4 Şubat 2020 Salı

Misyonerlerin Çalisma Metodu

Protestan misyonerler, başkasını Hıristiyanlaştırmak için, fakat aslında sömürmek ve onları kendilerine bağımlı kılmak gayesiyle çeşitli telkinlerde bulunurlar, dinler Tarihi, felsefe okumalarını tavsiye ederler. Bir misâl olmak üzere Misyoner Mr. John'un Kaptan Mustafa Bey'e söylediklerine kulak verelim:
«Mustafa Efendi, siz daha gençsiniz. Tetebbunuz azdır; dinler tarihi okumamışsınız; bir feylosof gibi düşünemiyorsunuz. Bakınız âlem-i İslâm'ın mâyeul-iftiharı olan büyük âlim, büyük fazıl, şöhretli feylesof Ebu Bekr Muhyiddin b. 'Arabi ne buyuruyor: «Ya Rabb, insanlar taş toprağa bile taabbud etseler yine ibadet Sen'den gayrisine ait değildir, sırf Sana mahsustur.» Böylece feyleso-fane düşünülünce dinler arasında itikadça bir fark yoktur. Yalnız mahiri teşrifatta az çok fark vardır ve onun da ehemmiyeti yoktur. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın» emrine tevfikan dinlerin, en kolay uygulanır olanını size kabul ettirerek iktisad edilecek zamanda sizi sa'iyy ve gayrete sevk ile müstefid etmek istiyoruz. Çalışmak bizden, kabul ve redd sizden dir.
Misyon heyeti gece gündüz bu gibi işlerle meşguldür ve İngiltere Hükûmeti'nin şubeler idaresiyle sıkı   bir münasebette bulunmaktadır» (64).
Şimdi de bu misyoner casusların,kendi gayeleri için göstermiş oldukları gayretleri madde madde görelim.

İslâm'ı Yok Etmek

Bu misyoner- casus faaliyetlerinin ana gayesi İslâm'ı yok etmektir. Hatta bu konuda İngiliz Misyoner teşkilâtı tarafından kitaplar dahi yazdırılmıştır. Bununla ilgili, en câlib-i dikkat olan, İngiliz Sömürge bakanlığı ta rafından hazırlananıdır. Misyoner-casus Hampher'in «İslâm'ı nasıl yok edelim?» adlı kitabı oldukça ilginçtir (65)
Gaye bu şekilde tesbit edildikten sonra, bu gayenin tahakkuku safhaları başlar. Yukarıda da bir nebze temas ettiğimiz gibi bu safhaların birincisi misyonerlerin küçük yaşlardı, İslâm ülkelerine gönderilerek İslâm'ın esaslarının ve müslüman dillerinin öğretilmesidir. Bu iki esas öğrenildikten sonra faaliyete geçilir.

Müslümanların zayıf tarafları tesbit ediliyor.

Gerek İngiltere'deki misyoner teşkilâtlarında çal-şan elemanlar ve gerekse İslâm dünyasında yetişip hizmet (!) verme seviyesine gelen misyoner-casus adayları, her sene Londra'da toplanarak görev taksimatında bulunurlar. Bu görevlerin başında, müslümanların zayıf noktalarını tesbit etme hareketi gelir. Bunun her sene tekrar edilmesinin sebebi de, Müslüman ülkelerinde meydana gelen iktidar değişiklikleri ve düşünce farklılıklarıdır.
İngiliz Sömürge bakanlığı, uzun ve yorucu çalışmalar neticesinde, genel olarak, Müslümanların hangi taraflarının zayıf olduğunu tesbit etmiş, ve İslâm ülkelerinde faaliyet gösterecek misyoner-casusların bu esasları öğrenmeleri için, yapılan tesbitler, bir kitap haline getirilmiştir (66). Yeniden tesbit edilen zaaflar da, kitabın müteakip baskılarına ilâve edilir.
İngiliz Sömürge bakanlığının tesbit edip kitap haline getirdiği bu zayıf noktalar şunlardır:

1. İhtilaflar

a. Sünnî-Şiî ihtilâfı.
b. Amir-memur ihtilafları
c. Osmanlı-İran ihtilafı
d. Aşiret ihtilafları.
e. Ulema-devlet memurları anlaşmazlığı.
2. Bütün îslam ülkelerindeki genel cehalet ve İslâm hakkındaki bilgisizlik.
3. Donmuş fikirler ve taassub, yeniliklerden ve dünyadan habersizlik; istek ve gayret azlığı.
4. Maddî hayata önem vermeyip, cennete ümid bağlama ve tevekkül.
5. Hükümetlerin halka uyguladıkları istibdâd ve diktatorya.
6. Emniyetsizlik, yol şebekelerinin azlığı.
7. Her sene yüzlerce kişiyi ölüme götüren veba, kolera gibi hastalıklara karşı hijyen ve ilâç yokluğu.
8. Şehirlerin viraneliği ve su şebekelerinin yokluğu-
9. Devlet dairelerindeki hercümerc; milletin, Kur'an ve Şeriattan çıkarıldığına inandığı kanun ve nizamların olmayışı; Şer'î anayasanın terk edilmiş oluşu.
10. Salim olmayan bir iktisad, geri kalmışlık, umumi fakirlik ve bütün İslâm ülkelerindeki işsizlik.
11. Düzenli orduların olmayışı. Silâhsızlık; levazım ve savunma techiatının azlığı, modası geçmiş silâhların mevcudiyeti.
12. Kadın haklarının çiğnenmesi.
13. Şehir ve sokakların çevre sağlığından yoksun olması.
Misyoner kitabı, müslümanların zayıf noktalarını böylece sıraladıktan sonra, şöyle demektedir: «Aslında İslâm Dini, bütün bu yokluklara karşıdır; bu yoklukların olmasını istemez. Fakat elimizden geldiğince, Müslümanların, dinlerinin gerçek yönlerini öğrenmelerine mani olmalıyız. Onların böyle zayıf kalmala-rı için, İslâm'ın gerçeklerini bilmemeleri, bu konularda cahil kalmaları gerekir». (67).

İslâm'ın esasları tesbit ediliyor

Misyoner cemiyeti müslümanları hangi noktalarda cahil bırakmak ve uyandırmamak gerektiğim bilmek için de önce İslâm'ın esaslarını tesbit ediyor.İngiliz sömürge bakanlığının bu konudaki kitabında, İslâm esasları şöyle sıralanmaktadır:
1. İslâm, müslümanların birlik ve beraberliğini emreder, tefrikadan kaçmalarını hüküm olarak esasa bağlar. (68)
2. İslâm'da öğrenmenin önemi (69).
3. Aksiyon ve yeni buluşlara teşvik.
4. Maddi hayatı da daha iyi yaşama esası (70).
5. Müslümanlar arasında istişare ve görüş teatisini teşvik (71).
6. İlerlemeye teşvik.
7. Hz. Peygamber (s.a.v.)'in hadisleri ışığında sağlığa ve temizliğe verilen değer. Müslümanlara göre ilimler dört tanedir.

a. Dinin muhafazası için fıkıh,
b. Vücutların korunması için tıp,
c. Dilin korunması için gramer (nahiv),
d. Zamanın bilinmesi için de astronomi (Hadis).
8. Yükselmeyi teşvik.
9. İşlerde tertip ve düzen.
10. Düzenli bir ekonomi kurmaya teşvik.
11. En gelişmiş silahlarla mücehhez bir ordu kurma esası.
12. Temizliği emir (72).
13. Kadın haklarına riayeti emir.

Müslümanların -Kırılması Gereken Kuvvetli Yönleri Tesbit Ediliyor

İslâm'ı genel esaslarıyla tesbit ettikten sonra, onu yıkmak için, en kuvvetli yönleri tesbit ediliyor; ve misyoner casusların, bu kuvvetleri yıkmaları için ne yapmaları gerektiği öğretiliyor. Yıkmayı tasarladıkları Müslümanların kuvvetli yönleri şunlardır:
1. Her türlü ırk, dil, kültür ve milliyetçilik taassubunun İslâm'la kaldırılarak, bunun yerine İslâm'ın konmuş olması.
2. İmân akidelerini öğrenme nokta nazarından, din alimlerine olan bağlılık ve saygı.
3. Bütün Müslümanların, mevcut halifeyi, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in meşru halifesi ve ûlü'1-emr sayarak, ona saygı beslemeleri.
4. Kâfirlere karşı cihâdın vacip oluşu.
5. Şi'î mezhebinde olan müslümanların, gayr-ı müslimleri necis şamaları.
6. İslâm'ın diğer bütün dinlerden üstün olduğu inancı
7. Şiilerin, müslüman memleketlerinde, Yahudi ve Hıristiyan mabedlerinin yapımına müsaade etmemelin.
8. Müslümanlann ekseriyetinin inancına göre, Hıristiyan ve Yahudilerin, Arap yarımadasından çıkarılmalarının vacib olması (73).
9. Müslümanların, büyük bir şevk ve iştiyakla namaz, oruç ve hacc farizalarına olan bağlılıkları.
10. îmân ve ihlâs yönünden, îslâm akaidine olan ; kesin bağlılık.
11. Genç ihtiyar; herkesin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Sünnetini öğrenmekteki gayreti; aile bağlarının kuvvetli olması.
12. Kadınların, fesâd ve gayr-ı meşru ilişkilerden uzaklaştıran peçeye kesin olarak riayet edilmesi.
13. Cemaat namazının tercihe şayan olması ve müslümanların, bu münâsebetle günde birkaç defa bir araya gelmeleri.
14. Hz. Peygamber (s.a.v.), ehl-i beyt, ulemâ ve su-lehâ türbelerine saygı gösterilerek, buraların toplantı yeri haline getirilmesi.
15. Seyyidlere (Hz. Peygamber (s.a.v.)'in evlâd ve torunları) duyulan saygı.
16. Şi'îlerce, Hz. Hüseyin'in şehâdetinin yâd et-mek için muharrem ve safer aylarında yapılan ihtifaller ve konuşmalar.
17. İyiliği (ma'rûfu) emr, kötülükten (münker-den) sakındırmanın, İslâm'da mühim bir yer işgal etmesi.
18. Evliliğin teşviki, çok çocuk sahibi olmanın tavsiye edilmesi ve birden fazla kadınla evlenmenin caiz olması.
19. Kâfirlerin irşâd ve hidayetleri için büyük gayret sarfedilmesi; bunun Müslümanlar için dünyanın en büyük serveti telakki olunması.
20. Güzel sünnet (adet) koymaya verilen değer (74),
21. Kur'an ve Sünnete kesin bağlılık ve her ikisini de hayatlarına tatbik etme gayreti; bu gayretin onları cennete götüreceği inancı (75).

