini savunuyor 37 Kaleden içeri girmek üzereyken Pavlus komutana, “Sana bir şey söyleyebilir miyim?» dedi. Komutan, “Grekçe biliyor musun?» dedi. 38 “Sen bundan bir süre önce bir ayaklanma başlatıp dört bin tedhişçiyi çöle götüren Mısırlı değil misin?» 39 Pavlus, “Ben Kilikya’dan Tarsuslu bir Yahudi, hiç de önemsiz olmayan bir kentin vatandaşıyım» dedi. “Rica ederim, halka birkaç söz söylememe izin ver.»İşte Kitab-ı Mukaddes’te Pavlus’un öyküsü böyle geçiyor. Anlaşılacağı üzere Tevhid Dini Nasranilikten Pavlusçu Hıristiyanlığa geçiş oldukça sancılı olmuştur.Pavlus, MS 67 yılında başı kesilerek öldürülmüştür. Bundan 250 yıl kadar sonra Pavlusçu Hıristiyanlık Roma İmparatorluğunun resmi dini olmuştur. “Yeni Ahid” olarak tanımlanan Hıristiyan Kutsal Metinleri’ 27 kısımdan oluşur, bunların 13’ü Pavlus’un yazdığı mektuplardır. Üstelik Pavlus’un yazdığı mektuplar İncillerin yazılmasından çok önce kaleme alınmıştır. Bu nedenle Mevcut Hıristiyanlığın temelleri Pavlusçudur.29 Ancak her şeye rağmen Kilise’de MS. 70 yılına kadar Musevi-Hıristiyanlık önde oldu. 140 yılına kadar Kilise içerisinde kaldı, bundan sonra Kilise’den koparak bağımsız kaldı. Nihayet 3. ve 4. yüzyıldan sonra izleri kayboldu.30Pavlusçu görüşün öne geçmesinde hiç kuşkusuz Romalıların gerçek İsevîlere karşı daha sert terör uygulaması, hatta katliama başvurması, önderleri olan Yakub’un şehit edilmesi ve Pavlus’un ve bağlılarının Roma vatandaşı olması oldukça belirleyici olmuştur. 31 4. Konsiller ya da Din Adamlarının Rabb’lık İddiası Hz. İsa’ya iman edenler, önce Yahudilerin komploları, peşinden putperest Roma İmparatorluğu’nun devlet terörü karşısında inim inim inlemişlerdi. Özellikle 64 yılındaki Roma yangınından manen Hıristiyanları sorumlu tutan Neron’la beraber bu zulüm ve işkence had safhaya çıkmıştı.32 Roma tanrılarına saygı göstermeyen Hıristiyanlar hapsedildi, işkenceye tabi tutuldu, öldürüldü. 33 Buna rağmen Hıristiyanlık yayılmaya devam etti. Bu gelişmeden İmparatorluk doğal olarak etkilendi. İmparator Konstantin’in 313 yılında Hıristiyanlığı benimsemesiyle34 yeni din, Roma İmparatorluğu’nun kurumsal çerçevesi içinde gelişerek yeni bir uygarlığın ideolojik ve kültürel temelini oluşturdu.35 Hazret-i İsa’nın bildirdiği din, yukarıda ele aldığımız üzere önce Pavlus tarafından radikal bir biçimde dönüştürülmüştür. Hazret-i İsa’nın bildirdiği din, Pavlus’tan sonra bir de İmparator Konstantin’in elinde, ikinci bir dönüşüm yaşamıştır. Roger Garaudy buna haklı olarak “Konstantinizm” adını verir. Garaudy, bu deyimle, İznik Konsili’nden günümüze kadar her problemin Sezar’ın arzusuna göre çözümlenmesini kasteder. Garaudy, bütün bu değerlendirmelerini “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya!” sözü bağlamında yapar. 