13 Ocak 2012 Cuma

Kabala dünyaya belletilecek


Madonna’nın 1998 tarihli ‘Ray of Light’ albümünde Kabala ilahileri okumasıyla beklenmedik popülerlik kazanıp Hollywood’dan müritler edinen Yahudi mistik öğretisini İsrail artık sıradan insanlara da öğretiyor. İsrail, kökenleri bilinmeyen ama temelleri 11. yüzyılda Müslüman idaresindeki İspanya’daki Yahudi bilginlerine dayanan Kabala’yı tüm dünyaya öğretmek için sudan ucuz eğitim merkezleri açtı.
Yahudiliğin dört kutsal kentinden biri olup günümüzde Kabalizmin başkenti olarak tanınan Safed’deki Ascent (Yükseliş) Merkezi, modern dünyanın sapkınlıklardından kaçıp ruhani âleme sığınmak isteyenler için cazibe merkezi. İngilizce programını yöneten haham Mordehay Siev, “Merkez mistik deneyim yaşamak isteyen herkese açık” vurgusu yapıyor. “Madonna tanrının aracı gibi davrandı” diyerek pop kraliçesine şükran sunan Siev, Los Angeles’lı bir takipçinin “Ayaklarım LA’de, ama kafam Safed’de” sözünü aktarıyor.
Öğrenci indirimi de var
İsrail için dört günlük Kabala kursunun 66 dolarlık fiyatı oldukça ucuz. Üstelik öğrenci indirimi de var. Dört günlük kursa katılan Chicagolu 31 yaşındaki Sheree Sharan, Batı materyalizminde kaybolan gizli manayı aramaya geldiğini söylüyor: “Kabala insana içindeki gücü, içgüdülerini kontrol etmeyi öğretiyor. Kabala’da farklı kökenlerden gelen insanlara hitap eden çok şey var.” Los Angeles’ta Kabala öğreten Şlomo Schwartz ise Kabala’yı MTV’ye taşıyan Madonna’ya övgü düzüp, “Küresel dünyada ahlaki değerlerin zayıflaması insanların yüzlerini Kabala’ya çevirmesine yol açtı. Herkes umutsuzca yaşamın anlamını arıyor.”
13. yüzyılda kaleme alınan Zohar kitabında vücut bulan Kabala, ömrünü Yahudi kutsal metinlerini incelemeye adamış, 40 yaşını geçmiş sofu erkeklere aktarılan bir öğreti. Müritleri Kabala öğrenmenin kişiyi tanrıya yaklaştırdığına ve tanrının yarattıklarını anlamayı içselleştirdiğine inanıyor. Eğitimi, çetin meditasyonu ve dünyevi zevklerden uzaklaşmayı gerektiriyor.
(AFP – SAFED, 7-2007)

Allaha ve peygambere hainlik eden toplum

Allaha ve peygambere hainlik eden toplum

Siyonizmi mutlaka tanımalısınız

Siyonizm nedir? Bu sorunun cevabını en iyi ve en doğru şekilde vermelisiniz. Siyonizm, dünya Yahudiliğinin siyasi koludur. İnsanlığın başına gelen bütün musibetlerin de kaynağıdır.
Siyonizm kelimesinin mânâsı şudur: Siyonizm, bugün Filistin, Lübnan ve Lübnan karşısındaki “Sahyon-Siyon” dağına izafeten verilmiş bir isimdir.
Siyon kelimesi muharref/tahrif edilmiş Tevrat’ta ve tefsirlerinde de geçtiğini, Yahudilerin de Tevrat’a sıkı sıkıya bağlı olduklarını hesaba katacak olursak Siyon kelimesinin veya dağının Yahudiler için büyük değer ifade ettiğini anlamış oluruz. Muharref Tevrat’ta geçen Siyon kelimesi Yahudileri Filistin’e bağlayan en büyük unsurlardan biridir.
Siyonizmin, Siyonist siyasetinin ne olduğunu bilmek için Hz. Musa (AS)ile Firavun mücadelesine bakmak gerekmektedir. Milattan önce 12 yüzyıl geriye gitmek Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Musa’yı, Kızıldeniz’de boğulan Firavun’u ve Arz-ı Mev’ud’a kavmini götürürken vefat eden Hz.Musa (AS)’yı düşünmek gerekiyor.
Ben-i İsrail, yıllardır Mescid-i Aksa’yı yıkıp yerine Saloman Mabedi’ni inşaa ederek burayı insanlığın Yahudiliğe tapan bir kıblesi yapmak istemektedir. Yahudiler bu gayeyi tahakkuk ettirmek yolundadır. Bu sapık fikir 5700 küsur senedir Yahudiliğin idealidir.
Yahudiliğin bu idealini Havralarda hahamlar telkin ederken 1896 yılında Viyana’da yaşayan Yahudi Teodor Herzl’in yazdığı “Yahudi Devleti” isimli kitapta bu ideal dile getirilmiş böylece bahsi geçen kitap Siyonizm idealinin rehberi ve mukaddes kitabı haline getirilmiştir.
Siyonizmin hedeflerini uydurma Tevrat’tan derlenmiş hurafelerden ibaret olan şu örneklere dikkat etmek lazım:
“Siz Rabbin oğullarısınız. Cenaze için vücudunuzda yara açmayıp kaşlarınızın arasını almayınız. Zira sen Rabb’a mukaddes bir kavimsin. Ve Rabb yeryüzünde bulunan kavimlerin cümlesinden üstün kendine has kavim olmak üzere seni seçti.” (Tesniye: 41/1)
“Evet, bütün krallar Yahudi’ye secde kılsınlar. Bütün milletler ona kulluk etsinler.” (Tesniye: 72/2)
“Mısırlıları Mısırlılar aleyhine teşvik edeceğim. Herkes kardeşiyle, komşusuyla, şehir diğer şehir ile, memleket diğer memleketle muharebe edecektir.” (İşaya: 19/2)
“Size Rabb’ın kahinleri denecek, size Allah’ınızın hizmetçileri diyecekler. Milletlerin servetlerini yiyeceksiniz ve onların servetine malik olacaksınız.” (İşaya:61/5-6)
Yahova İsrail’e vazife veriyor: “Sen benim harb topuzum ve harb aletimsin. Seninle, milletler kıracağım ve seninle hükümetler harap edeceğim.” (Yeremya: 51/19, 23)
“Yalnız Yahudi olanlara insan gözü ile bakılır. Yahudilerden gayrısı sadece bir hayvan ve hatta birer domuzdur.” (Telmut)
“Bir şey çalmayınız. Hırsızlık etmeyiniz hakkındaki emir sadece Yahudilere karşıdır. Diğer milletlerin mal ve canları helâldir.” (Telmut)
“Yahudi olmayan bir kadınla gayr-i meşru münasebetYahudi için günah değildir.” (Telmut)
“İsrail’in kızı olmayan her kadın hayvandır.” (Telmut)
İşte Siyonizm denen Yahudi’nin:
a) Safsata “Tevrat”ı budur,
b) Ahlâksızlığı budur,
c) Hırçınlığı budur,
d) İnsanlığa bakış açısı budur,
e) Küfrün menşei olması budur,
f) Vampirliği bundandır,
g) Filistin’de akıttığı kan, sergilediği zulüm, ortaya koyduğu kin ve nefret çirkinliği bunlardan dolayıdır.
Diliyoruz ki, Allah (CC) bu zâlim toplumun elini ve neslini biran evvel kurutsun.
(Mevlüt Özcan, Milli Gazete, 2009-01-15)