Müslümanların Zayıf ve Kuvvetli Yönlerine Karşı Nasıl Mücadele Edilecek?
Müslümanların zayıf ve kuvvetli tarafları misyoner-casuslar vasıtasiyle tesbit edildikten sonra; bu kuvvetli yönlerini nasıl zayıflatacaktan, zayıf taraflarından istifade ederek de, onları nasıl yıkacakları hakkında da şu kararları almışlardır:
1. Sünnî ve Şi'î müslümanlar arasında su,i zan ve şüpheler icad ederek mezheb ihtilâflarını körüklemek Her; iki tarafı, uydurma ihanet ve töhmetlerle birbiri aleyhine kışkırtmak. Çok zaruri olan bu nifakı çıkarmak için, ne kadar çok olursa olsun, hiç bir masraf ve fedâkârlıktan çekinilmeyecek.
2. Mümkün mertebe, Müslümanları cehalet ve uykuda tutmak. Her türlü İslâmî eğitim merkezlerinin kurulmasına mani olmak. Her ne suretle olursa olsun, basın ve yayını önlemek. Lüzum görüldüğünde, umumi kütüphaneleri ateşe vererek, Müslümanları bilgi hazinelerinden uzaklaştırmak Köylerdeki dinî medreselere talebenin gidişini ve oralarda eğitim görmesini engellemek.Büyük İslâm alimleri aleyhinde sun'î ithamlar uydurmak.
3. Tenbelliği teşvik ederek, Müslümanları dünya işlerinden uzaklaştırmak. Onlara cennetin güzelliklerini anlatarak dünyayı unutturmak ve dünyaya ait bütün işlerinden vazgeçerek, oturup ölüm meleğini beklemelerini sağlamak.
4. Her tarafta derviş tekkeleri yapımını hızlandırmak. Halk tabakalarına, Gazali'nin İhyâu'l-ulûm'u, Mevlânâ'nın Mesnevisi ve Muhyiddin ibnu'l' Arabi'nin eserleri gibi kitapları okutarak, onların, dünyadan ele-tek çekmelerini sağlamak (76).
5. Zalim, diktatör şah ve devlet reislerini mümkün mertebe makamlarında tutmak; «Sultan, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir» gibi kaideleri halka duyurarak, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin; aynı şekilde Emevi ve Abbasi halifelerinin zorla ve silahla hilâfete sahip oldukları fikrini işlemek. Netice olarak, kılıç onların tek dayanağı idi denecek. Hz. Ömer'in, Hz. Ali taraftarlarının evini ateşe verip, Hz. Ali ve hanımı Hz. Fa-tıma'ya zulmettiği haberi uydurularak yayılacak. Hz. Ebu Bekir'den sonra, Hz. Ömeri'in zorla hilâfete geçtiği, ondan sonra da Hz. Ali'nin hakkı yenerek, uydurma bir şurayla, Hz. Osman'ın hilafete oturduğu söylenecek. Osmanlı halifesine varıncaya kadar, bütün halifelerin diktatör oldukları fikri her tarafa işlenecek, İslâm Devletinin, ancak diktatörlükle iktidarda kalabileceği düşüncesi herkese duyurulacak.
6. Her tarafın emniyetsiz bir hale gelmesi sağlanacak. Bunun için şehir ve köy merkezlerinde karışıklıklar (anarşi) çıkarılacak; bu karışıklıkları çıkaranlar, kötülük yapanlar, fitneciler, eşkiyalar ve yol kesenler, her veşileyle mükâfatlandırılacak ve bunların silâh ve paraları İngiltere tarafından temin edilecektir.
7. Mümkün mertebe Müslümanların, çevre sağlığı tedbirlerinden ve hastahanelerden soğutmak ve bunların batıl olduğuna inandırmak, hastalandıklarında, ka-tiyyen doktora gitmemeleri, ilaç almamaları ve evlerinde oturup, Allah'tan şifa beklemeleri telkin edilecek. Bu tel-kinât yapılırken de,«Bana yediren, bana içiren O'dur. hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra beni diriltecek olan O'dur» (77) ayetleri okunarak, kaderleriyle başbaşa kalmaları sağlanacak.
8. İslâm dünyasını her zaman fakirlik, kıtlık ve harabeler içinde tutmak ve ıslahına mani olmak.
9. İslâm ülkelerinde devamlı olarak karışıklık (anarşi) çıkartılarak, İslâm'ın, bir ibadet dini olduğu, dünyayla hiç bir alâkası olmadığı kanaati işlenecek. Her Müslümanın kafasına, Hz. Peygamber ve halifelerinin siyaset ve ekonomiyle alakalı olmadıkları, siyasete karışmadıkları düşüncesi yerleştirilecek.
10. Yukarıdaki maddelerin yerine getirilmesinden maksad, ekonomik çöküntü, işsizliğin artırılması ve fakirliğin genelleştirilmesidir. Fakirlikle yukarıdaki gayeler tahakkuk eder. Bu fakirliği temin içinde, çiftçilerin harmanları ateşlenecek, ticaret kervanları talan edilecek, ticarî ve sina'i merkezlerde büyük yangınlar çıkarılacak, barajlar sökülecek, bina inşaatları yıkılacak, içme sularına zehir katılacak ve böylece her tarafta Müslümanların felâketi, fakirliği, geri kalmışlığı görülecektir.
11. İslâm devletindeki hükümet yetkililerini şarap, kumar ve diğer fesâd işlerine alıştırarak, bunları, devlet hazinesinde, savunmaları için bir kuruş kalmayıncaya kadar, bütün paralan çekip savurmalarını sağlamak.
12. Kadınların esir olduğu fikrini yaymak ve onla rın hakir görülmelerini sağlamak. Bu yapılırken de «Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. O sebeple ki Allah onlardan kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (erkelere onları) mallarından infak etmektedirler. İyi kadınlar itaatli olanlarıdır. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa, onlar da öylece göze görünmeyeni koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşlikleriden yıl-dığınız kadınlara gelince Onlara (evvelâ) öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın, (yine kâr etmezse) doğun. Size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok Yücedir. Çok büyüktür» (78) ayeti okunacaktır.
13. Köylerdeki yokluğu bahane ederek, köylüleri, şehirleri yağmaya teşvik etmek (79).

Osmanlı Devletinin Yıkılmasına Karar Veriliyor.

Bütün geriliklere rağmen, İngiltere'nin bu casus-misyoner faaliyetini başlattığı 18. yüzyılda, en büyük İslâm Devleti Osmanlı Devleti idi. Osmanlı Devleti aynı zamanda ehl-i Sünnet'i temsil ediyordu. Şi'a mezhebini de İran Devleti temsil ediyordu.
Osmanlı Devleti, İran'a nazaran daha büyük olduğundan, İngiltere ilk hedef olarak onu seçiyor. İngiliz sömürge bakanlığında alınan karara göre, Osmanlı Devleti, tedrici olarak, yüzyıl içinde yıkılacaktır. Ona göre, Osmanlı Devletini yıkmak, İslâm'ı ortadan kaldırmak olacaktı.
İşte, büyük paralar sarfedilerek yetiştirilip, casus olarak Osmanlı Devletinin her köşesine gönderilen misyonerlerin ana gayesi budur: Osmanlı Devletini yıkmak!

Misyoner-casuslar, mümkün mertebe Devlet reislerine güzel anlar yaşatma yollarını arayacak, bunun temini için ellerinden gelen her fedakârlığı göstereceklerdir (80).
Bu konuda, misyoner-casus Hempher şunlar yazmaktadır:
«Milâdi 1710 senesinde, İngiliz sömürge bakanlığı, beni, Mısır , Irak, Hicaz ve Hilâfet merkezi olan İstanbul'da casusluk yapmakla görevlendirdi. Bana verilen görev; Müslümanların kuvvetini kırmak ve İslâm ülkelerini sömürgeleştirmek için gereken bilgileri toplamaktı. İslâm ülkelerinde hâl-ı hazırda bu görevi yapmakta olan, benden başka, bütün bakanların, âmirlerin, yüksek memurların, ulemânın ve kabile reislerinin isimlerini hâvî, mükemmel bir fihrist de elime verildi» (81).
Bu misyoner-casuslar, her vesileden istifade ederek, Osmanlı Devletine karşı muhalifler yetiştirecek ve bilhassa ihtilâflardan yararlanacaklardır. Hempher'in hatıralarında şunları okuyoruz:
«Londra Misyoner teşkilâtı başkanı şöyle konuştu: «Biz İngilizlerin müreffen ve saadet içinde yaşamamız için, Müslümanlar arasına nifak tohumları ekmemiz lâzımdır. Onların içinde ihtilâf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz, Osmanlı Devletinin her tarafına fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapamazsak, İngilizler gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur? İşte Hempher, bunun içindir ki, İslâm dünyasını nifak ve fesâd ateşine vermeden, onları tefrikaya sokmadan geri gelme! «Osmanlı Devleti ve İran, zayıf dönemlerini yaşıyorlar. Onun için, mümkün mertebe halkı, idarecilere karşı kışkırt! Şunu unutma ki tarih, bütün inkılabların, idarece-lerden memnuniyetsizlik ve halkın ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir. Her yerde nifak ve tefrikadan bahset! Onları birbirine düşür!» (82).
Bu ihtilâfların başında, Sünnî-Şi'î ihtilafından yararlanılarak, iki büyük İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti ile İran vuruşturulmak isteniyor. Misyoner-casus teşkilâtı başkanı bu konuda Hempher'e şöyle diyor:
«Eğer sen, İslâm ülkelerinde, Sünnî-Şi'î kavgasını başlatabilirsen, büyük Britanya'ya en büyük hizmeti yapmış olacaksın!»(83).
Sünnî-Şi'î ihtilâfına ne kadar önem verdiklerine dair, Hempher'in şu sözleri de ne kadar manidardır. Hem-pher şöyle diyor:
«Bir gün bir papazlar toplantısında, «Bu Müslümanlarda zerre kadar akıl olsa, asırlardır geçmiş olan bu Sünnî-Şi'î ihtilâfını kaldırır, onları mazide bırakır ve it-tihad kurarak birleşirler» dedim, başkan hemen sözümü keserek! «Senin vazifen, bu ihtilâf ateşini körüklemektir; Müslümanların nasıl birleşeceğini göstermek değil!» dedi» (84).

Osmanlı Devletini yıkmak için, teşvik edilecek ihtilâflar da şöyle sıralanmaktadır:
1. Kabile ihtilâfları.
2. Arazi ihtilâfları.
3. Dini ihtilâflar.
4. Milliyetçilik (85).

Hıristiyanlık ve İngiliz Çıkarları İçin Her Şey Feda Ediliyor

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu misyoner-casus lar faaliyetinin temel hedefi, Hıristiyanlık ve İngiliz menfaatlerini dünyaya hakim kılmaktır. Onlara göre, bu neticeye de bir tek surette ulaşılır: İslâm'ı yıkmak.
İngiliz, Sömürge bakanlığında, Bakan'ın ve Londra'nın meşhur papazlarının katıldığı bir toplantıda, konuşmacılardan biri kararı şöyle açıklar: «Vazifenizde sebat ve sabredin! Üç yüz seneden beri Hıristiyanlık derbeder bir durumda bulunuyor. Hz. İsa'nın yaşadığı topraklardan kâfirleri (86) dışarı çıkarın! Gayemize ulaşmak için, İslâm merkezlerinde, her türlü vasıta ve imkânları kullanarak faaliyet göstermeliyiz. Hakimiyet ve zaferimiz için, hiçbir fedakârlıktan çekinmeyiniz. Bundan dolayı mücehhez olmamız gerekmektedir. Belki asırlar sonra neticeye varırız; bunun zararı yok. Babalar, evlâ-dlar için çalışırlar» (87).
Sömürü Konferansları Tertipleniyor
Aslında, misyonerlik faaliyetleri, dünya Hıristiyan mahfilleri tarafından müştereken yürütülüyor. Hepsinin gayesi aynı noktada temerküz ediyor: Son İslâm Devleti olan Osmanlı Devletini yıkmak, İstanbul'u ele geçirmek (88).
Bu gayeler için tertip edilen konferanslardan biri hakkında Hempher şöyle yazıyor:
«Bir başka gün, Sömürge Bakanlığında, Britanya, Fransa ve Rusya'nın iştirak ettiği üst düzeyde bir konferans yapıldı. Konferansa işitirak edenler, din, adamları ve diğer meşhur kimselerdi. Güzel bir tesadüf olarak ben de oradaydım. Bakan'la olan sıkı temasım yüzünden oraya kabul edilmiştim. Konu şu idi: İslâm ülkelerini sömürme ve bu yoldaki güçlükler.» (89).
Konferanstan sonra şu müşterek karar alındı: «Her ne suretle olursa olsun, Müslüman kuvvetlerini kırmak. Bunun da en güzel yolu; aralarında nifak ve tefrika çıkarmaktır. İmanlarını zayıflatmak için her çareye başvuralacaktır. İmânları ellerinden alınarak, tıpkı Endülüs (İspanya) gibi, İslâm dünyası Hıristiyanlaştırılacaktır» (90).
İslâm dünyasına karşı olan bu düşmanlığın altında, Hıristiyanların intikam hırsları yatmaktadır. Hemp-her, kitabında bunu açıkça dile getiriyor: «Şimdi, İslâm ülkeleri gerilemiş durumdadırlar. Müslümanlardan intikam almanın tam sırasıdır» (91).
İngiliz sömürge siyaseti iki noktada toplanmaktadır:
1. Halen İngiliz sömürgesi olan veya İngiliz siyasetinin tesirli olduğu ülkelerde, İngiliz Devlet nüfuzunu ve kültürünü sağlamlaştırmak.
2. Henüz İngiliz sömürgesi olmayan yerlerde, yapılacak çalışmaları tanzim edip programlamak(92).

Sömürü Aleti, Ahlaksızlık

Emperyalist Batı Dünyasının, İslâm alemini sömürge haline getirmek için kullandığı en güçlü silâhlardan birisi de ahlaksızlıktır. Bir belâ olan ahlâksızlığı yaymak için de her türlü vasıtaya başvurulmaktadır. Bunun için özel surette yetiştirilmiş kadınlar, müslü-manlara fuhuşu aşılamaktadırlar (93). İngiliz sömürge bakanlığı, kendi misyoner casuslarına; gayeleri için, gerekirse homoseksüel olmalarını emrediyor (94). Kukla Devletler
İngiltere emperyalizmine en çok yardımcı olan unsurlardan birisi de, kukla devletlerdir. Bu devletler içinde menfaat karşılığı elde edilen bir kaç Devlet adamı vasıtası ile o memleketlere İngiliz kültürü yerleştirilir. Bir Devlet de, kültür emperyalizmine uğradı mı, artık o devlet, öz benliğini yitirmiştir. Bir devlette hangi kültür egemen ise, o devlet o kültüründür demektir. İngiltere bunu kendine şiar edinmiş, o şekilde hareket etmiştir. Hemp-her, bu konuda da şunları yazmaktadır: «Bazı memleketlerde, idare, görünüşte o memleketin şahısları elindedir. Fakat, müstemleke siyaseti, oralarda egemen olup, kedi siyasetini gütmektedir. Bu gibi ülkelerin, tamamen İngiltere'ye bağlanmasına da az kaldı» (95). Bu gibi Müslüman ülkelerinde, misyonerler Müslümanların zaaflarını her zaman kollayarak, onları sürekli ihtilâflar içinde bırakırlar, bu ihtilaf ve tefrikalar doruğa geldiğinde, artık o ülke teslim alınmış demektir(96).