36 5. Yıl 325 ve Hazret-i İsa Tanrılaştırılıyor MS 49’da yapılan Havariler Konsili’nden bu zamana kadar yeni yeni problemler ve tartışmalar çıkmıştı. Bunlara son vermek isteyen İmparator Konstantin “Kilisenin ve imparatorluğun düzenini sağlam temellere oturtmak için 325’te İznik’te bir “Konsil” topladı.37 Hıristiyan din adamı iken Müslüman olan Abdulehad Davud38, İznik Konsili’ne katılan piskoposların toplam sayısının 2048 olduğunu yazar. Toplantı 20 Mayıs’ta imparatorluk sarayında başladı. İmparator Konstantin, konsili bizzat yönetti ve tartışmalara katıldı.Konstanin’in Hıristiyanlığa girişi ile ilgili epeyce spekülasyon vardır. Örneğin Hıristiyan bir propagandist olan İsa Karataş bile “Gerçeği Saptıranlar” adlı kitabında “... bu konuda kesin bir şey söylemek tabii ki mümkün değildir.” diye yazıyor.Konstantin, kimine göre hiç bir zaman Hıristiyan olmadı, kimine göre çıkarı gereği Hıristiyan oldu, kimine göre de ölümüne yakın vaftizi kabul ederek Hıristiyanlığa girdi. Abdülehad Davud bu sonuncu görüşü kabul etmektedir. Buna göre, konsili yönettiği esnada Konstantin henüz Hıristiyan değildi. 39 Garaudy’ye göre Konstantin’in Hıristiyanlığı seçişi ve İznik Konsili ile dönüştürmesi aslında politika/iktidar gereği idi: “İmparatorluğunu bütün haline getirmek, bir güç olmaya başladıklarında zayıfları hesaba katmak kaygısıyla dolmuş, Roma İmparatoru Costantin, İsa’nın olağanüstü yıkıcılığının yerine ‘Konstantinizm’i getirir.”40Evangelical (İncile dayalı protestan Mesih İnanlıları) adını taşıyan Hıristiyanlar, “Her ne kadar ilk Mesih İnanlıları’nın yalın öğretileri, IV. yüzyılda Konstantin tarafından Hıristiyanlığın resmi devlet dini olmasıyla örtülmeye ve yozlaştırılmaya başladı”ğını belirtirken bizim de katıldığımız bu görüşü savunur görünmektedirler.İznik Konsil’inde İskenderiye Papazı Arius, Hz. İsa’nın tanrılığına karşı çıkıyor, bir “mahluk” olduğunu savunuyordu.41 Karşı görüşte olan İmparator Konstantin, Arius ve bazı taraftarlarını zorla dışarı attı ve öldürttü. Hazret-i İsa’nın tanrılığını öne süren 318 delege bunu karar altına aldı.İznik’te karara bağlanan inanç açıklaması da günümüzde bazı küçük gruplar hariç (örneğin birazdan değinecek olduğumuz üzere Yehova Şahitleri, İsa’nın Tanrı olduğu iddiasına inanmazlar) tüm Hıristiyanlarca kabul edilmektedir.42 İznik Konsili’nin karar metni şöyleydi: “Bir Rabbe, Tanrı’nın tek oğlu İsa Mesih’e iman ediyoruz. O, bütün zamanlardan önce Baba’dan, nurdan doğmuştur. Hak Tanrı’dan (doğan) hak Tanrıdır. Yaratılmamış, doğmuştur. Cevherde (özde, mahiyetle) her şeyi yaratan Baba’ya eşittir. Bizim için, biz bütün insanların kurtulması için gökten inip Kutsal Ruh’tan ve bakire Meryem’den tecessüd etmiş (cisimlenmiş), insan haline gelmiştir. Pontius Pilatus devrinde haça gerilmiş, ıstırap çekip defnolunmuştur. Üç gün sonra da ölüler içinden kalkıp kutsal kitaplarda bildirdiği gibi semaya çıkmış, Baba’nın sağına oturmuştur. Zamanı gelince dirileri ve ölüleri hesaba çekmek için, izzeti için gelecektir ve hükümranlığının sonu olmayacaktır.” İsa Mesih’in tanrı sayılması ile birlikte “Kristoloji” oluşmaya başlamıştır. Kristoloji, Hıristiyanlığın olmazsa olmaz koşuludur. İnciller üzerine uzmanlığı ile tanınan Oscar Gulmann’nın ifadesiyle: “Gördüğümüz gibi, Mesih’in yaratılıştan itibaren olmak üzere, bütün vahiy ve Kurtuluş tarihi ile bağlantılı olması, Yeni Ahit Kristolojisinin özelliğidir. Öyleyse Kristoloji olmadan nasıl Kurtuluş Tarihi olmazsa, aynı şekilde, zamana açılan bir Kurtuluş tarihi olmadan da, Kristoloji olamaz.”Bu Kurtuluş Tarihi inanışı kilise babalarının şu sonuçlara ulaşmalarına yol açmıştır:* Hıristiyanlık, semâvî dinlerin sonuncusudur ve ondan sonra hiç bir din gelmeyecektir.* Ve insanın kurtuluşu ancak İsa Mesih’e Allah’ın oğlu, “Tanrı’nın yeryüzünde bedenlenmesi” olduğuna iman etmesine bağlıdır.* Hıristiyanlıktan sonra gelen bütün dinler batıldır; çünkü, din İsa Mesih ile zirvesine ulaşmış, son bulmuştur. İşte bu din anlayışı yüzündendir ki, bütün Hıristiyan dünyası daha doğuşundan itibaren İslam dinine cephe almış, onu yok etmek için elinden gelen gayreti esirgememiştir. Haçlı seferlerinin temelinde de bu inanç yatmaktadır. Zira bütün Ortaçağ Hıristiyanlığı, İslam’ı şeytanın dini, Hz. Peygamber (sav)’i ise şeytanın elçisi olarak görmüştür.Dante’nin “İlahi Komedya”sında Alemlere rahmet Hz. Muhammed’i Cehennem’in en alt tabakasına yerleştirmesi bir rastlantı sonucu olarak düşünülmemeli, aksine Hıristiyan inancının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir.Matta İncili, 15. Bölümde yer alan ve İsa Mesih’den aktarılan şu sözler, aslında Yahudi geleneği içerisinde de ilahi vahyin beşerileştirilme eğiliminin olduğuna bir kanıt değil midir? “7-8Ey ikiyüzlüler! Yeşaya’nın sizinle ilgili şu peygamberlik sözü ne doğrudur: ‘Bu halk dudaklarıyla beni sayar, /ama yürekleri benden uzaktır. / 9Bana boşuna taparlar. / Çünkü öğrettikleri, sadece insan kurallarıdır.’»43İznik Konsili’ndeki kararda dikkat çeken noktalardan birisi de, “Baba Tanrı ve Oğul Tanrı”dan söz edildiği halde, “Kutsal Ruh’un Tanrılığından söz edilmemesidir. Bu konsil ayrıca 20 kadar meseleyi de karara bağladı. Garaudy’e göre İznik Konsili’nde “Hıristiyanların hemen hemen tamamının anlamadığı bir ‘amentü/kredo’ empoze” edilmiştir. Hatta “Bunu Konsil pederlerinin çoğunluğu da anlamaz.”44 Yine Garaudy’nin belirtiği gibi, böylece Hıristiyanlık, hem Yunanlılaştırıldı hem de Romalılaştırıldı.45 Hazret-i İsa’nın Tanrı’nın bedenlenmiş oğulu olarak ilan etmek için, Konsil Yunanca’dan “ousia” kavramını ödünç almıştır. Buna göre Hazret-i İsa, Baba ile aynı bedene sahip olarak görülmüştür (Jesus was homoousios toi patri).Bu durum aslında Antikçağ Yunan Mitoloji’sinin sızıntısı olmalıdır. “Herkül ve Zeyna” ile ilgili dizi filmlerde işlendiği gibi Eski Yunan inançlarında Tanrılar insanlarla evlenip çoluk çocuk sahibi olabilirler. Örneğin efsaneye göre Herkül, Baş Tanrı Zeus’un (Filmde Antony Quin’in) oğludur. Ve Herkül, annesi insan babası ise Tanrı olduğu için yarı