6 Şubat 2012 Pazartesi

Hz Üzeyir Tanrılaştılması, Allahın Ogludur Meseleri,Hayatı(Hristiyanların Olmadıgını İdda ettikleri Kanıtlar)

Hz. Üzeyir (A.S.)
Hz. Üzeyir (Arapça:عزير, Üzeyir, Üzeyr; İbranice: עֶזְרָא, Ezra, Azra, İngilizce: Ezra, Ezrah, Yunanca: Έσδράς),
 İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerdendir. Hz. Üzeyir, daha önce kaybolmuş Tevrat'ı yeniden keşfeden, ilhama dayanarak onu yeniden ortaya çıkaran bir insan olarak bilinmektedir. Hz. Musa'dan daha önce gelmese de, Tevrat'a olan bu hizmeti sayesinde Yahudilerin kalbinde taht kurmuştur.
Etimoloji
Hz. Üzeyir'in adı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Bazı alimlere göre onun adı, Arapça bir isimdir. Diğer bazı alimlere göre ise, "Üzeyir" kelimesi, Arapça değil, İbranice'dir.

İbranice'de "Üzeyir" kelimesinin karşılığı "Azra" ya da "Ezra"dır. Tevrat'ın bu dildeki nüshasında böyle geçmektedir.[4]
Bu kelime, "yardım Tanrı'nın yardımı" anlamına gelmektedir. Kitap-ı Mukaddes'te adını taşıyan bir bölüm bulunan Hz. Üzeyir, kâhin yazıcı Rabbin emirlerinin ve sözlerinin yazıcısı olarak tanıtılmaktadır. (Ezra 7:11)
Soyu
Hz. Üzeyir, Hz. Harun'un neslinden gelmektedir.
Hayatı
Hz. Süleyman, Mescid-i Aksa'yı yaptırdıktan sonra Tevrat, "On Emir", diğer emanetler ve içinde "On Emir"in yazılı olduğu levhaların bulunduğu Tabut-u Sekîne'yi, yani "Kutsal Ahit Sandığı"nı bu mabedin bir odasına koydurmuştu. Hz. Süleyman'ın vefatından sonra Yahudiler, iki devlete ayrıldı. 10 kabile, İsrail Devleti'ni, diğer 2 kabile de Yahuda Devleti'ni kurdu.
İsrail Devleti, M.Ö. 721'de Asurîler tarafından yıkıldı. M.Ö. 586'da da Babilliler, Yahuda Devleti'ne son verdiler. Asûrîler, Babil'i işgal etti. 587'de Asûrî hükümdarı Buhtunnasar, Kudüs'ü yakıp yıktı. Yahudilerin bir çoğunu öldürdü.
II. Nebukadnezar (Buhtunnasır, Nebucco); Beytü'l-Makdîs'i yıktığı zaman, İsrailoğulları'nın Tevrat okuyanlarından ve bilginlerinden öldürdüğü 40.000 kişi arasında, Hz. Üzeyir'in babası ve dedesini de vardı. O sırada, küçük bir çocuk olan Hz. Üzeyir, yaşından dolayı öldürülmekten kurtuldu. Kendisinin, Tevrat okuduğunu bilmiyorlardı. İsrailoğulları'ndan alınan esir çocuklarla birlikte, o da, Bâbil'e götürüldü.
İşgal, yakıp yıkma hengâmında, o zamana kadar bozulmadan muhafaza edilen Tevrat da yakılıp yok edilmişti. Bu gerçek Tevrat, çok büyük olup hiç kimse ezberleyememişti. Ancak, Hz. Üzeyir ezberlemişti. Zaten kavminin içinde bilgin bir kimse olarak bilinmekteydi. O, sürgün ve yıkım esnasında bile insanlara moral vermeye çalışarak, içinde bulundukları sıkıntıların birgün sona ereceğini söyledi ve dertlerine derman olmaya, teselli vermeye çalıştı.
Buhtunnassar'dan sonra Keldani Devleti, bir süre daha Babil'de hüküm sürdü. Sonra Keyaniyen, İran'da kurulan Keldani Devleti'ni yıktı. Böylece İsrailoğulları, hürriyete kavuşup Kudüs'e döndüler.
İsrailoğulları, Beytülmakdis'e döndükleri zaman, yanlarında Tevrat yoktu. Çünkü, Beytülmakdis'te bulunan şeyler alınırken, Tevrat da, ellerinden alınıp yakılmış ve yok edilmişti. (Ya da kaybolmuştu) Yüce Allah, İsrailoğulları için, Tevrat'ı, yenilesin ve bu, kendileri için de, bir mucize olsun diye Hz. Üzeyir'i gönderdi. O da, onlara, Tevrat'ı okuyup yazdırdı, ve: “Tevrat, işte, budur!” dedi. İsrailoğulları; Tevrat'taki helalleri, haramları, yeniden öğrenmiş oldular ve Hz. Üzeyir'e de, hiç bir kimseye göstermedikleri sevgiyi gösterdiler. O da, onları, düzeltti. Bu olay, şu kıssayla anlatılır:
Hz. Üzeyir, merkebi ile Kudüs'e giderken, yol üzerinde bir köye uğrar; ama, köy, köy olmaktan çıkmış, bir düşman istilası sonucu tam bir vahşet sergilenmiştir. Bunu gören Hz. Üzeyir, büyük bir yeis içinde iken, halisane niyetle de olsa, büyük bir gaf yaparak, şöyle demiştir."Taş taş üstünde kalmamış, bu hayattan eser kalmayan yeri Allah nasıl ihya edecek, nasıl diriltecek? Acaba ben görür müyüm? Yahut giden gelir mi? Bunun ihyasına ümit yok?" diyordu.(Bakara-259)

Allah, bu hatasının cezası olarak, ve nasıl ihyaya kadir olduğunu, numune olarak Hz. Üzeyir'e 100 sene süren bir ölüm müddeti sonunda tekrar diriltti ve; "Ne kadar kaldın?" diye sordu. Hz. Üzeyir, "Bir uyku kadar, bir gün, yahut bir günün bir kısmı kadar kaldım." dedi. Cenab-ı Hak, merhameten hakikati anlatıp; "Hayır, tam yüz sene kaldın. Bak kudretimin, sana ufak bir nişanı, seni ecelin geldiği için öldürmedik, seni sırf nas'a (insanlara) aşikar görünür bir ayet, bir delil olsun diye, öldürüp dirilttik. Kemiklere bak, onlara nasıl et giydiriyoruz." (Bakara 259)
Hz. Üzeyir, uyuduğu zaman sabah vakti idi, uyandığında ise güneş batmamıştı. Ancak geçen zaman, 100 yıldı. Bu arada Buhtünnasr ölmüş, bütün esirler serbest kalarak Kudüs'e dönmüşlerdi. Mescid-i Aksâ tâmir edilmiş ve bütün şehir, tekrar mâmur hâle gelmişti.
Merkebine binen Hz. Üzeyir, Kudüs'e gitti. Ancak, her şey ve insanlar değiştiği için kimseyi tanımadı. Yaşadığını tahmin ettiği mahalleye gitti. Orada çok yaşlı bir kadın bulunmaktaydı. Kadına, Üzeyir'in evini sordu. Kadın, evi gösterdiği gibi, Üzeyir'in hizmetçisi olduğunu da söyledi ve çoktan kayıp olduğunu bildirdi. Hz. Üzyir, kadına Üzeyir'in kendisi olduğunu söyledi. Kadın mucize isteyince de Cenâb-ı Hakk'ın izniyle kadının gözlerini iyileştirdi.
Hz. Üzeyir'in mucizesiyle iyileşen kadın, gidip yakınlarına haber verdi. Bu arada, Hz. Üzeyir'in oğulları ve akrabaları çevresine toplandı. Hz. Üzeyir, oğluna göre çok daha genç görünmekteydi. Oğlu ve akrabalarına kendisini tanıttı. İnsanları hidâyete dâvet etmek için, sadece kendisinin ezbere bildiği ve yıllar öncesinden yok edilmiş bulunan Tevrat'tan âyetler okumaya başladı. Yazmayı bilenler okunanları kayda geçirdiler. Bu arada, çok yaşlı birisi yanlarına yaklaşıp dedeleri tarafından Tevrat'ın kendi üzüm bağlarının bulunduğu yerde toprağa gömüldüğünü, ancak, tarlalarının neresi olduğunu bilmediğini, tarlanın yerini bilen varsa söylemelerini istedi. Bunun üzerine, topluluğun içinden yeri bilenler ayrılarak söz konusu yere gittiler. Kazı sonucu yaşlı adamın dediği gibi, Tevrat'ı buldular. Bulunan Tevrat'ın âyetleri ile Hz. Üzeyir tarafından okunan ve yazılmış bulunan âyetlerin aynı olduğu müşahede edildi. Hz. Üzeyir, Yüce Allah tarafından rûhu kabzolununcaya kadar, Kudüs'te İsrailoğulları'yla beraber oturdu.
Vefatı
Hz. Üzeyir, epey zaman Kudüs'te oturdu ve halk, kendisine çok muhabbette bulundu. Kudüs, tekrar mamur edildi. 40 yıl daha yaşayarak 100 yaşında iken vefat etti.
Hz. Üzeyir'in "Tevaim Azra" ya da "Uza" adında bir kardeşi vardı. Tevaim Azra, 200 yaşında iken kardeşi ile beraber aynı gün öldü. Birlikte ölümlerinde muhakkak ki bir sebep ve hikmet vardı.
Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun!
Tanrılaştırılması
Hz. Üzeyir'in vefatından sonra İsrailoğulları arasında bir takım bidatler çıktı. Yanlış inançlara saptılar:

«Yüce Allah; Tevrat'ı, kalplerimizden silip giderdikten sonra, onu, bizim aramızdan, Kendisinin oğlundan başka hiç bir kimsenin kalbine koymaz!»

«Uzeyr, Allah'ın oğludur!»
diyecek kadar ileri gittiler.
İbn-i Abbâs'tan gelen rivâyete göre, Allâh teâlâ, İsrâîloğulları'nın Tevrât'ı bırakıp hevâlarına uyduklarını görünce, Tevrât'ın içinde bulunduğu sandığı onlardan aldı, Tevrât'ı da onlara unutturdu. İsrâîloğulları, buna çok üzüldüler. Bilhassa Hz. Üzeyir, Allâh'a çok ibâdet etti; O'na yalvarıp yakardı. Allâh'tan inen bir nûr, onun kalbine girdi. Unutmuş olduğu Tevrât'ı hatırladı. Ondan sonra Tevrât'ı yeniden İsrâîloğulları'na öğretti. Daha sonra Tevrât'ın içinde saklandığı sandık bulundu. İsrâîloğulları, Hz. Üzeyr'in öğrettiği Tevrât'ın aslına uygun olduğunu gördüler ve Hz. Üzeyir'e olan sevgileri daha da ziyâdeleşti. Bu büyük tecellîler karşısında Benî İsrâîl kavmi, daha sonraları bâtıl bir akîdeye kayarak Hz. Üzeyir'e “Allâh'ın oğlu” diyecek kadar ileri gittiler.
Yüce Allah, Yahudilerin ve Hıristiyanların bu husustaki dalâletlerini ve kendilerine inen "Kitap"ları nasıl değiştirdiklerini, Kurân-ı Kerîm'de şöyle açıklar:

«Yahudiler: Uzeyr, Allah'ın oğludur! dedi(ler). Hıristiyanlar da: Mesih (İsâ) Allanın oğludur! dedi(ler). Bu, onların ağızlarıyla (geveledikleri câhilce) sözleridir ki, daha önce küfür edenlerin sözlerini taklit ediyorlar. Hay Allah kahredesi adamlar! (Haktan, bâtıla) nasıl da, döndürülüyorlar! Onlar, Allah'ı, bırakıp Bilginlerini, Rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i tanrılar edindiler. Halbuki, bunlar da, ancak, bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emir olunmamışlardır. O'ndan başka hiç bir İlâh yoktur. O, bunların eş tuta geldikleri her şeyden münezzehtir.» (Tevbe, 30-31)
Bu ifade, vahyedilen önceki mesajların sapkın takipçilerinden söz eden önceki ayetle bağlantılıdır. Şirk ya da tanrılığı ya da tanrılık nedenlerini Allah'tan başkasına yakıştırma ithamı,  burada önceki ayetteki "Allah'ın kendileri için din olarak vaz'ettiği hak dini din olarak benimseyip ona uymayanlar" ifadesine açıklık kazandırmak suretiyle Yahudi ve Hıristiyanlara da yöneltilmektedir.
Hz. Üzeyir'in "Allah'ın Oğlu" olduğu yolunda Yahudilere isnat edilen inanca gelince, belirtilmesi gerekir ki hemen hemen bütün klasik tefsirciler, bütün Yahudilerin değil; yalnızca Arabistan Yahudilerinin böyle bir hurafeyle suçlanmış oldukları konusunda görüş birliği içindedirler. Taberî'nin bu ayeti tefsir ederken kaydettiği İbn-i Abbas'tan rivayet edilen bir hadise göre; bir kısım Yahudi, bir keresinde Hz. Muhammed'e gelerek şöyle demişlerdi:
«Sen, bizim kıblemizi terk etmişken ve Üzeyir'in "Allah'ın Oğlu" olarak görmezken, biz, nasıl uyabiliriz sana?»
Öte yandan Ezra (yani Arap diliyle Uzeyir), bütün Yahudilerin gönlünde saygı ve itibarca müstesna bir yer tutmakta ve onlar tarafından en tazimkar, en abartılı vasıflarla anılmaktadır.
Yahudilerin inancına göre Ezra (Hz. Üzeyir) Babil sürgünü sırasında kaybolduktan sonra Tevrat'ı yeniden toparlayıp cem ve tazim eden, az-çok bugünkü formu ve muhtevasıyla "tedvîn" eden kişidir ve dolayısıyla "sonraki Yahudilik'te hakim olacak olan, kendine has, resmî ve standart Yahudi din kurumunun kurucusudur."
Bugünkü Durum
Her ne kadar bugünkü Yahûdîler, Hz. Üzeyir'e “Allâh'ın oğlu” yakıştırmasını kabûl etmeseler de, o zamanki bir grup Yahûdî, Hz. Üzeyir'e karşı tâzîmde çok aşırıya gitmişler ve içlerinden bazıları O'na bu isnatta bulunmuştur.
Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın harika (babasız) doğuşunu nazara alarak, ona "Allah'ın oğlu" dedikleri gibi, Yahudiler de Hz. Üzeyir'in harika bir tarzda Tevrat'ın yeniden doğmasına vesile olduğu için, ona "Allah'ın oğlu" dediler. Bu tavır, özellikle onun yaşadığı devrin insanları tarafından söz konusudur. Bugünkü Yahudiler ise, yine Tevrat'ın asıl sahibi olan Hz. Musa'yı esas almaktadır. Hz. Üzeyir'i sevmekle beraber, dinlerinin kurucusu ve onları Firavun'un zulmünden kurtaran, harika bir mucize eseri olarak onları Kızıl Deniz'den geçiren Hz. Musa'yı kimse ile kıyaslamayacak kadar üstün görmektedir.
Tartışmalar
Hz. Üzeyir'in adı, Kuran-ı Kerîm'de bir yerde geçmektedir:
«Yahudiler. "Üzeyir, Allah'ın oğludur; dediler. Hıristiyanlar da: Mesih Allah'ın oğludur." dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkâr etmiş (olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah, onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar!.. Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler, Meryem oğlu Mesîh'i de. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. Ondan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.» (et-Tevbe, 30-31).