Misyonerleri Durduran Silah

Şüphesiz bu misyoner-casuslar, çok güçlüklerle de karşılaşmaktadırlar. Onların tesbit ettikleri ve adeta kendilerine çevrilmiş bir silâh olarak gördükleri güçlükleri Hempher şöyle sıralamaktadır:
1. İslâm ülkelerindeki halkın -üst tabaka değil-müslüman ve uyanık oluşu. Bu konuda denilebilir ki alelade bir Müslüman bir Hıristiyan papazıyla iktisadî meselelerde çok kolay yarışabilir. İşte bunlar asla dini elden bırakmazlar. Bunlar bize karşı birer silahtır (97).
2. İslâm dini tarihte gördüğümüz gibi, ağırbaşlılık ve hürriyet dinidir. Bu yüzden, gerçek Müslümanlar, katiyyen esaret ve köleliği kabul etmiyorlar. İşte bu gibilere, İslâm'ın çağ dışı olduğunu, İslâm azamet ve yaşantısının gerilerde kaldığını, bunlara bir daha dönül-memesi gerektiğini; bugünün şartlarının değiştiğim, eskiyi unutmalarım, yeni şartlara göre kendilerini uydurmalarını kabul ettiremiyorum.» (98).
İngiltere Hesabına Çalıştırılacak Müslümanları Elde Etme Yolları
İngiltere, bu faaliyetleri içinde,, sadece misyonerlerden değil,aynı zamanda, maddî menfaat veya makam va'adiyle elde ettiği kimselerden de yararlanıyor.Bu gibi Müslümanları kandırıp, İngiltere hesabına çalıştırmak için, önce onlar gibi Müslüman görünüp, tedricen kendi saflarına çekiyorlar. Hempher, bu konudaki taktiğini şöyle dile getiriyor: «Muhatabımla daha fazla konuşmadım. Asıl hüviyetimin ortaya çıkmasından korkuyorum. Zira Müslüman kisvesine girmiş, öyle görünüyor-dum» (99).
Bu gibi Müslümanların nasıl kandırıldıklarını şimdi maddeler halinde görelim.

Kandırılacak Kimseler Teşhis Ediliyor
İngiliz misyonerleri, bu konuda da çok titiz davran-makta,ve alelade kimselere bu teklifte bulunmamaktadırlar. Onların aradığı tipler, kendilerini beğenmiş, kendi dediğinden başkasını kabul etmiyen, İslâm ülemâsı nın fikirlerine karşı çıkmayı bir maharet sayan kimselerdir. Misyonerler, bu maksatla, özellikle, dinî okullara, medreselere tekkelere sızmışlar ve oralarda adam aramışlardır. Sokaktaki herhangi bir Müslüman onların işine gelmemektedir. Onlar, dini münakaşaların yapıldığı, din meselelerinin görüşüldüğü toplantılara sızarlar ve konuşmalarını dinledikleri kimselerde kendilerine uygun olanını seçerler. Bu seçim yapıldıktan sonra, misyoner yavaş yavaş o adama sokularak, onunla dostluk kurar ve onu kazanmaya çalışır.
Burada bir ihtiyat payı bırakarak, İngiliz casusu Hempher'in elde ettiğini söylediği bir şahıstan söz edeceğiz. Ancak, ihtiyat payını tekrar ederek, sadece Hempher'in bu adamla olan ilişkilerini kendi kaleminden nakledeceğiz.
Hempher, şöyle anlatıyor:
«Muhammed'le tanışıp bir müddet aşinalık peyda ettikten sonra şu neticeye vardım ki; bu adam, İngiltere'nin İslâm ülkelerindeki menfaatları hesabına çalıştırılacak ideal bir kimsedir. Kendini büyük görmesi, gururu, makam sever oluşu, İslâm ulemâ ve kaynaklarına olan düşmanlığı ve müstebitliği o derecedir ki, Hulefey-ı Râşidin'i bile tenkid ediyor.Onun, bizce en zayıf tarafı, sadece Kur'an ve Hadis'i alıp, diğer İslâm kaynaklarına değer vermemesidir.» (100) Hempher şöyle devam ediyor: «Şeyh Muhammed, Ebu Hanife'yi hakir görür, ona değer ve i'tibar vermezdi. Muhammed şöyle diyordu: «Ben Ebu Hanife'den çok daha iyi bilirim». Yine o, Sahih-i Buhari'nin yarısının beyhude ve yararsız olduğunu iddia ediyordu» (101].
Hempher, Muhammed'in bu zaaflarından yararlanarak, onu yavaş yavaş kendi tesir alanına sokuyor, şöyle diyor Hampher: «Zaten kendini beğenmiş ve kendini yükseklerde gören Muhammed'i tedricen kendi tesir alanıma sokarak, fikirlerimi ona kabul ettirmeye başladım. İş o safhaya vardı ki, artık o bana itimad beslediğini söylüyor, benimle samimileşiyordu. Aramızda senli benli olduktan sonra, hep beraberdik» (102)
.
Muhammed Farkına Varmadan İngiliz Kurbanı Oluyor
Zavallı Muhammed, İngilizlerin bu korkunç oyunundan habersizdi. O, arkadaşı Hempher'i samimi bir Müslüman olarak tanıyor, ona öyle davranıyordu, İngilizlerin, onu Basra'da böyle avlayacakları aklına bile gelmiyordu. Nihayet Hempher'in tuzağına düştü. Hemp-her'den dinleyelim: «Muhammed'le, yeni gelişmelerin ışığı altında tefsir okumaya karar verdik. Bu çalışma-mızda,Sahabenin, büyük din alimlerinin, müfessirlerin dediklerini bir tarafa koyarak, kendimiz tefsir edecektik. Kur'an'ı ben okuyor ve izahlarım, tefsirlerini ben yapıyordum. Benim hedefim şu idi: Her ne suretle olursa olsun, onu İngiliz sömürge bakanlığının tuzağına düşürmek» (103).

Liderlik Aşılanıyor
İngilizlerin bu konudaki en sinsi taktiklerinden birisi de, kullanmak istedikleri kimselere makamlar ve liderlikler vadetmektir. Kendi menfaatleri doğrultusunda çalıştırılacak olanlara makamlar vermek, onları devlet reisliklerine getirmek ve bu uğurda her fedakârlığı göstermek, kendi açılarından en tabii bir harekettir. Onun için Hempher, Muhammed'e bütün Müslümanların liderliğini telkin ediyor. Gerisini ondan dinleye lim:
«O tarihten itibaren hedefim, Muhammed'e rehberlik ve İslâm aleminin liderliğini aşılamak oldu. Onun ruhuna, ehl-i Sünnet ve ehl-i Şi'anın arasında üçüncü bir yol yerleştirmek istiyordum. Ehl-i Sünnet'ten biraz, ehl-i Şi'a'dan biraz alınıp Müslümanlara bu yeni görüşüm takdim edilecek ve bu yeni görüşü Muhammed temsil ederek, Müslümanları yönetecek. Fakat bu gayemin tahakkuku için, önce onun zihnini karışık fikirlerle doldurup, herşeye körükörüne inanmamasını te'min etmem gerekiyordu. Bunun için, ona fikir hürriyetini, düşünce serbestisini, dini eleştirmenin cevazını aşılayarak; onun büyüklük hislerini, büyük adam olma, lider olma duygularını kamçılıyordum» (104).

İtikadlar Sarsılıyor
Hempher, Muhammed'le bu kadar aşinalık ve samimiyet peyda ettikten sonra, yavaş yavaş itikadlarını sarsmaya başlıyor. Ne ilginçtir ki, Hempher, önce Mu-hammed'in cihad fikirlerini sarsmakla işe başlıyor. Hempher, bu konuda şöyle diyor:
«Bir gün ona şöyle dedim: «Acaba cihad vacib mi?» Şöyle cevap verdi: «Nasıl vacib olmasın ki, Allah şöyle buyuruyor: Kâfirlerle savaşın!» Şöyle dedim: «Allah, kâfirlerle ve münafıklarla savaşmayı emrediyor. Eğer kâfir ve münafıklarla savaşmak vacib ise, niçin Hz. peygamber (s.a.v.) münafıklarla savaşmadı?» Şu cevabı verdi: «Cihad, sadece savaş meydanında değil; Hz. Peygamber (s.a.v.), hareket ve sözleriyle münafıklarla savaşmıştır.» Ona şunu dedim: «O halde, kâfirlerle de söz ve hareketlerle cihad vacibdir.» Bana şu karşılığı verdi: «Hayır öyle değil, çünkü Hz. peygamber (s.a.v.), savaş meydanların da kâfirlerle cihâd etmiştir» Şu cevabı verdim: «Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kâfirlerle yaptığı savaşlar, savunma savaşlarıydı. Çünkü kâfirler onu öldürmek istiyorlardı» (105). Bunun üzerine Muhammed, kabul eder gibi başını salladı ve ben de, işimde muvaffak olduğumu hissettim» (106).
Hempher, bu faaliyetine devam ederek, Muham-med'e mut'a nikâhının helâl olduğunu kabul ettiriyor (107). İş bununla da kalmıyor, Hempher, onu bir kadınla Mut'a nikahıyla evlendiriyor (108).

Misyonerler Şarap ve Kadından Yararlanıyor
Kandırılan Müslümanlar, bu misyoner casuslara bir defa kanıp medyûn-i şükran olduktan sonra, artık kurtulamıyorlar.Onların bağımlıları oluyorlar adete... Hempher, Muhammed'in Mut'a nikahıyla nasıl evlendirdiğini şöyle yazıyor:
«Görevimin en değerli fırsatını değerlendirmiştim. Ona mut'a nikahıyla bir kadın bulmaya karar verdik. Benim maksadım, onu, Basra'da bu tür nikâha karşı olan Sünni mezheblilerden uzaklaştırmaktı. Bu işin çok gizli olacağına ve hatta onu evlendireceğim kadına dahi onun adını vermiyeceğime dair teminat verdim. Bu şekilde mutabakata vardıktan sonra, hemen İngiltere sömürge bakanlığı hesabına, Basra'da kendini satarak, Müslüman gençlerini fuhuş ve fesada alıştıran Hıristiyan fahişenin evine gidip, ona mevzuyu anlattım. Anlaştıktan sonra, bu kadına Safiye takma adını taktım; ve Şeyh Muhammed'i onun evine götüreceğime karar verdik.
«Randevulaştığımız günde Şeyh Muhammed'i Safi-ye'nin evine götürdüm. Onları, bir haftalığına ve bir miktar altın mehirle evlendirdim. Kısaca, ben dışardan, Sa-fiyye içerden, Muhammed'i yetiştiriyorduk.Safiye, bilhassa dini hükümleri ayak altına almayı ona telkin ediyordu» (109).
Hempher, bu seviyede muvaffak olunca, onu şaraba alıştırmaya karar veriyor; ve bu konuda şöyle diyor:
«Onu evlendirdikten üç gün sonra, evine gittim. Bu seferki konuşmamız şarabın haramlığı konusunda ola-caktı.Bu konudaki ayet ve hadisleri gözden geçirdikten sonra ona dedim: «Eğer Muaviye, Yezid ve benu Umeyye ile Benu Abbas'ın diğer halifeleri şarab içtilerse, bu din büyükleri dini bırakıyor da, şarab içmek sadece sanamı haram oluyor? Şüphesiz ki onlar, Allah'ın kitabını Peygamber'in sünnetini benden ve senden daha iyi biliyorlardı. Onlar, Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden, şarabın haram değil, mekruh olduğu hükmünü çıkarıyorlardı. Üstelik ehl-i kitab olan Yahudi ve Hıristiyan kitabları şaraba cevaz veriyor. Hem de bu dinler ilâhî olup, peygamberleri İslâm tarafından   tanınmaktadır. Nasıl olur da hepsi hakk olan bu dinlerin birinde şarab helâl, diğerinde haram olur? yoksa bu dinlerin tamamımın doğru değil elimizdeki bir rivayete göre «Artık siz (hepiniz) şaraptan vaz geçdiniz değil mi» (110). ayet-i kerimesi nazil oluncaya kadar, Hz. Ömer şarab içerdi. Eğer şarab haram olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Ömer'e hadd cezası uygulardı; uygulamamış olması, şarabın cevazına delalet eder.» Muhammed beni dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi: «Haram olan şarab değil, verdiği sarhoşluktur. Sarhoşluk vermeyeni, haram değil, Allah şöyle buyuruyor: «Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister» (111). Eğer şarap sarhoşluk vermeseydi, bu neticeler çıkmazdı. Şarap bu neticeleri intaç ediyor böyle olmasaydı, şarabın sarhoş etmiye-ni haram değil denirdi. Böyle denmemiştir». Hempher, onu bu şekilde kandıramayınca, şu taktiği uyguladı:
«Şarap hususunda Safiyye'ye şöyle dedim: Şeyh Muhammed sana geldiğinde, onu o derecede mest edip kendiden geçir ki, ona şarab içirebilesin!» Ertesi gün Sa-fîyye'yi gördüğümde, ona şarab içirdiğini, hatta onun sarhoş alarak sokağa çıkıp taşkınlıklar yaptığını te'kid etti. Netice olarak diyebilirim ki ben ve Safiyye, Şeyh üzerinde o derecede bir hakimiyet kurdu ki, Sömürge ba-kanı'nın sözlerini hatırladım. Bana bir kerresinde şöyle demişti: «Biz İspanya'yı kâfirlerden (112) şarap ve fesâd'la geri aldık. Bu iki güçle,diğer bütün toprakları da almalıyız» (113).
Yukarıdaki satırlarda, İngiliz misyonerler teşkilâtında kadınların ne kadar büyük rol oynadığını gördük. Yine Hempher bu konuda şöyle diyor: «Safiyye, bu mühim işte bana yardımcı oluyordu. Zira Muhammed'i o derecede kendisine aşık etti ki, durmadan mut'a nikahını tazeliyordu. Kısaca, Şeyh'in elinden bütün ihtiyar ve düşüncelerini almıştı» (114)