Yahudilerle ilgili bazı meseleler


Yahudiler Komünist Rusya’yı Nasıl Yıktılar?
İngilizler çekilip gittikten sonra Arap-Yahudi münâsebetleri bir gayyâ kuyusu gibi dehşetli bir kargaşa halinde sürüp giderken, Yahudiler, Araplar karşısına hatırı sayılır bir Yahudi nüfusu toplayamadılar. 20-30 senelik bir gayret ve faaliyetin neticesinde İsrail’deki mevcudiyetleri 2,5 milyon kişiyi bulmuşsa da bunun daha fazla artması sağlanamadı. Çünkü bütün Dünya’ya dağılmış olan Yahudiler, her yerde rahat ve müreffeh idiler. Bugün de böyledir.
Bundan dolayı maddî yardım yapmakta cömert davrandıkları halde, gelip orada yerleşmek husûsunda ağırdan aıldılar. Bunu ancak bir avuç idealist ile fakir Yahudiler yaptılar. Bunlarla da beklenen sayıya ulaşılmayınca, yüz milyonluk bir Arap kitlesi karşısında tutunabilmek için İsrail’e intikal edip yerleşecek Yahudi aramaya koyuldular. Bunu da ancak Rusya’da bulabildiler. Çünkü Rusya’da “Bolşevik İhtilâli” nin bidâyetindeki hâkimiyetlerini Sitalin devrinde (onun da karısı bir yahudidir) kaybetmiş bulunan Yahudiler, Rusya’da sıkıntılı bir hayat sürmekte idiler. Hem onları bu sıkıntıdan kurtarmak ve hem de bu durumdaki insanların İsrail’deki sabotaj vesâir hareketlerin doğurduğu huzursuzluğa aldırış etmeyebilecekleri düşüncesiyle Rusya’ya müracaat ettiler.
Ruslar, Yahudiler’in beynelmilel siyâsetteki güçlerini itildiklerinden onlara yekten:
“Hayır, olmaz!” demek yerine, gerçekleşme şansı olmayan bir teklifle mukabelede bulundular. Bu da şuydu: “isterlerse Rusya’daki 6 milyon Yahudi’yi toptan alabilirlerdi.”
Tabiî İsrail bunun gerçekleşme şansı olmadığı için söylendiğini anlamakta gecikmedi ve Rusya’yı gölgeleyecek bazı hareketlerle yola getirme çaresine başvurdu. Amerika’daki nüfuzlarını kullanarak Komünist Çin’i, Birleşmiş Milletler’e aldırdılar. Amerika ile Çin arasında diplomatik münâsebet te’sisini ve Amerikan Reis-i Cumhûru’nun Pekin’i ziyaret etmesini sağladılar. Fazladan olarak Çin’in Doğu Türkistan dolaylarında Ruslar’la çıkmış olan bir ihtilâfı körükleyerek ve Çin tarafına yardım ederek Rusya’yı rahatsız etmeye başladılar.
Dünya’da o güne kadar komünist hareketin lideri kabul edilen Rusya, bu mevkii Çin’e kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Diğer taraftan hemen hemen her ülkede mevcud olan marksist toplulukların içinden Maocu, yani Çin taraftarı bir başka hizip türettiler. Marksistlerin faaliyetlerinden rahatsız olan o ülkeler de solcuların bu sûretle bölünmelerinden ve birbirlerine düşme-lerinden fayda umduğu için, istihbârat teşkilâtlarını bu işi körükleyici bir tarzda kullandılar. Bu durum Türkiye’de bile aynen böyle olmuştur.
Bu hâli gören Rusya, Yahudiler’le anlaşmak ihtiyacını hissetti. İsteyen yahudilerin Rusya’dan çıkarak peyderpey İsrail’e gitmeleri husûsunda bir taahhütte bulundu. Arapların itirazına karşı da, bu kararı kâğıt üzerinde bırakacağını ve fiilen gerçekleştirmeyeceğini söyleyerek iki tarafı da memnun etmeye çalıştı. Gerçekten epey bir zaman böyle yaptı. Herhangi bir yahudi, Rusya’dan çıkıp gitmek üzere pasaport isteyince Rus polisi tâhkikat yaptı. Eğer o, Amerika’ya gitmek istiyorsa, pasaport verildi. İsrail’e gitmek istiyorsa nâdiren müsaade edilip, ekseriyetle engellendi. Bunu gören Yahudiler vaktiyle Çarlık Rusyası’na yaptıkları gibi Komünist Rusya’ya da 25 sene zarfında gerçekleşecek bir çökertme plânı tatbik ettiler. Bu plân, propaganda silâhını kullanarak Rusya’nın ekonomisini yanlış yönlendirmek ve onu binnetice iktisâden çökertmek mahiyetinde idi.
Önce Amerika’da başlamış olan fezâ çalışmaları’nı “Yıldızlar Harbi” palavrasıyla Rusya’yı endişeye sevk edecek bir sûrette bütün Dünya’ya yaydılar. Rusya kendi cazibesinin azaldığını görerek bu vadide Amerika’dan geri olmadığı kanaatini hâsıl edebilmek için neticesiz fezâ çalışmalarına ağırlık verdi. Bu uğurda 15-20 milyar dolar masrafa girdi. En sonunda öyle bir durum hâsıl oldu ki, fırlattıkları bir fezâ gemisinin geriye getirebilmesi için Ameri-kalılar’dan yardım istemek mecbûriyetinde kaldılar.
Diğer taraftan Rusya’nın Afrika’da kazanılmış memleketleri vardı. Bunların kaybedilmesi için anti-komünist çeteler organize edildi. Bunlar, silâhla desteklendi ve başta “Zimbabve” olmak üzere Rusya’nın kaleleri birer birer milliyetçi teşkilâtlarca ele geçirildi. Rusya, Afrika’daki durumunu kurtarabilmek için taraftarlarına silâh yardımı yapmaya mecbûr kaldı. Bu da kendileri için fezâ çalışmalarındakine benzer ağır bir ekonomik külfet oldu.
Bu arada Afganistan’a saldıran Rusya’ya karşı, Afgan mücâhidleri zâhiren kendi kendilerine mukâvemet ettiler. Hakikatte ise, Amerika ve dolayısıyla Yahudi desteğiyle Rusya’yı dize getirdiler. Bu küçücük Afgan hâdisesi bile Rusya’ya 5 milyar dolar civârında bir meblâğa mâl olmuştur.
Bu ve benzeri hadiseler dolayısıyla, zaten iyi olmayan Rus ekonomisi çöktü. Rusya zaafını belli etmemek için önce el altından Alman entelijansı ile anlaştı. Doğu Alman’dan Batı’ya geçmek isteyen insanlara, gûyâ, seyahat hürriyeti dolayısıyla vize veriliyormuş gibi davranılarak, oradan Çekoslovakya’ya geçmelerine izin verildi. Hakikatte ise kelle başına 7 bin mark üzerinden anlaşılmıştı. Bunu meşrûlaştırmak için de o günkü Rus idarecisi Gorbaçov, Rusya’da bir zihniyet değişikliği ile ortaya çıkmış göründü ve bunu “Glasnot” adıyla Dünya’ya duyurdu. Gûyâ Doğu, Almanlar’a tanınan bu seyahat hürriyeti, bu yeni zihniyetin eseriydi. Kısa zamanda Doğu Alman’dan Çekoslovakya’ya, oradan da Batı Almanya’ya geçenlerin sayısı 2 milyondan ziyâde oldu. Bunu gören Rusya, herkesin Batı’ya geçmek istediğini anlayınca -artık kendisi için ekonomik bir önemi kalmamış olan- bütün Doğu Alman’ı terk etmek mukâbilinde Alman enteli jansı ile anlaştı. Rivayete göre Almanlar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasına göz yumması karşısında Rusya’ya 15 milyar mark teklif ettiler. Buna ilâveten 100 milyar marklık da Rusya dâhilinde yatırım yapmak vaadinde bulundular. İlâveten İkinci Cihan Harbi’nde Rusya dahilinde kalmış olan ve Rusya’nın Volga boylarında bir araya toplamış olduğu 2 milyon civarındaki Alman topluluğuna bir “muhtariyet” verilmesi teklifinde bulundular. Bundan sonrası mâlum. İki tarafın ajanları, halktan biriymiş gibi görünerek Berlin Duvarı ‘na hücum ettiler ve bu duvarın yıkılmasıyla iki Almanya birleşmiş oldu.
Fakat bu sûretle temin olunan maddî imkânlar, Rusya’nın yarasını sarmaya kâfî gelmedi. Gorbaçov, Genel Kurmay Başkanı’nı çağırarak:
“Maaşlarınızı veremiyorum, aç kalmaya mı razı olursunuz, yoksa komünizmden vazgeçiyoruz, bize yardım et, diyerek Amerika’ya müracaat etmemize mi râzı olur sunuz!..” deyince, 10 milyonluk ordunun başında bulunan bu zât:
“Karnımızı doyur da, ne yaparsan yap!” demek mecbûriyetinde kalmıştır.
Bunun üzerine Rusya’da komünizmin iflâsı ilân edilmiş, Amerika’dan 500 milyar dolar yardım talep edilmiştir. Bunun yarısı peşin, yarısı da ellişer milyar dolarlık 5 senelik taksitler halinde olacaktı. Amerika, cüz’î yardımlarla iktifâ edip bu talebi yerine getirmeye râzı olmayınca, Gorbaçov, bu yardım yapılmadığı takdirde komünistlerin tekrar iktidar olacakları vehim ve korkusunu yaratmak için sun’î bir ihtilâl teşebbüsü planlamıştır. Kendisi sûretâ Kırım’a kaçmış ve Moskova’da bir kısım tanklar harekâta geçmişken, Amerikan desteği ile Yeltsin tankların üzerine çıkıp mukâvemet etmiş ve ihtilâl fiyaskoyla nihâyetlenmiştir. Bunun üzerine Gorbaçov, Amerikalıların bu sırrı ifşa etmemeleri şartıyla iktidardan uzaklaşmayı kabul etmiş, yerini Yeltsin’e bırakmıştır.
Bu arada tipik bir tecrübe yaşanmıştır. Körfez harbinin patlak vermek üzere olduğu bir hengâmda Rusya’dan takriben 200 bin Yahudi, İsrail’e gitmek üzere Almanya’ya gelmişti. Körfez harbi krizi dolayısıyla İsrail’e gitmekten vaz geçip Almanya’ya siyasî mülteci olarak yerleşmeye karar verdiler. Almanlar da korkularından onları bağırlarına basmaya mecbûr kaldılar.
Pkk ve İsrail
Bu keyfiyet, Yahudilere “İsrail’de sulh, sükûn avdet etmedikçe Rusya’dan beklediği miktarda Yahudi gelmeyeceği” düşüncesini ilhâm etti. İşte bu sebepledir ki, Yahudiler Yaser Arafat’ı çağırarak, O’na bugün artık sallantıda bulunan “muhtâriyet”i vermeye razı oldular. Bununla Yaser Arafat’ın tatmin olup, anarşiyi önleyebileceğini sandılar. Halbuki İsrail’deki kargaşanın tek âmili Yaser Arafat’ın güdümündeki “el-Fetih” teşkîlâtı değildi. Yahudiler diğer bazı grupların Sûriye güdümünde olduğunu görmekte gecikmediler. Bunun için Sûriye’yi de bir sûretle tatmin etmek ihtiyacını hissettiler. Bunu da Türkiye’nin sırtından yapmayı plânladılar. Bu maksatla, o zamanki Türk Dışişleri bakanı Hikmet Çetin’i İsrail’e davet ettiler. PKK meselesini ortaya attılar. Şayet Sûriye’ye talep ettiği suyu verirsek, kendilerinin yardımıyla PKK’nın bertaraf olacağı telkîninde bulundular. Fazladan olarak PKK’nın Avrupa’daki kollarını da koparabileceklerini söylediler. Bu plân üzerinde anlaşıldı. Hikmet Çetin, Türkiye’ye döndükten az bir zaman sonra Sûriye Dışişleri Bakanı Târik Sara Ankara’ya davet edildi ve talep edilen su fazlasıyla verildi. Fakat Sûriye bu tâviz mukâbilinde PKK’yı barındırmama taahhüdünde bulunmuş olmasına rağmen fırsat bu fırsat diyerek üstelik Yahudilerden bir de Golan Tepeleri’nin geriye teslimini istemiştir. Bu ise, Yahudilerce verilebilecek bir tâviz değildi. Zira içme suyu sıkıntısı çeken İsrail, ihtiyacının büyük bir kısmını buradan temin etmekteydi. Ayrıca Golan Tepeleri’nin büyük bir askerî ve stratejik ehemmiyeti vardı. Bununla beraber yahudiler, bize karşı Avrupa’da taahhüd ettiklerini yerine getirdiler. Almanlar’a dönüp dediler ki:
“Siz bu PKK’yı barındırmakla hata ediyorsunuz. Çünkü bu silâhlı bir çetedir. Silâh para ile alınır. Bunlar parayı uyuşturucu ticaretinden elde ediyorlar. Seninse, her yıl 20-30 bin gencin uyuşturucu yüzünden ölmektedir. Bunları barındırma!”
Hakîkaten Almanlar, PKK merkezindeki evraka el koyunca, bu iddianın doğru olduğunu gördüler. Bu fesat yuvalarını kapatarak PKK’yı kanundışı ilân ettiler. Bu iş, Beyne’l Milel masonluk kullanılarak Belçika’da, Hollanda’da, Fransa’da ve hatta İngiltere’de de aynen gerçekleşti.
Sûriye’ninse, PKK’nın uyuşturucu ticaretinden transit ücreti olarak, yılda 5 milyar dolar civarında bir kazancı vardı. Bundan mahrum kalmak istemiyordu.
Yahudiler, Sûriye’yi yola getirmek ve binnetice onların güdümündeki HAMAS’ın tedhişinden kurtulabilmek için, Amerika’daki nüfuzlarını kullanmaya mecbûr kal dılar. Zira PKK’yı bertaraf etmenin İsrail’e zarar verecek bir veçhesi yoktu. Çünkü PKK, Kürt görünüşlü bir Ermeni harekâtıdır. Abdullah Öcalan‘nın anası da, babası da mâhud Ermeni katliâmından bakiye birer ermeni yetimidir. Güney doğu’da Ermeni sekene (oturanlar) mevcud olmadığından onların davası ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle gerçekleşebilecek bir keyfiyettir. Çünkü bu takdirde AB’ye dâhil ülkelerde yaşayan takrîben 4 milyon Ermeni, AB’yi kuran “Roma Andlaşması”nın mahsûs maddesine istinâden gelip Güney doğu’da arazi satın alabilecek ve orada yerleşebileceklerdir. Ancak bundan sonradır ki, orada bir hır-gür çıkartarak bölünmeyi sağlayabilirler. Halbuki Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde (1) ” Arz-ı Mev’ud”un bir parçası olan Güneydoğu Anadolu’nun Yahudi eline geçmesi adetâ imkânsız olacaktır. Yahudiler bu toprağı 70 milyonluk bir Türkiye’den veya onun maazallah parçalanması ile kurulacak küçük bir devletten talep etmek yerine, karşılarında 600-700 milyonluk bir AB devleti bulacak!.. Bu, onların plânlarının müstakbelde gerçekleşmesini güçleştireceği cihetle PKK’ya esasen hiçbir zaman sıcak bakmamışlardır. Onun kamufle bir Ermeni Hareketi, olduğunu bilen Batı Hıristiyan Âlemi’nin desteği ise, kendilerince doğru ve aşikâr bir hesap neticesidir.
Ermeniler, PKK’yı üç maksad için vücûda getirmiş ve Batı Hıristiyan Âlemi de bu maksadlar için O’nu desteklemiştir. Bu destek, bu gün de aynı sebeple devam etmekte ve Abdullah Öcalan’m idamı engellenebilmektedir. Bu maksatlar şunlardır:
1) Kürtler’den Ermeniler’in intikamını almak. Zira tarihte “Ermeni Katliâmı” adıyla ayyuka çıkarılmış olan hâdise, Kürt aşiretlerinin işidir.
2) Bölgede Kürt nüfûsunun ölüm veya hicret sebebiyle azalmasını sağlamak. Çünkü ancak bu takdirdedir ki, oraya bilâhare taşınacak Ermeniler hatırı sayılır bir çoğunluk olabileceklerdir.
3) Araziyi ucuzlatmak. Çünkü Ermeniler, Tıpkı Filistin’de Yahudiler’in yapmış olduğu gibi burasını Avrupa Birliği’ne kabul edilişimizden sonra parayla satın almayı planlamaktadırlar.
Yahudiler, PKK’ya mukabil Kuzey Irak’ta nüvelenen gerçek Kürtçü hare-ketleri desteklemektedirler. Hem de başından beri…
Yıllardır münâkaşa edilmekte bulunan “Uğur Mumcu Cinâyeti” nin sebebi de budur. Kardeşinin, televizyonlarda ifşâ edişine göre, Uğur Mumcu İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürtçü Barzânî hareketine senede 50 milyon dolar yardım etmekte olduklarına dâir ifşaatın kurbanı olmuştur.
İsrail, dâhilindeki bir kısım anarşiyi durdurmayı temin maksadıyla Sûriye’nin burnunu yere sürtmek isteyince, PKK kozunu kullandı. Amerikan cesaretlendirişi ile önce bir askerî şahsiyet, sonra da bir siyâsî lider, Suriye’ye Abdullah Öcalan ve PKK dolayısıyla tehditler savurdu. Sûriye istihbârâtı bu cesaretlendirişin kaynağını öğrenmekte gecikmedi. Ancak bizimkiler yanlış bir ifade kullanarak Sûriye’ye müteveccih tehditlerinde:
“Abdullah Öcalan’ı ya bize teslim edersin, yahud da ülkenden çıkarıp atarsın; yoksa….” diyerek alternatifli bir teklifte bulundular.
Alternatifli bir tehdîd veya teklife muhâtab olan herkes, kendince en ehven olanı seçer. Sûriye de öyle yaptı. Abdullah Öcalan ‘ı Suriye’den çıkmaya mecbûr etti. Onun bundan sonraki mâcerası mâlumdur. Önce gizlice Rusya’ya gitti. Amerikan istihbârâtı bunu haber almakta gecikmedi. Dâvânın takipçisi Amerika olduğu içindir ki, o önce Rusya’da, sonra da Yunanistan’da barınamadı. Nihayet bir ara kademe olarak, kendisini teslim etmek millî menfaati için bir handikap olmayacak, basit bir Afrika ülkesinde soluğu aldı. Oradan İsrail tarafından derdest edilerek Tel-Aviv ‘e getirilip, bizimkilere teslim edildi. Gözleri bağlı olduğu için, bu gerçeği, belki Abdullah Öcalan bile hâlâ bilmemektedir.