Burada söz konusu olan Hz. Üzeyir hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunların en meşhuru, İbn-i Abbas'ın rivâyetidir. Buna göre, Yüce Allah, İsrâiloğulları'nın elinde bulunan Tevrat'ı onlardan aldı. Tevrat'ın içinde bulunduğu sandığı kaybettiler. Aynı zamanda Tevrat, zihinlerinden de silindi. İsrailoğulları, buna çok üzüldüler. Bilhassa Hz. Üzeyir, Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarıp yakardı. Allah'tan inen bir nûr, onun kalbine girdi. Unutmuş olduğu Tevrat'ı hatırladı. Ondan sonra Tevrat'ı yeniden İsrailoğulları'na öğretti. Daha sonra Tevrat'ın içinde bulunduğu sandık bulundu. Bunun üzerine Hz. Üzeyir'in öğrettiğinin aslına uygun olduğunu gördüler. Bunun üzerine Hz. Üzeyir'i çok sevdiler. Fakat bu hususta aşırı gittiler. "O, olsa olsa Allah'ın oğludur" dediler.
Bu âyetler, onların bu hususta aşırı gitmelerini ve Hıristiyanların da, "İsa (a.s) Allah'ın oğludur." söylemlerini reddetme mahiyetinde nazil olmuştur. Onların bu sözlerinin batıl olduğu anlatılmış ve Yüce Allah'ın, onların bu iddialarından münezzeh olduğu ifâde edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim âyette görüldüğü gibi İslâm'ım zuhuru sırasındaki Yahudilerin Hz. Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğuna inandıklarını kesin bir ifâde ile haber vermektedir. Ancak bu görüşün bütün Yahudilerin inancı olmaktan ziyâde Peygamberimiz (s.a.v.)'le görüşürken bunu; gündeme getiren Medine Yahudilerine âit bir görüş olduğu ifâde edilmektedir. Klasik müfessirlerin tamamına yakını yalnızca Arabistan'da yaşamakta olan Yahudilerin böyle bir inanca sahip olduklarını kabul ederler. Taberî, bu âyetin tefsirinde Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelen Medineli birkaç Yahudinin; "Sen, bizim kıblemizi terk etmişken ve yine Üzeyir'in Allah'ın oğlu olduğuna inanmazken biz nasıl sana uyabiliriz?" dediğini nakletmiştir. Bu arada Yemenli Yahudilerin ise Hz. Üzeyir (a.s.)'in Mesih olduğuna inandıkları zikredilmektedir.
Bakara sûresinin 259. âyetinde yüz yıl ölü halde bırakılıp diriltildiği açıklananın zatın, Hz. Üzeyir olduğu da, ileri sürülmekte ve “Selef ve Halef Ulemâsının çoğunluğu katında meşhur olan, budur!” denilmektedir.(Uğranılan harap şehir, Beytülmakdis olduğuna göre) Hz. Üzeyir'in oraya, ancak, Buhtunnassar, öldükten sonra geldiği ve kendisinin, Beytülmakdis imar edildiği zaman, İsrailoğullarından, oraya dönen halk arasında bulunduğu da, unutulmamak, göz önünde tutulmak gerekir

Yahudilerin bu hususta aşırı gitmeleri, Kuran'ın başka yerlerinde de tenkit edilmiştir.
«Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için, "Bu, Allah'ın katındandır. " derler. Ellerinin yazarlığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!» (el-Bakara, 2/79)
mealindeki âyette Yahudiler kastedilmektedir. Onların Tevrat'ı tahrif ettikleri, ondan sonra kendileri tarafından yazılan bir kitabı Allah'ın kitabı diye tanıtmaları söz konusudur. Onlar, bu şekilde kitap yazmışlar, Allah'ın kelâmı olarak ileri sürmüşler ve bununla menfaat ile nüfûz sağlamaya çalışmışlardır. Bu âyette, onların bu yaptıkları tenkit edilmektedir.
İkinci rivayete göre Yahudileri ağır bir hezimete uğratan Amâlika kavmi Tevrat'ı da onların elinden almıştır. Bu esnada bâzı âlimler de ellerindeki Tevrat nüshalarını dağlara gömerek ülkeyi terk etmişlerdir. O günlerde hayatının baharında bir delikanlı olan ve zamanını dağlarda ibâdetle geçiren Hz. Üzeyir, mevcudu kalmayan Tevrat'ı onu en iyi bilen kişi olarak yeniden kaleme alır. Geri donen âlimler, gömmüş oldukları Tevrat nüshalarını çıkarıp Hz. Üzeyir'in hafızasına dayanarak yazdığı nüsha ile karşılaştırınca aralarında hiç bir fark olmadığını görüp hayrete düşmüşler ve "Allah, bunu sana ancak O'nun oğlu olduğun için verdi" demişlerdir.
Hz. Üzeyir, İran kralı Artahşaşta döneminde yaşamış bu kral tarafından Yahudi cemâatinin durumunu incelemek onlara Allah'ın şeriatına riâyet etmelerini tavsiye etmek ve Mabedin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak üzere Kudüs'e gönderilmiştir. Hz. Üzeyir, bu yolculuğuna çıkarken Bâbil'e getirilmiş olan Yahudi sürgünlerinden bir gurubu da beraberinde götürme izni alır. Dört ay sonra Kudüs'e ulaşır ve orada putperest kadınlarla evlenmiş olan Filistin Yahudilerinin pek çoğunu bu kadınları boşamaya ikna eder. On üç yıl sonra da Hz. Musa (a.s.)'nın şeriat kitabını getirerek halka okur. (Nehemya 8.)
Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında onun Tevrat'ı yeniden ortaya koyduğu hakkında yaygın bir kanâat vardır. kitap-ı Mukaddes'le ilgili akademik eleştiri faaliyetini sürdüren bâzı araştırmacılar da bu kanâati desteklemişlerdir. Wellhausen, Tevrat'ın temel metninin redaksiyon ve ilânının Hz. Üzeyir tarafından yapıldığını kabul etmiştir. Bu önemli görev tabiatıyla onun mevkiini yükseltmiştir.

Aşağıdaki âyette de, Yahudilerin bu durumu tenkit edilmiştir:

«Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken, dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, "Bu, Allah katındandır. " derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.» (Âl-i İmran, 3/78).

İbn-i Abbas'tan nakledildiğine göre, bu ayette de Yahudiler kastedilmektedir. Buna göre, onlar, Allah'ın kelâmını kaybetmişler. Kendi uydurduklarını Allah'ın kelamı olarak tanıtmaya çalışmışlar. Onların bu yaptıkları, yalan ve uydurmadır.
Diğer taraftan bazı müfessirler Bakara suresinin 259. âyetinde yüz yıl uyutulup tekrar hayata döndürüldüğü bildirilen meçhul şahsın Hz. Üzeyir olabileceğini söylemişlerdir. Bu şahsın Ermiyâ olduğunu kabul edenlere karşı ilk müfessirlerden Katâde İkrime Rebî b. Enes Dahhâk ve Süddî, onun Hz. Üzeyir olduğu görüşünü savunmuşlardır.

Hz. Üzeyir ile ilgili bulunduğu söylenen bu ayet, şöyledir;

«Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatıları duvarları üzerine çökmüş (yıkık dökük olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı. "Ölümünden sonra Allah, bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah, onu öldürdü, 100 sene sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldın burada?" dedi. "Bir gün yahut bir kaç saat" dedi. Allah, ona: "Bilakis 100 sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir âyet (ibret işâreti) kılalım diye (100 sene ölü tuttuk ve sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen, kemiklere bak, onları nasıl birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz." dedi. Durum, kendisince anlaşılınca, "Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmeliyim." dedi.» (el-Bakara, 259).

Bu ayette söz konusu olan zatın kim olduğu hususunda çeşitli rivâyetler vardır. Fakat alimlerin ekseriyetine göre bu zat, Hz. Üzeyir'dir.
Îbnül-Kelbî, bu ayetteki şahsın Ermiyâ (a.s.) olduğuna dair bir rivayet aktarmıştır. Buna göre Allah Tealâ, Ermiyâ'ya Buhtunnasır (Nebukadnezar) tarafından tahrip edilmiş olan Kudüs'ü İmar edeceğini haber verir ve oraya gidip yerleşmesini emreder. Şehre gelen Ermiyâ karşısında bir harabe görünce şaşırır ve kendi kendine şöyle der:

"Sübhânallah! Allah bana bu şehre yerleşmemi emretti ve orayı imar edeceğini haber verdi Şehrin ölümünden sonra Allah orayı ne zaman imar edecek ne zaman ihya edecek!"

Daha sonra eşeği ve azık sepeti de yanında olduğu halde bulunduğu yerde uyur kalır. Uykusu tam 100 yıl devam eder. Bu uzun süre içinde Buhtunnasır ölmüş, yerine oğlu geçmiştir. Adaletiyle meşhur bu yeni hükümdar, Suriye ve Filistin bölgesinin ıssız kaldığını ve yırtıcı hayvanlarla dolduğunu öğrenince babasının Babil'e getirmiş olduğu İsrâiloğulları'na yurtlarına dönme izni verir. Onların başına Hz. Davud'un evlâdından birini tayin eder ve ona Kudüs'ü ve mescidini imar etmesini emreder. Ermiyâ 100 yıl sonra uyandığında şehre bakınca gözlerine inanamaz. Çünkü O, ancak bir gün hatta daha kısa bir süre uyuduğunu sanmaktadır. Bu esnada Allah, ona başından geçeni anlatır ve kendisinin her şeye güç yetireceğini söyler. İbn Kesir Taberi'nin naklettiği bu rivayetin olayların seyrine uygun olduğunu belirtir. Ancak bu şahsın Hz. Üzeyir olduğu rivayetinin daha meşhur olduğuna işaret eder.
Peygamberliği Hakkında İhtilaflar
İsrailoğulları'na  göre meşhur bir peygamber olan Hz. Üzeyir'in adı, Kuran-ı Kerîm'de de geçmektedir. Fakat İslâm'a göre onun peygamber olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır. Bazı âlimler, onun velî bir kul olduğu görüşüne varmışlardır. İbn Kesir'in ifadesiyle meşhur görüş, onun Benî İsrail peygamberlerinden olduğudur. Ancak İbn Abbas Ata b. Ebî Rebah ve Hasen-i Basrî, Hz. Üzeyir'in peygamber olmadığı kanâatindedirler.
Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Üzeyir'in peygamber olup olmadığı hususunda söyle buyurmuştur:
«Bilmiyorum; Üzeyir, peygamber midir, değil midir?" . Bundan dolayı İslam inancında Üzeyir (a.s)'in peygamberliği ihtilaflı kabul edilmiştir.
Yine, Ebu Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Resûlullah (s.a.v.);
«Tübba, (Allah'ın rahmetinden mahrum kalmış) bir mel'un mudur, değil midir bilmiyorum ve Üzeyir, peygamber midir, değil midir (bunu da) bilmiyorum.»
demiştir.

Alimlerin açıklamalarına göre bu hadis-i şerifte söz konusu edilen Tübba'dan maksat, tübbaların en büyüğü ve en ünlüsü olan Esad Ebu Kureyb'dir. Ka'be'ye ilk örtü geçiren kimse budur. Hz. Peygamber (s.a.v.), gönderilmeden 1000 sene önce onun varlığından ve peygamber olarak gönderileceğinden haberdar olup, kendisine iman etmiştir. Fakat, Hz. Peygambere (s.a.v.), onun kendisine iman edip dünyadan mümin olarak gittiği önceleri bildirilmemişti. İşte sözü geçen Tübba'dan bahsedildiği bir sırada onun gerçekten iman şerefiyle şereflenmiş bir kimse mi yoksa iman şerefinden ve dolayısıyla Allah'ın rahmetinden mahrum melun bir insan mı olduğunu bilmediğini ifade etmişti.

Aynı şekilde Hz. Üzeyir (as)'in bir peygamber olup olmadığını henüz bilmediği için onun hakkında da kesin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştı. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) de olsa, gaybı, Allah bildirmedikçe bilemez. Allah bildirirse o da bilir. Ama daha sonra, Allah-u teâlâ Hazretleri, Tübba'nın Müslüman olduğunu ve dünyadan mümin olarak gittiğini bildirmiş, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Hz. Üzeyir'in Allah'ın peygamberlerinden bir peygamber olduğunu ümmetine açıklamıştır. Nitekim bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in:
«Tübba'ya sövmeyiniz. Çünkü, o Müslüman olmuştur.»
dediği rivayet edilmektedir.
Bu ve benzeri rivayetleri esas alan bazı alimlerimiz, Hz. Üzeyir'in de peygamber olduğunu kabul etmişlerdir.

Peygamber olsun veya olmasın; Hz. Üzeyir, Allah'a tam manasıyla inanmış, kamil imân sahibi olan bir zattı. Hayatı boyunca, Allah'ın rızasını kazanmak için şerden kaçmış, hayra koşmuştur. Çevresindeki insanları da bu şekilde inanmaya ve Allah'ın emir ile yasaklarına riâyet etmeye davet etmiştir.
RUHBANLILIĞI KENDİLERİ UYDURDULAR AMA ONA GEREĞİ GİBİ DE UYMADILAR
9 Aralık 2010 Perşembe, 15:10 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
Biraz uzun olan ama, okudukça açılan ve hem şaşırtan hemde 'ruhbanlık' hakkında bilmediğimiz gerçekleri haber veren çok güzel bir açıklama (tefsir)

Sonra onların izleri üzerinde peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık.51 (Bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı52 ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için (türettiler)53 ama buna da gerektiği gibi uymadılar.54 Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır. (hadid-27)
Aşağıdaki yazı da; yukarıda ki ayetin açıklamasını okuyacağız...

"Ruhbaniyet" korku anlamındadır ve R-H-B'den türemedir. Ayrıca "Rahbaniyet" de deriz. Rahip ise, "korkan kimse" demektir. Dolayısıyla "Ruhbaniyet", "korkan kimselerin yolu" anlamında kullanılır. Istılahi anlamıyla; korku dolayısıyla dünyaya sırt çevirmek, nefsin zaaflarından dolayı ormanlara, dağlara çekilebilme vs. olabilir.

53. " ", iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık. Fakat Allah'ın rızasını aramak onlara farzdı." İkincisi, "Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık Fakat onlar Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla, bunu kendilerine farz kıldılar" Açıkça görülmektedir ki, her iki anlam da, ruhbanlığın gayri İslami bir davranış olduğuna ve hak dinlere nisbet edilemeyeceğine delalet etmektedir. Nitekim Rasulüllah (s.a) "İslam'da ruhbanlık yoktur" (Müsned-i Ahmed), "Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihad etmektir" diye buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed, Müsned-i Ebu Yala). Yani bu ümmetin ruhani gelişimi dünyayı terketmekle değil, Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Dolayısıyla İslam ümmetinin fertleri fitnelerden korkmak orman ve dağlara çekilmek yerine fitne ve fesada karşı Allah yolunda mücahede ederek, fitne ve fesadı ortadan kaldırmak durumundadır. Nitekim bir sahabi "Ben tüm gece boyunca namaz kılacağım" derken, başka bir sahabi "Ben hergün oruç tutacağım", başka biri, "Ben hiç evlenmeyeceğim ve kadınlara yaklaşmayacağım" dediğinde, bu sözleri duyan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, ben içinizde Allah'tan en çok sakınanızım. Ancak ben oruç tutar, yemek de yerim, geceleri namaz kılar, uyurum da. Ben kadınlarla da evlerinim. Bu benim yolumdur ve benim yoluma uymayanlar bizden değildir." (Buhari, Müslim). Ayrıca Hz. Enes'in rivayet ettiğine göre Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Nefislerinize zulmetmeyin. Öyle ki bir grup nefislerini zorlamış ve Allah da bunu onlara zorlaştırmıştır. Onların kalıntılarını kilise ve manastırlarda görürsünüz" (Ebu Davud)

Burası önemli
54. Yani, iki kez yanlışlık yapmışlardır. Birincisi; Allah'ın emretmediği bir şeyi nefislerine vacip kılmışlar, ikincisi; Allah'ın rızasını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da verememişlerdir.

Böylece öyle bir dalalete düşmüşlerdir ki, Allah'ın azabını hak etmişlerdir. Bu noktada, izah ettiğimiz hususun iyice kavranması bakımından, Hıristiyanların ruhbanlık ile ilgili tarihsel gelişimlerine değinmek yararlı olacaktır. İşte Başlıyor...

Hz. İsa'dan (a.s) 200 yıl sonrasına kadar Hıristiyanlarda ruhbanlık yoktur. Ancak başlangıcından beri Hıristiyanlık, bünyesinde ruhbanlık gibi bir sapmanın doğmasına müsait bir takım özellikler taşıyordu. İnzivaya çekilmek, dünyaya sırtını çevirerek dervişler gibi yaşamak, hiç evlenmemek, aile hayatı kurmamak, ahlaken mükemmel olmak için çalışmak şeklindeki ruhbanlığın temel özellikleri ve bu tür eğilimleri, daha Hıristiyanlığın başlangıcında mevcuttu. Bilhassa, bekar kalmak, Hıristiyanlıkta bir kutsallık kazanmıştı. Evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak her ne kadar kiliseye hizmet edenler için uygun görülmüşse de, üçüncü asra girerken, bu tür eğilimler bir fitne şeklinde gelişmiş ve ruhbanlık adeta salgın bir hastalık gibi, yayılmaya başlamıştır. Bunun üç tarihsel nedeni bulunmaktadır.

a) Kadim müşrik toplumlarda, şehvet, çirkin ahlak ve dünyaya aşırı derecede meyletmek o derece yayılmış bulunuyordu ki, Hıristiyan alimler bu zaaflara itidal ile karşı koyacaklarına, aynı şekilde aşırı bir tepki göstermişlerdir. Sözgelimi bu aşırılık kadının iffeti konusunda, kadın-erkek arasındaki münasebeti nikah olsa dahi kötü (necis) telakki edecek kadar ilerdeydi. Yine dünyaperestliğe o kadar şiddetle karşılık vermişlerdir ki, dünyada bir şeye sahip olmak, ah-laktan yoksun olmak gibi günah kabul edildi. Yoksulluk ve dünyayı terketmeye eğilim göstermek, onlar nezdinde yegane ölçü addedildi. Ayrıca, müşrik toplumlardaki şehvet ve lezzet düşkünlüğüne karşı çıkmak, dünya nimetlerinden nefsini faydalandırmamak, nefsi öldürmek ahlaken üstün bulunurken, kişinin kendi nefsine her türlü eziyeti yapması, ruhsal yücelişin ispatı sayıldı.
b) Hıristiyanlar güçlü oldukları düzenlerde, dinlerini yaymak hevesiyle, bu dini kabul eden toplumların revaç bulmuş inançlarını Hıristiyanlığa sokmaktan çekinmemişlerdir. Evliya olarak kabul edilen kimselere tapmak, eski tanrılara tapınmanın yerini alırken, Horus ve İsis putlarının yerine, İsa ve Meryem Ana putları, Romalıların ekin tanrısının (Saturnaia) yerine "Noel Baba" konulmuştur. Ayrıca önceki putperest dinlerde ilgi bulan üfürükçülük, muskacılık vs. gibi hurafeler, Hıristiyan din adamları tarafından deruhte edilmeye başlanmıştır. Böylece dünyadan elini eteğini çekip sefil, çıplak bir şekilde kuyu içlerinde yaşayan, dağlar arasında dolaşan derviş kimseler, halk nezdinde kutsal, ermiş, evliya imajı alırken, Hıristiyanlıkta ideal prototip olmuşlardır.
Bu kimselerin hikaye ve menkıbeleri, olağanüstü marifet ve kerametleri Hıristiyanlar arasında, bizdeki "Tezkiretul-Evliya" türü kitapları meydana getirmiştir.

c) Hıristiyanlıkta şeriatın belirli sınırları olmadığı gibi, tutarlı bir yolu da yoktur. Musevi şeriat terkedildiğinden ve Kitab-ı Mukaddes kamil bir yol göstericilik yapamadığından, Hıristiyan alimler, filozoflardan ve diğer milletlerin inançlarından etkilenerek dinlerine her türlü bid'atı sokmuşlardır. İşte ruhbanlık da bu bid'atlerden birisidir. Hıristiyan alim ve din adamları, bu düşünceyi kendi dinlerinin rahiplerinden, Hint Yogi ve dervişlerinden, kadim Mısır fakihlerinden, İran'daki Maniheistlerden ve Yunan filozoflarından etkilenerek ortaya koymuşlardır. Böylece nefsi tezkiye etmeyi ve ruhsal ilerlemeyi, Allah'a yakınlaşmaya vesile olarak kabul etmişlerdir. Bu dalalete düşen kimseler sıradan kimseler olmayıp, üçüncü asırdan, yedinci asra kadar (ki Kur'an bu asırda nazil olmuştur) batı ve doğuda önde gelen Hıristiyan din adamları, önder kabul edilmiş kimselerdi. (Saint Atanasius, Saint Bastil, Saint Gragory, Saint Nazianazin, Saint Craysistum, Saint Embroz, Saint Jerom, Saint Agustain, Saint Benedik, Büyük Gregory). Bu kimselerin tümü rahiptir ve Hıristiyanlığa ruhbanlığı sokup onu yayanlar da bunlardır.