Pohpohlama Siyaseti
İngiliz misyonerleri, kandırdıkları Müslümanları her vesileyle övüyor, onların, bulunmaz kimseler olduklarını kendilerine ihsas ediyorlardı. Geleceğin münaka-şasız ve şüphesiz olarak, onların eline geçeceği, onlann herşeye hakim olacağı ve onlann buna layık oldukları telkin ediliyordu. Hempher. Muhammed'e, bütün siyâsî ve dini meselelerin onu beklediğini, ümidini kesmeden-bu günü beklemesini söylüyordu (115). İstedikleri adamlar bu seviyeye gelince, onları uydurma rüya ve yalanlarla istedikleri yöne çekebiliyorlardı. Bu uydurma yalan ve rüyalardan birisini Hempher şöyle anlatıyor:
«Bir defasında bu uydurma rüyalardan birini şöyle anlattım: Dün gece Hz. Peygamber (s.a.v.)'i, bir kürsü üzerinde oturmuş ve etrafını tanımıdığım alimlerle çevrili halde gördüm. Birden bire sen geldin. Ve senin yüzünden nurlar fışkırıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.)', sana hürmeten (!) ayağa kalktı ve yanına yaklaşarak alnından öptükten sonra şöyle dedi: «Ey benim adaşım, sen, dinî ve idarî işlerde benim yerime geçecek olan vârisim-sin!» Sen şöyle dedin: «Yâ Resûlallah, ben ilmimi insanlara açıklamaya korkuyorum!» Hz. peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: «Korkma sen onlardan daha iyisin!». Mu-hammed bu yalan rüyalarımı duydukça sevinir ve her gün gelip, yeni rüya görüp görmediğimi sorardı. Ben de onu bu yalan rüyalarla kandırır, dinî görüş ve akidelerini zehirlerdim» (116).

Kandırılan Müslümanlar Alimlerden Uzak Tutuluyor
Misyoner-casuslar, bu şekilde kandırdıkları Müslümanların, pişman olup tevbe etmemeleri için mümkün mertebe onları ilim çevrelerinden uzak tutarak, kendi tesir alanları içinde bırakıyorlardı. Hempher şöyle diyor:
«Gerçek şu ki, onun, ehl-i Sünnet alimleriyle görüşmesini istemiyordum. Çünkü, onların kuvvetli mantık ve muhakemeleriyle tekrar Sünni olması her zaman için variddi. Bundan dolayı onu, ulemâ çevresinden uzak tutmaya gayret ediyordum» (117).

Kandırılanlar Takibediliyor
İngiliz sömürge bakanlığı elde ettiği Müslümanları başıboş bırakmıyor, onların eski hallerine dönmemeleri-için her fırsatta takip ettirip gerçeği görmemelerini sağlıyordu. Nitekim Muhammed, Basra'dan sonra İstanbul'a gitmek istemiş, fakat İngiltere bütün çabalarını harcayarak buna mani olmuştur (118). Türkiye'ye gitmesine mani olunca o da İran'ın yolunu tuttu. Fakat o İran'a varmadan, onu elde tutmanın bütün imkânları orada hazırlanmıştı. Bu konuda şöyle deniyor: «ona çizdiğimiz çizgiden ayrılmaması için, İsfahan'da görevlendirdiğimiz memurlar, onunla devamlı temas halindedirler; ve Şeyh Muhammed şimdiye kadar, bu çizgiden ayrılmamıştır.» (119). Onu elde tutmak için ne tedbirler alındığı konusunda da şunları okuyoruz: «İki ay sonra Safiyye de İsfahan'a giderek, iki aylık bir mut'a nikâhı daha yaptı. Şi-raz'a gidince, Safiyye onunla gitmedi. Ona bu yolculuğunda Abdulkerim refakat etti. Şiraz'a varınca, Abdülkerim, Safiyye'den daha güzel ve daha seksi olan bir kadını bularak Şeyh Muhammed'le mut'a nikâhına göre evlendirdi. Şiraz Yahudilerinden olan bu Yahudi genç kadının adı Asiyye idi. Bilmeniz gerekir ki, Abdulkerim, Isfahan Hıristiyanlanndan birinin müstear ismi olup; bu şahıs senelerce İngiltere sömürge bakanlığı adına İran'da faaliyet gösteren memurlardan biridir. Aynı şekilde Asiye de, Şiraz'da İngiltere adına casusluk yapan ajanlardan biridir» (120).

Netice Alınıyor
Bütün bu çabalann neticesini de Hempher şöyle bağlıyor:
Sözün kısası şu ki, bu dört kişinin, yâni. Abdulkerim, Safiyye, Asiye ve bu satırların yazan (Hempher)nın gece gündüz gösterdikleri çaba ve fedâkârlıkların neticesi şudur ki, Muhammed'i Britanya sömürge bakanlığı hesabına çalışabilecek, emre amade bir duruma getirebildi. Artık o bu konudaki bütün mesuliyetleri yüklenecek duruma gelmiştir»(121)

Bütün Misyonerler Yaptıklarından Memnun muydular?

Bu misyonerlerin hepsinin görevlerini sevdiği, vazifelerini severek yaptıkları söylenemez. Amma dünya menfaati, makam hırsı, korku ve şartlandırılma gibi âmiller, onları bu yolda yönetiyordu. Bunların bir kısmı yaptıklarına utanıyor ilâhî mes'uliyeti duyarak Müslüman oluyorladı (122). Yukarıda bir sürü faaliyetini gördüğümüz Hempher bile şöyle diyor: «İstanbul'da halkın gittiği güzel yolu değiştirmek ve Müslümanları ifsâd ve tefrikaya çalışırken, kendi kendime şöyle dedim: «Acaba Mesîh, benim yaptığım bu kötü işlere cevaz verir miydi?». Fakat sonra, birdenbire esas görevimi, bana verilen vazifeyi hatırlayarak, bu düşünceden vazgeçtim (123).
Misyoner Mr. John'un İslâm Ulemâsı Hakkındaki Düşünceleri
Aslında birer ajan olan bu misyonerlerin İslâm âleminde kol gezmelerinde idarecilerin olduğu kadar ilim adamlarının da suçu vardır. Özellikle 19. yüz yılda -bugün için bu zirveye ulaşmıştır- İslâm ulemâsının Avrupa'ya karşı körü körüne ve cahilane bir şekilde hayran oluşu vardır. Haçlı zihniyetini hiç bir zaman unutmayan bu misyoner-ajanlara karşı milleti, hatta Hükûmet'i uyaracakları yerde, kendileri bile bunların tesiri altında kalmışlar, eserlerini onlardan iktibaslarla doldurmuşlardım Elbetteki bunun istisnaları da vardır. Fakat bunlar ne dinlemiş ve ne de dinlenmeye müsaade edilmiştir. İlim yerine papyon kıravat takmak, Fransızca ko-nuşmak,rakı içmek, İslâm'la alay etmek münevverin alâmet-i farikası olmuştur. Avrupa'ya karşı bu aşın tutkunluk maalesef aşağılık duygusuna dönüşmüş ve gerçek şahsiyet kaybedilmiştir. Öyle bir hal olmuş ki, sunduğunuz bir tebliğde, Türkçe, Arapça veya Farsça belge sunuyorsanız, o tebliğ itibar görmez; yok bunun yerine Fransızca veya İngilizce vesika sunarsanız, milletin ağzı açık kalır ve ne enteresan tebliğ» derler.
Misyoner-ajan Mr. John bile bunun farkındadır. Bakın ne diyor?
«Verese-i Enbiyâ olduklarını iddia eden ulemânızın taksiratı pek çoktur. Bununla birlikte onların intibahı, bizim mazarratımızı mucib olacağından, gaflet-lerine teşekkürler ediyoruz.«Alimler Enbiyânın veresesidir» hükmüne uymaları lâzımdır. Kur'an-ı Ke-rim'de «Allah bir zaman kendilerine Kitab verilenlerden «Onu behemahal insanlara açıklayıp anlatacaksınız, onu gizlemiyeceksiniz» diye te'minât almıştı. Onlar ise o sözü sırtlarının arkasına attılar. Onun mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür!..» (124) ayeti vardır, okumuyorlar»(125)

İncil yeniden yazılmıştır


İNCİL YENİDEN YAZILDI
ABD'li ve İngiliz 15 bilim adamı, Hıristiyanların kutsal kitabındaki tam 45 bin ifadeyi, "Yeni nesil yanlış anlıyor" gerekçesiyle değiştirdi. Böylece İncil'in yüzde 7'si yeniden yazılmış oldu

DIŞ HABERLER SERVİSİ

Hıristiyanların kutsal kitabı İncil'in İngilizce basımı, dili çok eski olduğu ve genç kuşaklar bazı deyimleri yanlış anladığı için, 15 ABD'li ve İngiliz din adamı tarafından güncel İngilizceyle yeniden yazıldı.
Yeni versiyon İncil'de, bu kapsamda tam 45 bin değişiklik yapıldı. Böylece İncil'in metni yüzde 7 oranında değiştirildi. Yeni İncil'in ABD'deki muhafazakâr çevreleri rahatsız ettiği ve din adamlarının kutsal kitaba feminizmin sızdığını iddia ettiği kaydedildi. İngiliz gazetesi Daily Telegraph'ın haberine göre, önceki gün basımı tamamlanan Uluslararası Yeni Versiyon İncil'de, aziz yerine 'Tanrı tarafından seçilmiş insan' tanımı kullanılıyor ve klasikleşmiş birçok İncil kavramı ortadan kalkıyor.

'E.T.' var sanıyorlar

Haberde, gençlerin yabancı anlamına da gelen 'alien' kelimesini duyunca İncil'in E.T.'den (uzaylılardan) bahsettiğini düşündüğü, bu nedenle yeni versiyonda bu kelime yerine 'foreign' sözcüğünün kullanıldığı dile getirildi. Eski İncil'de taşlayarak öldürme cezasının anlatıldığı 'Taşlandı ve öldü' ifadesi de, sokak dilinde 'uyuşturucu kullanmak' anlamına geldiği için değiştirilerek, 'taşlanarak öldürüldü' haline getirildi.

'Adem' metinden çıkarıldı

Eski İncil'de Meryem Ana için kullanılan 'Karnında çocuk taşıyordu' ifadesi de 'Hamileydi' diye düzeltildi. Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili bölüm de yeni bir bakış açısıyla anlatıldı. Eski İncil'de genel olarak insan kastedilerek, "Tanrı, Adem'i yaratırken kendi suretini verdi" ifadesinde yer alan 'Adem' sözcüğü, erkekleri temsil ettiği için metinden çıkarıldı.(Milliyet, 16.03.2005)

Bu girişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?..Bu bir sıkıntıdan(İncil'in tahrifatını gizleme amacıyla) yapılmış olmasın!..45 bin ifade neye göre değiştirilmiştir veya yeniden yorumlanmıştır? Metnin aslını ortaya koyup; asıl metindeki ifade şudur, bu bugünkü dilde şu anlama gelir şeklinde bir meal'tefsir yapmak yerine keyfî bir düzeltme ile "işte yeni nesil için İncil!" demenin anlamı nedir? (Tabii ki, asıl ilahi metin mevcut olsaydı bunu çoktan yaparlardı…) Yıllar geçtikten sonra birileri çıkıp 45 bin ifadeyi daha değiştirmeyeceğini nereden bileceğiz?..

İşte Kutsal Kitap bu şekilde tahrif ediliyor. Kutsal Kitab'a bu kadar insan müdahalesi olursa, o kitap ilahi kitap olmaktan çıkar ve insanların uydurduğu hayali bir eser haline gelir. Hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bir anlayabilseler!..

“Sunday”

Pazar Günü “Sunday” sözcüğünün içindeki “Sun” lafzı, Oğul manasına gelen “Son” lafzı ile aynı şekilde okunan ve aynı sese sahip iki lafızdır. Hz. İsa’yı (a.s.) önce Allah’ın Oğlu şeklinde göstermişlerdi fakat bu yeterli değil idi, Allah’ın kendi Zat’ını tamamen silmek gerekiyordu çünkü yardımcı ve hakiki Âlimleri İBLİS’in ta kendisi idi. Allah’ı tamamen ortadan kaldırabilmek içinse, her yeni gelen nesil ile birlikte geçmiş neslin tabii olduğu bir İlahi hakikati kaldırıyorlardı. Böylece Hıristiyanları dinden ve dinin hakikatlerinden de koparmışlardı. Çünkü artık Hıristiyanlar, her ne kadar Pazar Gününü kutsal sayarak Kiliselere gidip kendilerine göre ibadetlerde bulunsalar da, yaptıkları şey aslında öncelikle Allah’a ortak koşmak, yani şirk idi!