İsrail, Filistinliler’e Verdiği Muhtâriyeti Geri Almak İstiyor?
Suriye’nin, PKK ve Abdullah Öcalan vâsıtasıyla prestij kaybına mâruz kalması, İsrail’deki tedhîş hareketlerini nihâyete erdirmeye yetmedi. Çünkü böyle hareketleri gerçekleştiren ve güdümlü olmayan başka teşekküller de türemişti. Bundan dolayı kargaşa devam etti. Çünkü bu tedhîş hareketleri, amel-aksülamel (aksiyon-reaksiyon) kanununa göre yürümektedir. Filistin’in yerli halkına karşı kuruluşundan itibaren her türlü zulüm ve îtisafı (yok etme-jenosit) kendince meşrû bir hak kabul eden İsrail, zavallı yerli halkın âcizâne mukâbelelerini Dünya’nın gözüne baka baka utanmadan “terör” olarak ilan edebilmektedir. Halbuki asıl terörü kendisi yapmakta, mâsum çocukları öldürmekte, insanların evlerini yerle bir etmektedir. Sırtını Amerika’ya dayamış, onun desteğiyle Dünya’nın bu devlet terörüne ses çıkarmasını önlemekte ve bununla Filistinliler’i öldürerek veya kaçırarak yok etme gayesini gütmektedir. Arada bir vâkî olan sulh teşebbüsleri de daimî ve samimî olmamak üzere geçici taktiklerden ibaret kalmaktadır.
Öteden beri İsrail’e verdiği destek dolayıyla başı bir hayli ağrımış olan Amerika da bilhassa Demokrat Parti saflarında, bu destekten rahatsız olanlar çoğalmaya başladı. Partisinde gitgide kuvvetlenmekte olan bu temâyüle tercümân olmak isteyen Clinton , Ortadoğu’da bitip tükenmek bilmeyen Arap-Yahudi kavgasını nihâyete erdirmek maksadıyla, Filistinliler’i “muhtariyet” ten “devlet” olma durumuna geçirmek istedi. Bu takdirde hududları mahfûz bir duruma gelecek olan Filistin Devleti’ndeki Yahudiler’in İsrail’e, İsrail Devleti dâhilindeki Araplar’ın ise Filistin’e nakledilmelerini, yani bir “mubâdele” yi düşündü. Kudüs içinse, Müslüman, Hıristiyan ve Musevîlerin müşterek idâreleri altında bir statü plânladı.
Yahudilerse, Rusya’da serbest kalan ırkdaşlarının İsrail’e gelmek yerine Amerika’ya kaçıp gitmelerini önleyememenin neticesinde, Filistinlilere bu maksadla vermiş oldukları “muhtariyeti” i bile geri almayı düşünüyorlardı. Bu durumda Amerika’nın Ortadoğu’ya bakış ve düşüncesi ile, İsrail’in menfaatleri çatışmaya başladı.
İsrailliler, Rusya’dan gelecek ırkdaşları için pek çok hazırlık yapmışlardı. Bir İngiliz Yahudisi olan Maxvell, bu ülkedeki takrîben 4.000 civarındaki şirketinin personeline aid 220 milyar sterlin tutarındaki sigorta primlerini İsrail’e kaçırmıştı. İngiliz entelijansı, O’nu Roma’da tâtildeyken bir motorda öldürmüş ve İsrailliler cenâzesini Kudüs’e taşıyarak, devlet merâsimi ile defnetmişlerdi. Mezarının başında, Onu İsrail’de en büyük yatırımı gerçekleştirmiş, millî bir kahraman îlân etmişlerdi. Maxvell ‘in bu müthiş serveti, Şeria Nehri boyunca Rusya’dan gelecek yeni Yahudiler için ikametgâhlar yapımına harcanmıştı. Şimdi bu kadar yatırım boşa gidiyordu. Üstelik Nil’den Fırat’a kadar imtidâd eden arâziyi millî vatan yapmaya kararlı olan Yahudiler’in bağrında bir “Filistin Devleti” doğmuş olacaktı. Hem de Kudüs üzerinde söz sahibi olmak üzere… Bunu da bugüne kadar en büyük desteği gördükleri Amerika istiyordu. Bu olacak şey değildi.
Bir Yahudi kızı olan Monica‘nın Clinton‘a musallat edilerek Onu siyâset arenasında kepâze edip istifâya zorlamak tertibi, bu Amerikan düşüncesine bir cevap olmak üzere zuhûr etmişti. Ancak Clinton pişkinliğe vurmuş; televizyonlarda, meclis huzûrunda, vesâir yerlerde kâh ağlamış, kâh gülmüş ve bu bâdireyi atlatarak devrini tamamlayabilmişti.
11 Eylül Darbesi Bir Yahudi Eseri mi?
Amerika’daki son seçimlerde Demokrat Parti de, Cumhuriyetçi Parti de Yahudi desteğinin taksîme uğraması sebebiyle başa baş güreşmiş ve cüz’î bir farkla kazanan Bush da eskilerin tabiriyle “akıl için tarik birdir” fehvâsınca, kendini Clinton ‘ın yolundan gitmeye mecbur hissetmişti. O da çözümü, Filistin’in hududları sâbit bir devlet haline getirilmesinde görünce, Yahudilerin buna cevabı, “11 Eylül Darbesi” olmuştur.
Evet, 11 Eylül 2001 darbesini Amerika’ya vuran, beynelmilel Yahudi gücüdür. Bunun burada red ve cerhi imkânsız sâdece iki delilini zikredelim:
1) İkiz kulelerde ötedenberi 4.000 Yahudi çalışmaktaydı. O gün Cumartesi değildi ki, hepsinin de Havra’ya gittiğini söyleyebilmek mümkün olsun. O gün Salı’ydı. Bunlardan hiçbirinin ölmemiş olması tesâdüfle açıklanabilecek bir şey midir?
2) 11 Eylül 2001′de İsrail Başbakanı Amerika’da olacaktı. Aylar öncesinden tâyin edilmiş çeşitli randevuları ve resmî görüşmeleri vardı. Fakat hâdiseden bir gün evvel ânî bir kararla seyahatini iptal etmiştir. Ne dersiniz, acaba İsrail başbakanı, Yahudiler arasında pek yaygın olan büyücülükte mâhir bir kimse midir?!.
Buna, takdîrî bir delil daha ekleyebiliriz. O da şudur: Pentagon gibi Amerikan’ın ve hatta Dünya’nın en iyi korunan bir müessesesini böylesine tahrip etmek, Amerikan idâre ve siyâsetinin kılcal damarlarına kadar sızmış bulunan Yahudi’den başkasının becerebileceği bir iş midir?
Q33NY= Q33NY
11 Eylül Darbesi’nin yahudiler tarafından yapıldığını ispat öden bir internet yayını, baştaki rakam kulelere çarpan uçağın uçuş kodudur.
Bu gerçekleri, bugün Amerikan idârecileri -hiç şüphesiz- kâmilen bilmektedirler. Lâkin bunu bildiklerini izhâr ve ifşâ edemezler. Aksi halde çok büyük bir bedel öderler. Bu, bir zaman işidir. Bugün İsrail’le Amerika arasında -tıpkı bizimle olduğu gibi- “bir soğuk harp” başlamıştır. Bunun sıcak bir şekle inkılâbı da gecikmeyecektir. Kanaatimizce, Amerika yakın bir zamanda İsrail’in yörüngesinden çıkacak ve bu durum onun Ortadoğu ve Dünya’ya bakışında büyük bir değişiklik husûle getirecektir. Bundan, başta Türkiye olmak üzere Âlem-i İslâm’ın pek büyük faydalar sağlayacağından şüphe edilemez.
Diğer taraftan İsrail de -becerebilirse- Amerika’yı üçe, beşe bölmeye çalışacak ve Onu Dünyaya hâkim süper bir güç olma mevkiinden uzaklaştıracaklardır. Onlar bir patronsuz duramazlar. Çünkü insanlığa karşı işledikleri cinâyetleri başka birine fatura etmek, târihî bir gelenekleridir. Bu patron, yakın gelecekte muhtemelen Çin olacaktır.
Uyanan Dev: Çin
Çin’in Dünyâ’nın gelecekteki siyâsetinde en nâfiz bir güç olacağı görüşünün bütün teferruâtı ile burada saded dışıdır. Bununla beraber, bu hususta çok kısa bir izâhâtı gerekli görüyoruz:
Çin‘in bu gün 1.6 milyar olan nüfûsunun, en az üçyüz milyonu kayıtdışıdır. Bunlar ailelerin ikinci çocuklarıdır. Çünkü âilelerin birden fazla çocuk yapmaları kânûnen yasaktır. Böyle olunca her türlü hak ve hukûktan mahrûm olan bu 300 milyon insan, gündelik haşlanmış bir avuç pirinç mukâbilinde, bütün gün çalışmaya mecburdurlar. Bu Dünya’da en ucuz bir “emek” demektir. Daha şimdiden makineden ziyâde, el emeğine dayanan istihsâl sahalarında Çin, Dünya’yı dize getirmiş bulunmaktadır. Mesela, Türk ve İran halıları, Çin’de aynı kalitede ve fakat fiyat bakımından dörtte bir, beşte bir fiyatına üretilmekte ve bütün Dünya’ya satılmaktadır. Şu anda Dünya piyasalarına İran veya Türkiye’nin halı satma şansı kalmamıştır. Çin’in el emeğine dayanan ma’müllerdeki bu korkunç dampingi halıya münhasır da değildir.
Buna ilâveten Çin’in, bugün, Amerikan Üniversiteleri‘nde okumakta olan 5 milyon gencinin bulunduğunu düşünmek, bu ülkenin yakın bir gelecekte ekonomik bir güç olarak ne duruma geleceğini anlamak için kâfîdir sanırız.
Çin, tarihte bizim ilk ve en ehemmiyetli komşumuzdur. Bugün de Türk Âlemi’nin en büyük bir parçası olan Doğu Türkistan’ı “Sinkiyank” (Yeni Hayat Ülkesi) adıyla esâreti altında inim inim inletmektedir. Böyle olduğu halde Türkiye’nin siyâseten Çin’e ve burada vâkî olmakta bulunan gelişmeye ilgisiz kalması şâyân-ı teessüftür. Halbuki Osmanlı Devleti ömrünü tamamlamasına az bir zaman kalmışken, Çin’le büyük ölçüde ilgilenmiş ve Sultan Abdülhamid merhum, hilâfet siyâsetinin parlak bir zaferini bu alaka sayesinde temin etmişti. Şöyle ki; 1900 yılında Çin’de ortaya çıkan milliyetçilik hareketi, “Boxer” isyanı adıyla bilinen bir başkaldırma ile Batılı diplomatları büyük bir tedhîşe muhatab kılmıştı. İlk olarak cadde ortasında Alman Büyükelçisi Kettler ‘in öldürülmesi üzerine II. Wilhelm, Sultan Abdülhamid Han ‘dan yardım talep etmişti. Bu talebi, Çin’e müdâhale etmek için mükemmel bir bahâne olarak kullanan Sultan Abdülhamid, oraya bir heyet göndererek sükûnet telkininde bulunmuştu. Zira Çin’in o günkü beşyüz milyonluk nüfûsu içinde takrîben elli milyon Çin asıllı müslüman vardı. (4) Bunlar câmilerinde Cuma hutbelerinde Sultan Abdülhamid ‘in “halife” sıfatıyla adını zikrediyor ve ona duâ ediyorlardı. Abdülhamid ‘in Mirlivâ Enver Paşa riyâsetinde gönderdiği bu heyet, Çin’e ulaştığında isyan yatışmış olmakla beraber her tarafta onun sükûnet telkin eden fermanı Çince olarak duvarlara asılmış ve Abdülhamid bu müdâhale sonunda Pekin’de komünist ihtilâline kadar devam etmiş bulunan “Pekin Hamidiye İslam Üniversitesi ” adıyla bir müessese kurmuştur.
Daha sonra 1904 yılında Japon-Rus harbi vesîlesiyle de Türkiye, Uzakdoğu’yla alâka kurmuş ve Japonlar’ın Rusları mağlub edip okyanusa açılan bütün gemilerini batırmış olmasından büyük bir memnûniyet duymuştu. Bugün bize ne oluyor ki, uyanan bu devi alâkasız nazarlarla takip etmekten nefsimizi müstağnî addediyoruz. Sadece Doğu Türkistan’da cârî olan Çin zulmü bile türk ve müslüman olarak Çin’i hassâsiyetle takip etmemizi gerektirmez mi? Kaldı ki, buna ilâveten yeni ve müdhiş bir sebeb zuhûr etmiş bulunmaktadır:
Yahudiler beynelmilel arenada icrâ edegeldikleri ifsad ve ihânetleri daima bir süper gücün arkasına saklanarak onun desteği vasıtasıyla yapmışlardır. 19. asır boyunca İngilizler’i ve 20. asırda Amerika’yı kullanan yahudiler, 21. asırda Çin’le birlikte hareket etmeye hazırlanmaktadırlar. Bu demektir ki, Çin yahudi desteğini de arkasına alarak bu asra damgasını vuracak bir “süper güç” olacaktır. Amerika ise orada yahudilerin çıkaracağı bir fitne sebebiyle eyâletler arası kavgaya sürüklenecek, binnetice üçe-beşe bölünecektir. Süper güç olmaya hazırlanan AB ise sıkı bir sûrette yahudi takibine mâruzdur ve azamî onbeş-yirmi sene sonra çatırdayıp parçalanmaya mahkûmdur.
Daha şimdiden yahudi sermayesi Amerika’dan Çin’e intikal etmeye başlamıştır. Bu intikal kemâle erince Dünya yeni bir şekil alacaktır. Nevi şahsına münhasır bir tarih mirasına mâlik olan Türkiye’den başka Dünya’da hiçbir milletin bu gelişmeye mukâbil bir süper güç olma vasfıyla karşı koyma şansı yoktur. Zira Türkiye için arzettiğimiz:
a- Âlemşümûl mefkûrenin geri gelişi,
b- Stratejik imkânları hâiz bir ülke
c- Nüfus gibi faktörler İslâm Dünyası’nda da hatır ve hafsalaya sığmaz bir gelişme kaydetmiş durumdadır. Yahudi siyâsî emellerine bağlı olarak İngilizler vâsıtasıyla bu âlemde gerçekleştirilmiş olan parçalanma ve bundan doğan zaaf Türkiye’nin İslâm’a meyletmesiyle kolayca aşılacak ve “başsızlık belâsı” nın bütün menfî neticeleri bertaraf olacaktır. Bu kaderin bir hükmüdür ki, biraz aşağıda fiilî delilleriyle izah olunmuşutr.
Diğer taraftan Çin’in hemen yanıbaşındaki Hindistan da 1 milyarlık nüfusuyla (5) Dünya ekonomik hayatı için ciddî bir tehlike arz etmektedir. Üstelik bu ülke sanayini de kurup, tamamlamıştır.
Amerika‘nın Afganistan‘a yerleşmek husûsundaki kararlılığının derûnî sebeplerini kavrayabilmek için, Çin ve onunla birlikte Hindistan‘ın vâd ettiği geleceğe dikkat etmek lâzımdır.
Amerika, gerek Çin’in, gerekse Hindistan’ın nüfûsunu yakın bir gelecekte “mikrop harbi” yle azaltma plânı peşindedir. Çin’i bir milyarın Hindistan’ı ise beş yüz milyonun altına indirilecek tedbir “şarbon mikrobu” hâdisedinde sâbit olduğu üzere miktrop üretimiyle gerçekleşcektir İnsan üzerinde öldürücü bir tesiri olan şarbon mikrobunu Amerikalılar’ın neden üretip depoladıklarını başka türlü izah mümkün değildir. Onun Afganistan’ı bir üs olarak seçmesi bu maksada bağlıdır. Batılılar, aynen yahudilerde olduğu gibi kendilerinden olmayanları acımak ve onları insan yerine koymak temâyülü nice zaman dan beri mefkuttur. Vaktâki Amerikan yerlisi kızılderililere tatbik ettikleri îtisaf (yok etme) ile bu iddiâmız sâbit ve gerçektir.
Siyonizmin, masonluğu da kullanarak bu kadar büyük bir nüfûsu yönlendirebileceğini kolay kolay söylemek mümkün değildir. Bununla beraber onlar bu şansı, -aynen Japonya misalinde olduğu gibi- denemekten geri kalmayacaklardır. Şimdiden görünen odur ki, Siyonistler geçen asırda nasıl İngiltere‘den Amerika‘ya intikal ettilerse de bu defa da benzer bir mecburiyetle karşı karşıya geleceklerdir. Zira Amerika‘daki şans ve nüfûzlarını -umûmî efkâr baskısıyla- kaybetmeye başlayacakları muhakkaktır. Bunun sebebi şudur:
Yıllardan beri Ortadoğu’da siyonizmin oynamakta olduğu meş’ûm rol, Onun nâfiz olduğu propaganda vasıtalarıyla setredilmekte ve İsrail, aslında bir kurt olduğu halde kuzu postuna büründürülmekteydi. Lâkin bugün televizyonun yaygınlaşması sebebiyle, İsrail zulümleri, her Allah’ın günü bütün Dünya halkınca canlı ve müşahhas bir sûrette seyredilmekte ve zihinlerde yerleşmektedir. İsrail propagandası ise bu zulümleri setretmek veya ters yüz etmek husûsunda ilk defa kifâyetsiz kalmış bulunmaktadır.
Bilhassa Amerika’da gelecek ilk seçimde adaylar, son seçimdekinin aksine olarak Yahudi desteği aramayacaklardır. Aksine umûmî efkârın gönlünü kazanmak için yaygın ve cesur bir şekilde -muhtemelen- Yahudilerin ve Siyonist emellerin aleyhlerinde konuşacaklardır. Bundan şikâyet edenlere verilecek cevap daha şimdiden hazırdır:
“Böyle yapmasam, seçim kazanma şansım yoktur!”
Bu, karısı sabataist, kendisi de 30 yıllık siyâsetiyle mâlum bir şahsiyet olan Ecevit‘e bile Filistin’deki son hadiseler için “soykırım” dedirten bir mecbûriyettir. Şimdilik, kendisi için şeref teşkil etmeyecek bir sûrette geriye adım atmış olsa bile, onu aklen ve vicdânen bu sözleri söylemeye icbâr eden umûmî efkâr baskısıdır ki, yakın bir gelecekte bunu her ülkede, her siyasî lider kabullenmeye mecbur kalacaktır. Dünya umûm-ı efkârını yüzyıllardan beri aldatagelen Siyonizmin îcâdı olan son katliâmlar -kaç mâsum müslümanın hayatına mâl olursa olsun- İslâm’ın, Türklük’ün ve bütün insanlığın gözlerini açmak bakımından kâr hanesi, zarar hanesine kat kat fâik olan bir keyfiyettir. Daha şimdiden Siyonizm propagandası, bu hadiseler sebebiyle tarihte ilk defa olarak âciz kalmış ve iflâs etmiştir.