Tarihi bilgiler, Hıristiyanlıkta ruhbanlığın öncülüğünü yapanın Sn. Antony (MS. 250-350) olduğunu bildirmektedir. Kendisi ilk Hıristiyan rahiptir ve Kayyum bölgesinde, bugün Darul-Meymun olarak bilinen Pespir'de ilk manastırı kurmuştur. İkinci manastır ise Kızıldeniz sahilinde Mar Antonius'ta kurulmuştur. Hıristiyan ruhbanlığının ilke ve esasları, Sn. Antony'nin ortaya koyduğu öğretiye dayanır. Onun öncülük etmesiyle Mısır'da ruhbanlık adeta bir çığ gibi büyüyüp, yayılmaya başlamış ve peşisıra rahip ve rahibelere her yerde manastır kurulmuştur. Bu manastırlar yaklaşık 3000 rahibi barındırabilecek kapasitededir. M.S. 325'te Mısır'da başka bir Aziz "Pahumius", rahib ve rahibelere 10 adet manastır yaptırmıştı. Daha sonra Şam, Filistin, Afrika, Avrupa ve diğer bölgelere kadar yayılmışlardır. Kilise, bu olayı önce şaşkınlık içinde izlemişti. Çünkü Kilise'ye göre, dünyaya sırt çevirmek, evlenmemek, mal sahibi olmamak ruhani ideal olarak tasvip görüyor ise de, rahiplerin düşündüğü gibi tüm bunlar günah sayılmıyordu. Ancak sonuçta, Sn. Atanasius (öl. 373), Sn. Bastil (öl. 379), Sn. Agustain (öl. 430) ve Büyük Gregory (öl. 609) gibi kimselerin gayretleriyle bu düşünceler meşruiyet ve resmilik kazanmıştır.

Ruhbanlık bid'ati ile ilgili bir takım hususlara değinmek istiyorum.

a) Kişinin bedenine eziyet etmesi, takva ölçüsü olarak kabul edildiğinden, rahipler kendilerine eziyet etmede adeta yarışıyorlardı. Hıristiyanların, azizlerin hayatını konu alan menakıb kitaplarında bu olaylar şöyle nakledilmiştir: İskenderiyeli Sn. Makarios, sürekli üzerinde 20 kiloluk yük taşırdı. 6 ay bataklıkta yaşadı, öyle ki zehirli sinekler, onun çıplak vücudunda ısırmadık yer bırakmamışlardı. Halefi (takipçisi) Sn. Yusavius şeyhinden de ileri giderek üzerinde devamlı 75 kiloluk yük taşımış ve 3 yıl kurumuş bir kuyu içinde yaşamıştır. Bu süre içinde ise, sadece kokmuş mısır yemişti. Sn. Besarius 40 gün dikenler üzerinde yatmış ve 40 sene sırtını yere koymazken, Sn. Pahamius ise, 15 sene (başka bir kaynağa göre 50 sene) sırtını yere koymamıştır. Sn. John 3 sene ayakta durmak suretiyle ibadet etmiş ve bu 3 sene içinde hiç oturmamıştır. Yalnız bazı zaman dinlenmek için duvara dayandığı olurdu. Ayrıca sadece pazar günleri kendisine sadaka verilen yiyeceği yerdi. Sn. Samius Astalit (390-449) Hıristiyanların büyük azizlerinden kabul edilirdi. O her paskalyanın 40 gün öncesinden başlayarak ağzına hiç bir şey koymazdı. Bir defasında tam bir sene tek ayağı üzerinde dikildi. Zaman zaman manastırından ayrılarak kuyu içinde yaşardı. En sonunda Şam'da Siman kalesinin yanında 60 fitlik bir sütun yaptırmış ve onun üstündeki sadece 3 fit'lik açık bir alan üzerinde yağmur, güneş, soğuk, sıcak altında 30 sene hiç aşağıya inmeden yaşamıştır. Yemeğini, müridleri sütunun tepesine merdiven ile çıkarak ona verirler pisliklerini temizlerlermiş. Daha sonra kendisini bir iple bu sütuna bağlamış ve kurtçuklar etini yemeye başlamış. Şayet bir kurtçuk onun yarasının üstünden düşerse, onu yerden alır ve yeniden yarasının üstüne koyarak, "Allah'ın verdiği rızkı yiyin" dermiş.(Arkdaşlar buradaki "Allah ın verdiği rızkı yiyin" ifadesi,peygambermiz olan Eyyüp a.s'a iftira edilmeye çalışılıyor. Bilen bilir. bu kurt hikayesindeki sözü onun da söylediği söylenir. Dikkat etmek lazım. Böyle bir şey yoktur) Oldukça uzak bölgelerden gelerek bu şahsı ziyaret eden Hıristiyanlar, ölümünden sonra onu, Hıristiyanlığın en büyük ve kutsal azizi olarak kabul etmişler ve diğer aziz adaylarına bir örnek olarak göstermişlerdir.

O dönemde yaşayan azizler hakkında bu türden birçok menkıbeler anlatılmıştır. Bazılarının 30 sene hiç konuşmadıkları, ormanlarda ot, yaprak vs. yiyerek yaşadıkları, üzerinde sürekli yük taşıdıkları, hatta kendi bedenlerine uzuvlarını bağlıyarak işkence ettikleri, bazılarının hayvanların barındığı yerlerde, kurumuş kuyularda, eski mezarlarda yaşadıkları, yine bazılarının sürekli çıplak dolaşıp, vücutlarını saçlarıyla örttükleri, yürüyeceklerine, yerde yuvarlandıkları vs. nakledilmiştir. Ben şahsen, Sn. Katrin manastırında kemiklerle dolu bir kütüphane gördüm. Orada azizlerin kafatasları, el, ayak kemikleri ve hatta cam muhafazalar içinde iskeletleri teşhir ediliyordu.

b) Bu kimselerin bir diğer özelliği, sürekli pislik içinde yaşamak ve temizlenmekten şiddetle kaçınmaktır. Çünkü yıkanmayı ve suyun bedene dokunmasını takva ile bağdaştıramıyorlar, bedenin temizlenmesinin, ruhun pislenmesi demek olduğuna inanıyorlardı. Sn. Atannasius, Sn. Atony'nin ömrü boyunca ayaklarını yıkamadığını öğünerek yazar. Sn. Abraham Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, 50 sene ayaklarını ve yüzünü yıkamamıştır. Yine meşhur rahibe Bakire Silviya, tüm hayatı boyunca parmakları dışında hiç bir yerine su dokundurmamıştır. Bir manastırdaki 130 rahibenin, hiç bir zaman ayaklarını yıkamadıkları ve banyo adını duysalar ürperdikleri övünçle kaydedilmiştir.

c) Hıristiyan ruhbanlığı, evliliği ve aile hayatını fiilen haram kılarak, acımasızca nikah bağlarını koparmıştır. Öyle ki 4. ve 5. asırlarda "bekar kalmak" en yüce ahlaki erdemlerden biri olarak kabul ediliyordu. Onlara göre iffetli olmanın anlamı, cinsel ilişkiden kaçınmak ve evlenmemekti. Hatta nikahlı olsalar bile kadın-erkek ilişkisi onların iffet telakkilerine tersti. Çünkü pâk ve temiz bir ruhsal terakki, nefsi öldürmeyi gerekli kıldığından, lezzet ve zevklerden uzak kalınmalıydı. onlara göre, maddi istekleri yok etmek, insanın hayvani arzularını öldürmek demekti. Dolayısıyla lezzet ve günah aynı şeylerdi. Öyle ki, bir şeyden memnuniyet duymak, hoşlanmak, Allah'ı unutmak anlamına geliyordu. Bu yüzden Sn. Bastil, gülmeyi ve tebessüm etmeyi daha yasaklamıştır. Yine aynı nedenler dolayısıyla bir erkek ile kadının evlenmesi kötü bir fiil olarak kabul görüyordu. Rahipler için değil evlenmek, bir kadının yüzüne bakmak bile günahtı. Nitekim bir kimse evliya veya rahip olmak istiyorsa hanımını terketmek zorundaydı. Aynı husus erkekler gibi kadınların zihinlerine de yerleştirildi. Yani, şayet onlar da semavi saltanatın içine girmek istiyorlarsa, hiç evlenmemelidirler veya evli iseler kocalarından ayrılmalıdırlar. Sn. Jerom gibi ünlü Hıristiyan bir alim şöyle diyor: "Şayet bir kadın İsa uğruna bakire kalır ve ömrü boyunca evlenmezse, o artık İsa'nın gelini olur. O kadının annesi de Tanrı'nın yani İsa'nın kayınvalidesi olma şerefine erer." Yine Sn. Jerom bir başka yerde, "İffetin kılıcıyla evliliğin ipini kesmek, bu yolun yolcusu için ilk şarttır" demektedir. Böyle bir talimatın evli bir kadın ile erkek üzerindeki ilk etkisi, onların mutlu evliliklerinin son bulması şeklinde tezahür etmekteydi. Çünkü Hıristiyanlıkta boşanmak sözkonusu olmadığından, kadın ve erkek ayrı kalmak zorundalardı. Örneğin iki çocuk babası olan Sn. Nilus, ruhbanlığın etkisi altına girdiğinde, karısını ağlar bir halde bırakarak ondan ayrılmıştır. Sn. Amman zifaf gecesinde, karısına iffet üzerine va'zetmiş ve sonunda her ikisi de hayatları boyunca ayrı yaşamak konusunda anlaşmışlardı. Sn. Abraham ise, daha ilk gece karısını bırakarak kaçmıştır. Aynı davranışı Sn. Alex'de yapmıştır. Öyle ki Hıristiyanların Aziz menkıbelerini anlatan kitapları, bu tür örneklerle doludur.

Kilise, ilk üç asır süresince bu şiddetli ve aşırı tutumun karşısında olmuştur. Nitekim bu zaman boyunca bir kimsenin papaz olabilmesi için, bekarlık şartı aranmıyordu. Yahut papaz olmadan önce evli olan bir kimsenin, hanımı ile birlikte hayatını sürdürmesinde bir mahzur görülmemişti. Ancak papaz olduktan sonra evlenmeye izin yoktu. Ayrıca dul bir kadınla evlenen, iki karısı veya cariyesi olan bir kimse de papaz olamazdı. Bu düşünceler 4. asra kadar yavaş yavaş o derece kök salmıştır ki, kiliseye hizmet edenlerin evlenmeleri çok kötü bir davranış olarak görülmeye başlanmıştır. M.S. 362'de, Gingira konsülünün son meclisinde bu tür düşünceler (ruhbanlık) dine aykırı kabul edilirken, çok kısa bir zaman sonra, M.S. 386'da Roma konsülünde tüm papazlara evlilik hayatından uzak kalmaları tavsiye edilmiştir. Bir sene sonra Papa Serikius, papazların evlendikleri ya da evli olup hanımlarıyla ilişkilerini sürdürdükleri takdirde azledilmelerini bildiren bir emirname çıkarmıştır. Sn. Jerom, Sn. Embruz, Sn. Ağustiun gibi ileri gelen Hıristiyan alimler de bu emirnameyi kesinlikle onaylamışlardır. Az çok muhalefetin sonunda ise, Batı kiliselerinde titizlikle uygulanmaya geçilmiştir. Bu dönemde, papazların eşleriyle ilişkilerini sürdürmeleri ile ilgili şikayetlerin dinlenmesi için meclisler tertiplenmiştir. Zira yeni çıkan kanuna göre, papazların bu davranışı artık gayrimeşru idi. Bu tür yeni çıkan problemleri çözüme kavuşturmak ve ıslah etmek amacıyla, evli olan papazların açık yerlerde yatmalarını öngören ve karılarıyla yalnız kalmalarını engelleyen yasalar çıkarmıştır. Hatta bir papazın hanımıyla görüşebilmesi için, onlarla beraber en az iki kişinin daha bulunması şart koşulmuştur. Sn. Gregory, bir papazın hanımından 40 yıl ayrı yaşadığını ve öyle ki hanımı, ölümü anında yanına geldiğinde, ona "benden uzak dur" dediğini övünçle nakleder.

d) Ruhbanlığın en korkunç yönü sıla-i rahmin kökünü kazımak istemiş olmasıdır, onlar insanlardaki, anne, baba, kardeş ve evlat sevgisini yok etmeye çalışmışlardır. Bu Hıristiyan azizler, çocukların anne, baba ve kardeşlerine, anne ve babasının çocuklarına sevgi duymasını günah saymışlardır. Onlara göre, ruhsal yüceliş için bu duygu ve ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Nitekim Hıristiyanların kendi azizleriyle ilgili menkıbelerinde, bu mukaddes ilişkilerin nasıl parçalandığına, insanlara din adına nasıl zulmedildiğine dair korkunç hadiseler anlatılır. Örneğin rahip Evagirius, anne ve babasını terkedip, yıllarca çöllerde dolaşmış ve anne babası onun hasreti içinde çırpınıp durmuştur. Yıllar sonra anne ve babasından gelen mektuplar kendisine ulaştığında, "onları okuduktan sonra insanî duyguları uyanır korkusuyla" daha mektupları açmadan ateşe atmıştır. Sn. Thedoros'un annesi ile kızkardeşi, pekçok papazdan aldıkları referans mektuplarıyla, Sn. Thedoros'un kaldığı manastıra gitmiş, oğul ve kardeşlerini bir kez olsun görmek üzere müracaatta bulunmuşlardır. fakat Sn. Thedoros onlarla görüşmeyi reddetmiştir.

Sn. Markus'un annesi ise, oğlunun kıldığı manastıra giderek, oradaki piskopostan binbir rica ile oğlunu görmek için izin almış, ayrıca piskoposa, kendisiyle görüşmesi için, onu ikna etmesini istemiştir. Sn. Markus ise annesi ile görüşmeyi reddetmiş, ama piskoposun emrini yerine getirmek amacıyla, kıyafetini değiştirip, gözlerini kapatarak annesinin karşısına çıkmıştır. Böylece annesi oğlunu tanımadığı gibi oğlu da annesini görmemiştir. Bir başka aziz Sn. Poemin ve altı kardeşi, Mısır'da bir manastırda kalırlarken, yıllar sonra anneleri oğullarının adresini bulur ve onları görmek için manastıra gelir. Çocuklar ise annelerini uzaktan görünce kaçarlar ve hücrelerine girerler. Kadıncağız ise yere oturarak ağlar ve şöyle der: "Ben sadece sizlerin yüzünü bir kez olsun görmekten başka bir şey istemiyorum. Bu isteğimin size ne zararı var? Ben sizlerin annesi değil miyim?" Ancak bu saygıdeğer azizler (!) yine de kapıyı açmayıp, kapıların ardından şöyle bağırırlar: "Biz seni Allah huzurunda göreceğiz." Bundan daha korkunç bir olay da şudur. Sn. Simeon Stylites, anne ve babasını terkederek, 27 yıl ortadan kaybolur. Babası üzüntüsünden vefat eder, ama annesi hayattadır. Bu azizin şöhreti dolayısıyla, annesi onun nerede olduğunu duyar. Oğlunu görmek için ta uzaklardan kalkarak manastıra gelen bu zavallı kadıncağız, orada manastıra kadın ayağının basamayacağını öğrenir. Piskoposa, içeri girmese bile, hiç olmazsa oğlunu dışarı çıkarması ve bir kez olsun yüzünü görmesine izin vermesi için yalvarır. Ancak Allah'ın o aziz kulu (!) annesini görmeyi kesinlikle reddeder. 3 gün 3 gece kapının önünde bekleyen zavallı kadıncağız ise, orada vefat eder. Daha sonra Aziz hazretleri (!) manastırdan dışarı çıkarak, annesi için ağlar ve onun affedilmesi için dua eder.