insan yarı Tanrı bir yaratıktır(!?). Bütün bu inanışların ve efsanelerin etkisiyle, İncillerde İsa için kullanılan mecazi ifadeler, teolojik amaçlar için kullanılarak sonunda felsefi tanımlarla biçimlendirilmiştir. Sonuçta da mecazi anlamda Tanrı oğlu olan İsa, metafizik anlamda Tanrı’nın oğlu daha açıkçası Tanrı konumuna geçirilmiştir. Bu geçişin siyasal anlamı da önemlidir. Çünkü Hazret-i İsa’nın Tanrılaştırılması sayesinde Hıristiyan İmparator da Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi konumuna yükseliyordu.46 Örneğin bir kilise tarihçisi şöyle yazar: “Evrensel kral olan Tanrı’nın ve tüm insanların kurtarıcısı olan Tanrı’nın Oğlu’nun koruması altında, güçlerini Tanrı’nın düşmanlarına karşı birleştirmişler ve böylece çok kolay bir zafer kazanmışlardır.”47Aslında bu türden tanrılaştırma eğilimi Hıristiyanlığın içinde doğduğu Yahudi geleneğinde de gözlemlenmiştir. Yahudi geleneği içinde az çok sıradışı olan objeleri tanrılaştırma örnekleri vardır. Örneğin zehirli yılanların soktuğu İsraillilerin kurtuluşu için Musa’nın çölde yaptırmış olduğu tunç direk daha sonra özel bir saygı ve tapınışa hedef olmuştur. 48 325 yıl boyunca, standart bir kutsal kitabı olmayan Hıristiyanlar, İznik Konsili’nde bu konuyu da bir sonuca bağlamıştır.49 Yeni Ahid’i oluşturan kitaplardan ilk önce risaleler kaleme alınmış, daha sonra da dört İncil yazılmıştır. Burada ilginç bir durum, risalelerin yazarları -ki ilk kuşak Hıristiyanlar arasında yer alırlar-dört İncil’den açık ve seçik bir biçimde söz etmemektedir.50 Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri ile ilgili en önemli tarihsel eleştirilerden birisi bu olsa gerek.İznik Konsili’nin bir başka kararı da kiliseleri hiyerarşik bir düzen halinde örgütlemesidir. Bu ise açıkça İncillere de aykırı idi.51 Protestanlar buna dayanarak, Katoliklerin, Ortodoksların ve diğer geleneksel mezheplerin aksine bu örgütlenme modelini kabul etmezler. 6. Yıl 381 ve Üçleme/Teslis Tamamlanıyor Kutsal Ruh’un tanrılığı ise çok daha sonra 381’de Konstantinapolis’te (İstanbul’da) toplanan Konsil’de karara bağlanmış, böylece Teslis (Trinite) inancına ulaşmışlardır. Teslis’in formülasyonu 1, 3’tür, 3, 1’dir gibi matematiksel ve mantıksal paradokslar içerir.52 24 Eylül 1566’da Papa V. Pie tarafından kabul edilen Trento kitabının üçleme tarifi de sonuç olarak hem bir hem üç paradoksuna dayanır: “Kişilerde (Baba, Oğul, Kutsal ruh) ayrıma, özde birliğe ve Teslis’te eşitliğe inanıyoruz.”53 Bir de tüm uzlaşma çabalarına rağmen Hıristiyanlar açısından teslis inanışının ayrıntısına geldiğinde yine de çokça tartışma vardır.54Bağlıları sayıca çok az da olsa kimi Hıristiyan mezhepleri teslis inanışını benimsemez. Ancak kabaca Hıristiyanların yüzde doksan beşini oluşturan Katolikler, Protestanlar,55 Ortodokslar ve Süryaniler ve Gregoryenler gibi Doğuya özgü Hıristiyanlar, aralarındaki kan davaları bir yana inançlarının temelini teslis