Haham’dan kan ve revan çağrısı

Haham’dan kan ve revan çağrısı

Filistin’i işgal altında bulunduran İsrail, Batı Şeria’daki El Halil kentinden sonra şimdi de Arapların yoğunlukta yaşadığı kuzeydeki Nasıra kentinin Yahudileştirilmesi çabası içerisinde. İsrail’in bu yılın başındaki Gazze saldırısı sırasında “Filistinli bebekleri de öldürün” açıklamasıyla tanınan Yahudi haham Dov Lior, İsrail’in işgal altında tuttuğu Nasıra kentine gelerek buradaki Yahudilere, kenti Yahudileştirme çağrısı yaptı.
YAHUDİ ŞERİATINI AÇIKLADI: SİVİLLERİ DE KATLEDİN
Rabbi Dov Lior (elinde kağıt olan)
Nasıra’daki tarikatına bağlı öğrencilerle bir araya gelen ırkçı haham Dov Lior, Batı Şeria’daki Hebron (El Halil) kenti örneğini vererek, Nasıra’nın da Hebron gibi Yahudileştirilmesi, Arapların bu kentten çıkarılması gerektiğini söyledi. Hazreti İsa’nın çocukluğunun geçtiği ve Hazreti Meryem’in memleketi olarak bilinen Nasıra’nın her zaman bir Yahudi kenti olduğunu iddia eden Lior, “Nasıra da, Hebron gibi Yahudileştirilmeli. Şu anda Araplar tarafından işgal edilen bu kent, hep Yahudi kenti olarak kalmıştır” dedi.
“ARAPLARI TEMİZLEYEMEZSEK, RAHAT EDEMEYİZ”
Nasıra kentinin Araplardan temizlenerek Yahudileştirilmesi çağrısı yapan Dov Lior, Filistin topraklarını işgal eden İsrail’deki en radikal hahamlardan biri olarak biliniyor. Yesha Hahamlar Konseyi Başkanı olan Haham Lior, iki yıl önce yaptığı bir açıklamada, Filistinlilerin kötü emelli insanlar olduğunu ifade etmiş ve “Arapları buradan temizleyemezsek rahat edemeyiz. Gerekirse tazminat ödeyip, onları buradan temizleyelim” demişti.
“YAHUDİ İNANCINDA SİVİLLERİN ÖLDÜRÜLMEMESİ DİYE BİRŞEY YOK”
Lior, geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamada da “Savaş sırasında sivillerin düşünülmesi diye bir şey yok” diyerek Filistinlilerin öldürülmesi gerektiğini söylemişti. Araplara ev ve iş vermenin Yahudi inancından yasak olduğunu belirten ırkçı haham Lior, İsrail’in bu yılın başında Gazze’ye düzenlediği ve çoğunluğu kadın ve çocuk 1500 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyla ilgili olarak da, İsrail askerlerine bebekleri dahi öldürebilecekleri tavsiyesinde bulunmuştu.
(Mehmet Nedim Aslan, Vakit, Temmuz 2009)

Bebekleri Öldürmek Dini Bir Görev!

Bebekleri Öldürmek Dini Bir Görev!