Hıristiyan azizleri (rahipleri), kızkardeşlerine ve hatta çocuklarına da aynı şekilde davranmışlardır. Nitekim zengin bir kimse olan Mathius, Hıristiyan ruhbanlığının etkisi altına girdikten sonra, 8 yaşındaki biricik oğlunu da alarak, manastırda inzivaya çekilir. Manastırda, onun ruhsal bakımdan terakki edebilmesi için evlat sevgisini kalbinden atması gerekli görüldüğünden dolayı, ilk olarak onu oğlundan ayırırlar. Daha sonra o masum çocuğa türlü türlü eziyetler ederek, babasına çocuğunun çektiği eziyetleri seyrettirirler. En sonunda manastırın piskoposu ona oğlunu götürüp nehre atması için emir verir ve o da bu emri kabul edip, oğlunu nehre atacak iken, rahipler çocuğu elinden alırlar. Böylece onun artık Allah'ın dostu (velisi) olduğu anlaşılmıştır.

Hıristiyan ruhbanlığına göre şayet bir kimse, gerçekten Allah'ın sevgisine mazhar olmak istiyorsa, o dünya ile ilgili tüm bağlarını (anne, baba, çocuk, kardeş, vs.) koparmak zorundadır. Nitekim Sn. Jerom, "yeğenin boynuna sarılsa, annen "sütümü helal etmem" dese, baban sana mani olmak için kendini yolun üstüne atsa, onu ezmek pahasına Haç sancağına doğru yürümekte tereddüt etme" demektedir.

Yani ona göre merhametsizlik takva demektir. Yine Sn. Gregory şöyle yazar: "Bir genç rahip kalbindeki, anne-baba sevgisini yok edemediği için, bir gece manastırdan ayrılıp anne ve babası ile görüşmüştür. Bunun üzerine Allah, kendisini öyle bir cezalandırmıştır ki, o, manastıra döner dönmez vefat etmiştir. Hatta gömmek istediklerinde toprak onu kabul etmemiştir. Ne zaman kabre koysalar, kabri onu dışarı fırlatmıştır. Sonunda ise, Sn. Benedit onun göğsüne bir şey yerleştirdikten sonradır ki, kabri onu kabul etmiştir." Yine aynı kimse, annesine olan sevgisini kalbinden atamadığı için, bir rahibenin ölümünden sonra üç gün azap çektiğini ve bir azizin akrabaları dışında hiç kimseye acımasız davranmadığını yazmaktadır.

e) Hıristiyan ruhbanlığı, kişinin en yakın akrabalarına acımasızca davranmayı, merhametsiz ve katı kalpli olmayı bir ibadet haline getirmiştir. Bu tür davranışları ibadet olarak kabul etmelerinden ötürü, insani duyguları, merhamet hisleri körelmiştir adeta. Öyle ki, aralarındaki mezhep ihtilafları dolayısıyla, birbirlerine işkence etmişler ve muhaliflerine acımasızca davranmışlardır. 4. asra gelene kadar Hıristiyanlar o kadar çok parçaya ayrılmışlardır ki, Sn. Agustos, kendi döneminde 88 fırka olduğunu ve bunların birbirlerinden şiddetle nefret ettiklerini kaydetmiştir. Bu şiddetli nefreti rahipler yaymaktaydı ve birbirlerine karşı nefret ateşini körükleyen bu kimseler Hıristiyanlığı mahvedenlerin öncüsüydüler. İskenderiye, bu Hıristiyan fırkaların, çeşitli grupların merkeziydi ve çok şiddetli mezhep çatışmalarına sahne olmuştu.
Örneğin Arian fırkası, papaz Atanasius'un fırkası üzerine saldırmış ve onların manastırındaki rahibeleri dışarı çıkararak, çırılçıplak soymuşlar, dikenli çalılarla onları dövmüşlerdir. Daha sonra da bedenlerini ateşle közleyerek onları inançlarından vazgeçirmeye zorlamışlardır. Katolikler Mısır'a hakim olduklarında ise, aynı muameleyi onlar da Arian fırkası mensuplarına yapmışlardır. Hatta kuvvetli bir ihtimale göre Arian fırkası lideri Arius'u da onlar zehirlemişlerdir.
Ayrıca İskenderiyye'de bir defasında Sn. Ciyrl'in müridleri ayaklanarak, muhalif fırkaya mensup bir rahibeyi yakalamışlar, kendi manastırlarına götürüp, onu katlettikten sonra vücudunu parçalamışlar, ve parçalarını da ateşe atmışlardır.
Roma'daki durum da, bundan farklı değildi. M.S. 366'da papaz Liberius'un vefatı üzerine, iki ayrı grup, onun yerine kendi aralarında aday göstermişler ve bu yüzden ki grup arasında çok şiddetli çatışmalar meydana gelmiştir. Öyle ki sadece bir kiliseden bir günde 137 cesed taşınmıştır.

f) Dünyaya sırt çevirmek, derviş olmak vs. gibi iddialarına rağmen kilise, servet, mal ve mülk elde etmeden de geri kalmamıştır. 5. asrın başında bile, Roma'da, Papa, krallar gibi sarayda oturuyordu. Şehirde dolaşmaya çıktığı zamanlar, bir kraldan daha az debdebe ve şatafatlı değildi. Sn. Jerom kendi döneminde (4. asrın son zamanlarında) papa ve papazların verdikleri davetlerin valilerin verdiği davetlerin yanında bir hiç mesabesinde olduğundan şikayet eder.

Nitekim 7. asra gelindiğinde (Kur'an'ın nazil olduğu asır) manastır ve kiliselerde servet bir sel gibi akıtılmaktaydı. Halkın zihnine, bir kimse en büyük günahı işlemiş olsa bile, azizlerin kabirlerinde, manastırlarda veya kiliselerde bir kurban adarsa günahının affedileceği düşüncesi yerleştirilmiştir. Tabii ki böylece ruhbanların kendisinden kaçtıkları dünya, onların ayağına gelmiş oldu. Ancak meselenin en kötü yanı, ruhbanlığın halk nezdindeki kutsallığını bilen birçok kurnaz kişinin derviş kılığına girerek, rahipler sınıfına dahil olmasıdır. Bu kurnaz kişiler, dünyayı terketmek bahanesiyle öyle bir servet elde etmişlerdir ki, dünyaperestleri dahi geride bırakmışlardır.

g) İffet hususunda ruhbanlık, fıtrata karşı savaş açtığından ötürü çok büyük bir hezimete uğramıştır. Nefislerini öldürmek adına, bazı riyazet ve çileler için rahip ve rahibeler manastırlarda bir yerde kalırlar ve bazen -riyazet heyecanından (!) olsa gerek- kendilerini ispat için birlikte aynı yatağa girerlerdi. Meşhur rahip Sn. Evagrius, Filistin rahipleri hakkında övünçle şunları yazmaktadır: "Onlar nefisleri üzerinde öyle bir kontrol sahibidirler ki, rahip ve rahibeler birlikte yıkanırlar. Rahipler, rahibeleri çıplak olarak görmekten, onlara dokunmak hatta onları kucaklamaktan bile etkilenmezler. Çünkü fıtratları onların iradelerini yenemez. Gerçi yıkanmak onlara göre kötü bir şeydi ama onlar nefislerini öldürmek ve ibadet kastıyla yıkanıyorlardı." Filistin manastırlarının sonu hakkında ise, Nyssa'lı Sn. Gregory (öl. M.S. 326) manastırların genelevi haline geldiğini yazmaktadır. Görüldüğü gibi, fıtrata karşı savaş açanlardan, fıtrat muhakkak intikamını almaktadır. Ruhbanlar da fıtrata karşı savaş açtılar ve 8. asırdan 11. asra kadar Hıristiyanlık Tarihi, kendilerinin kara bir lekesi olacak ölçüde ahlaki bataklığa düştüler. 10. asırda İtalyan bir papaz, şöyle yazmaktadır: "Şayet kilise ve manastırlardaki din adamlarını kötü ahlâktan yargılayacak olsak, gençlerin dışında hiç bir din adamı ceza almaktan kurtulamaz. Yine gayri meşru çocukları kilise hizmetinden men etsek, kilisede hizmet edecek genç kalmaz." Ortaçağ yazarlarının eserleri, rahibe manastırlarının genelev haline gelmesiyle ilgili şikayetlerle doludur. Öyle ki, gayri meşru doğmuş çocuklar yüzünden cinayetler işleniyor, kilisenin din adamları ve papazlar kendilerine haram olan kimselerle bile cinsel ilişkilerde bulunuyorlardı. Fıtrata aykırı suçlar oldukça yaygınlaşmış, kilisede günah çıkarmak adeti ahlaksızlığa yol açmıştı.

Ancak tüm bu bilgiler gözönüne alındığında, Kur'an'ın, "Ruhbanlığı kendileri uydurdular ama ona gereği gibi de uymadılar" şeklindeki ayetinin doğru anlamı kavranabilir.
Hıristiyan Teologlar (Din Bilginleri) Gecmis Pisliklerini Anlatıyor
5 Aralık 2010 Pazar, 02:43 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
Bugünkü gösterişli hıristiyan mabedlerinde hala bu gözyaşı ve kan kokusu mevcuttur. Kolumbus devrindeki kızılderilerin 'ı takip eden yıllarda katledildi.
12 sene içinde ve 400 mil yol üzerinde İspanyollar 4 milyon insanı ya kılıçtan geçirdiler ya da diri diri yaktılar.
Ve bu kanlı altınlar kiliseyi bugünkü ölçüsüz zenginliğe ulaştırdı.
Ve bugüne kadar bu altınlar geri verilmedi. Papa Innozenz 3. Haçlı Seferi'ne çıkacaklara günahlardan affedilmeleri için iki senelik duasını hasredeceğini vaad etti.
Böylece toplanan 200.000 kişilik ordu Fransa'nın Bèziers kentinde kadın çocuk ayırt etmeden 20.000 kişiyi katletti. Hatta kiliseye kaçan kadın ve çocuklar bile katledildi.
Daha sonra şehri yaktılar. Haçlı seferlerine asker toplamak için kilise büyük aflar vaad etti.
Gökte yer almak için onbinlerce kişi öldürüldü.
Hangi tanrı böyle eli kana bulanmış kişileri çevresinde bulundurmak ister.
Amerika fethedildiği zaman altınlar için birçok insan öldürüldü.
Bu altınlar bugün hala Roma katolik kilisesinde mevcuttur.
Papa Alexander 6. Güney Amerika'dan gelen ilk kanlı altınlarla Roma'daki Santa Maria Maggiore kilisenin çatısını yaptırdı ve kendi ailesinin resmini oraya koydurttu. Bu kanlı altınların büyük kısmı kiliselerin hazinelerine gitti. En açık misal Kardinal Cisneros'un altından yaptırdığı 3 metrelik anıttır.Engizisyon ve cadı yakılmasından kazanılan zenginlik:

Engizisyon 'hak dini' istismar eden soygun ve linç düzeni idi.
Kilise hükümdarları her zaman kanlı paraları aldılar, o kadar ki, çok aşırı meblağlar sözkonusudur. 1487'de başa gelen papanın 'cadı tokmağı' isimli yasası 10.000'lerce kadının Avrupa'da işkencelerle katledilmesine sebep oldu. Onbinlerce kadın cadı oldukları gerekçesiyle işkencelerle, yakılarak öldürüldü.
Suçlu zındıkların bütün mallarına kilise el koyuyor, yakınları çoğu zaman açlıktan ölüyordu. Engizisyon'un gerçek yüzünü papa Innozenz 3.'ün emirleri gösteriyor.
O 'zındıkların' ve onların evlatlarının mallarını ellerinden alınmasını emretti.
Kanlı paraların daha da hızlı akması ve 'suçlarını' itiraf etmeleri için mağdurları daha ağır işkencelere maruz bırakıyorlardı. 1317 senesinde papa Johannes 22. bu kanlı paralarla 6 yeni piskoposluk satın aldı. 1163 yılında Papa Alexander 3. Tours'deki konsilde imparatorlara farklı dine ait olanları zindana atmalarını ve mallarını gasp etmelerini emretti. Eğer bir şüpheli zındıklıktan dolayı suçlandı ise o zaman mahkemesi olmadan önce bütün malları gasp ediliyordu. Burada da engizisyon'un gayesi rahatça anlaşılıyor. Bir kişi engizisyon mahkemesinden suçlu olarak çıktığı zaman hemen memurlar evini basar ve bütün malını sayardı. Ailesini hiçbir şey vermeden evden atarlardı. Çoğu zaman onlar aç ölürlerdi. Çünkü insanlar engizisyoncuların nezdinde şüpheli duruma düşmek korkusundan yardım etmekten çekinirlerdi. Vatikan devletinde öldürülen diğer din mensuplarının bütün varlığı Vatikan'a kalırdı. 14. yüzyıla kadar suçlu ilan edilenlerin mallarını İtalyan'ın diğer yerlerindeki siyasî otorite ile paylaşan Vatikan bu tarihten sonra bu tür hırsızlama malların 0'ünü almaya başladı. Çoğu zaman kilise ve devlet bu gasp mallarını paylaşmak için onlarca yıl birbiriyle çekişti. Engizisyon heyetlerine katılan bütün yetkililer çok iyi bir şekilde kazanmamış olsaydı, engizisyon çok uzun ömürlü olmazdı. Çünkü birçok insan ve imparatorlar içten içe papanın şeytanî bir şey emrettiğini hissediyorlardı. Tabii ki zengin zındıklar tercih ediliyordu. Bazı durumlarda zenginler çok büyük paralar karşılığında biraz zaman kazanabiliyorlardı. Zaman bittiğinde yine âkıbetten kurtulamıyorlardı. Ne zaman ki bu tür zenginler tükenme noktasına geldi, engizisyon yoluyla yapılan hırsızlamalar sona erdi. Ölüler dahi zındıklıkla suçlanabiliyordu. Böylece mirasına el koyabiliyorlardı. Böylece sevilmeyen insanları mahvedebilme yolu açılmıştı. Zira sevmedikleri insanların anne-babalarını zındıklıkla suçlayıp mallarını ellerinden alabiliyorlardı. Kilise zaman aşımını 100 yıl olarak kabul ediyordu. Böylece bir çok aileleri anlatılamayacak derecede sefalete sürüklüyorlardı. Hayatta olanlarda zaman aşımı söz konusu değildi. Henüz gençken yapılan bir eleştiri çok ileri yaşlarda insanların suçlanmasına sebep olabiliyordu. Çok abes ve vahşi olan bir durum ise şuydu: Her işkence faaliyetinin masrafları ve işkence yapan kişilerin yevmiyesi mağdur veya yakınları tarafından ödenmek zorundaydı. İşkenceler için fiyat listesi vardı. Hayatta olan bir kişiyi dörde bölmek 15 kr. Bir ateş yığını hazırlamak ve yanan külün suya atılması 30 kr. Bir cadıyı canlı yakmak 14 kr. Bir kişiyi kılıçla öldürmek 10 kr. Bir insanın kafasını vurmak 18 kr. Mengene işkencesi 8 kr. Kırbaçlamak, kırbaç başı 1 kr. Mengeneye kişiyi bağlamak, ağırlık asmak, ayak kelepçelerini bağlamak 30 kr. Sürgün 1 kr. Bu şekilde gasbedilen paralar direkt ya da dolaylı olarak kilisenin kasasına gidiyordu. Bir örnek; Mainz'de cadı engizisyonundan gelen paralar Mainz Başpiskoposu'nun sarayına giderdi. Aschaffenburg'daki Johannisberg şatosu bu şekilde temin edilen kanlı paralarla yapıldı. Unutmayın ki, bu kanlı para faizin faizi yoluyla milyarlara ulaşmıştır ve bugünkü kilise sermayesinin bir parçasıdır. Sahte Belgelere Dayanan Zenginlik: Kiliseye ait malların çoğalması için rahipler ve diğer kilise adamları yalan yanlış sahte belgeler hazırlıyorlardı. Eğer bir rahip ya da piskopos kendi arsasını büyütmek istiyorsa, eski tarihli bir sahte belge düzenleyip arşive koyuyor. Sonra onu çıkartıp bu arsayı sahipleniyordu. Okuma yazma bilmeyen cahil çiftçinin bu duruma karşı yapacak bir şeyi yoktu. Bu sahtekârlık bir sanat haline gelmişti. Bu sanatı meslek edinen rahipler manastırdan manastıra yolculuk yaparak değişik beldelerde sanatını icra etmekteydi. Ölüm yatağındaki rahip Gueron Fransa'yı manastırdan manastıra sahte belgeler hazırlamak için gezdiğini itiraf etmişti. Güney Almanya'da Bodensee gölünde Reichenau manastırı bir suç olan bu işi yapmaktaydı. Papa ll. Stephan sahtecilik suçunun en büyüğünü icra etmişti. Buna göre İmparator Konstantin bütün hıristiyan Batı ülkelerini Papa'ya hediye etmişti. Bu iddianın sahte olduğunu birçok kimse dile getirdi. Ancak bu ifşaatlarını hayatlarıyla ödediler. Heidelberg'li Johannes Dränsdorf 1425 senesinde bu yüzden katledildi. Bu iddianın doğru olmadığına dair şüphelerin yayılması üzerine 1440 senesinde Papa'nın sekreteri Humanist Laurentius Valla İmparator Konstantin adına yüzyıllar sonra bir belge düzenledi. Deschner'in aktardığına göre Vatikan tarihçileri bu sahteciliği ancak 19. yüzyılda itiraf ettiler. Avrupa'da birçok ülkede hala kilise en büyük gayr-i menkul sahibidir. Bu gayr-i menkullerin kaç tanesi dürüst bir şekilde alındı? Kaç tanesi çalındı, kaç tanesi gasbedildi? Mirasa Konma Yoluyla Zenginlik: Eski çağdan beri kiliselerin gayr-i menkullerinin artmasının ana sebebi verasetlerdi. 4. yüzyılda bile Papa Damasus'un sinsice mirasa konma faaliyetleri o dereceye varmıştı ki İmparator duruma el koymak zorunda kaldı. Zındıklıkla itham edilme korkusu sebebiyle her gayr-i menkul sahibi malının bir kısmını kiliseye bağışlıyordu. Çünkü öldükten sonra bile zındıklıkla itham edildiği takdirde ailesinin bütün mallarına el konabilirdi. Zındıklıkla itham edilen kişi kutsal kabul edilen toprağa girmekten bile mahrum kalabiliyordu. Yani cesedi gömülmüyordu. Bu dini ve pisikolojik baskı sebebiyle kilisenin malları genişledikçe genişliyordu. 1170 yılında Papa Alexander 3. ün verdiği hükme göre bir papazın önünde yapılmayan vasiyetname geçersiz kabul ediliyordu. Bu hükme dikkat etmeyen noterlere afaroz cezası verilirdi. Bir vasiyet belgesinin mahkeme nezdinde geçerli kabul edilmesi için mutlaka kilise onayı gerekliydi. Kiliseye vasiyet yoluyla mülk bırakmak kişinin cehennem azabının kısalması için en güvenilir yöntem kabul ediliyordu. İnsanların ebedi cehennemde kalma korkusu kiliselere bol bol kazanç sağlıyordu. Bugün de bu böyledir. 5. yüzyılda kilise papazı Salvian şöyle vaaz ediyordu: 'Her kim malını kilise yerine çocuklarına bırakırsa tanrının buyruğuna aykırı hareket etmiş olur.' Yüzde 10 Zenginliği:Ortaçağ'da bütün tarla sahipleri mahsüllerinin ve gelirlerinin 'unu kiliseye vermek zorundaydı. Her kim bu borcunu düzgün ödemezse papaz tarafından lanetlenme ve afaroz edilme tehlikesini davet etmiş oluyordu. Papa Plus 5. kendi memurlarına şu talimatı vermişti: 'Ceza parasını ödemeyen kişi ilk seferinde elleri beline bağlanarak bir gün boyunca kilise kapısında ayakta duracaktı. İkinci sefer ödemezse yolda kırbaçlanarak götürülecekti. Üçüncüsünde ise dili deliniyor, kürek çekme cezasına çarptırılıyordu. Stedinger bölgesinin çiftçileri bu payı vermedikleri takdirde kiliseye bağlı derebeyleri ile birlikte gidip, borcunu ödemeyen çiftçiyi öldürüyor, mallarını gasbediyorlardı. Ödememekte direnen çiftçiler için engizisyon faaliyete geçiriliyordu. Makam-Mansıp Satışı Zenginliği:İsa makamlar mevkiler tanımıyordu. Fakat katolik kilisesi bunu farklı görüyor. Papa Innozenz 3. vazifeye geldikten hemen sonra 52 tane yeni sekreter makamı kurdu. Bunları 79.000 altın karşılığında sattı. Papalar makamları yeniden satabilmek için önceki papanın satışını kabul etmiyordu. Papa Leo 10. 39 yeni kardinal makamı kurdu. Bunları 511.000 duka altına sattı. Bir kardinal şapkası o zaman 10.000 ile 30.000 altındı. Hatta papalık makamı da satılıktı. En çok altını veren papa oluyordu. 1492 yılında Papa Innozenz 8. ölünce Kardinal della Rovere büyük favori gözüküyordu. Ceneviz devleti 1.000.000 altın, Fransa kralı 200.000 altın onun emrine vermişti. Onun rakibi Rodrigo Borgio dört papadan beri bu kutsal makamın yardımcısı idi. Kendisinin teklif ettiği rüşvet paraları nefes kesici idi. O piskoposlukları, villaları, hatta komple şehirleri bir kardinalin oyunu alabilmek için hediye etti. Borgio Ağustos 1492 senesinde papa seçimi için yapılan 5 günlük kardinaller toplantısında hediyeler yanında makamlar için sözler verdi. Rüşvet teklif etmekten çekinmedi. Hepsi seçimi kazanabilmek içindi. Bazı kardinaller saraylar, şatolar, araziler ya da paralar istiyordu. - Kardinal Orsini oyunu Monticelli ve Sariani şatoları karşığında sattı. - Kardinal Ascanio Sforza 4 merkep dolusu gümüş ve kilisenin papazlık makamı karşılığında sattı. - Kardinal Colonna zengin St. Benedikt manastırını ve ona ait bütün hakları kendine ve ailesine ebedi olarak istedi. - Kardinal St. Angelo Porto piskoposluğunu, oradaki şatoyu ve bir kiler dolusu şarap istedi. - Kardinal Savelli İtalya'nın Civita Castellana şehrini aldı. - Rodrigo'nun kazanmak için bir oyu eksikti. Sonucu belirleyen oy Venedikli bir rahibe aitti. O sadece 5.000 krone ve Rodrigo'nun 12 yaşındaki kızı Lucrezia'yı bir geceliğine istedi. Sonuç belli oldu ve cebindeki 22 kardinal oyuyla Rodrigo Borgia'ya Papa Alexander Vl. ünvanıyla papalık makamı verildi. Cinayet İle Zenginlik:Tarihçi Thomas Tomasi şöyle yazmıştı: 'Papa'nın ikametindeki güncel ve her gün olan cinayet ve tecavüzleri saymak mümkün değildi.' Bir insanın ömrü o kadar uzun değildir ki, bütün öldürülen, zehirlenen, Tiber nehrine atılan kişilerin ismini kaydedebilsin. Cinayet Papa Alexander Vl. nın iyi bir ek gelir kaynağı idi. Makam satışı o kadar iyi bir gelir kaynağı idi ki Papa Alexander 6. kardinalleri bir müddet geçince zehirletiyordu. Boş kalan makamı sattığı gibi ölen kardinallerin mal varlıklarını da kendi üzerine alıyordu. Robert Hutchison'un 'Die Helige Mafia des Papstes', 'Papanın Kutsal Mafyası' isimli kitabında; açıklanamayan bir çok ölüm hadisesini dile getiriyor. Bunların hepsi Vatikan ya da Vatikan'a yakın bir teşkilatla ticari ya da kişisel ilişki içinde idi. İddialarını şu ölüm hadiselerine dayandırmıştı: 1975: Fransız senatör Prens Jean de Broglie, 1977: Charles Bouchard, Leclerc-Bank'ın Cenevre Genel Müdürü, 1978: Papaz Giuliano Ferrari, 1978: Ortodoks Papazı Nikodim, 1978: Papa Johannes Paul I., 1978: Az zaman sonra Kardinal devlet sekreteri Villot, 1979: Kardinal Vagnozzi, Vatikan Ticaret Bakanı, 1981: Francesco Cosentino, P2-Lojası, ........ 1994: Salvador başpiskoposu Rivera Damas, 1998: Vatikanbank'ın Napoli müdürü Aldo Palumbo ... Vatikan'da çalışan ve isim vermek istemeyen, kendilerini 'Gerçeğin Havarileri (Yardımcıları)' diye niteleyen grup Vatikan'ın politik, ekonomik, lojistik bu muazzam gücünü kendi aralarında paylaştırmak isteyen masonlar ile uluslararası çalışan bir grup arasında ağır bir çekişme yaşandığını söylüyorlar. Papa sadece bir etiket olarak vazife görüyor. Bunların iddiasına göre Papa Paul l. Vatikan içindeki karanlık finansal ilişkileri, şaşalı yaşantıyı ve rüşveti kaldırmak istiyordu. Ancak ömrü çok kısa oldu. (Sadece 33 gün.) Cenazesi görülmesini engellemek istercesine hemen tahnit edildi. Ek Gelirler:Papa Alexander 6. rüşvetle katilleri serbest bırakıyordu. Şöyle söylüyordu: 'Tanrı suçlunun ölmesini değil, ödemesini ve yaşamasını istiyor.' Günde ortalama 14 cinayet yaşanan Roma'da bu iyi gelir getiren bir yöntemdi. Aynı papa bir asilzadeye kendi kız kardeşiyle fücur yapmasına izin veriyordu. Bunun bedeli 24.000 altındı. Valensia Kardinali Peter Mendoza ilişkiye girdiği çocuğu kendi çocuğu gibi gösterebilmek için Papa'dan ruhsat almıştı. Fuhuş Zenginliği:Papa Sixtus 4. (1471-1484) Türklere karşı savaşı finanse edebilmek için Roma'da seçkin erkek ve kadınlara hitap eden bir genelev yaptırmıştı. Senelik geliri 26.000 düka altındı. Papa Klemens Vl. zamanında (1342-1352) fahişeler o kadar çoktu ki, Papa onlardan vergi almaya başladı. Tarihçi Joseph McCabe araştırmaları esnasında bir papazın dul bir doktor hanımından genelev satın aldığını ve bu belgeye 'Tanrımız İsa'nın adıyla' diye başlandığını naklediyor. Almanya'da Strassburg'un piskoposu bir genelev idare ediyordu. Aynı şehirdeki manastırda fahişeler iş yapıyordu. Würzburg Katedrali'nin baş papazı (dekanı) kanuni olarak bölgesindeki köylerin her birinden her sene bir at, yiyecek ve bir de genç kız alma hakkına sahipti. Papa Julius 2. 2 Temmuz 1510 yılında verdiği resmi bir belgede bir genelevin kuruluşu ve işletilmesi için yetki vermişti. Onu takip eden papalar Leo 10. ve Klemens 7. aynı şekilde haklar tanıyorlardı. Ancak bir şartları vardı. Genelevlerde çalışan kadınlar öldükleri takdirde mallarının dörtte biri St. Marie Madeleine rahibelerine verilecekti.
Ağrı Dağı’nda misyoner tezgahı
Ağrı Dağı’na tırmanan Hıristiyanlığın en aşırı koluna mensup 6 Hong Kong’lu Evanjelist, 4 bin metre yükseklikte Nuh’un Gemisi’nin tahta kalıntılarına rastladıklarını yalanını uydurdu.
Hong Konglu Evanjelsitlerden, Türk yardakçılarından oluşan 15 kişilik bir grup, Ağrı Dağı’nda 4 bin metre yükseklikte, 12 metre boyunda, 5 metre yükseliğinde bir ahşap yapı bulduklarını, hatta içine girip araştırma yaptıklarını da iddia etti. Grup, ahşap yapıdan alınan ahşap parçalarının karbon testi yardımıyla 4 bin 800 yıllık olduğu, bunun da kutsal kitaplarda anlatılan Nuh Tufanı’nın tarihiyle uyuştuğunu savundu. Çin’de yayınlanan South China Morning Post gazetesine göre Hong Konglu Evanjelist Media, Noah’s Ark Ministry International (Nuh’un Gemisi Misyonerlik Teşkilatı) ve Türk Hıristıyanlardan oluşan grup, Pazar günü Hong Kong’da yaptıkları basın toplantısında büyük iddiayı açıkladı. Grup, Nuh’un Gemisi’ne ait olduğunu öne sürdükleri parçaları, gemide hayvanların bir arada tutmak için kullanılan ipleri ve çivi benzeri birçok parçayı da gazetecilere gösterdi. Ekibin basın toplantısını Türkiye yerine hong Kong’da düzenlemesi dikkat çekti.
Evanjelistlerden büyük yalan Misyonerlerin katkı sağladığı ‘sözde araştırma’ ekibinden İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi arkeolog Prof. Oktay Belli, bu ahşap yapının bir insan yerleşim biriminden kalmasının mümkün olmadığını, 3 bin 500 metreden daha yüksek bir yerde, bugüne kadar hiç insan yerleşimi bulunmadığını söyledi. Grubun bir diğer üyesi Sütçü İmam Üniversitesi Jeoloji Bölümü’nden Dr. Ahmet Özbek de buzulların ve volkanik maddelerin düşük ısıda bu bölgenin bozulmadan kalmasına yardım etmiş olabileceğini öne sürdü.
Misyonerler neyin peşinde? ABD eski Başkanı Bush’un da mensubu olduğu Evanjelist mezhebi mensupları, Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda olduğuna inanıyor. Kur’an–ı Kerim’de ise Nuh’un Gemisi’nin Cudi Dağı’nda bulunduğuna işaret ediliyor. Terör örgütü PKK 26 yıldır Cudi Dağı’nı başlıca terör noktalarından biri olarak seçtiğinden, bu bölgede arkeolojik araştırma yapılamıyor. Hıristiyan misyonerler, Ağrı Dağı efsanesini uydurarak, kendi inançlarını doğrulama, Kur’an–ı Kerim’in ayetlerini yalanlama peşinde koşuyor. Ayrıca yabancı ajanlar Nuh’un Gemisi’ni arama adı altında bölgede Büyük Ermenistan hayallerinin oluşmasına zemin hazırlayacak istihbarat çalışması yapıyor. Ağrı Valiliği de, Nuh’un Gemisi ile ilgili yakın zamanda yeni bir gelişmenin olmadığını bildirdi. Öte yandan, 20 yılı aşkın süredir bu tip haberler gündeme getiriliyor ancak bunlardan hiçbiri gerçeği yansıtmıyor.