Böyleydi çünkü Kiliselere gittikleri zaman yaptıkları şey suretinin Hz. İsa’ya (a.s.) ait olduğunu sandıkları bir Putun önünde yardım ve af dilemek idi! Peki ama hakikaten de iş bu kadarla bitiyor muydu? Elbette hayır! Hıristiyan’ız diyen insanları esasen Putperest etmemişlerdi, onlara yaptıkları şey aslında “ŞEYTANA TAPTIRMAK” idi! Çünkü az önce de dediğim gibi “Sun” ile “Son” lafızlarının okunuşları ve sesi aynı idi ve İsa’ya (a.s.) Oğul dediler önce. Sonra o Oğul ne diyorsa doğrudur dedirttiler. Ne diyordu peki oğul? Oğul diyordu ki, İsrail oğullarına yardım ve hizmet etmeyen benden değildir, yani Cennete giremez! Hıristiyanları böyle uyuttular ama şu dediğim gerçekleri bilen Hıristiyanlar olsa bile şu diyeceğim gerçeği bilmiyorlardır yine çokları:

Aslında “Sun” veya “Son” desinler, hepsi de bilerek veya bilmeyerek şeytana tapmaktalar! Çünkü daha önce de söylediğim gibi Eski Mısırdan gelen bir sapık bir inancın ve bu inanca mensup bulunan sapıkların yaptığını yapıyorlar. Onların çokları bilmiyorlardır ancak onların Oğul Günü diye bildikleri şey esasında “Güneş Günüdür” ve bunun ardında yatan sahtekârlık da Eski Mısır sapıklıklarından türeyen Güneş Tanrısıdır. Yani Amun–Ra diye bildiğimiz sapık tanrı inancının ta kendisine. Böylece Hıristiyan Âlemini de adım adım, kuşak kuşak İlahi hakikatlerden kopardılar ve şeytani bir oyunun oyuncakları haline getirdiler. Peki bu, bu kadarla sınırlı mı kalacaktı? Elbette hayır!

Bildiğiniz gibi bugün başta medya, müzik ve eğlence sektörü, kurum kuruluş ve organizasyon ve ne yazık ki pek çok ilahiyatçılar ve siyasetçiler ya bu aşağılık kuduz köpek sürüsünün bir piyonu ya da sempatizanı durumundadır. İşte bu yolla yaptıkları şey de kısaca şudur:

• İslam ve Müslüman düşmandır!

• İslam’ın sınırları kanlıdır!

• Teröristlik ve eşkıyalık İslam camiasından çıkar!

• Müslüman’lar barbardırlar öldürülmeleri caizdir, Cennete vesiledir!?

• Müslüman’ları sevmeyiniz, düşman belleyiniz ve asla güvenmeyiniz ve vesaire...

Buraya Dikkat!

Zalimler Yahudi Ruhbanları ve onlara uyan zengin ve varlıklı Yahudilerdi ama kendi insanlarını dünya toplumlarına kin ve nefret besleyen birer zalim haline getirdiler! İlk yaptıkları şey bu idi ama daha sonra Hıristiyan toplumları da yanlarına kattılar ve bunu yapmak için ilk yaptıkları iş onları hakiki dinden koparmak oldu. Aşama aşama yavaş yavaş ama emin adımlarla devam ettiler yollarına ve gelen her yeni nesil ile Allah ve O’nun dini ve Ahiret biraz daha uzaklaştı kendilerinden. Dedesi belki koyu bir dindar idi, Babası ise sadece bir Hıristiyan idi, Kendisi Ateist oldu ama Oğlu da Satanistlere karıştı gitti...

Soruyorum sizlere, satanist için hakikat şeytanın arzu ve istekleri, onun kanunları ve amaçları ise bir satanistin en büyük düşmanı kimdir, kim olabilir? Uzatmaya elbette gerek yoktur, onun en büyük düşmanı elbette Allah’a Hakkı İle İman Etmiş Toplumlardır...

Kardeşlerim, bunları işkembeden atmıyorum sizlere, işin iç yüzünü, hakikatini anlatıyorum. Bilmiyorum kimler okur bunları ama okuyan kardeşlerime şunu söylemek isterim ki, size burada bin sayfalık bir anlatımda bulunsam yine de “bildiğim kadarını bile!” anlatamam! Bu konu işte o denli dalla budaklı girintili ve çıkıntılı bir konudur.

Vay canına! Demek buymuş! Diyebilmeniz için yüzlerce konuyu binlerce ayrıntıyı ve milyonlarca bağlantıyı kavramanız gerekir.

Siz, siz olun ve sakın ola ne siyasilere “En İyi Diye Bildiğinize Bile!” ne televizyonlarda haber diye gösterdiklerine ve ne de böyle Grand Tuvalet giyinmiş ve tatlı tatlı konuşan bir ilahiyatçıya dahi güvenmeyiniz! Çokları onlardan ya da onların adamıdır! Amaçları da tüm tarih boyunca yaptıkları şeyi sizlere de yapmaktır. Kendi kavimlerini, diğer kavimlerini ve önlerine çıkan her kavmi ne yaptılar bu adamlar? Yaptıkları şey sadece şu idi:

BÖL PARÇALA ve YOK ET!

Peki amaçları ne idi, neden yapıyorlardı bunu? Şundan dolayı ki:

ALLAH ve O’NUN GETİRDİĞİ HAKK DİNLERİ SİLMEK, ŞEYTANIN YARDIMLARIYLA DÜNYAYI CENNET (!), TOPLUMLARI DA KENDİLERİNE KUL KÖLE (GILMAN) ETMEK İDİ.

Sakın aldanmayın televizyonlarda izlediklerinize, %99’u sahtekârdırlar ve %1’ini de, sürü psikolojisi yüzünden insanlar önemsemezler. Hâlbuki önem verip izledikleri inandıkları o çoğunluk aslında aşağılık yalancıların ta kendileridir!

Aman deyim dikkat! Sakın aldanmayın sakın! Hele ki, Allah Kur’an da açık açık “Allah elbette kötülüğü, hayâsızlığı emretmez!” demiş iken sakın geçip de insanların haklarını yiyen, onları alakasız yere öldüren, şeriat bunu gerektiriyor diyerek uluorta milletin orasını burasını kesen, insanları kısım kısım ayırıp bilmem ne’ci’ yaparak her bir grubu diğerine düşman eden aşağılık sahtekârlara aldanmayın!

Aman deyim dikkat! Sakın aldanmayın sakın! Hele ki, size Müslüman gibi görünüp İslamiyet’in mahiyetini ve muhteviyatını saptıran hacı hoca görünümlü münafıklara kesinkes kanmayın! En yaman düşman onlardır! Onlar sadece Kur’an’dan konuşurlar, Yahudi Hıristiyan kelimelerini ağızlarına almazlar, alsalar da onları da Allah’a inanıyorlar diye (!?) Cennetlik göstermeye çalışırlar, böyle göstermeseler de onların İslam Âlemine düşman olduklarını belirtmez, altını çizmezler! Onlar sadece Kur’an’dan konuşurlar ve çevirdikleri bir Ayet olsa, izahatta bulunurken de yalan yanlış, kelimelerin ya yerlerini değiştirirler ya da anlamlarını saptırırlar! Onlar özellikle de Resulullah Efendimizin de (s.a.v.) dediği gibi münafıkların ta kendileridir ki, İslam Yolunda Saçlarını Ağartmış Kimseleri, Allah Dostu Veli Kulları ve İlim Ehli Büyük İslam Âlimlerini ve Adaletli Önderleri Küçümseyip Alaya Alırlar!

Allahû Teâlâ Hepimizden Razı Olsun, Bizleri Yolundan da Ayırmasın İnşaAllahû Rahman; selam ve dua ile...

Şu iyi bilinmeli ki

Şu iyi bilinmeli ki ne Amerikalı ne İngiliz ne de bilmem nereli ve kim olursa olsun, Allah’ın Kanunlarını değiştirmekten başka hiçbir şey değildir çabalayıp ter döktükleri işler.

Tüm bu uygulamalar esasen adım adım, yani nesilden nesile insanların din algısını değiştirip toplumları kitleler halinde Allah’tan ve Allah hakikati ile birlikte Uhrevi hakikatlerden uzaklaştırmak için yapılan Tarihi – Büyük – Masonik (aslında Satanik demeliyiz ya, neyse...) plan ve projelerinin birer parçacığıdır.

Böbürlenmek gibi olmasın ama oldukça ilgili ve gözlemci bir Müslüman’ım Elhamdülillah ve çok okuyan çok araştıran bir yapım vardır. Bu yüzden söyledikleriniz farkında olduğum şeyler ve bununla beraber söyledikleriniz ve söylediklerim çok kimselere masal gibi gelecektir.

Çünkü öyle köklü ve şeytani bir organizasyondur ki bu işler, resmen adamı şişler!

Adamlar Büyük Roma İmparatorluğunun Kudüs’e girip (M.S. 70) kendilerini kılıçtan geçirmelerinden evvel dahi şeytani planlarını yüzyıllardır uygulaya geliyorlardı. Onlar için Kutsal Süleyman Tapınağı’nın yerle bir olması ve yurtlarının işgal edilip ırklarının öldürülmesi ise gaflet içindeki Yahudi Toplumunu –gerçekten dindar olanlarını bile– kendi şeytani çıkarları doğrultusunda kullanmaları için büyük bir fırsat ve avantaj idi.

Böylelikle ilk önce, herkesten evvel kendi toplumlarını, yani Yahudi Irkını dünyaya karşı kin ve nefret dolu bir toplum haline getirdiler. Birkaç nesil süresi kadar bir zaman içinde Dedesi koyu bir Musevi iken Babasını Musevi yaptılar, Kendisi Ateist oldu ve Oğlunu da Satanist ettiler.

Buraya Dikkat!

Zalimler Yahudi Ruhbanları ve onlara uyan zengin ve varlıklı Yahudilerdi ama kendi insanlarını dünya toplumlarına kin ve nefret besleyen birer zalim haline getirdiler! Söz konusu ettiğim kimseler kendilerine Mason diyen aşağılıklardır.

Aslında hakikat, Mason sözcüğü Eski Mısır Firavunu ‘Tut–Ankh–Amun’ nun isminin son kısmının okunuşu olan AMON’dan türemiştir. Kelimenin sonuna getirilen ‘S’ (çoğul) takısı ile AMONLAR kelimesini elde edersiniz Mason sözcüğünün içindeki harflerin yerlerini değiştirip sonundaki ‘S’ takısını kaldırırsanız AMON kelimesini kolayca yeniden çıkarabilirsiniz. Kısacası bu kimseler kendilerine AMONLAR, yani Amun’un soyu diyorlar.

Ki, bu kelime nasıl türetildiyse Hıristiyan Âlemindeki en koyu dindar rahiplerin bile her daim söyledikleri AMEN sözcüğü de aynı şekilde ‘Tut–Ankh–Amun’ isminin son kısmında bulunan ‘AMUN’ lafzının basitçe değiştirilmesi ile elde edilmiştir.

Ki, bu kelime oyunları o kadar çoktur ki, yazmaya kalksam bitmez! Yine mesela Eski Mısırda Güneş Tanrısı “God of Sun” diye tapındıkları ‘Amun–Ra’ için de benzer bir oyun vardır. Tüm Hıristiyan Âleminde “Kutsal” olarak kabul edilen ‘Pazar Günü’ yani “Sunday” sözcüğü de bu tip kelime oyunları ile türetilmiş bir sözcüktür. Bunu anlamak için Yahudilerin Hz. İsa’yı (a.s.) neden çarmıha germek istediklerini anımsamanız gerekiyor öncelikle.

O günkü Yahudi Ruhbanları ve varlıklıları Hz. İsa’yı (a.s.) öldürmek istemişlerdi çünkü O, beraberinde hakikatleri getirmişti yani Allahû Teâlâ’nın Kanunlarını! Bu ise bu Ruhban takımının ve varlıklıların işine gelmemişti. Onu öldür(emediler)düler ve bu yüzden de tüm Hıristiyan Âleminin nefretini kazandılar.

Oysa Hz. İsa’dan sonra 70 yılında Büyük Roma İmparatorluğunun Kudüs’e girip kendilerini katletmelerinden sonra sığınabilecekleri topraklara ihtiyaçları vardı. Bir kısmı Büyük Osmanlı İmparatorluğuna sığındı ki, bu grup her anlamda rahat idiler ama sayıları fazla değildi. Kime göre fazla değildi? Bugün Avrupa olarak bildiğimiz topraklara kaçıp göçen Yahudilere göre azdılar. O günlerde ise Avrupa Kıtasının ismi Büyük Hıristiyanya idi ve iyi veya kötü dinini yaşamakta olan bu toprakların sahipleri tarafından hiç de konuksever olarak karşılanmamışlardı çünkü her şeyden evvel isimleri “İsa’nın Katilleri”ne çıkmıştı bir kere...

Gittikleri Hıristiyanya Kıtasında karşılaştıkları her dindar Hıristiyan onlara kin ve nefret besliyorlardı bu yüzden. Yolculuk uzun sürmüştü ama sonunda İspanya Krallığına geldiklerinde oradaki insanlar (Çingeneler!) tarafından kabul gördüler! Ancak orada sonsuza kadar kalamazlardı çünkü inandıkları bir efsane vardı, bir kehanet! İşte bu sebepten dolayı yapacakları çok işleri vardı.

İlk olarak İspanyol Büyücülerle (Cinciler ile) ortak bir noktada birleştiklerini fark ettiler ki, kendi kıt akıllarınca bu geri zekâlılarla güçlerini birleştirip inandıkları kehanete hizmet etmeliydiler! Zaten dikkat ederseniz koskoca dünyada kendilerine yurt edinemeyen, hakiki huzur mutluluk ve güvene eremeyen iki toplum vardır ki, onlar da bu iki yaramaz topluluktur.