İsrailli hahamdan tüyler ürperten bir kitap: İşgal altındaki Filistin topraklarında en acımasız şekilde şiddet politikası yürüten İsrail’in bu şiddet politikasının arkasında “Yahudi olmayan herkesin öldürülmesi” fetvasını veren hahamlar olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Gazze katliamı sırasında “Öldürmek iyi bir özelliktir. Sivilleri de öldürün” ifadeleriyle askerlerini Filistinlileri katletmek için motive eden ordu hahamı General Avi Ronzki’den sonra, bir başka haham da yayınladığı kitapta “İsrail tehdit altındaysa, bebek ve çocukların da öldürülebileceğine” dair ifadelerin yer aldığı bir kitap yazdı.
Haham General Avi Ronzki
Haham General Avi Ronzki
Filistin’de soykırım ve işgal politikasını sürdüren İsrail’de, ordu hahamının askerler için hazırladığı “Sivilleri de öldürün” ifadelerinin yer aldığı kitapçıktan sonra bir başka haham da, İsrail’i tehdit edebileceği düşünülen kimselerin Yahudiler tarafından öldürülebileceğine dair ifadelerin yer aldığı bir kitap yayınladı.
“GEREKİRSE BEBEK VE ÇOCUKLAR DA KATLEDİLEBİLİR”
İsrail’in işgali altındaki Batı Yaka’da yaşayan İzak Şapiro, yeni çıkan “Kralın Tevrat’ı” isimli kitabında İsrail’e tehdit oluşturan bebek ve çocukların bile öldürülebileceğini ifade ediyor. İsrail’in Haaretz gazetesinde yer alan habere göre Haham İzak Şapiro, kitabında bebek ve çocukların bile öldürülmesine dair ifadelerini İncil’e dayandırırken, bunların kendi yorumu olmadığını söylüyor.
“İSRAİL’İ TEHDİT EDENLERİ ÖLDÜRMEK MÜBAHTIR”
Kitabında, “Başka halklar içerisinde, İsrail’i tehdit edilmesinden sorumlu olmayanların öldürülmesi bile mübahtır” diye yazan Haham Şapiro, “Eğer biz emredilen 7 şarta uymayanları, bize karşı günah işleyenleri öldürürsek, bunda bir yanlış yok. Çünkü biz kurallara uyuyoruz” ifadelerini kullandı. Haaretz, Şapiro’nun kitabının diğer üst düzey hahamlar tarafından kendi öğrencilerine de tavsiye edildiğini bildirdi.
İsrail’i Yumruk Sıkarak Tehdit Eden Suçlu Bir Bebek!
“VAHŞET BAZEN İYİ BİR ÖZELLİK”
İsrail’de Yahudi olmayanlara karşı cinayet işlenmesine dair fetva daha önce İsrail ordusunun baş hahamı General Avi Ronzki tarafından da verilmişti. Gazze katliamı sırasında İsrailli askerlere dağıttığı kitapçıkta Ronzki’nin, tüm Filistinlilerin öldürülmesi gereken düşmanlar olduğu ve ‘Vahşetin bazen iyi bir özellik’ olduğunu yazdığı kaydedildi. ‘Benim Savaşımı Savaşın: Savaş Sırasında Askerler ve Komutanlar İçin El Kitabı’ başlıklı kitapçık, İsrail’in Gazze katliamı sırasında askerlere dağıtılmıştı. Kitapta Filistinlilerin katledilmesi gerektiğini söyleyen radikal Yahudi hahamı Shlomo Aviner’in öğretilerinden bölümler yer almıştı.
‘ULUSLARARASI HUKUKU BOŞVERİN, ÖLDÜRÜN’
Kitaptaki bir bölümde, Haham Aviner’in, İncil’de adı geçen Filistinlilerin bugünkü Filistinliler olduğu ve bunların İsrail’in varlığını tehdit edenler olduğu ifadelerini kitapçığa alan General Ronzki, askerlere sivillerin korunmasını öngören uluslararası hukuku göz ardı etmelerini tavsiye etmişti. İsrail ordusunda savaşmayı reddeden ‘Breaking the Silence’ isimli grubun ortaya çıkardığı kitapçıkta Filistinlilerin tamamının İsrail’in düşmanı olduğu ve katledilmesi gerektiği belirtiliyor.
Shlomo Aviner
Shlomo Aviner