 Nuh’un gemisi operasyonları!
Çinli ve Türk bir grup araştırmacı, Nuh’un Gemisi’ni Ağrı Dağı’nda bulduklarını iddia etti. Türk gazeteleri de bu iddiayı gündeme getirdi! Yıllar önce de Ermeni diasporasının parasıyla, “İncil’i Araştırma Enstitüsü” kuran İngiliz Michael Sanders, “Cennet Ağrı dağının eteklerindedir” iddiasını öne sürmüştü. Türk medyası, bu uydurma haberi, kamuoyuna, turist getirecek bir mucize gibi sunmuştu. Biz o dönemde, konuyu Kurultay gazetesinde ayrıntılı olarak incelemiş, daha sonra bu yazıya “Gizli Ermeniler” kitabımızda da yer vermiştik. *** Ermeni iddiaları, bütün Batı Dünyası’nın maddi ve manevi desteğiyle sürdürülmektedir. Ermeni iddialarına dayanak oluştursun diye uydurma tarih tezleri üretilebilmektedir. Ağrı dağı ile ilgili iddialar hakkında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, “Bu iddialar İsrailiyat, yani tahrif edilmiş Tevrat kaynaklıdır ve bilimsel temeli yoktur. Kuran’a göre Adem ve Havva başka bir gezegene yani dünyaya gönderilmiştir. Dolayısıyla cennet, bu dünyada aranmaz. Peygamberimiz İsrailiyat konusunda dikkatli davranmamızı buyurmuştur” diye konuşmuştu. Prof. Dr. Mümin Köksoy ise Yeni Avrasya Dergisi’nden Meltem Karaman’a yaptığı açıklamada şöyle demişti: “Her yıl Amerika’dan, Avrupa’dan heyetler halinde ziyaretçiler geliyor. Bunların masrafları oradaki Ermeni cemaatleri tarafından karşılanıyor ve onlar Ağrı dağını, efsanevi, kendilerine has bir dağ olarak kabul ediyorlar. Nuh’un gemisinin oraya konduğunu iddia ediyorlar. Buna delil olarak İncil’deki Ararat kelimesini gösteriyorlar. Ararat da bugün Batı literatüründe Ağrı dağı olarak gösteriliyor. Kuran’da ise Nuh’un gemisinin Cudi dağına konduğu yazıyor. Şöyle bir psikolojik savaş yürütüyorlar: Eğer, Nuh’un gemisinin Ağrı’ya konduğunu ispatlarlarsa, ‘Kuran’ın söylediği yanlış, İncil ve Tevrat’ın söylediği doğrudur’ tezi kazanacak! Ayrıca Ermeniler, Nuh peygamberi millileştirmiş olacaklar ve ona sahiplenecekler. Bize göre ise onlar bütün insanlığın peygamberleri. Hz Musa’nın Yahudileri bir araya topladığı gibi, Hz. Nuh’un da Ermenileri toplayacağına inanıyorlar. Peki nerede toplayacaklar? Diyorlar ki, ‘Nuh, bizim peygamberimiz, Ağrı da onun gemisinin konduğu dağ. O zaman bütün dünyadaki Ermeniler, Nuh peygamber etrafında ve Ağrı coğrafyası etrafında toplansınlar’. Ağrı dağı üzerinde hak iddia etmek, ‘burası bizim kutsal yöremizdir’ demek için yapıyorlar bunu. Amaç tamamen siyasi ve stratejik... Müslümanlar, İsrailiyata dayanan bu iddiaları bilmeden kabul ediyor. Bu da bir psikolojik savaş; Hıristiyanlık ve Tevrat’ın İslamiyet’e nüfuzu sonucunu doğuruyor. Bir defa Mezopotamya’da, M.Ö. 3000-3500’de Türklükle ilişkisi olan Sümerler yaşıyor. Mısır medeniyeti var, İç Anadolu’da Etiler var. Van ve Ağrı yöresinde ise ilkel topluluklar var. “Urartu” dağlık bölge demektir. Urartu, Ararat, Judi veya Cudi aynı anlama geliyor. Hepsi, ‘yüksek memleket, dağ’ anlamına geliyor. Ermeniler bunu Ağrı için kullanıyor. Araplar, Yukarı Mezopotamya’nın en yüksek bölgesine Judi (Cudi) demiş. Tufan ise Kuzey Mezopotamya’da meydana gelmiş. Gemi de Cudi’de durmuş. Ama dağın tepesinde gemi durur mu? Bir su göletinde suların çekildiğini düşünün, gemi en yüksek yerde değil, en düşük yerde durur. Demek ki, Kuran’da ‘Cudi’de durdu’ denilirken ‘Cudi yöresinde durdu’ denilmiş oluyor. Bu da bana göre Cizre’dir. Sonuçta, Tufan bölgesinin Ağrı dağına yöneltilmesi, bir Ermeni oyunudur sonucu çıkıyor.”
Geçtiğimiz Ekim ayında 
Nuh’un gemisi iddialarının üç temel hedefi
“Nuh Tufanı bölgesinin Ağrı dağına yöneltilmesi, bir Ermeni oyunudur Bir defa Sümerler’e ait Tufan menkıbesi, Nuh’un gemisinin Cudi yöresinde olduğunu ispatlar. Bu belge, çivi yazısı ile yazılmıştır. Kesin olarak Sümerce yazıldığı bilinen metin Kuran üslubuna benzemektedir. Belki de bu metin Nuh’a indirilen ayetlerdir. Jeolojik araştırmalar da tufanın Cizre’de olduğunu gösteriyor. Bölgede duvar gibi bir doğal baraj yıkılıyor ve tufan oluyor. Bölgede, Nuh’un çocuklarının adıyla anılan köyler var, yatırlar var, efsaneler, halen yaşatılan gelenekler var. Gemiden çıkan 80 kişi Kuran’da Semanin diye geçiyor. Cizre’de Semanin köyü var! Dicle’nin batısında Nuh’un oğlunun adını taşıyan Yafes (Kasandela) köyü var. Bir banyo küvetinin içine su doldurun, içine de tümsekler yerleştirin ve bir maket gemi koyun. Suyu boşaltın, göreceksiniz ki, gemi tümseklerden birinin üzerine değil, dibe oturmuştur. Nuh’un gemisi de Cudi dağının dibine oturmuştur. Orası da Cizre civarında bir yerdir. Kuran’da ‘Sizi bereketli bir toprağa indireceğim’ diyor. Dağın tepesinde bereketli toprak olur mu? ’Güvercin gönderdim, ağzında zeytin dalı ile geldi’diyor. Soğuk dağ ikliminde, Ağrı ve çevresinde zeytin olur mu? Gemi dedikleri lav akıntıları çıktı! Hz. İbrahim, Hz. Nuh’un torunudur, Urfa’da yaşadığı yer belli. Ağrı dağına nasıl götürüyorsun onu? Amerikalı veya İngiliz, bütün araştırmacıların iddialarının tamamı yalan, sahte ve kandırmacadan ibarettir. ‘Ağrı’da bulduk’ dedikleri gemiye benzer görüntülerin, volkanik lav akıntıları olduğu bilimsel olarak ispat edildi.” Prof. Dr. Mümin Köksoy’a göre, Ermeniler, “Cennet Bahçeleri Ağrı’da” veya  “Nuh’un gemisi Ağrı’da” gibi yalan yanlış, saçma sapan, uydurma hikayeler ve sahte bulgularla temelde üç hedefe ulaşmak istiyor

1- ‘Kuran yanlış, İncil ve Tevrat doğru’görüşünü kabul ettirerek, ana dilden sonra Türk Milleti’ni bir arada tutan en güçlü bağ olan dini ve manevi bağları zayıflatmak,

2- Dünyanın dört bir yanına dağılmış ve ana dillerini kaybetmek üzere olan Ermeni camiasını, hiç olmazsa güçlü bir dini ve manevi efsane etrafında birleştirerek dağılıp yok olmalarını önlemek,

3- ABD, AB, İtalya ve Fransa’nın çanak tuttuğu, hatta son olarak Fransa’nın yasalaştırdığı sözde ’Ermeni soykırımı’iddialarını genişleterek, sözde vaat edilmiş topraklar iddiasıyla Ağrı dağı merkezli olarak Doğu Anadolu’dan toprak talep etmek. Bunlara karşı devletçe, milletçe çok uyanık olmamız gerekir. İş işten geçtikten sonra ah vah etmenin bir yararı yoktur
 Ağrı dağı, kimliği yok olmak üzere olan Ermenileri toparlayabilmek için Ermeni diasporası adına İngilizler ve Amerikan kaynaklı tarikatların uydurduğu efsanelere konu oluyor. Son uydurma da Evangelist bir tarikata ait. Üzücü olan, Yeniçağ, Radikal ve Yenişafak gibi birkaç gazete dışında Türk medyasının bu tür haberleri ihtiyatla karşılamak yerine, her defasında “Dünyada 2 milyar Hıristiyan var, Türkiye turizm patlaması yaşayacak, Türkiye’nin önü açılacak” ifadeleriyle kamuoyuna sunması. Ağrı dağını, bir Türkmenistan yolculuğu sırasında havadan seyretmiştim. Ağrı dağı, yalan dolanla sahiplenilecek gibi değil, yürekli bir milletin elinde olmakla başı dik ve mutlu görünüyordu.

Nuh'un Gemisi ''Dümeni''
Dünya üzerindeki yaygın inançlara göre Nuh’un Gemisi Türkiye'nin en yüksek noktası olan Ağrı Dağı’nda karaya oturmuştu. Hatta Osmanlı Padişahı 2. Mahmud döneminde bile Nuh’un Gemisi’nin bulunması için dağa bir tırmanış yapılmıştı. İşte bu yüzden de Türkiye her yıl Nuh’un Gemisi’ni arayan yabancı konukları ağırlıyordu. Nuhun Gemisi, üzerinde bulunduğu Türkiye’de pek önemsenmezken dışarıda büyük bir ilgi ve gelir kaynağıydı.
“Şimdi bu işin dümeni şu: Hıristiyan cemaatleri var Amerika'da. Cins cins papazlar birtakım adamlar, bunun ticaretini yapıyorlar. Kilise kilise dolaşıp, Nuh'un Gemisi hakkında konferanslar veriyorlar. Amerika'da konferanslar paralıdır, bir konferansa giriş 10-15 dolar... Konferansçı anlatıp duruyor, İşte Ağrı Dağı, Nuh’un Gemisi mutlaka şurada, eğer para toplarsak, gideceğiz, Nuh’un Gemisi’ni bulacağız. İncil’de yazılanı doğrulayacağız... Amerika’da böyle şeylerin meraklısı çok, dindar insanlar bağıştan kaçınmıyorlar, para toplanınca kalkıp buraya geliyorlar, fotoğraf çekiyorlar, film çekiyorlar, sonra dönüp bunları konferanslarda gösteriyorlar, bu sefer olmadı, bulamadık, gelecek yıl bulacağız diyorlar, bu sürüp gidiyor...”
Ara, gazeteci arkadaşları Lütfü Akdoğan ve Ümit Deniz’i aradı. Hep birlikte Nuh’un Gemisi’ni bulmak üzere Amerika’dan gelen misyoner John Libi’nin peşine takıldılar.
“İlgilenir misiniz?' dedim, ilgilendiler, adamla birlikte ben, Ümit Deniz, Lütfü Akdoğan, Ağrı'ya gittik, mihmandarımız Şahap Atalay, o zaman üsteğmen... Çıktık gittik Doğubayazıt’a. O zaman otel motel yok, orduevinde kendimizi idare ettik. Dağa tırmandık, 4600 metrede kamp kurduk, sonra da zirveye çıktık. Orada İstiklal Marşı söyledik, bayrak çektik, plaketler bıraktık, indik.”
Ara sipariş üzerine çıktığı zirve yolunda sipariş sahiplerinin isteği üzerine, elinde Yeni İstanbul yazılı plaketle poz poz fotoğraflarını çektirmeyi de ihmal etmedi.
“Yaptığımız tahkikat sonunda, Amerikalının Boston'da bir asansörcü olduğunu öğrendik. İhtiyar bir adam sağdan soldan kiliselerden para toplamış gelmiş... Sonra bu John Libi, her yıl Türkiye'ye gelip gitmeye başladı, fotoğraf çekiyor, gidiyor Amerika'ya, yine para topluyor, ertesi yıl geliyor Ağrı'ya çıkıyor iniyor... Bunlar köy köy dolaşıp, konferanslar veriyor ve slayt gösteriyorlar. Bizim asansörcünün dümeni de bu. Çoktandır geldiği yok, galiba ölmüş.”
Asansörcü John Libi, Ağrı Dağı’na yaptığı tırmanışla ilgili olarak Philadelphia Inquirer gazetesine “Nuh’un Gemisi’ni gördüm ama buz blokları nedeniyle yanına gidemedim” diye demeçler vermişti ama işin aslı hiç de öyle değildi:
“Yok canım, ne gezer! Ama onun sayesinde ben de Nuh'un Gemisi'nin uzmanı oldum çıktım..
Ağrı Dağı’na olan bu ilgi sadece misyonerlerle sınırlı kalmıyordu. Amerika’nın tutucu siyasetçilerinin baskısıyla koskoca haber alma örgütü CIA işini gücünü bırakmış, tüm ajanları ve olanaklarıyla Türkiye’de Nuh’un Gemisi olup olmadığını araştırmak zorunda kalmıştı. Amerikalı dini bütün senatörler sürekli aradıkları CIA Başkanı’nı Sovyetler Birliği’ni izlemekle görevli U2 casus uçaklarının niçin Nuh’un Gemisi’nin fotoğraflarını çekmediği konusunda sıkıştırıyorlardı. Amerikan istihbaratı böyle bir fotoğraf çalışmasının asla sır olarak kalmayıp kiliselerde elden ele dolaşacağından emindi. Zaten İncirlik Üssü’nden kalkması konusunda zar zor ikna ettikleri casus uçaklarının, müttefiki Türkiye’nin üzerinde istihbarat topluyor görünmesini istemediklerinden, bu taleplere yıllarca “çevir kazı yanmasın” türünden oyalayıcı cevaplar vermişlerdi. CIA’in gizli kaydıyla Amerikan yönetimi ve senatörlere yolladığı yazılarda, U2 casus uçaklarının 1957 yılında bölgede yaptıkları uçuş sırasında çektikleri fotoğraflarda Nuh’un Gemisi’nin varlığını doğrulayan herhangi bir kanıt olmadığını bildirmesi muhataplarını tatmin etmiyordu. Onlar fotoğraf istiyorlardı.
“Bir gün Hayat Dergisi'ne bir yüzbaşı geldi; Yüzbaşı Durupınar... Harita Genel Müdürlüğü’nden. Hava fotoğrafları üzerinden harita çizimi yaparlarken Ağrı Dağı civarında tıpkı bir gemiye benzer çukur görmüşler. Askeri harita uçakları özeldir, uçağın kendisi fotoğraf makinesi için yapılmıştır ve otomatik çeker. Yani görüp de çekme şekli yoktur bu harita uçaklarında. Sonradan harita odasında değerlendirirken farkediyorlar. Bize getirilen fotoğraf işte buydu, bir harita özelliğinde harita fotoğrafı. Ve karar vermişler, bunu en güzel Hayat mecmuası basar diye. ‘Türk Ordusu'nun Hayat Mecmuası’na hediyesidir, bunun Nuh'un Gemisi olduğunu zannediyoruz’ diye basılmak üzere verdiler.”
1959 yılında NATO harita çalışmaları sırasında çekilen fotoğraftan çok etkilenen Ara, dakikalarca elinden bırakamadı. Arkadaşlarıyla fotoğraftaki çukurun Tevrat'ta geçen "Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap. Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak” ölçülerine uygun olduğunu hesapladılar.
“Baktık, ölçüleri aynen tutuyor, ama Ağrı Dağı'nın üstünde değil, karşıdaki dağlarda... Tendürek dağlarının bir çukurunda. Şevket Rado ve Hikmet Feridun da heyecanlanmıştı. Ama tek harita fotoğrafıyla röportaj olmaz, yeniden ve daha yakından çekmek gerekiyordu; ‘Ben bu işi yaparım’ dedim”
O kadar kusur kadı kızında da olurdu. Heyecandan yerinde duramayan Ara derhal Erzurum’a gitti ve elinde fotoğrafın kopyasıyla 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala’nın huzuruna çıktı.
“'Paşam' dedim, 'Bu çok müthiş bir şey. Bana bir tayyare ver, üstünde uçup bu fotoğrafı çekeyim, dünyaya yayalım. Ben buraya gidiyorum, sen de bana yardım et'.”
Ara’nın önerisi Paşa’nın hoşuna gitmişti ama bir isteği vardı.
“’Ben sana tayyare vereyim ama sen de benim burada yaptırttığım kışlaların resmini çek’ diyor. O zaman kışla yoktu, soğukta o acayip barakalarda kalıyorlardı. İlk defa binalar yaptırdı o binaların resmini çekmemi istedi.”
Ara’nın “Emriniz olur” cevabı üzerine Orgeneral Gümüşpala, emir subayını çağırıp gerekli talimatı verdi. Yıldırım hızıyla binaların fotoğraflarını çeken Ara, Doğubayazıt’a geçip kendisi için tahsis edilen uçağı görünce biraz ürperdi.
“Bunlar bez topçu tayyareleri, ileri karakol amaçlı. O zaman helikopter falan yoktu. Beni Nuh’un Gemisi’nin üzerinde döndüren çocuk Karadenizli. Dokuz defa dalış yaptık bir de fırtınalıydı hava midem bulandı. Aşağı indim bozuldum tabii, midem bulanıyor. Uçağın camı var, ben açıyorum daha net fotoğraf çekmek için ama bu sefer de içeriye rüzgar dolduğu için tayyare zor kullanılıyor.”
Ara’nın fotoğrafladığı çukur, Ağrı Dağı'nın karşısında Tendürek dağlarının eteğinde, Aşağı Sürbahan ile Yukarı Sürbahan köyleri arasındaki Mahşer köyünün yakınındaydı.
“Elimdeki fotoğrafa ve haritaya göre yerini bulduk, uçaktan bakınca, gerçekten sanki Nuh'un Gemisi'nin kalıbı çıkmış, öyle bir çukur. Sular çekilince Nuh'un Gemisi çamura oturmuş, sonra tahtadan gemi çürüyüp gitmiş, çukur öylece donup kalmış... Tıpkı öyle görünüyor.”
Ara’nın çektiği fotoğrafları servise koymasının ardından kıyamet koptu. Aranılan fotoğraf bulunmuştu.
“Fotoğrafları çektik, bütün dünya ayağa kalktı... Ben fotoğrafı çektim, gerisine bilim adamları karışır... Üstelik İncil’deki geminin ölçüleriyle, fotoğraftaki çukurun ölçüleri birebir tutuyor. Şunu rahatça söyleyebilirim: ‘Eğer bu iz Nuh’un Gemisi’nin izi ise dünyada ilk defa gören ve fotoğrafını çeken benim.”
Yıllar sonra Galatasaray’daki stüdyosunda bir papaz konuğu vardı.
“Hıristiyan papazı kapıdan girince haç çıkardı ve önümde hizmetkar bir eda ile duaya başladı. Bana bir evliyaymışım gibi bakıyordu. Tabii ben sıkıldım ama sonradan açıldı; ‘Nuh’un Gemisi’nin varoluşunu siz ispat ettiniz, bu dine yapılan en mühim hizmettir, insanlık namına size teşekkür ederim.’ Bir müddet sonra geri geri çıkarak odadan ayrıldı. Dedim ‘Bir bu eksikti.”
H.Z İSA'YI BİLE YEMİŞLER !
30 Ağustos 2010 Pazartesi, 11:01 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
Kutsal kitap anlamına gelen, iki kitaptan ( Eski ahit : Tevrat ve Zebur-Yeni ahit: İncil) ve toplam 66 ayrı bölümden oluşan Kitab-ı Mukaddes, ilahi (Allah'ın gönderdiği) bir kitap değildir. Yani K. Mukaddes ( Tevrat-Zebur ve İncil), K.Kerim gibi Yüce Yaratıcı Allah'ın sözleri değil, insanların yazdığı kitapların bir araya toplamış halidir. Bunu kendi yazmış oldukları (hıristiyan ve yahudi) kaynakları da itiraf eder: Pr.Dr. Richard Friedman'a göre, Tevrat'ı peygamber Yermiah ve havarisi Baruh ben-neriya yazmıştır. ( Yahudi yayın organı Şalom Gazetesi :13 Mayıs 1987). Ayrıca ,Tevratı yazdığı söylenen Hz. Musa'nın, yine Tevrat'ta öldüğü ve gömüldüğü yerlerden bahsedilmesi ( Tesniye: 34/6 :"Rabbin sözüne göre; Rabbin kulu Musa orada, Moab diyarında öldü  ve Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki derede onu gömdü" Tevrat'ın daha sonra yazıldığının kanıtlarındandır .
 Günümüzde İncil Matta, Markos, Luka, Yuhanna tarafından yazılmış, insan yazmalarından oluşan, Hz. İsa'nın hayatını anlatan tarihi bir eser görünümündedir : "İncil'i Allah indirmemiş, hatta onu değişik peygamberlere tek tek yazdırılmamıştır. ( Kur'an ve kutsal kitap, John Gılchrıst)". Hz. İsa'nın tebliğ ettiği İncil, günümüzde, elimizde bulunan İncil değildir. Bunun en büyük delili yine İncil'de bulunmaktadır.
".... İsa. Tanrının İncil'ini tebliğ ederek Galile'ye gelir..." (Markos : 1/14)
  • H.z İsa hangi İncil'i tebliğ ediyor, anlatıyordu ? Matta 'yımı, Luka'yımı yoksa 300 sene sonra yasaklanacak İznik konsülünün reddettiği İncil'leri mi?
  • Günümüzdeki İncil şu an Hz. İsa'nın hayat öyküsünü içerir. ( Matta, Hz İsa ile gezerken gördüklerini, Luka Hz. İsa ile başından geçen olayları, Yuhanna, Markos ... yine Hz. İsa ile olan anılarını , aynı olayı, birbirine zıt olarak İncil'de anlatırlar.) Hz. İsa halka neyi anlatıyordu, kendi hayat hikayesini mi, doğumunu mu anlatıyordu ?... Matta'ya göre İncil varda, "İsa'ya göre İncil neden yok ? " hala.
  • Eldeki en eski İncil Yunancadır. Hz. İsa ise İbranice konuşurdu...
Tüm bunlar elimizdeki Tevrat ve İncil'in bozulduğunu gösteren delillerdir. 
Tevrat 39, İncil 27 bölümden oluşur. Hıristiyanlar, K.Mukaddesin tamamına (yani sadece İncil'e değil, Tevrat, İncil, Zebur üçünü birden) inanırlar. Yahudiler ise sadece eski Ahit'e - Tevrat'a inanırlar :
K. Mukaddes'in tanrısı nasıl bir tanrıdır. Yahudi ve hıristiyanlar nasıl bir tanrıya inanırlar : Yorulan, pişman olan, acı duyan, güreşte yenilen, korkan, kinci... bir tanrıdır, K.Mukaddesin tanrısı.
 Yorulan tanrı : "... Ve tanrı yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti, dinlendi..." (Tekvin 2/2-3). Kim dinlenir, tabi ki yorulan tanrılar.
Pişman olan, acı duyan tanrı : " Ve Rab yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu " (Tekvin 6/6).
 Güreşte yenilen tanrı : " ... ve Yakup, seher sökünceye kadar bir adamla güreşti... (adamı yenince) adam Yakub'a dedi :
 Adın nedir ? Yakup. Yine adam ona, "artık sana Yakup değil, ancak İsrail* (Bkz. Dipnot) denecek çünkü insanlarla ve Allah ile uğraşıp onları yendin. " (Tekvin : 33/24-29)
Korkak tanrı : " Ve rab... derede oturanlar, kovamadı, çünkü demirden savaş arabaları vardı." (Hakimler (1/19). Demirden savaş arabalarından korkan bir tanrı...
 Kinci bir tanrı : " Rab diyor, seninle milletleri, atı ve binicisini, cenk arabasını ve binicisini, erkeği ve kadını, kocamış adamı ve genci, genç adamı ve ere varmamış kızı, çobanı ve sürüsünü, çiftçiyi ve çiftini, valileri ve kaymakamları... kıracağım..." (Yaremya : 51/20-26)     Sarhoş : "Şaraptan bağıran gibi uyandı tanrı " ( Mezmurlar : 79/65)