Nihayetinde yüzyıllar süren inanılmaz çılgın planlarını aşama aşama gerçekleştirdiler. Ne var ki Büyük Hıristiyanlığı Martin Luther (resmiyette yani?) aracılığı ile devirdiler. Uzun süren çalışmalardan sonra kıtanın sahiplerini dinden kopardılar. En son olarak Büyük Britanya’ya girmeyi de başardılar. İşte ne olduysa bundan sonra oldu zaten. Yukarıda bahsettiğim Hıristiyanların Kutsal görüp saydıkları Pazar Gününü de kendi emelleri doğrultusunda biçimlendirdiler. Ne de olsa bulundukları yer İngiltere idi ve onlar da süzme piç olduklarından kendilerine sunulan her şeytani ve batıl işe kolayca kucak açabiliyorlardı. Yeter ki kendilerine Eski Babil’de de bilindiği gibi “Şeytanın Dışkısı”nı teklif etsinler; yani parayı ve maddi gücü!

Büyük Hıristiyanya Kıtası topraklarında yaşayan insanlara yaptıkları en büyük kahpelik İncili değiştirerek Hıristiyan ile Yahudileri birbirine dostlarmış gibi göstermek, hatta daha da beteri, hesapta Allah’ın Oğlunun (!) -HÂŞÂ- Hıristiyanlara “Yahudi Irkını Sevmeyen Benden Değildir!” gibilerinden konuştuğunu (ki bu sözleri Allah’ın Ayeti olarak görüyorlar!?) aşılamaları ve kendilerine kul köle etme yolundaki aşağılık işleridir. Her neyse, bu konulara girmek istemiyorum, ne yazık ki kısa yazmayı öğrenemedim bir türlü, kusura bakmayın.

Neyse, sonuçta Pazar Günü manasına gelen “Sunday” sözcüğünü kutsal göstermeyi de başardılar. Bunu yaparken de yine klasik kelime oyunu konusundaki yeteneklerini (!) kullandılar ve Pazar Günü manasına gelen “Sunday” kelimesinin içindeki “Sun” lafzını aldılar. Bunu, bu “Sun” lafzını, tıpkı kendisi gibi okunan Oğul, yani “Son” kelimesi gibi saydılar. Hıristiyan Âleminin Pazar Gününü Kutsal saymasının nedeni de budur. Yani okunan şey her ne kadar “Pazar Günü” gibi bilinse de aslen “Oğul Günü” manasında kullanılmaktadır. Yani tövbe hâşâ, sözde Allahû Teâlâ’nın Oğlu Olan Hz. İsa’nın Günü kabilinden bilinmektedir...

Peki, neden böyle bir şeyi yaptıklarını biliyor musunuz? Bunun yaptılar çünkü Hıristiyanları gıdım gıdım kendilerine çekmeleri, çekme, yandaş etme işi bittikten sonra da kendilerine kul köle etmeleri gerekiyordu. Şeytani projelerinin sıra dışı ama fevkalade başarılı meyvelerini toplamalıydılar! Yaptıkları şey kısaca şu idi:

Tüm bunlar elimizdeki Tevrat ve İncil'in bozulduğunu gösteren delillerdir.


Kutsal kitap anlamına gelen, iki kitaptan ( Eski ahit : Tevrat ve Zebur-Yeni ahit: İncil) ve toplam 66 ayrı bölümden oluşan Kitab-ı Mukaddes, ilahi (Allah'ın gönderdiği) bir kitap değildir. Yani K. Mukaddes ( Tevrat-Zebur ve İncil), K.Kerim gibi Yüce Yaratıcı Allah'ın sözleri değil, insanların yazdığı kitapların bir araya toplamış halidir. Bunu kendi yazmış oldukları (hıristiyan ve yahudi) kaynakları da itiraf eder: Pr.Dr. Richard Friedman'a göre, Tevrat'ı peygamber Yermiah ve havarisi Baruh ben-neriya yazmıştır. ( Yahudi yayın organı Şalom Gazetesi :13 Mayıs 1987). Ayrıca ,Tevratı yazdığı söylenen Hz. Musa'nın, yine Tevrat'ta öldüğü ve gömüldüğü yerlerden bahsedilmesi ( Tesniye: 34/6 : "Rabbin sözüne göre; Rabbin kulu Musa orada, Moab diyarında öldü ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü" ) Tevrat'ın daha sonra yazıldığının kanıtlarındandır . Günümüzde İncil Matta, Markos, Luka, Yuhanna tarafından yazılmış, insan yazmalarından oluşan, Hz. İsa'nın hayatını anlatan tarihi bir eser görünümündedir : "İncil'i Allah indirmemiş, hatta onu değişik peygamberlere tek tek yazdırılmamıştır. ( Kur'an ve kutsal kitap, John Gılchrıst)". Hz. İsa'nın tebliğ ettiği İncil, günümüzde, elimizde bulunan İncil değildir. Bunun en büyük delili yine İncil'de bulunmaktadır.
".... İsa. Tanrının İncil'ini tebliğ ederek Galile'ye gelir..." (Markos : 1/14)
H.z İsa hangi İncil'i tebliğ ediyor, anlatıyordu ? Matta 'yımı, Luka'yımı ?yoksa 300 sene sonra yasaklanacak İznik konsülünün reddettiği İncil'leri mi?
Günümüzdeki İncil şu an Hz. İsa'nın hayat öyküsünü içerir.
( Matta, Hz İsa ile gezerken gördüklerini, Luka Hz. İsa ile başından geçen olayları, Yuhanna, Markos ... yine Hz. İsa ile olan anılarını , aynı olayı, birbirine zıt olarak İncil'de anlatırlar.) Hz. İsa halka neyi anlatıyordu, kendi hayat hikayesini mi, doğumunu mu anlatıyordu ?...
Matta'ya göre İncil varda, "İsa'ya göre İncil neden yok ?" hala.
Eldeki en eski İncil Yunancadır. Hz. İsa ise İbranice konuşurdu...
Tüm bunlar elimizdeki Tevrat ve İncil'in bozulduğunu gösteren delillerdir.
Tevrat 39, İncil 27 bölümden oluşur. Hıristiyanlar, K.Mukaddesin tamamına (yani sadece İncil'e değil, Tevrat, İncil, Zebur üçünü birden) inanırlar. Yahudiler ise sadece eski Ahit'e - Tevrat'a inanırlar :K. Mukaddes'in tanrısı nasıl bir tanrıdır.
Yahudi ve hıristiyanlar nasıl bir tanrıya inanırlar : Yorulan, pişman olan, acı duyan, güreşte yenilen, korkan, kinci... bir tanrıdır, K.Mukaddesin tanrısı.
Yorulan tanrı : "... Ve tanrı yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti, dinlendi..." (Tekvin 2/2-3). Kim dinlenir, tabi ki yorulan tanrılar.
Pişman olan, acı duyan tanrı : " Ve Rab yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu " (Tekvin 6/6).
Güreşte yenilen tanrı : " ... ve Yakup, seher sökünceye kadar bir adamla güreşti... (adamı yenince) adam Yakub'a dedi :
Adın nedir ? Yakup. Yine adam ona, "artık sana Yakup değil, ancak İsrail denecek çünkü insanlarla ve Allah ile uğraşıp onları yendin. " (Tekvin : 33/24-29)
Korkak tanrı : " Ve rab... derede oturanlar, kovamadı, çünkü demirden savaş arabaları vardı." (Hakimler (1/19). Demirden savaş arabalarından korkan bir tanrı...
Kinci bir tanrı : " Rab diyor, seninle milletleri, atı ve binicisini, cenk arabasını ve binicisini, erkeği ve kadını, kocamış adamı ve genci, genç adamı ve ere varmamış kızı, çobanı ve sürüsünü, çiftçiyi ve çiftini, valileri ve kaymakamları... kıracağım..." (Yaremya : 51/20-26)Sarhoş : "Şaraptan bağıran gibi uyandı tanrı " ( Mezmurlar : 79/65)
Öfkeli: " Burnundan duman yükseldi, ağzından ateş yiyip bitirdi, ..." ( Samuel :22/9 )
Uyuyan: " Kalk, uyan niçin uyuyorsun ya rab " ( Mezmurlar : 44/23 )
İslam'ın ilahı, Allah (C.C) Kur'an da nasıl anlatılır : " O (Allah) görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır. O, kendinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah'tır. Allah müşriklerin (putperest, yahudi ve hıristiyanların) ileri sürdüğü sıfatlardan ( yorulan, yenilen...) münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en    güzel isimler kendisinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tespih ederler. O güçlüdür, her şeye hakimdir" (Haşr: 22-24).
K. Mukaddesin peygamberleri nasıldır ?
Hz. Lut (A.S)'a iftira : Lut (A.S)'a iki kızı, şarap içirip sıra ile yanlarına girip, onunla yatıp, babalarından hamile kalırlar.(Tekvin : 33-36)
Yahuda peygambere iftira : Gelini ile yatıp , hamile kalınca onun yakılmasını emreden bir kayınpeder. (Tekvin : 38/15-25)
Davud (A.S) 'a iftira : Bir komutanın karısı ile yatıp hamile kalınca, kocasını savaşa gönderip ölmesi için tezgah hazırlayıp, sonra da dul eşi ile evlenir. (I. Samuel : 2-27). Oğlu Amnon kız kardeşi Tamar ile zorla yatıp onu "alçaltır" ( I. Samuel : 13/1-39)
Hz. Nuh (AS)'a iftira: Nuh'a oğlu tecavüz eder Ve Nuh, çiftçi olmağa başladı ve bir bağ dikti, ve şaraptan içip sarhoş oldu ve çadırının içinde çıplak oldu...Ve Nuh, şarabından ayıldı ve küçük oğlunun kendisine yaptığını(...) anladı ve dedi: Kenan lanetli olsun; kardeşlerine kullar kulu olacaktır." ( Tekvin: 9/20-25 )

Evet Kilise’den de çıt çıkmazdı.Çünkü öldürülenler insan değildi.İsa beyazdı.Zenciler ise siyah köpeklerdi Zaten çok çirkindiler


Haçlı Seferleri’nden itibaren Haç işareti Avrupalılar için altın ve servet getirirken, Avrupalı olmayan halklara kan, gözyaşı, vahşet, işkence ve ölüm yağdırmıştır. Bizlere kahraman olarak yutturulan Kolomb, macelland ve Vasko dö Gama gibi insanlık düşmanları keşfettikleri yeni topraklara ilk iş olarak devasa Haç dikerlerdi. Bu işaret o bölgede yaşayan zavallı yerliler için işkence ve zulmün başlatılacağını ve kısa süre sonra yağmur gibi ölüm yağacağını göstermekteydi. Zavallı yerli halk bunu nereden bilebilirdi? Alt tarafı birbirine çakılmış iki parça ağaç değil miydi?Yakın tarihlerde, Amerika’da, bir devasa tahta haç dikilmiş ve ateş de yakılmış ise, o civardaki zavallı Zenciler tir tir titremeye başlarlardı. Beyaz cübbeli ve kukuletalı Hıristiyan beyazlar, bu işaretten sonra Zenci katliamına başlarlardı. Tecavüzler, işkenceler, üzerine gaz dökülerek diri diri yakılmalar, asılmalar ve envai zulüm sabaha kadar devam ederdi. O yerleşim biriminde o gece devlet ve devlet güvenlik görevlileri adeta buharlaşarak yok olurlardı. Ta ki, sabah olup da, Ku Kulx Klan’cı eli kanlı katiller işkence zevkini tatmin etmiş ve çekilmiş olsunlar. Ya Kilise, evet Kilise’den de çıt çıkmazdı. Çünkü öldürülenler insan değildi. İsa beyazdı. Zenciler ise siyah köpeklerdi (!) Zaten çok çirkindiler. İncil de hayvanlara değil, insanlara gönderilmemiş miydi? Böyle zamanlarda Kilise yok olur, her halde bizim memleket Kilis’e giderdi! Ku Kulx Klan, Amerika’daki Zencilere karşı Hıristiyan beyazların 1865′te kurdukları bir zulüm örgütüdür. 1867′de başına General Forrest getirildi. Eh ne de olsa işkence ve katliamı bir Amerikalı general kadar başka birisi bilemezdi. Kısa sürede üye sayısı 550 bin kişiyi buldu. Güya, Amerikan hükümeti bir müddet sonra bu örgütü yasakladı. 1915 yılında Atlanta’da Methodist Papaz William Joseph Simmons tekrar canlandırdı. Bu defa Papazlar seyirci değillerdi. Katliam emirlerini bizzat bir Papaz veriyordu.