Sabetaycılık Tartışmaları ve Kimlik Sorunlarımız

Sabetaycılık Tartışmaları ve Kimlik Sorunlarımız

Yıllardır üzerinde geniş çaplı araştırmalar yapageldiğimiz Sabetaycılık konusunda bugüne kadar yazmayı, araştırmalarımızı yazıya dökmeyi, konunun son derece çetrefilli ve çok geniş siyasi implikasyonları barındırması dolayısıyle, istememiştik. Buna karşın son dönemlerdeki konuya ilişkin tartışmalar bizi böyle bir zorunluluğa yöneltti. “Meşhur Mechul” konumunda olup, ülkemizin başlıca sorunlarından biri olan, Sabetaycı kimlik, ya da Sabetaycılık sorunu, 20. yüzyılda zaman zaman gündeme gelmiş, yüzyıl başında “ Dönmeler”, “ Dönmelerin Hakikati” gibi eserlerle tartışılan konu, zaman zaman Sabetaycı cemaat içerisinde bulunmuş olup, itiraflarda bulunan kimseler vesilesiyle de gündeme damgasını vurmuştur. Bunun ilk örneği 1924’teki Karakaşzâde Mehmed Rüşdü Bey olayıdır. Son dönemlerde ise Sayın Ilgaz Zorlu’nun “Evet, Ben Selanikliyim” kitabı, Prof. Yalçın Küçük’ün “Tekelistan, Tekeliyet” adlı eserleriyle ve en son Soner Yalçın’ın “Efendi” kitabıyla gündemin en üst sıralarında yerini almıştır.
Ancak, konuya ilişkin kitap ve makalelerde genellikle, Sabetaycı cemaat içinden olanları ve yabancı kaynaklı olanları hariç, ya çok ciddi ve sağlıklı bilgiler içermediği, ya da siyasi manipulasyon içeren, abartılara çok fazlaca yer veren çalışmalar olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle, 50’li yıllardan sonra, genelde milliyetçi/Muhafazakâr kesimin konuya ilişkin yayınlarında, konunun ülkemiz açısından son derece ciddiyet kesbetmiş olmasına rağmen, hiç bir ciddi bilgi ve kaynağa dayanmadığı, daha çok tepkisel ve ideolojik yorumları içerdiği gözlemlenmiştir. Bugüne kadar konuya ilişkin birkaçı hariç sadra şifa bilgi ve araştırmaya dayalı önemli bir çalışmanın pek de ortaya konulmadığı görülmektedir. Veya, son dönemlerdeki bazı çalışmalarda Türkiye’deki nüfusun büyük bir çoğunluğunun İbranî kökenli olduğunu ileri sürecek derecede konunun fazlasıyla abartıldığı, halkın önemli bir bölümünün gereksiz yere töhmet, zann ve şüphe altında bırakıldığı müşahade olunmaktadır. Bu yüzden, abartı ve spekülasyonlara tepki olarak, bunları baz alarak gerek bazı Sabetaycı kökenli çevreler, gerekse bazı pro-semitic/pro-sabetaycı İslamcı çevreler ironic/alaycı yaklaşımlarla konunun ehemmiyetini gözardı ettirerek, örtbas etmeye çalışmaktadırlar.
Oysaki, Sabetaycılık konusu ülkemizin yaklaşık iki yüzyıllık bir tarih diliminin , batılılaşmaşma sürecinin, kimlik çatışmalarının doğru biçimde okunmasının anahtarlarından biridir. Sabetaycı kimlik, abartılmamakla birlikte, bu topraklardaki batılılaşma/modernleşme serüveninin içerideki başat kimliğidir. Bu kimlik doğru biçimde araştırılıp, okunmadığı müddetçe, bu serüvenin içerideki dinamiklerinin sağlıklı bir şekilde tesbit edilemeyeceği açıktır.
Tarihsel Arka Plan
Bu makaleler dizisinde, İzmirli Haham Sabetay Sevi’nin (1626-1676) Kabbala’dan etkilenerek 1666’da Musevilerin/Yahudilerin beklenen “Mesih” i olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp, Yahudi/Musevi toplumu içinde çalkantıların oluşmasına neden olduğu zamandan başlayan Sabetaycılık serüveninin tarihini uzun uzadıya anlatmayacağız. Zira, konu ciltler dolusu çalışma ve eserlerin yazılmasını gerektirmektedir.
Sabetay Sevi
Sabetay Sevi
Ancak, şu şekilde uzun bir özet yazabiliriz. Sabetay Sevi’nin 1666’da Mistik/Kabbalistik bir yorumla İzmir’de mesihliğini ilân ederek, yakında mesih olarak Yahudileri tekrar Filistin’e, kutsal topraklara döndürüp, Kutsal Dünya Yahudi krallığını kuracağını vadetmesi, zâten birçok Hristiyan Avrupa ülkesinde zor koşullarda ve Katolik kilisesinin baskısı altında olan Yahudiler arasında büyük yankı uyandırır, hatta en rahat biçimde yaşayan Osmanlı Yahudileri arasında da aynı yankı ve heyecanı uyandırır. Yahudi toplumu bu Mesih hareketiyle çalkalanır. Çoğu bu umutla, Sabetay Sevi’nin yanına koşar. Bu durum, Orthodox/Rabbinical yahudileri ve hahamlarını oldukça rahatsız eder, bu Mesiyanik hareket Orthodox hahamlar tarafından sapkın ve heretic olarak ilân edilir. Özellikle, İstanbul, İzmir ve Manisa’daki Yahudi hahamları Sabetay’a karşı cephe alır. İlk önceleri, Yahudi toplumu içerisindeki bu olaya müdahale etmemeyi öngören Osmalı idaresi, sonradan, özellikle bazı etkili yahudi haham ve bankerlerin etkisiyle konuya eğilir ve Sabetay tevkif edilir. Önce Gelibolu’da kal’abendliğe tabi tutulan Sabetay daha sonra olayların durulmaması üzerine Sadrazam Köprülülü Fazıl Ahmed Paşa’nın emriyle Edirne Sarayı’na getirtilerek Padişah IV. Avcı Mehmed’in huzuruna çıkarılır. Ve burada kurulan bir ulema divânında muhakemeye tabi tutulur. Ulemadan, Şeyhülislâm Minkarîzâde Yahya Efendi (vefatı:1678) ve İmâm-ı Sultânî meşhur Vânî (Vanlı) Mehmed Efendinin başında bulunduğu bu heyetin muhakemesini padişah da özel bölmesinden seyreder. Bu sırada, Türkçe konuşamayan Sabetay’ın tercümanlığını musevilikten dönme olan Hekimbaşı Hayyâtîzâde Mustafa Fevzi Efendi (Asıl adı Moses Ben Raphael Abrabanel’dir) yapar. Sabetay Sevi’den iddia ettiği gibi mucizelerini göstermesi istenir. Aksi takdirde, aksi takdirde vücudunun en mahir okçulara nişan hedefi yapılacağı kesin bir dille söylenir. Hayatının tehlikeye girdiğini farkeden Sabetay, bu sefer iddialarını inkar eder, asla mesihlik iddiasında bulunmadığını, kendisinin bu konuda iftiraya uğradığını ifade eder. Ancak, ulema ve padişah bu cevaptan tatmin olmaz. Bunun üzerine Hekimbaşı Hayyâtîzâde (Terzizâde) Mustafa Fevzî Efendi, Sabetay’a Müslüman olma teklifini götürür. Sabetay önce bunu kabule yanaşmaz. Ancak, Musevi Dönme’si olan Hekimbaşı, ona bunu kabul etmediği takdirde türlü, türlü işkencelerle öldürüleceğini Ladino diliyle uzunca anlatır. Başka bir şekilde canını kurtamayacağını anlayan Sabetay Sevî zahirî olarak müslüman olmayı kabul eder ve ardından, diliyle kenisine söylenen kelime-i şehâdeti tekrarlar.
Sadece zahirî olarak müslümanlığı kabul eden Sabetay bunun üzerine hamama gönderilerek gusül abdesti aldırılır ve müslüman kisvesi giydirilir. Ve kendisine yevmi 150 kuruş maaşla Edirne sarayında Kapıcıbaşı-çavuşluk rütbesi verilir. Adı da Mehmed Efendi olarak değiştirilir.
O dönemde Yahudî toplululğunun önemli bir bölümü için kurtarıcı Mesih olarak görülen Sabetay Sevi’nin birdenbire görünürde de olsa, müslüman oluvermesi, Mesihliğini ilanı kadar yankı uyandırıp şok etkisi yapar. Mesihliğine inanarak ona umut bağlayan yahudilerin büyük bölümü ilk şok ve şaşkınlıkları üzerlerinden attıktan sonra onu lanetleyerek tekrar orthodox yahudiliğe dönüş yaparlar. Hahamlar başta olmak üzere ona inanmamış olan Yahudiler ise onun bu durumundan rahatlama hissederler. Böylece Yahudilik içindeki fitne ve bölünmenin sona erdiği kanaatine sahip olurlar. Bu şekilde, Osmanlı sarayının Sabetay’ı müslüman ederek Yahudiliği, bölünme ve perişanlığa sürüklenmekten kurtardığını ifade ederek teşekkür ediyorlardı. Ancak, ona inanaların bir bölümü, başta daha önce onun mesihliğini her tarafa yaymaya çalışan kohen Gazzeli Nathan olmak üzere inanmaya devam ederler. Olayı kabbalistik yorumlarla tevil ederler. Onun büyük bir hikmete binaen zahiren müslüman olduğunu, mesihliğinin bir gereği olduğu yorumunda bulunurlar ve bu yorumlarına diğerlerini inandırmaya çalışırlar. Bu şekilde Sabetay’a inanmaya devam eden Yahudiler, mesihliğinin kendi yorumlarınca hikmetine binaen, onun yolunda giderek zahiren müslümanlığı kabul etmeye başlarlar. Hatta, sabetay’ın Edirne sarayındaki konumunu Hz. Musa (AS.)’nın Fir’avun’un Mısır Sarayında yetişmesi durumuna benzeten yorumlar sergilerler. Sabetay’a bağlı museviler çeşitli bölgelerden Edirne’ye gelerek sarık ve cübbe giyip müslüman kisvesine bürünürler, Polonyalı karısı Sara da bu kervana katılır. Sara, Fatma adını alır. Bunlar mü’minler anlamına gelen İbranice Ma’min adını alırlar. Bu şekilde Sabetay’ın taraftarlarının peyderpey zahiren müslüman olmaları, Saray nezdinde Sabetay’ı bir ihtida hareketi önderi konumuna getirmişti. Hatta Sabetay’ın sinagoglara giderek diğer Yahudileri de İslam’a çekmesi teşvik edilir. Ancak, Sabetay’ın orthodox Yahudiler arasında artık etkili olmadığı görülür.Önce Edirne ve Selânik’te yeni müslüman kisvesi ile dolaşan Sabetay sonra üç yıl İstanbul’da bulunur.
Zahirdeki bu müslümanlaşma furyasına karşın, Sabetay taraftarlarıyla birlikte gizlice kendi kabbalistik/Mesiyanik yorumu ile Musevî ayin ve toplantılarını sürdürmeye devam eder. Hatta bu durumu Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa’ya ihbar edilir. Bunun üzerine Sadrazam adamlarını gizlice gönderir. Sadrazamın adamları, Sabetay’ı kendisine bağlı bazı Yahudilerle birlikte, Boğaziçi’nde-kuruçeşme’de ayîn yapıp mezâmir okurken yakalarlar. Bu duruma Sadrazam çok içerler. Sadrazam’ın yanısıra orthodox yahudiler de olaydan rahatsızlık duyup, Sadrazam’ın onu İstanbul’dan sürgün etmesine çalışırlar. Bunun üzerine Sabetay ailesi ile birlikte Arnavutluk-Berat’a sürgüne gönderilir. Sabetay burada iken de küçük bir cemaatle faaliyetlerini sürdürür. Burada beş yıl yaşadıktan sonra ölür. Avram Galanté’ye göre Berat’ta müslümanlar tarafından, şehrin içinden geçen ırmağın kıyısında toprağa verilir. Sabetay’ın ölüm tarihi kaynaklarda çelişkili olarak verilir. Bu çelişki, sabetaycı cemaatin mesihleri Sabetay’ın ölmediğine inanmalarından kaynaklanmıştır. Avram Galanté, sabetay’ın 30 Eylül 1675’te bir Yom Kippur (Keffaret Günü) bayramında öldüğünü kaydetmekte, Gershom Scholem ise, Sabetay’ın kaleminden çıktığını belirttiği bazı mektuplardan yola çıkarak bir çok farklı tartışmaları da kaydettikten sonra 1676 tarihini vermektedir.
Sabetaya inananlar mesihlerinin ölümüne inanmazlar, onun göğe yükselmiş olup, yeniden geleceğine dair inançlarını sürdürüler. Hala inançlı Sabetaycılar, belli zamanlarda deniz ve ırmak kenarklarına gelerek “ Sabetay sevi Seni bekliyoruz” diye bağırma geleneğini sürdürmektedirler. “Kayıp Mesih” kitabının yazarı John Freely bu kitabı yazdıktan sonra bazı Sabetaycılardan hala Sabetay’ın mesih olduğuna inandıklarını ifade eden mesajlar aldığını belirtmiştir.
Sabetay Sevi, İstanbul ve Berat’ta bulunduğu yıllarda Sabetaycı inancın kurallarını belirler. Kendi Mesihliğine olan inancı yaymaya devam eder ve Müslüman kisvesi altında kabbalist-mesihçi yorumla inançlarını ne şekilde sürdüreceklerinin de kural ve kaidelerini tesbit eder. Hatta Tevrat’taki On Emir’e nazire olarak. On Sekiz Emri kaleme alır. Bu Onsekiz Emr’in İbranice metni 1910 yılında, Rabbi Abraham Danon tarafından Paris’te basılan, “Etudes Sabbatiennes” adlı eserinde yayınlanır. Aynı metin daha sonra, Avram Galanté’nin kitabında da Ladino ve Fransızca tercümesi ile beraber yayınlanır. On Sekiz Emri içeren metin şu şekilde kaydedilmiştir:
“ İşte Efendimiz, Kral ve Mesihimiz Sabetay Sevi’nin On Sekiz Emr’i bunlardır. Şan ve Şerefi Artsın,
1. Yaratıcının birliğine ve ondan başka bir hâlik bulunmadığına dair olan iman muhafaza edilecek. Bir ve eşsiz olan yaratıcının dışında hiçbir âmir ve hakime sena ve övgüde bulunulmayacak.
2. Onun Mesih’inin gerçek Mesih olduğuna ve ondan başka kurtarıcı bulunmadığına ve Efendimiz , kralımız Sabetay Sevi’nin Davud’un neslinden geldiğine iman edilecek. Şerefi bol olsun.
3. Ne Tanrının, ne de Mesih’in adına yalan yere yemin edilmeyecek. Zira, Mesih’in adı da Tanrı’dan alınmıştır. Tanrı’nın adı onda mündemiçtir.
4. Gerek Tanrı’nın , gerekse Mesih’in adının geçtiği yerlerde tazim ve saygı gösterilecek Yine bilgisi ile akranları arasında temayüz edenlere de tazim ve saygı gösterilecek.
5. Mesih’in sırrını anlatmak ve araştırmak için meclisten meclise, toplantıdan, toplantıya gidilecektir.
6. Onlar (Sabetaycılar) arasında katiller bulunmayacak. Hatta, kendilerinden nefret eden başka topluluk mensuplarından kimse de öldürülmesin.
7. Kislev ayının ( Musevi yılının dokuzuncu ayı) 16’ncı günü herkes bir ev veya mekanda toplanarak Mesih hakkında ve Mesih inancının sırrı hakkında işittiklerini birbirlerine anlatacaklar.
8. Cemaatin arasında zina hüküm sürmesin. Beriâ vesilesinde bile hilekârlardan dolayı ihtiyatlı bulunulacaktır.
9. Yalancı şahitlikte bulunulmayacak ve kendi yakınına karşı yalan söylenmeyecek, birbirlerini hatta ma’min olmayanları bile ihbar etmeyeceksin.
10. Hiç kimse sarık imanına (yani cemaate mahsus olan Zahiri müslümanlığa) zorla sokulmasın. Hatta inansa bile.. Zira, cidâl üstadlarının zümresine (Cemaatin Oganları) mensup olanlar oraya ancak kendiliklerinden ve kendi gönülleri ve iradelerinin sevkiyle girerler.
11. Aralarnda kıskançlar, ihtiraslılar ve kendilerine ait olmayan şeylere karşı arzu ve hırs gösterenler bulunmasın.
12. Kislev ayının 16’sındaki bayram büyük bir sevinç ile ilan edilip kutlanacak. (Bu Sabetay’ın Edirne Sarayında müslüman edilip sünnet edildiği Rebi’ulevvel’in 16. günüdür.)
13. Birbirine karşı iyiliksever ve merhametli davranılcak. Ve kendisine yakın olanın arzusu kendi arzusuymuş gibi gayret gösterilecek.
14. Davud’un Mezâmir’i her gün gizlice okunacak.
15. Her ay, kamer’in doğuşu izlenecek ve Ayı’n yüzünü Güneş’e çevirmesi ve Ay’la Güneş’in karşı karşıya gelip bakışmaları için duâ edilecek.
16. Müslümanların âdetlerine onların gözlerini boyamak için dikkat edilecek. Ramazan orucunu tatbik için sıkıntı gösterilmeyecek, kurban içinde aynı şey yapılacak. Zahirde gözüken herşey yerine getirilecek.
17. Onlarla (Müslümanlarla) evlilik akdi yapılmayacak, nikahlanılmayacak.
18. Oğulların sünnet edilmesine itina gösterilecek. Bu, mukaddes ve seçilmiş Milletten hayasızlığı kaldırmak içindir.
Emrettiğim On Sekiz madde budur. Bunlardan bazıları “ Beriâ” (Yaratılış) kanununa âittir. Bunun böyle oluşu, henüz İsrailoğullarının şeytandan ve taraftarlarından intikam almaya müsait olacak güce erişmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Güç elde edilip o tarih geldiğinde herkes ve herşey eşit olacak. Hiçbir emir, günah ve sevap kalmayacak. Küçük büyük herkes beni tanıyacak. Bana inanan (Ma’min) kimselere şunu da haber vereyim: Beriâ (Yaratılış) ile Asiluth’a itina göstersinler. Keşif ve ilham zamanına kadar ondan hiçbir şey eksiltmesinler. Onlar o zaman hayat ağacının altına girecekler. Ve hepsi birer melek olacaklar. İlâhî ve Ezelî irade bir an evvel tecelli etsin. Amin. “
Sabetay Sevi bu On Sekiz Emr’in yanısıra, başta 22 Mart’taki Kuzu Bayramı olmak üzere 16 ayrı bayram ihdas eder.
Sabetay Sevi, kısa bir süre sonra karısı Sarah’ın ölümünün ardından, Selanikli Yoheved adlı bir yahudi kadınla evlenir. Bu kadına Müslüman adı olarak Aişe adı verilir. Kayınpederi Yossef Pilosof, Abdülgafur adını, kayınbirâderi Yossef Kerido da Abdullah Yakup adını alır. Sabetay’ın ölümünden sonra onun mesihliğine inanan ve onun yolunda giderek zahiren müslüman olan ma’minler daha çok Selânik’te toplanırlar. Ancak onların önemli bir bölümü İzmir, Manisa ve Aydın civarına yerleşir.
Önceleri, kayınbiraderi Yakub’un liderliği yürütmeye çalıştığı cemaatte anlaşmazlıklar, bölünmeler husule gelir. Sabetay’ın Berat’ta ölümü üzerine Kayınpederi Abdülgafur oğulları ile Selanik’e gelir.Cemaatin ileri gelenlerinin bir bölümü Yakup Kerido’nun cemaatin başına geçmesini ister. Ve bu doğrultuda Cemaatin idaresini eline alır. Ancak koyduğu bazı yeni kurallar, bir kısım cemaat üyelerini rahasız eder. Özellikle, zahirde müslüman gözükmek için Hacc dahil her türlü dini vecibenin yerine getirilmesi gerektiğini savunur. Buna Sofyalı Mustafa Çelebi’nin başını çektiği bir grup karşı çıkar. Bunlar Sabetay’ın öğretilerinde değişikliğin olamayacağını ileri sürerler. Yaklaşık 200 Sabetaycı ailenin önemli bir bölümü Mustafa Çelebî’nin saflarında yer alır. 1690 yılında Selanik’te Yakub’un evinde yapılan toplantı sırasında oluşan bir anlaşmazlık üzerine, Mustafa Çelebî’nin ayağa kalkarak “ Beni seven arkamdan gelsin” demesinin ardından bu bölünme fiilen gerçekleşir. 43 Aile Yakub’a sadık kalır. Bunlara artık Yakubîler adı verilecekti. Diğerleri ayrılır. Yakup Kerido yeni koyduğu prensipleri sıkı sıkıya uygulamak için Mustafa adlı bir bağlısıyla beraber Hacc’a bile gider Hacc yolculuğu esnasında Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir mevkide azgın bir devenin saldırısına uğrar. Bu devenin ayakları altında can verir. Kendisi Hicaz’da terk-i hayat eder ancak, arkadaşı Mustafa Hacı olarak Selanik’e döner. Yerine, nesli olmadığı için Hacc arkadaşı Hacı Mustafa bu grubun başına geçirilir.