oluşturur. Hıristiyanlıktan doğma bir akım olmasına rağmen kendilerini ayrı bir din olarak gören ve ileride daha genişçe ele alacağımız Yehova Şahitleri teslise inanmazlar. Yehova Şahitleri kendi inançlarının ilk esası olarak şu vurgulanmaktadır: “1-) Tanrı Bir’dir: Yehova’nın Şahitleri inançlarını Mukaddes Kitaptan alırlar ve Mukaddes Kitap Tanrı’nın bir (1) olduğunu söyler, oysa Hıristiyan Alemi Tanrı 3’tür der ve İsa Mesih’in de bir Tanrı olduğunu söylerler...” Bununla birlikte Yehova Şahitler’inin “Cehenneme ve Kadere” inanmadıklarını Cennet’in yeryüzünde kurulacağını ileri sürdüklerini de belirtmeliyiz.56Roma İmparatorluğu’nun Doğu bölümünü yöneten II. Teodosyüs (Theodosius) artık çarşıya pazara kadar düşen dini tartışmalara57 son vermek İznik Konsili’ni pekiştirmek ve siyasal ve dini birliği sağlamak amacıyla İstanbul’da bir Konsil topladı.58 150 kadar Doğu piskoposu, İznik Konsili’ndeki kararları teyit etti. Fazla olarak, Kutsal Ruh’un da, Baba ile Oğul’a tam eşit tarzda tanrılığa sahip olduğunu kararlaştırdı. Karar metninin çevirisi şöyleydi: “Dirilten ve Baba’dan çıkan Tanrı Kutsal Ruh’a da iman ederiz. Ona secde eder, Baba ve Oğul ile birlikte onu da tazim ederiz. O, peygamberlerde konuşan lisandır. Biz, mukaddes, evrensel (katolik), havari, kilisenin ve günahların affı için vaftizi kabul eder, ölülerin, dirilmesi ve ebedi hayatı bekleriz. Amin.” Bu kararla birlikte tevhid dini olan Nasranilik, teslis dini olan Hıristiyanlığa dönüştürülmüş oldu.Aslında Hıristiyan ilahiyatçıları da, “teslis” inancının sonradan ortaya çıktığını kabul ederler. Zaten Mevcut Hıristiyanlığın da kutsal saydığı Ahd-i Atik içindeki M. Tevrat ve diğer kitaplarda Teslis’e dair en küçük bir ima ya da işaret bile yoktur. Mevcut haliyle Ahd-i Atik, Teslis’i kesinlikle onaylamaz. Ahd-i Atik bir yana, havarilerin tebliğinde de “teslis” yer almaz. Bu durum da “Teslis”in “türedi bir inanış” olduğunun bir başka kanıtıdır. Örneğin Hıristiyan bir Arap din adamı olan el-Haddad şöyle der:“Havariler, ilk dönemde teslis (kutsal üçleme) ve tecessüd (incarnation, cisimleşme) doktrini tam şekliyle tebliğ etmiyorlardı. Aksine şirk diyarlarında tevhidi tebliğ ediyorlardı. Ama iman kökleştikten sonra müminlere sınırlı beşer aklının alabileceği ölçüde, Tanrı’nın mahiyetindeki zenginliğini açıkladılar.” Katolik Kilise’sinin resmi sayılır ansiklopedisinde (New Catholic Encyclopedia, 1967) de, Teslis maddesinde, üçleyici (üç kişide tek Tanrı) dogmasının açık olarak ancak ‘III. yüzyılın son çeyreğinde’ ortaya çıktığı vurgulanıyor.59431’de yapılan Efes, 451’de Kadıköy (Chalcedoine), 553’te yapılan II. Konstantinapolis Konsillerinde hem insanlık hem de tanrılık tabiatına sahip olduğu iddia edilen Hz. İsa’nın ikili doğasına ilişkin inançlar belirlendi.60 451’de toplanan Kadıköy Konsili’nde, Hazret-i İsa’nın tanrılığı iddiası genişletilerek pekiştirilmiş ve bugüne kadar gelen “Teslis” inanışı oluşturulmuştur.61 Bütün bunlar da gösteriyor ki teslis inancı, Hıristiyanlığın orijinalinde yoktu ve bu inanış sonradan Hıristiyan âmentüsüne dahil edilmiştir.Teslis inanışının doğuşu öyle görünüyor ki klasik Hıristiyan inancının Eski Yunan Felsefesi ile harmanlanması sonucu oluşmuştur.62 Bu harmanlanma süreci hakkında Batı felsefe tarihi kitaplarının, Hıristiyan felsefesi bölümlerinde ayrıntılı bilgi bulunabilir. 