(1) Zavallı Zencileri, Ku Kulx Klancıların ataları, 1500′li yılların başlarından itibaren kendi topraklarından ve milletlerinden zorla kopararak Sao Jorge Kalesi köle ticaretinin başlıca üssü haline gelmişti. Afrika kıyılarında ta buralara kadar getirmişlerdi. Hala ismine Köle Kıyısı denilen Gine Körfezi’nde 1482′de durulan demirleyen, Hıristiyan beyazların gemileri yeterince Zenci avlanabilmesi için bir aydan bir yıla kadar beklerlerdi. Köle taciri gemilerinin yükleri 150 ile 600 kişi arasında değişiyordu. 21 ile 90 gün arasında değişen sürede Amerika’ya ulaşılıyordu. Erkek köleler isyan korkusuyla ya birbirlerine ya da güverteye zincirleniyordu. Geminin hacmini son haddine kadar  değerlendirmek için gemilerde 183 cm uzunluğunda 41 cm eninde bölmeler bulunuyor, Zenci köleler balık istifi gibi bu bölmelerde yan yana diziliyorlardı. Ayağa kalkamayan ve sağa sola dönemeyen kölelerin bir çoğu ölüyordu. Normal şartlarda günde iki defa su ve haşlanmış pirinç, darı, irmik veya patates veriliyordu. Rüzgarların durduğu zaman yolculuğun uzayacağından verilen bu yiyeceklerden de kısılıyordu. Havalar iyi gittiği zaman Zenciler güverteye çıkarılıp havalandırılıyor ve hareket ettiriliyorlardı. Havaların bozuk olduğu zamanlarda havasız ve sağlıksız ambarlarda ateşli hastalıklar ve dizanteriden zencilerin % 13′ü hayatını kaybediyordu. Köle ticaretine “Üçken Ticaret” veya “Üç Köşeli Ticaret” deniliyordu. Köle tacirleri incik, boncuk, içki veya silah karşılığı kabile şeflerinden köle satın alır, bu köleler Amerika’da satılarak gemiler tropikal ürünlerle dolu olarak Avrupa’ya dönerlerdi. Köle tacirlerinin memleketleri olan Nantes, Bordeaux, La Rochelle, Bristol, Lizbon, Amsterdam ve Anvers bugünkü zenginliklerini köle ticaretine borçludur.

(2) Amerika, Virjinya’da 1681 yılında 2 bin Zenci köle varken 1850′lerde Amerika’daki Zenci köle sayısı 4 milyonu aşmıştı.
(3) 16. yüzyılla 19. yüzyılın ortalarına kadar sadece Brezilya’ya getirilen Zenci köle sayısı 3,5 milyonu aşmıştı.
(4) Toplam 15 milyon Zenci köleleştirilerek Amerika Kıtası’na götürülmüştü. Kölelerin can kayıpları da düşünüldüğünde Afrika’dan koparılan Zenci sayısı 25 milyonu buluyordu. Bu rakam o tarihteki dünya nüfusu göz önüne alındığında korkunç bir rakamdır. Milyonlarca can ailelerinden koparılarak alınmış demektir. Afrika Kıtası’nın nüfus dağılımı alt üst olmuş, Kongo gibi bir çok krallıklar yıkılmış, Benin Körfezi’ne kıyısı olan bölgeler terkedilmişti. Evet batılı rakamlar böyleydi. Ya Afrikalı rakamlar? Cezayirli Ahmet Bin Bela şunları söylüyor: 1492 ile 1800 yılları arasında 100 milyon Afrikalı öldürülmüştür.
(5) Bu tarihlerde İngiltere’nin nüfusu 3 milyon, İspanya’nın nüfusu ise 11 milyondur. Fransız sosyolog Prof. Dr. Roger Garaudy ise şunları söylüyor: 10 ile 20 milyon arasındaki Zenciyi köle yapıp Amerika’ya götürmek için Avrupalılar, Afrika’da 100 ile 200 milyon Zenciyi öldürdüler.
(6) Gerçekte birer insan kasabı olan kaşiflerin, keşiflerinden kısa bir süre sonra yaptıkları katliamlar ve Avrupalıların taşıdıkları hastalıklar (Yerlilerin vücutlarında kıtada daha önce bu hastalıklar olmadığı için antikor sistemleri gelişmemişti) neticesinde Amerika Kıtası’ndaki yerli nüfusu yok denilecek seviyeye düşmüştü. İspanyol ve Portekizlilerin maden ocakları ve tarım alanlarında çalışacak insanlara ihtiyaç vardı. Kara yazgılı kara insanların Amerika Kıtası’na getirilişlerinin sebebi  bu idi. Zenciler doğrudan doğruya Afrika’dan Amerika’ya getirilmediler. Önce Antil Adaları’nda eğitimden geçiriliyor, Amerika’daki yaşam biçimine uyacaklarına kanaat getirildikten sonra Amerika’ya getiriliyorlardı. Bu dönemde İngiliz’lerin 13 değişik sömürgesinde beyaz köleler de vardı. Beyaz köle kısa bir süre için, Zenci ise ömür boyu köleydi. Hatta çocuklarına da geçiyordu kölelik. Bir kölenin vaftiz edilmesiyle yani Hıristiyan olmasıyla o çocuğun kölelik durumunun değişmeyeceği Virginia’da çıkarılan bir kanunda 1667′de karara bağlanır. Hıristiyan olmaları dahi durumlarını değiştirmeyecekti. Zenciler Amerika toprağına ayak basar basmaz pazarda satılan hayvanlar gibi işleme tabi tutuluyor, önce kime ait oldukları belli olsun diye kızgın demirle dağlanıyorlardı. Yük hayvanı gibi çalıştırılıyor, gemilerde kürek çektiriliyor, bir işe yaramayacak olanlarsa öldürülüyorlardı.
(7) 1619′da ilk siyahlar, köleliğin, ticaretinin ve tarım plantasyonlarının ayrılmaz parçası ve de Kızılderililerin saf dışı bırakılmalarının başlangıcı olarak, bir Hollanda gemisinden Jamestown’a boşaltıldı.
(8) Yaşam koşullarının bozukluğu, beslenme yetersizliği nedeniyle karılarından ve çocuklarından ayrı  yaşayan Zencilerin tarım alanlarında ömürleri ortalama 7 yılı geçmiyordu. Her türlü eziyete tabi tutulan, kamçılanan kölelerden kaçmaya teşebbüs edenlerin cezası bir bacaklarının kesilmesiydi. Bazı  köleler mineral ihtiyaçlarını karşılamak için toprak yiyorlardı. Beyaz adam bunun da çaresini bulmuştu. Zenciler artık demir maske takmak zorundaydı. 1860-1865 iç savaşında her dört aileden birisinin kölesi vardı. Bunlardan en az yarısının da köle sayısı 10′un üzerindeydi. Güçlü beyaz efendi istediği kadar köle çalıştırabilmekteydi. Bu dönemde nüfusun % 7′si, Zencilerin % 75′inin kaderini elinde tutmaktaydı. Lousiana Anayasası’nda şöyle bir madde vardı: Richmond şehrinin bir kararnamesi ise: demekteydi. Charston şehri ise Zencilerin sigara içmelerini ve baston kullanmalarını yasaklıyordu. Çünkü bu fiiler ancak şerefli insanların yapabileceği işlerdendi. Bu dönemde kanunlar nezdinde kölelerin ruh ve bedenleri efendisinin malı gibi sayılmaktadır. Bir köle beyaz efendisine şapka çıkarmayı unutursa hemen kırbaçlanıyordu. Okuyup yazmaları yasaktı. Zenci kadınlar efendilerinin ve misafirlerinin her türlü isteğine demek zorundaydılar. Bunlardan bir de köle sayısını artırmak için faydalanılıyordu. Dolayısıyla doğurgan bir köle kısır bir köleden daha pahalıydı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde yarı özgür köleler vardı. Fakat bunlar da tam yurttaş sayılmıyordu. Kanaat şuydu: Özgür bir Zenci, özgür bir insan değil yarı hayvandır. Amerika adalet bakanlarından Roger Tany, 1857 yılında Yüksek Mahkeme Başkanı önüne gelen bir dava için şu kararı verecektir: Gerekçesi ise hayli ilginçtir:
(9) İpten kazıktan kurtulma Avrupalıların oluşturduğu Amerika’daki beyaz topluluğu genellikle bekârdı. Bu ise melezler sorununu doğurmuştu. İnka, Maya, Kızılderili, Aztek veya Zencilerle beyazlar arasında melez nesiller türemeye başlayınca insanlıktan nasibini almamış ırkçı Avrupalı bundan bayağı rahatsızlık duymuştu. Amerika Kıtası’nın bugüne kadar gördüğü en zalim insan(Eğer insansa) Cortes ve adamları, kendilerine sunulan Kızılderili kadınları kabul ediyorlardı. Doğal olarak melez çocuklar dünyaya geliyordu. Batılılara göre yenilgiye uğramış yerliler Avrupalıya göre aşağılık insanlardı. Aşağılık insanlardan türeyen melezler beyazlarla tabii ki bir olamazlardı. 18. yüzyılda, İspanyollar melezleşmeyle ilgili bir dizi terim oluşturdular. En tepe noktada üstün insan beyazlar vardı. Bir İspanyolla bir Zencinin oğluna “Melez”, Bir İspanyolla bir melez kadının oğluna “Marisco”, bir İspanyol erkek ile bir Marisconun oğluna “Albino”, bir İspanyol erkekle bir Albinonun oğluna “Tornatras” adı veriliyordu. İspanyolların ayrıcılığı bununla da bitmiyordu. Yeni Dünya’da doğanlara “Criollo” fakat İspanya’dan gelen İspanyollar hor görülen isimlerle çağırılıyordu. Meksika’da olanlara, beyaz gaga, yamak, acemi ve çaylak anlamına gelen “Gachupin” denirdi. Peru’da ise pancar suratlı anlamına gelen “Chapeton” diye çağırılıyorlardı.
(10) Şipşirin Afrika’sından asırlar boyu hor ve hakir bir şekilde, hayvanlardan daha kötü bir muameleye tabi tutularak Avrupa ve Amerika pazarlarında satılıp, ucuz işçi veya karın tokluğuna çalıştırılması bile çok görülüp İngiltere’nin yollarında, Fransa’nın maden ocaklarında, Amerika’nın uçsuz bucaksız tarım alanlarında ölünceye kadar köle olarak çalıştırılan bu siyah derili insanlar, sözde beyaz ırkla karışıp melezleşerek kozmopolit bir toplum meydana getirirler korkusuyla gerçekte ise, beyaz adamların Batı Afrika’da yapamayacaklarını, Amerika’da Amerikan dil, din ve kültürünü tamamen benimsemiş Zenci Amerikalıların eski vatanlarına kendi ırktaşları olan Liberyalıları kısa yoldan medenileştirme(!) ve Amerika’nın hizmetine takdim etme ameliyesini ifa ettirme gayesiyle eski topraklarına geri getiriliyorlardı. İşte bu düşünceyle hayvanlar gibi gemilere doldurularak öz yurtlarından alınıp Yeni Dünya’nın insan pazarlarında satılan bu insanlar azad edilmiş Amerikalı Zenciler(!) olarak, efendileri tarafından (Latince Liber:Hür) hür ülke adı verilen Liberya’ya yine gemilerle, yine zorla getiriliyorlardı. 1862-1867 yıllarında yaklaşık 10 bin Amerikalı Zenci Liberya’ya getirildi. İşte bütün bu hususiyetlerinden dolayı Amerika’nın Afrika’daki bir vilayeti durumundaki Liberya, Batı Afrika’da Atlas Okyanusu kıyısında, Sierra Leone, Gine ve Fildişi Kıyısı ülkeleriyle çevrili bir cumhuriyettir. 1822 yılında Amerikan Kolonizasyon Derneği’nin (American Colonization Society) teşebbüsüyle Amerika’dan gönderilen azaldı Zenciler tarafından kurulan Liberya’nın başkenti Monrovia ise ismi Amerika’nın beşinci Cumhurbaşkanı James Monroe döneminde kurulduğu için cumhurbaşkanının isminden almıştır. Afrika Kıtası’nda kolonileştirilmemiş tek devlet(!) ünvanına sahip olduğu gibi, 1957 yılına kadar Afrika’nın tek bağımsız devletiydi(!)
(11) Beyaz Hıristiyanlar dünyanın kanını emerken, bunun korkunç faturası mazlum milletlere çıkar. Afrika’da bulunan ve Dürüst İnsanların Ülkesi manasına gelen Burkine Faso(Yukarı Volta) yeryüzünde insan ömrünün en kısa olduğu ülkedir. Nüfusunun % 70′i 30 yaşın altında olan bu zavallı ülkede kadınların ortalama ömrü 44, erkeklerin ise 40′tır. Neredeyse Avrupalıların yarısı kadar. Haç, Dürüst İnsanların Ülkesi’ne genç yaşta ve yakışıklı ölmeyi getirmiştir! İnsan sever Avrupalı köle isyanı korkusuyla köleliği kaldırmak zorunda kaldı. Kaldırdı da ne oldu? Hala Amerika’da Zencilerin adı “Kara Köpek”tir ve Zencilerin kiliseleri dahi ayrıdır. Günümüzde Amerika ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, halka açık tuvaletlerin kapısında “Beyazlara mahsustur siyahlar giremez” yazısına sıkça rastlamak mümkündür.
(12) Halen Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl 2,2 milyon Zenci tutuklanır. Halen 390 bin Zenci, hapishanelerde ya da başka ceza kurumlarında hapsedilmiş durumdadır. Zenci mahpusların yarısı, 30 yaşının altındadır. Bugün idam edilmeyi bekleyen 1500 mahkumun % 45′i Zencidir. “Siyah Avukatlar Ulusal Konferansı”nın eski Ulusal Direktörü Lennx S. Hinds’in belirlediği gibi birkaç yüz dolar çalmaya kalkışan yoksul bir Zencinin hırsızlık suçundan ortalama 94 ile 138 ay arasında hüküm giyme ihtimali % 90′dır. Oysa zimmetine yüz binlerce dolar geçiren bir beyaz yöneticinin ortalama 20 ile 48 ay arasında hüküm giyme ihtimali sadece % 20′dir. Yani, suçlanan kişi kara derili olunca, adaletin gözü kör değildir ve kılıcı keskindir.
(13) Türkiye’de Ortaçağ Sendromu’na yakalanmış kuş beyinliler Fransız Devrimi’ni yere göğe sığdırmazlar. Oysa Fransız Devrimi, İnsan Ve Vatandaş Hakları Bildirisi, köleliği olduğu gibi kabulleniyor ve onun sözünü bile etmiyordu.
(14) Avrupalılar sömürüyü medenileştirmek olarak lanse ediyor ve şöyle diyorlardı: Sonuçta Keşişle kapitalist iki suç ortağı el ele verip dünya ülkelerini sömürmeye ve ülkeleri sömürgeleştirmeye başladılar. Şairler aydınlar sömürüyü bu manada anlıyor, böyle açıklıyorlardı. Yerli bir lehçenin yerine Fransızcayı, İngilizceyi, Hollanda dilini, Portekizceyi öğretmeye gidiyoruz diyorlardı.