Yakub Kerido’ya karşı gelerek cemaati bölen Sofyalı Mustafa Çelebî, Karakaşlar olarak adlandırılacak olan grubu kurmuş olur. Yakub’un grubundan ayrıldıktan 12 yıl sonra, 1702 yılında yeni reenkarnasyonu (reincarnation) içeren mistik yorumlara girişir. Mustafa Çelebi bu tarihte, Sabetay Sevi’nin ruhunun kendi taraftarlarından Abdurrahman adlı bir Sabetaycı’nın oğlu Osman’da tekrar tecessüm ettiğini iddia eder. Sözde Sabetay’ın ruhu bu çocuğa geçmişti. Bu şekilde Mustafa Çelebî, Osman’ı Sabetay’ın halefi olarak ilan eder. Sonra da 1716 yılında o sırada 40 yaşında olan Osman’ı Mesih olarak ilan eder. Bu durum Karakaş cemaati içinde tartışmalara neden olur. Cemaat içinden İbrahim Ağa adlı biri buna karşı çıkarak, Osman Ağa’nın Sabetay’ın temsilcisi olabileceğini, ancak Mesih olamayacağını söyler. Cemaat içinde ayrılıklar büyür. Ancak on yıl sonra 1726’da Osman Ağa ölür. Yerine oğlu Abdurrahman geçer. Ancak İbrahim Ağa bu gruptan kendi taraftarlarıyle birlikte tümden koparak, Kapancılar olarak nitelendirecek olan grubu kurar. İbrahim Ağa, Sabetay’ın öğretilerinin Sabetay’ın hayatta olduğu dönemlerdeki şekliyle korunmasını öngören fikirler ileri sürüp, bu yönde kurallar vaz’eder.
Uzun süre, Müslümanlarla ihtilat etmeden, gerek Selanik’te gerekse İzmir ve Manisa çevresinde daha çok izole bir hayat sürerler. Her ne kadar Yakubiler, müslümanlarla ihtilatı bir şekilde ön görse de bu pek fazla gerçekleşmez. Sabetaycılar, 18. yüzyılda gerek ticari, gerekse siyasi alanda ciddi bir varlık gösteremezler. Yalnız Selanik ve İzmir limanlarında ticaret dolayısıyla, yabancı tüccarlarla zaman zaman irtibata geçerler.
Ancak 19. yüzyılın başlarından itibaren, adı geçen liman kentlerinde yabancı tüccar ve misyonlarla irtibatlarının artmasıyla, yabancılara ve Batı’ya açılmaya başlarlar. Ticari hayatta atılımlar gerçekleştiriler. Ticari sahada Rum ve Ermenilere rakip olacak hale gelirler. Capitulationlar dolayısıyla yabancılarla artan irtibatları zamanla eğitim konusunda da Batı’ya açılma eğilimi gösterirler. Özellikle Tanzimât sonrasında mektep ve medreselerde yer alırlar. Ayrıca bu süre içinde Osmanlı Rumelisinin birçok yerine dağlıp yerleşirler. Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk, Teselya, Tırhala, Mora, Girit, Sakız, Drama, Edirne gibi yerlerde Sabetaycı aileler oluşur. Hata bir bölümü Balıkesir’in bazı kazalarına yerleşirler. Zamanla müslüman ailelerle daha sıkı ilşkilere girerler.
Özellikle, Bektaşilik, Mevlevîlik, Melamilik gibi tarikatlar içerisinde yer almaya başlarlar. Bunun ilk örnekleri, Üçüncü devre Melâmîliğinin kurucusu Şeyh Seyyid Muhammed Nûr El-Arabî’nin Mısır’da Ezher’de tahsilini tamamlamasının ardından Rumeli’de Yanya’ya göç etmesinden sonra görülmüştür.
Seyyid El-Hacc Muhammed Nûr El-Arabî, Aslen Kudüslü Seyyid İbrahîm’in oğlu olup, 1228 Hicri tarihinde Mısır’da Mahalletu’l-Kübra kasabasında doğmuştur. Ezher’de tahsilini tamamlamış ve Nakşibendi tarikatına girmiştir. Sonradan, Bugün Yunanistan’ın Arnavut bölgesinde kalan Yanya şehrine göçmüştür. Nakşibendî-Müceddidîliğin, Melâmiyye kolunu kurmuştur. Bunun dışında Muhammed Nûr El-’Arabî, Halvetî Şa’bânî, Ekberî ve Uveysî silsilesine de sahip olmuştur. 19. yüzyılda Melamîliği tekrar canlandırmıştır. Bir çok ünlü halifesi vardır. Fatih türbedârı ’Amiş Efendi, Tibyânu’l-Vesâil sahibi Harîrîzâde Kemaleddîn Efendi bunlar meyanındadır. Yanya’dan sonra Selânîk ve Üsküp’te ikâmet eden Muhammed Nûr El-’Arabî son olarak Ustrumca’da ikamet etmiş ve 29 Cemaziyelahir 1305 tarihinde burada vefat ederek, vefat ettiği odada gömülmüştür. Tasavvufta Melâmet ve Vahdet-i Vücud ekolüne bağlı olan, Nûr El-’Arabî Hazretleri 17’si Arapça, diğerleri Türkçe olmak üzere 55 civarında eser kaleme almıştır. Buna karşın, Selânîk ve Üsküp’te kendisine intisap edenlerin önemli bir bölümü Sabetaycı kökenliydi. Bunlar arasında, Ali Örfî, Usturumcalı Hacı Süleyman Bey, Selânîkli Osman Zevkî Bey önde gelenlerdendi. Şeyh Muhammed Nûr El-’Arabî’nin vefatından sonraları, Rumeli ve İstanbul’da Melâmilik genellikle Sabetaycıların kontrolünde bulunmuştur [1]. Hatta, Üçüncü devre Melâmiliğine ait dergâhların bazıları, aynı zamanda gizli Sabetaycı sinagogları olarak faaliyet göstermekteydi. Halen de İstanbul ve İzmir’de az sayıdaki Melâmîlerin çoğunluğu Sabetaycı kökenlilerden oluşmaktadır.
Üçüncü devre Melâmîliğinin yanısıra, Sabetaycı kökenliler, 19. yüzyıldan itibâren Mevlevîlik, Bektâşîlik ve Celevetîlik gibi tarikatlarda yoğun bir şekilde yer almışlardır.
Mevlevî tarikatındaki bunun ilk önemli örneği, Selânikli Mevlevî Es’ad Dede’dir. Hüseyin Vassâf, Mehmed Es’ad Dede ile ilgili yazmış olduğu ancak basılmamış halde kalan “Es’adnâme” adlı eserinde, Esad Dedenin hayatını anlatırken şu şekilde bir başlangıç yapar:
“Arif-i esrar-ı Mesnevî Mehmed Es’ad Dede, Selânîk tüccarından ve avdetî (Dönme) lerden Receb Efendi’nin sulbünden 1259 Hicri, 1258 Rumî (Milâdi 1843) tarihinde dünyaya gelmiştir. Mahall-i vilâdeti Selânîk’te Kadı Abdullah Efendi mahallesidir.
Hususi muallimden tahsil-i ilme başlayıp, henüz sinn-i büluğa vâsıl olmadığı bir çağda iken âlem-i menâm (Rüyâ) da görür ki, bir kuyuya düşmüş; Server-i âlem (SAV) Efendimiz Hazretleri şeref-zâhir olup mübârek yed-i saâdet-münevverlerini uzatıp Cenâb-ı Es’ad’ı kurtarmıştır.
İşte bu neş’e onun hâlini diger-gûn etmiş, mertebe-i celîle-i İslâmiyyet’de sâhib-i makâm ve nâil-i merâm olmasına sebeb-i lutf-i İlâhî olmuştur.” (Hüseyin Vassâf, Es’adnâme)
Hüseyin Vassâf’a göre İslâm’a bu rüya sonucunda iyice ısınıp bağlanan, Mehmed Es’ad önce Selânik’te bazı hocalarda tahsil görür. Selanik Vilayet kaleminde bir süre çalışır. O sırada Selanik’te Bedeviyye tarikatı şeyhlerinden Şeyh Osman Efendi diye birisine bağlanır. Sonra da İstanbul’a gelerek medreselere girer uzun zaman medrese tahsili görür. Kısa zamanda zekasıyla temayüz eder. Birçok kitap okuyup, toplar geniş bir kütüphane kurar. Çeşitli dini ilim dallarında icazetler alır. Ders okutmaya başlar birçok talebesi olur. Fatih’teki Tahir Ağa tekkesi, Yenikapı Mevlevihânesi ve Kasımpaşa Mevlevihanelerinde bulunur. Buralarda Mesnevi dersleri okutur. Altı kez Hacc ve Umre yapar. Bir çok kimseye icâzet verir. İcazet verdikleri arasında, Es’adnâme kitabının müellifi Hüseyin Vassâf, Tahiru’l-Mevlevî (Tahir Olgun, Yenikapı Mevlevihânesi’nin ünlü Mesnevihanlarından olup, bir çok eser telif etmiştir. Şapka kanunununun ardından, İstklâl mahkemesinde, İskilipli Atıf Hoca ile birlikte yargılanmıştır. Birçok eseri yayınlanmış olan Tahiru’l-Mevlevî 1951 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Mezarı Eyüp’te kırkmerdivenlerdedir.), Şeyh Muhammed Zâhid El-Kevseri gibi ulema ve maşâyihten ünlü kimseler vardır. Mehmed Es’ad Efendi 12 Şa’bân 1329/11 Ağustos 1914 tarihinde Pazartesi günü vefat etmiş olup, Kasımpaşa Mevlevihanesi mezarlığına defnedilmiştir. Ancak, mezarı Mevlevihanedeki diğer mezarlar gibi tekkelerin kapatılmasının ardından 1926’da kaldırılmış, mezarı Fatih’te Aşık Paşa mahallesindeki Tahir Ağa tekkesinin haziresinde, Salahaddin Uşşakî’nin ayak ucuna nakledilmiştir. Halen mevcut olan ve demir parmaklıkla çevrili mezarın demir çerçeve içindeki mermer kitâbesini şu şekilde okuduk. Kitâbe Hüseyin Vassâf’a aittir:
Huve’l-Hayyu’l-Bâkî
Mesnevî-Hân, kenz-i esrâr u hikem Es’ad Dede
Alem-i devrânda dervîş-i hümâ-pervâz idi
Feyz-i nutkun ahz edenler, dediler tarîhini
Gitdi sû-yi lâmekâna, nâsih-i mümtâz idi
Mesnevî-Hân-ı şehîr Mehmed Es’ad Dede Efendi hazretlerinin ruh-ı pür-fütuhları için Fatiha
12 Şa’bân Sene 1329 Yevmu’l-İsneyn 25 Temmuz Sene 1327
Mevlevî Es’ad Dede’nin bir kısmı Arapça ve Farsça olmak üzere 16 eseri vardır. Farsça gramerle alakalı olarak ” Numune-i Kavâid-i Farsi” adlı bir eseri basılmıştır. Vakfettiği yazma eserlerin 700 cilde yakını bugün Beyazıt Devlet kütüphanesindendir. Günümüzdeki ünlü Sabetaycı Bezmenler ailesi bu zâtın neslinden gelmektedir.
Mevlevîlik’teki ikinci önemli Sabetaycı da Selanik Mevlevihanesi Şeyhi İshak Dede olayıdır. Karakaş Sabetaycılarının önemlilerinden olan , İshak Dede Mevleviliğe intisabından bir süre sonra Selanik Mevlevihanesinin postnişînliğine yükselir. Aynı zamanda güçlü bir sabetaycılık eğitimi de alan İshak Dede, Mehmed Es’ad Dede’nin aksine Sabetaycı geleneği ve inancını gizliden güçlü bir şekilde sürdürür. Sabetaycılar içerisinde hahamlık (Ogan) mevkiine yükselir. Selanik’teki Sabetaycı mezarlığının bitişiğinde olan Mevlevîhanenin şeyhi olarak maruf günlerde Mevlevî ayin ve erkânını sürdürdüğü gibi, bu mevlevihanede çifte kimlikli mürtleriyle birlikte gizliden Sabetaycı ayinlerini de sürdürür. Mübadele sonrasında İzmir’e gelen İshak Dedenin ölüm tarihini tesbit edemedik. Dışişleri Eski bakanı Prof. Dr. Emre Gönensay İshak Dede’nin torunlarındandır.
Emre Gönensay
Emre Gönensay
Sabetaycılar, Melamilik ve Mevlevilik dışında en güçlü bir şekilde Bektaşilik tarikatında yer alırlar. Başta, Selanik, Serez, Drama, Üsküp, Teselya, Batı Trakya ve Edirne olmak üzere İzmir Ve Manisa’da yoğun bir biçimde Bektaşilik tarikatına nüfuz ederler. Bektaşilğin geniş meşrepliliği onların nüfuzunu çok daha kolaylaştırır. Sonradan İstanbul’daki bazı Bektaşi tekkelerine de ciddi bir şekilde nüfuz ederler. Bugün bile gerek Rumeli’de gerekse İzmir, Aydın ve İstanbul’da, hatta Ankara’da Bektaşilerin önde gelenlerinin önemli bir bölümü Sabetaycılardan oluşmaktadır. Bektaşilikte yer alan Sabetaycıların bir bölümünü şu şekilde sıralaya biliriz. Sabetaycı ve Mason Mesut Koman Baba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesi son postnişîni Sabetaycı Küçük Abdullah Baba, Sabetaycı ve Mason üstadı Teoman Güre (İlhâmî )Halifebaba, İzmir’de hazine avukatlığı yapmış olan Sabetaycı Feyzi Akeren Baba, Selânikli Ali Aydın Baba, Mason ve Sabetaycı Yenişehirli Hüseyin Hüsnü (Erdikut)Baba, Sabetaycı Hüseyin Coşkun Eren, Sabetaycı Prof. Ragıp Üner, Mustafa Kemal Atatürk’ün başhekimi Sabetaycı Dr. Hasan Ragıp Erensel Halifebaba, Sabetaycı Ali Gâlip Eren Halifebaba, Kazlıçeşme Bektâşî Tekkesinin haziresinde medfun olan Tabip Binbaşı Sabetaycı Haydar Bey, Emekli Albay Sabetaycı Cavid Aker Baba, Emin Uras Baba, Eski Ziraat vekili Sabetaycı Nedim Ökmen, Ali Oktay Cever, Besim Berkmen, Cevdet İşçimen.
Sabetaycılar, Bu tarikatlerin yanısıra, Rufâi tarikatına sızarlar. İstanbul’da, Fatih’te Ümmi Kenân tekkesinin kurucusu Selânikli ünlü Kenan Rifâî de bu cemaatin bir mensubuydu. 1867’de Selanik’te doğan Kenan Bey, burada önce Alliance Israélite ve Terakki mekteplerine devam eder, daha sonra İstanbul’da Galatasaray Sultanisi ve hukuk mektebini bitirir. Medine , İstanbul ve başka şehirlerde muallimlik yapar. Medine’de iken Rifâî şeyhlerinden Şeyh Hamza Efendi’den icazet aldığını ileri sürer. İstanbul’da Fatihte halen mevcut olan Ümmü Kenan tekkesini kurar. Tekke 1909’da Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’ye yaptırılır. 1925’e kadar tekke faaliyetini sürdürür. Geniş meşrepli olup, bir sosyete tarikatı şeklinde faaliyetlerini sürdüren Kenan Rifâî (Büyükaksoy) 7 Temmuz 1950 yılında vefat ederek Merkez Efendi mezarlığına defnedilmiştir. Kenan Rifâî’yi takiben bir çok Sabetaycı aile mensubu halen merkez Efendi ve Kozlu mezarlıklarına defnedilmeye devam etmektedir. Kenan Rifâî’den sonra Kubbealtı cemiyeti şeklinde faaliyetini sürdüren cemaatin başına Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kızkardeşi Semiha Ayverdi geçer. (Ölümü: 1993)
Kenan Rıfai
Kenan Rıfai
Sabetaycılar, Tarikatlerin yansıra, ticari alan başta olmak üzere diğer alanlarda da boy göstermeye başlarlar. İlkin en önemli adımları eğitim alanında atarlar. Fransız Ve Türkiye Yahudilerinin birlikte Selanik, İzmir gibi Batıya açık ticari liman kentleri başta olmak üzere faaliyete geçirdikleri Alliance Israélite okulları buralardaki Sabetaycıların ilgi göserip devam ettikleri okullar olmuşlardır. Daha sonra Robert koleji başta olmak üzere diğer yabancı okullarda da Sabetatycılar yer almışlardır.
Edirne Alliance Israelite Universelle Evrensel Musevi Birliği Okulu
Edirne Alliance Israelite Universelle
(Evrensel Musevi Birliği Okulu)
Kaleiçi semtinde bu gün İnönü İlköğretim Okulu olarak kullanılmakta.
Robert College Gould Hall, İstanbul
Robert College Gould Hall, İstanbul
Ancak Sabetaycıların eğitim alanındaki asıl atılımları, kendi kurdukları, Terakki ve Feyziye mektepleriyle olmuştur. Bu her iki mektep grubunun temelleri Atatürk’ün Selânik’teki öğretmeni Şemsi Efendi (Şimon Zwi) tarafından atılmıştır. Sabetaycıların Kapancılar koluna mensup olup, 1851 yılında Selanik’te Koca Kasım mahallesinde Abdi Efendi ile Rabiâ Hanım’ın oğulları olarak dünyaya gelen Şemsi Efendi Selanik rüşdiyesini bitirir. Bunun yanısıra hususi dersler alır. Önce Arapça ve Farsça dersler alır. Ayrıca, İbranice öğrenir. Daha sonra Selanik’teki Alliance Israélite okulunda Fransızca dersler alarak bu dili öğrenir. Rüşdiyeyi bitirdikten sonra hemen öğretmenliğe merak saran Şemsi Efendi genç yaşta, okula gitme imkanı bulamayan Sabetaycı çocuklara hususi öğretmenlik yapar. Bir ara Aynaroz gümrük kâtipliğinde de çalışan Şemsi Efendi, 1871 yılında Selanik’e tekrar döner. Hedefi Selânik’te Sabetaycı Cemaat mensuplarına yönelik Avrupaî tarzda eğitim yapan okul açmaktı. İlkin burada Yabancı bir okulda Türkçe öğretmenliği yapmaya başlar. Şemsi Efendi bununla kalmayarak, 1872’de ilk hususi mektebini açma izni alır. Selanik’te Sabri Paşa caddesinde, Çarşamba tekkesi karşısında tek katlı bir binada ilk mektebini açar. Sadece Sabetaycı Cemaat mensubu çocuklara yönelik olarak hizmet veren bu mektep, Sabetaycıların Terakki ve Feyziyye mekteplerinin nüvesini oluşturacaktı. Avrupâî usulde eğitim veren Şemsi Efendi’nin bu mektebinde daha sonra Mustafa Kemal Atatürk de okuyacaktı. Bu, Şemsi Efendi’nin “Atatürk’ün Hocası” ünvanını almasına neden olacaktı. Ilgaz Zorlu’ya göre Şemsi Efendi aynı zamanda en büyük Sabetaycı Kabbalistlerden ve Kabbala üstadlarından biriydi. Hatta, kendi mektebinde Sabetaycılık eğitimi verdiği de bilinmektedir.
Atatürkün ilk öğretmeni şemsi efendi Şimon Zvi
Atatürk’ün ilk öğretmeni Sabetaycı Şimon Zvi (Şemsi Efendi)
1879 yılında Selanikte Terakki mektebi kurulur. Kabbala mistisizminden etkilenen Şemsi Efendi, Karakaşlarla Kapancılar grubunu yeniden birleştirme çabalarına girer. Hatta bu amaçla, kendisi Kapancılar koluna mensup olmasına karşın, Karakaşlar grubu ile anlaşarak 1884’te onlara ilk Feyziye mektebini kurar. Bu mektepte öğretmenliğini sürdüren Şemsi Efendi ilk kurduğu tek katlı mektepde de öğretime devam eder. İlk önce kısa bir süre mahalle mektebine devam eden Mustafa Kemal de, bir süre sonra Ali Rıza Bey tarafından mahalle mektebinden alınarak Şemsi Efendi Mektebi’ne kaydedilir. Mustafa Kemalin ilk ciddi öğrenimi bu mektepte olur. Daha sonra Askeri Rüşdiyeye kaydolan Mustafa Kemal bu sırada Fransızca öğrenmek için Selanik’teki Alliance Israélite okuluna da bir süre devam eder.
1912’de Balkan Harbi sonrasında Selanik’in Osmanlılar tarafından kaybedilmesi üzerine, Şemsi Efendi buradan göç etmek zorunda kalır. Önce, İzmir’e yerleşmek isteyen Şemsi Efendi (Şimon Zwi) İstanbul’a yerleşmek zorunda kalır. İstanbul’da Fatih Kız Lisesine Fransızca öğretmeni olarak tayin edilir. Ancak bir süre sonra sağlığı bozulmaya başlar. 1917 yılında İstanbul’da vefat ederek, Kapancılar koluna mensup olmasına karşın, Üsküdar Bülbülderesi’ndeki Selanikli-Sabetaycılar mezarlığında, Karakaşlar bölümünde defnedilir. Yine cemaat mensuplarından Makbule Hanım adlı birisiyle evlenmiş olan Şemsi Efendi’nin makbule Hanım’dan Ma’rife Ve Yektâ adlı iki kızı olur. Müziğe ve eğlenceye meraklı olan Ma’rife düzgün bir eğitim almaz, evlenip biri erkek üç çocuk sahibi olur. Okumaya ve Fransızca öğrenmeye meraklı olan Yektâ ise, ablası gibi güzel olmamasına karşın iyi bir eğitim alır. Sonra, Şemsi Efendi’nin akrabası ve yetiştirdiği İbrahim İhsan’la evlenir ancak bu evlilik bir gece sonra sona erer. İbrahim İhsan hakkındaki siyasi suçlamalardan dolayı Selanik’i terkeder. Yektâ’nın İbrahim İhsan’dan Veli adlı bir oğlu olur. Annesi ve Şemsi Efendi tarafından büyütülen Veli Efendi de Şemsi Efendi ile birlikte İstanbul’a göçeder. 1934’te ki soyadı kanununda Zeren soyadını alan Veli Efendi sonra Nazime Hanım diye yine kapancılardan bir bayanla evlenir. Veli Zeren 1983 yılında İstanbul’da vefat eder.
1877-78 (93) harbi sonrasından başlayarak, Balkanları terk ederek İstanbul vesair şehirlere göç etmek zorunda kalan sabetaycılar, Selanik ve çevresinde kurdukları müesseseleri de yeni geldikleri yerlere taşıdılar. Feyziye ve Terakki mektepleri sadece İstanbul’da değil İzmir, Bursa, Manisa ve İzmit gibi merkezlerde de kurulur. Özellikle Sabetaycıların, İstanbul’da Nişantaşı, Şişli ve Teşvikiye semtleri çevresinde kümelenmeleriyle her iki cemaate ait bu mektepler lise olarak Teşvikiye’ye taşınır. Şişli Terakki lisesi ve Işık liseleri olarak faaliyet gösteren bu mekteplerden Terakki lisesi son yıllarda buradan taşınır. Feyziye mektebi ise halen burada Işık lisesi olarak faaliyetini sürdürmektedir. Her iki mektep’te uzun süredir Sabetaycı cemaat mensubu olmayan bir çok öğrenci de öğrenim görmektedir. Feyziye Mektepleri vakfına bağlı kurum daha da genişleyerek, son yıllarda Işık Üniversitesini kurar, bu üniversitenin rektörlüğünü halen İstanbul Üniversitesi eski rektörlerinden karakaşlar cemaatine mensup, Prof. Bülent Berkarda yürütmektedir.
(www.haberakademi.net, 2009)