63 Bu bağlamda özellikle Platon’un felsefesi ile Yeni Platonculuğu hatırlamak gerek.64 Eski Yunan felsefesi ile Hıristiyanlık arasındaki bağın kurulmasında baş rol yine Pavlus’a ait görünüyor. “Pavlus’un Üç Dünyası”nda gösterildiği gibi olan Pavlus, zamanının Tarsuslusu olarak zaten hem Eski Yunan felsefesini hem Roma’nın pagan kültürünü teneffüs ettiği bir atmosferde doğmuştur. Ve gerçekten Pavlus, her ikisine de vakıftır. Bu vukufiyet bir de Pavlus’un Yahudi oluşu ile birleşince Hıristiyanlığı şekillendiren üçlü dünya ortaya çıkmaktadır.Her ne kadar Hazret-i İsa’nın dili, İbranice’nin bir diyalekti olan Aramice65 ise de İnciller ve diğer Hıristiyan kutsal metinleri Yunanca (Grekçe) yazılmıştır. Bunu Hıristiyan propagandistler de kabul eder.66 Bu nedenle Hıristiyan ilahiyatı, Yunan ve Latin dilleri dolayısıyla Yunan ve Hellenistik felsefeden oldukça etkilenmiştir. Yunan felsefesi daha eski bir geleneğe dayanır, Hint Avrupa kültürünün izlerini taşır. Hint-Avrupalıların 4000 yıl kadar önce Karadeniz ve Hazar etrafında yaşadıkları kabul edilir. Hinduizm ve Budizm ile Yunan felsefesi arasındaki ortak paydalar -örneğin panteizm hem adı geçen Doğu dinlerinde hem de Thales gibi Antikçağ Yunan filozoflarında vardır, reenkarnasyon inanışı hem Hinduizm’de hem de Pythagoras’ta vardır, karşıtların birliği ilkesi hem Taoizm’de (Yin-Yang) hem de Heraklitos’da vardır-bu kökenle açıklanabilir. Hint-Avrupalılar tanrılarının resim ve heykellerini yaparlardı. Hıristiyan kiliselerini süsleyen ikonlar bunun bir yansımasıdır. Buna karşılık Sami kültüründen etkilenen Ortodokslarda ve diğer Doğu Hıristiyanlarında, ikonlar daha az gelişmiştir.67Ayrıca konsillerin tümünün imparatorlarca toplanmasının ve onların iradeleri doğrultusunda kararlar çıkarmasının Mevcut Hıristiyanlığın bir açıdan da siyasal bir din karakterinde olduğunun da dikkati çekici olduğunu belirtmeden geçmek olmaz.Böylece konsiller sayesinde “Hıristiyan Öğretisi”nin genel çerçevesi ve ana hatları ortaya çıkmış oldu. İsa Mesih’in getirdiği dinin, Konsillerde beşerileştirildiği ve dönüştürüldüğü çok açık olarak görülmektedir. Hazret-i Kur’an bunu şöyle ifade eder: “(Yahudiler) hahamlarını, (Hıristiyanlar) rahiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler. Meryem Oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah’a kulluk etmeleri emredilmiştir. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir.” (Hazret-i Kur’an, Tevbe sûresi, 9/31)

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...