(15) Evet Avrupa zihniyeti köle olayına böyle bakıyordu. Peki İslam ve İslam topluluklarında köleliğe bakış ne idi. Bilalı Habeşi İslam olarak kölelikten kurtuldu ve Peygamber Müezzini şerefine nail oldu. Hem de Ş harfini S olarak söyleyebilmesine rağmen. Yani eshedü enne şeklinde okumasına rağmen. İslam Dini köleliği kaldırmak için özendirici tedbirler getirmişti. Kölelere yapılan insanca muameleler neticesinde azad edilen bazı kölelerin ailelerinin yanına gitmektense önceki sahibinin yanında kalmayı tercih ettiklerine şahit olunuyordu. Kur’an’ın El-İnsan Suresi’nde Müslümanlar için “Allah sevgiyle kendilerinin arzuladıkları yiyecekleri dahi fakir esire, yetime yedirirler” denmektedir. Aşağıdaki üç Hadisi Şerif İslam’ın köle ve esirlere bakışını net olarak ortaya koymaktadır. “Onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinize bırakmıştır. Allah kimin elinin altında böyle bir kardeşini bırakmışsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ona gücünü dışında olan zor işleri yüklemesin. Şayet zor bir işin yapılması gerekiyorsa kendisi de ona yardımcı olsun” Bir rivayete gör Ebu Mes’ud El-Ensari der ki: “Benim olan bir köleyi dövüyor idim. Arkamdan: Ey Ebu Mes’ud, bil ki senin ona yeten gücünden, Allah’ın gücü sana daha yeterlidir.” Diyen bir ses işittim. Döndüm baktım ki, söyleyen Allah’ın Resûlü Hz. Muhammed’dir. Hemen: “Ey Allah’ın Resûlü, onu Allah rızası için derhal hür bırakıyorum.” Dedim. “Eğer hür bırakmamış olsaydın, Cehennem sana muhakkak uğrayacaktı.” Diye cevap verdiler. “Kölesini öldüren kimseyi öldürürüz. Kölesini hapis eden kimseyi hapis ederiz. Kölesini hadımlaştıran kimseyi hadımlaştırırız.”
(16) Bizim bu bakışımızı hayranlıkla ifade eden Avrupalılarsa şöyle diyorlar: Fransız yazar D’Ohsson, 1791′de Paris’te yayınladığı Tableau General De L’Empire Othoman isimli eserinin 4. cildinin 381. sayfasında şöyle diyor: “Dünyada esirlere, kölelere, cariyelere ve hatta kürek mahkumlarına Müslüman Türklerden daha iyi muamele den bir millet daha yoktur.” Türk ve İslam düşmanlığıyla tanınan Baron De Tot 1785 yılında yayınlanan Memorye Surles Turcs isimli eserinin 2. cildinin 251. sayfasında şöyle demektedir: “İtiraf etmeliyiz ki, köleleriyle cariyelerine fena muamele edenler yalnız Avrupalı Hristiyanlardır.”


MÜSLÜMANLAR YALAN SÖYLÜYOR HRİSTİYANLIK SEVGİ DİNİDİR İŞTE İSPATI (İNCİLDEN SEVGİ AYETLERİ)

“Ve Allahın Rabbin sana teslim edeceği bütün halkları bitireceksin ve gözlerin onlara acımayacak…. O şehrin ahalisini mutlaka kılıçtan geçireceksin onu ve onda olan her şeyi ve hayvanlarını tamamen yok edeceksin.” (Tesniye 7/16; 13/15)

“Parlayan kılıcımı bileyip yargılamak için elime alınca düşmanlarımdan öç alacağım benden nefret edenlere karşılığını vereceğim. Oklarımı kanla sarhoş edeceğim. Kılıcım öldürülenlerin ve tutsakların kanıyla düşman önderlerinin başlarıyla ve etle beslenecek.” (Tesniye 32:41-42)

"Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde önünüzden birçok ulusu -Hititler'i Girgaşlılar'ı Amorlular'ı Kenanlılar'ı Perizliler'i Hivliler'i Yevuslular'ı sizden daha büyük ve daha güçlü yedi ulusu- kovacak.
Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde onları bozguna uğrattığınızda tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız onlara acımayacaksınız.
Kız alıp vermeyeceksiniz. Kızlarınızı oğullarına vermeyeceksiniz; oğullarınıza da onlardan kız almayacaksınız.
Çünkü onlar oğullarınızı beni izlemekten saptıracak başka ilahlara tapmalarına neden olacaklardır. O zaman RAB size öfkelenecek ve sizi çabucak yok edecek." (Tesniye 7:1-4)

“Eriha Kenti’nin kapıları İsrailliler yüzünden sımsıkı kapatılmıştı. Ne giren vardı ne de çıkan. RAB Yeşu’ya “İşte Eriha’yı kralını ve yiğit savaşçılarını senin eline teslim ediyorum” dedi. (İsrailli) halk bağırmaya başladı kahinler de borularını çaldılar. Boru sesini işiten halk daha yüksek sesle bağırdı. Kentin surları çöktü. Herkes bulunduğu yerden dosdoğru kente girdi. Böylece (İsrailliler) kenti ele geçirdiler. Kadın erkek genç yaşlı küçük ve büyük baş hayvanlardan eşeklere dek kentte ne kadar canlı varsa hepsini kılıçtan geçirip yok ettiler. Sonra kenti içindekilerle birlikte ateşe verdiler. Ancak altını ve gümüşü tunç ve demir eşyayı RAB’bin Tapınağı’nın hazinesine koydular.” (Yeşu 6: 1-26)

“Bütün İsrail Ay kentine döndü ve ahalinin hepsini kılıçtan geçirdiler ve o gün erkeklerden ve kadınlardan öldürülenlerin hepsi onikibin kişiydi.” (Yeşu 8:24-26)

"Ve Yeşu o günde Makeda’yı aldı onları ve onda olan tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı. Ve Yeşu ve kendisiyle beraber tüm İsrail Makkeda’dan Libna’ya geçti ve Libna’ya karşı cenk etti onları ve onda olan tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı.(…)

Ve Yeşu ve kendisiyle beraber tüm İsrail Libna’dan Lakiş’e geçti ve Lakiş’e karşı cenk etti onları ve onda olan tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı.

Ve Yeşu ve kendisiyle beraber tüm İsrail Lakiş’ten Eglon’a geçti ve ona karşı cenk etti onları ve onda olan tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı.

Ve Yeşu ve kendisiyle beraber tüm İsrail Eglon’dan Hebron’a çıktı ve Hebron’un tüm kentlerini ve oradaki tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı.

Ve Yeşu ve kendisiyle beraber tüm İsrail Debir’e döndü ve tüm kentlerini ve oradaki tüm canları yok etti artakalan kimse bırakmadı.

Ve Yeşu tüm diyarı dağlık bölgeyi güneyi Şefela’yı ve yamaçları ve tüm kralları vurdu İsrail’in Allahı Rabbin emrettiği artakalan kimse bırakmadı ve tüm nefes sahiplerini yok etti. Ve Gazze’ye kadar ve Gibeon’a kadar tüm Goşen diyarını vurdu.” (Yeşu 10:28-41 den kısaltılarak alınmıştır)

“İşte Erden (Şeria) ırmağından batıya doğru büyük denize (Akdeniz) kadar kırmış olduğum tüm milletlerin arazileri ile geriye kalan milletlerin arazilerini boylarınız için miras olarak kurayla böldüm. (…) ve Allahınız Rabbin size söylediği gibi onların ülkesini mülk edineceksiniz” (Yeşu 23: 4-5)

"Kral Ahaz'ın öldüğü yıl gelen bildiri:

Ey Filistliler sizi döven değnek kırıldı diye sevinmeyin. Çünkü yılanın kökünden engerek türeyecek
Onun ürünü uçan yılan olacak.

Yoksulların en yoksulu doyacak Düşkünler güvenlikte yatacak.
Ama sizin kökünüzü kıtlıkla kurutacağım
Sağ kalanlarınız da ölecek.

Ulumaya başla ey kapı! Ey kent feryat et! Ey Filistliler eridiniz baştan başa.
Kuzeyden toz duman yükseliyor
Düşman askerleri sıra sıra geliyor.

O ulusun elçilerine ne yanıt verilecek? "RAB Siyon'un temelini attı
Halkının düşkünleri oraya sığınacak" denecek." (Yeşaya 14:28-32)

"Ey uluslar işitmek için yaklaşın! Ey halklar kulak verin!
Dünya ve üzerindeki herkes
Yeryüzü ve ondan türeyenlerin hepsi işitsin!

RAB bütün uluslara öfkelendi Onların ordularına karşı gazaba geldi.
Onları tümüyle mahvolmaya
Boğazlanmaya teslim edecek.

Ölüleri dışarı atılacak Pis kokacak cesetleri;
Dağlar kanlarıyla sulanacak." (Yeşaya 34:1-3)

"Ben Her Şeye Egemen RAB Gazaba geldiğim öfkemin alevlendiği gün
Gökleri titreteceğim yer yerinden oynayacak.

Herkes kovalanan ceylan gibi Çobansız koyunlar gibi halkına dönecek
Ülkesine kaçacak.


DoldurSepete.com
Türkiye'nin yeni alışveriş sitesi. Binlerce ürün size özel fiyatlarla

Yakalananın bedeni delik deşik edilecek Ele geçen kılıçtan geçirilecek.

Yavruları gözleri önünde parçalanacak Evleri yağmalanacak
Kadınlarının ırzına geçilecek." (Yeşaya 13:13-16)

"Ey Filist ülkesi Kenan RAB'bin yargısı sana karşıdır. Hepinizi yok edecek RAB Ülkede yaşayan kimse kalmayacak." (Sefanya 2:5)

"İnsanoğlu Egemen RAB şöyle diyor: Her çeşit kuşa ve yabanıl hayvana seslen: 'Sizin için hazırlayacağım kurbana İsrail dağları üzerindeki büyük kurbana gelin her yandan toplanın! Orada et yiyecek kan içeceksiniz.
Başan'ın besili hayvanlarının -koçların kuzuların tekelerin boğaların- etini yiyip kanını içer gibi yiğitlerin etini yiyecek dünya önderlerinin kanını içeceksiniz.
Sizin için hazırlayacağım kurbandan doyana dek yağ yiyeceksiniz sarhoş oluncaya dek kan içeceksiniz.
Soframda atlardan atlılardan yiğitlerden ve her çeşit askerden bol bol yiyip doyacaksınız. Egemen RAB böyle diyor" (Hezekiel 39:17-21)

"RAB'bin Musa'ya verdiği buyruk uyarınca Midyanlılar'a savaş açıp bütün erkekleri öldürdüler.
Öldürdükleri arasında beş Midyan kralı -Evi Rekem Sur Hur ve Reva- da vardı. Beor oğlu Balam'ı da kılıçla öldürdüler.
Midyanlı kadınlarla çocuklarını tutsak alıp bütün hayvanlarını sürülerini mallarını yağmaladılar.
Midyanlılar'ın yaşadığı bütün kentleri obaları ateşe verdiler.
İnsanları hayvanları yağmalanmış bütün malları yanlarına aldılar.
Tutsaklarla yağmalanmış malları Şeria Irmağı'nın yanında Eriha karşısında Moav ovalarındaki ordugahta konaklayan Musa'yla Kâhin Elazar'a ve İsrail topluluğuna getirdiler.
Musa Kâhin Elazar ve topluluğun önderleri onları karşılamak için ordugahın dışına çıktılar.
Musa savaştan dönen ordu komutanlarına -binbaşılara yüzbaşılara- öfkelendi.
Onlara "Bütün kadınları sağ mı bıraktınız?" diye çıkıştı
"Bu kadınlar Balam'ın verdiği öğüde uyarak Peor olayında İsrailliler'in RAB'be ihanet etmesine neden oldular. Bu yüzden RAB'bin topluluğu arasında ölümcül hastalık başgösterdi.
Şimdi bütün erkek çocukları ve erkekle yatmış kadınları öldürün.
Yalnız erkekle yatmamış genç kızları kendiniz için sağ bırakın." (Sayılar 31:7-18)

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...