    Öfkeli: " Burnundan duman yükseldi, ağzından ateş yiyip bitirdi, ..." ( Samuel :22/9 )

    Uyuyan: " Kalk, uyan niçin uyuyorsun ya rab " ( Mezmurlar : 44/23 )
 İslâm'ın ilahı, Allah (C.C) Kur'an da nasıl anlatılır : " O (Allah) görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır. O, kendinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah'tır. Allah müşriklerin (putperest, yahudi ve hıristiyanların) ileri sürdüğü sıfatlardan ( yorulan, yenilen...) münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar O'nu tespih ederler. O güçlüdür, her şeye hakimdir" (Haşr: 22-24).
 K. Mukaddesin peygamberleri nasıldır ?
 Hz. Lut (A.S)'a iftira : Lut (A.S)'a iki kızı, şarap içirip sıra ile yanlarına girip, onunla yatıp, babalarından hamile kalırlar.(Tekvin : 33-36)
Yahuda peygambere iftira : Gelini ile yatıp , hamile kalınca onun yakılmasını emreden bir kayınpeder. (Tekvin : 38/15-25)
 Davud (A.S) 'a iftira : Bir komutanın karısı ile yatıp hamile kalınca, kocasını savaşa gönderip ölmesi için tezgah hazırlayıp, sonra da dul eşi ile evlenir. (I. Samuel : 2-27). Oğlu Amnon kız kardeşi Tamar ile zorla yatıp onu "alçaltır" ( I. Samuel : 13/1-39)

    Hz. Nuh (AS)'a iftira: Nuh'a oğlu tecavüz eder  Ve Nuh, çiftçi olmağa başladı ve bir bağ dikti, ve şaraptan içip sarhoş oldu ve çadırının içinde çıplak oldu...Ve Nuh, şarabından ayıldı ve küçük oğlunun kendisine yaptığını(…) anladı ve dedi: Kenan lanetli olsun; kardeşlerine kullar kulu olacaktır." Tekvin: 9/20-25 
 K. Mukaddes nasıl bir kitaptır?   "Ben size diyorum ki kimde varsa ona daha çok verilecektir. Ama kimde yoksa kendisinde olunan da alınacaktır. Üzerinde kral olmamı istemeyen düşmanlarıma gelince , onları buraya getirin ve gözümün önünde öldürün" ( Lula: 19: 26-27)    "Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın ! Ben barış değil, kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben oğula babasının, kızla anasının, gelinle kaynanasının arasına ayrılık sokmaya geldim.İnsanın düşmanları, kendi av halkı olacaktır."  ( Matta:10-34-36 )    Kalça, karın, göbek yuvarlağı, göğüs, boyun, göz, saç, dudaktan... bahseden bölümleri ( Neşideler neşidesi 7:1-13) dışında, Yahudi olmayanların yabani hayvan kabul edildiği ( Tesniye : 8/ 21-22), Fırat ırmağı civarının tanrı tarafından yahudilere verildiği ( Tesniye : 12/24), insanların kasaplık koyun gibi ölüm gününe hazırlanmayı emreden (Yaremya : 13/3), insanları delik deşik edip çocukların yere çalınıp, karılarının kirletilmesini emreden ( İşaya: 13/15-16) ... ayetleri bulunan kutsal (!) kitabın, K. Mukaddesin emirlerini yerine getiren siyonist ve emperyalistler, dünyanın her yerinde Müslüman kanını akıtmaya devam etmektedirler
 K. Mukaddes insan mahsulü olduğu için, içinde birbiri ile çelişen pek çok ayet bulunmaktadır.
  • Şela kimin oğlu ? : Arpakşad'ın ( Tekvin: 11-12) - Kainan'ın (Lukas: 3-36)
  • Ahazya kaç yaşında kral oldu ? : Yirmi iki ( II.Krallar : 8-26 ) - Kırkiki ( II.Tarihler: 22-7)
  • Harun (A.S) nerede öldü ? : Hor dağında ( sayılar . 20-28) - Mosereya'da ( Tesniye :10-6)
  • Davud ( A.S)'u kim tahrik etti ? : Tanrı (II.Samuel: 21/1) - Şeytan (Tarihler : 21-8)
  • Yehoyakin kaç yaşında kral oldu ? : 18 yaşında (II.Krallar : 24-8) - Sekiz (II.Tarihler : 36-9)
  • Nuh (A.S) her canlıdan kaçar tane aldı ? : İkişer ( Tekvin : 6-19) - Yedişer (Tekvin : 7-2)
  • Saulun kızı Mikal çocuk doğurdu mu ? : Çocuğu olmadı (I. Samuel : 6-23) - Beş çocuğu oldu ( I. Sauel : 21-8)
  • İnsan kaç yıl yaşayabilir ? : En çok 120 yıl: ( Tekvin 6-3) - 403 yıl ( Tekvin : 11-13)
  • Tanrı yorulur mu ? : Rab yorulmaz : ( İşaya : 40-28) - İstirahat eder.( Tekvin : 2-3)
  • Hz. İsa, Hz.Davud'un oğlu mu ? : Evet Davud'un oğlu (Luka : 18-38) - Hayır, tanrının oğlu (Matta : 22-45)
  • Yusuf (A.S) 'ın babası kim ? : Yakup ( Matta: 1-16) - Heli (Luka : 3-23)
  • İbrahim'den Davud'a kaç nesil vardır ? : 14 (Matta : 1-17) - 15 (Luka: 3-31-34)
  • Eriha'dan çıkarken İsa'dan kaç kör yardım istedi ? : İki : (Matta: 20-30) - Bir (Markos : 10-46)
  • H.z İsa ' nın şehadeti doğru mudur ? : Evet (Yuhanna: 5-31) - Hayır ( Yuhanna: 8-14)
  • Haçı kim taşıdı ? : Simon (Luka : 23-26) - İsa (Yuhanna : 19-17)
  • Yahuda İsa'yı öptümü ? : Öptü (Matta : 26-49) - Öpmedi ( Luka: 22-49)
  • Kabirden çııkan cinlenmişler kaç kişi idi ? : İki (Matta : 8-28) - Bir (Markos:5-7)
  • H.z İsa'yı kim kabre koydu ?: Yusuf ve Nikodimus (Markos: 15-46) - Sadece Yusuf: ( Yuhanna:19-42)
  • Mezarda kaç melek göründü ? : Bir (Matta: 28-2) - İki (Yuhanna : 20-12). Devamı :333 çelişki adlı dosyada! Bernard Shaw: "Dünyanın en tehlikeli kitabını kilit altında tutun" der..
 K.mukaddes daha birçok katma ve çıkartmaları bünyesinde barındırmaktadır...

Hıristiyanların kabul ettikleri Kitab-ı Mukaddes'in I. bölümü; Tevrat'tan hareketle, Yahudilerde ırkçılık üzerine bir kaç tespit: "Ve Allah'ın Rab ( Yehova) o milletleri senin önünden azar, azar kovacak, onları çabukça bitiremezsin yoksa senin üzerine kır hayvanları (Goyim)  çoğalır ve Yahova onların krallarını senin eline verecek."( Tesniye, Bab: 22/24)

  İsrailli haham Rabbi Shim'on: " Yahudi olmayanların en iyisi  mi; öldür. Yılanın en iyisi mi; beynini parçala." ( İsael Shahak, Jewish History, S:78)

Yaratılış merdiveninde farklı basamaklar olduğunu herkes doğal olarak kabul eder; önce inorganik nesneler, bitiler ve hayvanlar alem, sonra konuşan, yaratıklar ve hepsinin üstünde Yahudiler." ( Siyonizm ve ırkçılık, Ankara Üniversitesi Siy. Bilg. Fak. Yay., Sources de la pense'e juive contemporaine, Sf: 49)
Hıristiyan teslise (Baba- Oğul- Ruhul Kudüs) inanırlar. Baba doğmamış, oğul ve ruh doğmuştur. Üçü her zaman bir arada idiler.
Morkos :( 13-32) :" Ne melekler, ne de oğul, babadan başka kimse bir şey bilmez."
 Markos :( 10-18): " İsa dedi: ... birden başka kimse iyi değildir o da Allah'tır
İsa, baba ile bir olsa onun gibi her şeyi bilmesi gerekmez mi ?
Baba, oğul mecazi anlamda kullanılmış olabilir mi ? Bu mecaz, zamanla asıl anlam gibi algılanmış olabilir mi
  Matta (5-9) : " Ne mutlu sulh edicilere, çünkü onlar Allah oğulları çağrılacaklar"
 Matta (6-14): " İnsanların suçlarını bağışlarsanız , semavi babanız da size bağışlar.
 I. Yuhanna (5-19) : "Biliriz ki biz Allah'tanız...
 Tanrı tüm insanların babası (Rabbi)'dir. Hıristiyanlar İsa(A.S) söz konusu olunca baba, oğul kelimelerini hakiki manalarında, diğer insanlar söz konusu olunca mecazi manalarda anlamaktadırlar. Bu ayırımın sebebi nedir?
 K. Mukaddes'te tevhid- Allah'ın bir olması:
Tesniye (4-39) : "Yukarıda göklerde ve aşağıda yerde Rab, o Allah'tır başka yoktur"
Tesniye (6-4) : " Dinle ey İsrail : Allah'ınız Rab, bir olan Rabtir."
Tesniye (32-39) :" Şimdi görün ki , ben O'yum, katımda ilah yoktur"
I. Samuel (2-2) :" ... Senden başka ilah yoktur."
I. Krallar (8-60) : "... Rab, Allah olan odur, ondan başka yoktur."
İsaya (45-5,6) : " Rab benim ve başkası yoktur, benden başka Allah yoktur
İsa (A.S) Allah'ın kulu ve Resulüdür:
Matta (12-18) : " İşte benim seçtiğim kulum
Luka (24-19) : "... Kudretli bir peygamber olan Nasıralı İsa.
 Kur'an Hıristiyanlara şöyle seslenmektedir :

"Ey kitap ehli. Dininizde aşırı gitmeyin. Allah hakkında yalnız gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih. Sadece Allah'ın peygamberleridir... (Allah) üçtür demeyin, bundan vazgeçin... "(Nisa Suresi :171)
İSA'YI  BİLE YEMİŞLER !
Misyonerlik din maskeli, yıkıcı siyasi harekettir. Misyonerler manevi kalelerimizesaldıran Haçlı askerleridir
27 Ağustos 2010 Cuma, 17:33 tarihinde {Gel, ne olursan ol yine gel} tarafından eklendi
MİSYONERLİK TEHLİKESİSon zamanlarda Türkiyemiz, Hıristiyan misyonerlerinin saldırı ve akınına uğramış bulunuyor. Türkiye’nin hemen her tarafına yayılmış olan misyonerler serbestçe Hıristiyanlık propagandası yapyıyorlar ve halkımız arasında Hıristiyanlık’ı yaymak üzere büyük imkanlarla gece gündüz çalışıyorlar.

Misyon kelimesi Latince olup genelde “görev” demektir. Misyoner kelimesi ise genelde “görevli” anlamına gelmektedir. Ancak misyoner kelimesi özel kavram olarak, “Hıristiyanlığı yaymakla görevli olan kişi manasını” ifade etmektedir. Özellikle ülkemizde “misyonerlik” denildiği zaman “Hıristiyanlık’ı yayma faaliyeti”, “misyoner” denildiği zaman da “Hıristiyanlık’ı yayma yolunda çalışan, propaganda yapan kimse” manası anlaşılmaktadır.


Son zamanlarda Türkiyemiz, Hıristiyan misyonerlerinin saldırı ve akınına uğramış bulunuyor. Türkiye’nin hemen her tarafına yayılmış olan misyonerler serbestçe Hıristiyanlık propagandası yapyıyorlar ve halkımız arasında Hıristiyanlık’ı yaymak üzere büyük imkanlarla gece gündüz çalışıyorlar.Bu kötü gelişmeler insanda şöyle bir şüphe uyandırıyor:


Türkiye, AB’ye (Avrupa Birliğine) girerken aynı zamanda adım adım Hıristiyanlaştırılacak mıdır?Uyum yasaları ile misyonerlerin yolu açılmış ve onlara her türlü imkan sağlanmış ve destekler verilmiştir. Böylece Türk halkını Hıristiyanlaştırmanın yolu mu açılmak istenmektedir?Bu yolda yapılan kötü icraatlar ve misyonerlerin böylesine pervasız, özgüvenli ve de kararlı çalışmaları insanda haklı olarak böylesine kötü şüpheler uyandırıyor.Şu anda Türkiye’nin hemen her tarafına yayılan misyonerler, halkımızı, özellikle gençlerimizi Hırıstiyan yapabilmek için var güçleri ile çalışıyorlar.


Hırıstiyanlıkla ilgili bedava kitaplar, kasetler ve CD’ler dağıtıyorlar. Hatta paralar dağıtıyorlar, iş istiyene iş bulucaklarını, yurtdışına gitmek isteyenleri yurtdışına göndereceklerini vaat ediyorlar. Başlarına topladıkları saf insanlara korsan kiliselerde İslamiyet’i ve Türkiye’yi yeren, Hıristiyanlığı öven propaganda konuşmaları yapıyorlar, kurdukları radyolarla gün boyu aynı yolda zararlı propaganda konuşmaları yayınlıyorlar. Yoksul ailelere ve işsizlere iş vaat ediyorlar, gençlere dolar dağıtıyorlar, parlak gelecek vaat ediyorlar. İş yerlerine ve evlere özel ziyaretler yaparak, Hırıstiyanlığı aşılamaya çalışıyorlar.Misyonerler tuzağa düşürmek istedikleri yoksul Müslüman halkımıza ve gençlerimize önce sahte bir sevgi ve şefkat gösteriyorlar, yardımsever ve iyilik sever bir tavırla yaklaşıyorlar hatta bazı yardımlar da yapıyorlar, sonra onların dini ve milli inançlarını yıkıp Hırıstiyan yapabilmek için zehirli konuşmalar ve propagandalar yapıyorlar ve binbir çeşit taktik ve yönteme başvuruyorlar.Bu arada kanunsuz korsan kiliselerin sayısı her geçen gün artıyor ve buraları birer fitne fesat merkezi ve de tuzak merkezi olarak kullanıyorlar.Bütün bu çalışmaların sonucu olarak birtakım bilgisiz gençlerimiz ve kandırılmış insanlarımız Hıristiyan oluyorlar, misyonerlerin tuzağına düşüyorlar...Üzülerek ifade edelim ki, bütün bu zararlı ve tehlikeli faaliyetler hükümetin himayesi ve hoşgörüsü ile yapılıyor. Devlet, bu türlü zararlı faaliyetleri önleyeceği yerde himaye ediyor. AB için, dinimize saldırıyı hoşgörüyorlar...


Misyonerler manevi kalelerimizesaldıran Haçlı askerleridir


Tekrar ediyoruz, Türkiyemiz’in her tarafına yayılan Hırıstiyan misyonerleri, manevi kalelerimize saldıran eski düşman Haçlı ordusunun silahsız askerleridirler. Sanıldığı gibi onlar öyle dindar falan değildirler, hatta onların büyük bir kısmı dine hiç inanmazlar. Misyonerler dini rol yapmayı iyi öğrenmiş, iyi yetiştirilmiş birer casus, ajan ve toplum bozguncusudurlar.Silahlı düşmanlar savaş halinde, maddi kalelerimize saldırırlar. Silahsız Haçlı askerleri olan misyonerler ise, barış zamanında manevi kalelerimize saldırmaktadırlar.


Misyonerler yüce dinimiz İslam’a saldırıyorlar, halkımızın ve gençlerimizin imanına saldırıyorlar.Misyonerler, Türk halkının din kardeşliği bağına saldırıyorlar, milli birliğimize, vicdan birliğimize saldırıyorlar... Ulusal bütünlügümüze saldırıyorlar.Evet, bütün misyonerler yıkıcı, bölücü ve de bozguncudurlar. O nedenledir ki misyonerler devlet ve millet bütünlüğümüze saldırıyorlar. Daha doğrusu misyonerler hedef seçtiklleri, girdikleri her ülkede bölücülük ve bozgunculuk yaparlar.


Unutmayalım eski düşman Haçlı ordusunun bugünkü silahsız askerleri olan misyonerler, manevi kalelerimize ve değerler sistemimize, dinimize, milli kültürümüze, birlik ve bütünlüğümüze saldırıyorlar. Onlara fırsat vermeyelim, bulunduğumuz yerden kovalım.


Misyonerlik din maskeli, yıkıcı siyasi harekettir


Sevgili okuyucularım, misyonerlik faaliyeti sanıldığı ve iddia edildiği gibi salt dini bir faaliyet değildir. Misyonerlik bizim için din maskeli yıkıcı, bölücü, siyasi bir harekettir. O nedenle, misyonerlerin yaldızlı sözlerine aldanmamak gerekir.Misyoner faaliyetleri neden yıkıcı, bölücü ve zararlı faaliyettir?Çünkü, misyonerler, öncelikle yüce dinimiz İslam’a ve milli değerlerimize ve milli kültürümüze düşmandırlar, onları yıkmak istemektedirler.Halkımızın İslami inancının yanlış ve yalan olduğunu söylüyorlar, Kur’an-ı Kerim’in kutsal kitap olmadığını, Hz. Muhammed’in yalancı peygamber olduğunu iddia ediyorlar. Gerçek kutsal kitabın İncil, kurtarıcının da Tanrı’nın oğlu İsa Mesih olduğunu ileri sürüyorlar. Bu ve benzeri asılsız iddiaları sık sık tekrarlayarak, saf ve sade Müslümanlar’ın İslamiyet’ten ayrılmasına ve sonuçta Hırıstiyan olmasına sebep oluyorlar.


Dinini değiştiren milliyetini de değiştiriyor


Şurası sosyolojik bir gerçektir ki, dini inançlar ile milli inançlar birbiri ile yakından ilgilidir. Dinini değiştiren kimseler genelde birçok milli inanç ve kanaatlerini de değiştirmektedir. Bunun örneklerini her ülkede ve her din değiştirme olayında görmek mümkündür. Çünkü, din değiştirmeye yol açan misyonerler dini telkinleri yanında milli konularda da yıkıcı propagandalar yapıyorlar. Mesela bu günkü Avrupa medeniyetinin ve kalkınmanın Hıristiyanlığın eseri olduğunu, Hıristiyanlık dışında kalan halkların geri, değersiz, medeniyetten ve insan haklarından uzak olduklarını anlatıyorlar. Böylece Hıristiyanlık propagandası yapılan kişinin dini inançları ile birlikte milli inançları da bizzat kötülenerek, güya yanlışlıkları ortaya konularak yıkılıyor. Dolayısıyla Türkiye’de de dinini değiştiren insanlar genelde milli inanç ve düşüncelerini de zamanla değiştirmektedirler. Böylece İslami inancını kaybedip Hıristiyan olan vatandaşımız zamanla Müslüman halkımızdan da manen kopuyorlar. Düne kadar sokaktaki herkese ‘Müslüman din kardeşi’ gözüyle bakan kendisi de Müslüman olan kişi, halk deyimi ile dinden çıkıp ‘gavur’ olunca, kendi milletine yabancılaşıyor, hatta kendi dinine ve milletine düşman haline geliyor. Bundan sonra hangi dine girmiş ise o dinin mensuplarını din kardeşi olarak görüyor. Sonradan Hıristiyan olan kimse bundan sonra Müslüman Türkler’i değil, Hıristiyan Yunanlılar’ı kendisine din kardeşi olarak görüyor. Bir tartışma ve çatışma halinde Türkler’in değil, Yunanlılar’ın safında yer alıyor. Konu sadece bir din kardeşliği duygusundan ibaret de değildir. Önce Müslüman iken dönme Hıristiyan haline gelen kişi hemen her konuda artık kendisini Türk Milleti ve Türk Devleti’nin yanında değil, Hıristiyan milletlerin ve devletlerin yanında hissediyor. Kısacası dini inançların değişmesi ile oluşan yeni psikolojik duyguları ve yeni dini düşünceleri yönünde, bütün milli kanaatları, hatta hayatla ilgili birçok inanç ve düşünceleri köklü biçimde değişmektedir. Böylece o dönme kişi başka bir kimliğe bürünmektedir.Normal bir Müslüman Türk, İslamiyet’e inanır, saygı ve sevgi duyar, Müslüman halkımızı din kardeşi, kan kardeşi olarak bilir, ona sevgi ve saygı ile bağlı bulunur. Türk devletine, Fatih Sultan Mehmet ve Atatürk gibi devlet adamlarımıza ve milli şahsiyetlerimize yine sevgi ve saygı besler içinde...Aynı kişi, misyonerlere avlanarak Hırıstiyan olursa, o kişinin iç dünyası, kültürü bozulur ve inançları değişir. Bu defa o kişi, İslamiyet’ten ve Müslüman halkımızdan, manen nefret eder, onlardan kopar, hatta onları düşman görür. Türk devletine, devlet adamlarına, ordumuza düşman haline gelir. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’e, Atatürk’e ve diğer milli kahramanlarımıza düşman haline gelir. Çünkü onları, savaşta Hıristiyanlar’ı yenmekle, onları bu topraklardan atıp Müslüman Türkler’i yerleştirmekle suçlarlar...Görülüyor ki, bir Müslüman Türk, misyonerlere avlanıp da, dinini değiştirip Hıristiyan olmakla, milliyetini de değiştirmekte, vatana ve millete bağlılığı da değişmektedir.


Amaçları Türkiye’yi ele geçirmek


Konu sadece bir din ve kimlik değiştirmekten ibaret de değildir. Olayın dini ve kimlik sorunu yanında ekonomik, sosyal ve siyasi yönü de hem de ağırlıklı olarak mevcuttur. Meydana gelecek tehlikeli gelişmeleri “Görünen köy kılavuz istemez” çerçevesi içinde şöyle özetlemek isteriz:

Misyonerlerin çalışmaları ile sonuçta, Müslüman halkımızın içinde kendine yabancılaşmış dönme Hıristiyan guruplar oluşacak, bunlar Türkiye’ye bağlı olmak yerine Hırıstiyan devletlere ve milletlere bağlı olacaklar, gönülleri onlardan yana olacak, Müslümanlar’ı din kardeşi değil, Hırıstiyanlar’ı din kardeşi olarak bağırlarına basacaklar. Evet, Hıristiyan dönmeler, Türkiye’den değil, Yunanistan’dan yana, İngilizler’den, Fransızlar’dan yana olacaklardır. Bu arada söz konusu yerli Hıristiyan dönmeleri Avrupalı devletler kendi has adamları olarak, içimizdeki casusları olarak onları maddi ve manevi yönden destekleyecekler, ortak fabrikalar kurucaklar, onlara temsilcilikler ve bayilikler verecekler, Türkiye’ye Avrupa’dan ithal edilecek mallar onların eliyle getirilecek, Türkiye’den Avrupa’ya ihraç edilecek malları da yine onların eliyle yollayacaklardır. Böylece Müslüman’dan dönme Hırıstiyan Türkler’in sahibi oldukları birçok yeni holdingler ve büyük zenginler ortaya çıkartılacaktır. Dönme Hıristiyanlar’ın bu ekonomik gelişmeleri onlara aynı zamanda sosyal ve siyasal güç de kazandıracaktır. Böylece zaman içinde onlar Türkiye’de gerçek güç ve iktidar sahibi, söz sahibi haline geleceklerdir. Daha açık söylemek isteriz: Böylece haçlı seferlerinden beri ele geçirilmek istenen Anadolu ve bütün halinde Türkiye, Hıristiyan Avrupa tarafından tek kurşun atılmadan, demokratik yollarla, içinden teslim alınmış olacaktır. Bu bir hayal değildir. Şu andaki gidiş devam ettiği taktirde varacağı yer burasıdır. Ancak bu noktada hemen belirtelim ki, Türk Milleti bu tehlikeli gidişe mutlaka “Dur” diyecektir. Dolayısıyla da her yurtsever Müslüman Türk bu konuyla ilgilenmeli, tehlikeli gidişe “Dur”diyebilmek için, dinimizi ve devletimizi, vatan ve milletimizi koruyabilmek için elini taşın altına sokmalı, maddi ve manevi mücadeleye katılmalıdır.

Şöyle de değerlendirmek mümkün: Misyonerler içimizden nice insanları Müslüman Türk olmaktan çıkartacak, manen ve ruhen Hıristiyan, Alman, İngiliz, Yunan veya bir başka millete dönüştüreceklerdir. Kendi insanlarımızı çalıp, zihniyetlerini değiştirip kendi adamları haline getirecekler ve içimizde birer ajan olarak kullanacaklardır. Barış zamanında ülkenin aleyhine faaliyet gösterecekler, rakip ülkelerin işbirlikcisi olacaklar, savaş zamanında ise, düşmanın iç uzantısı olarak bizi arkadan vuracaklardır. Türk Milleti olarak bu türlü ihanetleri, arkadan vurmaları İstiklal Savaşı sırasında çok gördük...

Daha açık söyleyelim, misyonerlerin nihai amacı, emperyalistlerin nihai amacına uygun olarak, barış zamanında manevi kalelerimizi çökertmek, milli birliğimizi, vicdan bütünlüğümüzü, din ve kültür birliğimizi bölmek, parçalamak ve sonunda savunmasız hale düşürülecek olan Türk topraklarını, Anadolu’yu ele geçirmektir.

Evet Hıristiyan misyonerler işte bu korkunç amaç için çalışıyorlar. Bunun en açık maddi belgesi ellerindeki İncil kitaplarında mevcuttur. Dağıttıkları İnciller’in arka iç kapaklarında Anadolu’yu kutsal Hıristiyan toprakları olarak ilan ediyorlar .

İşte, misyonerler Türkler’in elinde esir kabul ettikleri ve kutsal Hıristiyan toprakları saydıkları Anadolumuz’u kendileri ele geçirmek için, böylesine korkunç bir amaç için çalışıyorlar... Biz Müslüman Türkler için büyük bir tehlike değil midir bu ?

Hıristiyan azınlıklar arkadan vurdular

İstiklal Savaşı sırasında Hıristiyan azınlıkların önemli bölümü bizi arkadan vurdular, işgalci düşmanla işbirliği yaparak isyan ettiler, bizimle savaştılar.İşte, şimdi yine içimizden hem de kendi evlatlarımızdan bize düşman Hıristiyan azınlıklar oluşturuyorlar. Yarın başımız derde girdiği zaman, bunlar da bizi arkadan vuracaklar ve düşmanla işbirliği yapacaklardır.Görülüyor ki, misyonerlik hareketleri sanıldığı gibi salt dini olay değildir, misyonerlik din yıkıcılığıdır, inanç ve milli kültür yıkıcılığıdır, millet bölücülüğüdür, millet bireylerini birbirine düşman edici bir fitne ve fesat hareketidir. Askeri ifadeyle misyonerlik, psikolojik harekattır. Bir ülkeyi içinden yıkma ve çökertme faaliyetidir, bir çeşit düzensiz savaştır, soğuk savaştır.Dolayısıyla da, her biri bir Haçlı askeri olan, bizi içimizden çökertmeyi amaç edinen, dinimizin ve milletimizin düşmanı olan misyonerlere fırsat vermeyelim, hukuki ve demokratik yollarla onların etkilerini kıralım, yanımızdan kovalım...Evet sevgili okuyucularım, din maskesi takınmış hain ve sahtekar misyonerlere inanmayalım, onlara ‘Hadi ordan inanç hırsızları, size inanmıyoruz burayı terk edin’ diyelim.

Hıristiyan ülkelere gitsinler

Eğer, misyonerlerin amacı Hırıstiyanlığı yaymak ise, halkı Hırıstiyan kökenli olan ülkelere gitsinler, çünkü oralarda aydınlanan insanların büyük bölümü akıl ve mantık dışı buldukları için Hıristiyanlığa inanmaz hale gelmişlerdir. Varsa tutarlı ve doğru dini bilgileri gitsinler onlara anlatsınlar ve yeniden Hıristiyan yapsınlar. Ama bunu yapamazlar. Çünkü misyonerlerin inançları çelişkilerle dolu, tutarsız ve sakattır. Hz. İsa’ya hem “insan”, hem “Allah’ın oğlu”, hem “Allah” diyen, sonra da bu Allah’ı “Yahudiler öldürdü” diyen misyonerlerin düşüncelerine, aklı başında olan ve biraz düşünen aydın insanlar inanır mı? Bunu kendileri de bildikleri için Avrupalı aydınlara Hıristiyanlığı anlatmaya yanaşmıyoırlar.

Dolayısıyla misyonerlerin amacı din ve iman değildir! Onların maksadı din istismarı yaparak, İslam düşmanlığı yaparak; çeşitli hile ve kandırmalarla Müslüman halkları içinden dönüştürmek, milli ve manevi değerlerine, devletine ve milletine olan bağlılık ve inançlarını yıkmak, milletin manevi savunma mekanizmalarını parçalamak ve böylece ülkeyi içinden teslim olmaya hazır hale getirmeye çalışmaktır.

Çünkü misyonerlerin arkalarında onları para ve emirleri ile yönlendiren emperyalist büyük devletler vardır. Misyonerler din iman için değil, o emperyalist devletlerin yayılmacı amaçlarına hizmet için çalışıyorlar.

Tekrar ediyoruz; eğer misyonerlerin amacı, Hırıstiyanlığa hizmet ise, aslen Hırıstiyan olan Avrupa ülkelerine gitsinler, çünkü orada halkın ve gençlerin çok büyük bölümü Hırıstiyanlığı mantıksız bularak terk etmiş bulunuyorlar, gitsinler onlara yeniden anlatsınlar Hırıstiyanlık’ı...

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...