Hahamın Korkunç Fetvası

Hahamın Korkunç Fetvası

İsrail’de geçtiğimiz hafta yayınladığı kitapta “Bebekleri katletmek dini bir vecibe” diyen İzak Şapiro isimli hahamdan sonra bir başka haham da, Filistinlilerin mallarının Yahudilere helal olduğu ve çalınması gerektiği fetvasını verdi.
İşgal altında bulundurduğu Filistin topraklarında şiddet ve soykırım uygulayan İsrail’in Filistinlilere nasıl bir gözle baktığı hahamların yayınladığı fetvalarla bir kez daha gün yüzüne çıktı. Gazze katliamı sırasında askerlere ‘Sivilleri öldürmek sevaptır” emri veren ordu hahamı General Avi Ronzki ve geçtiğimiz günlerde yayınladığı bir kitapta ‘Bebekleri katletmek vaciptir” fetvası veren haham İzak Şapiro’dan sonra bir başka haham da ‘Filistinlilerin mallarını çalmanın helal olduğu” fetvasını verdi.
Haham General Avi Ronzki
General Haham Avi Ronzki
“FİLİSTİNLİLERİN MALLARI YAHUDİLERE HELAL”
İşgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan Haham Murdakhai Elyaho (Mordechai Eliyahu), Yahudilerin Filistinlilerin zeytinlerini çalması gerektiğini belirterek, “Filistinlilerin zeytinlerini çalmak mübah. Çünkü bu zeytin bahçeleri bizim topraklarımız üzerinde kurulmuş” dedi. Elyaho, İsrail’deki en büyük dini otoritelerden Başhaham Yusef Melmid’in Yahudilerin Filistinlilerin mallarına el koymasının helal olduğuna dair bir fetva verdiğini de söyledi.
Mordechai Eliyahu
Mordechai Eliyahu
14 BİN ZEYTİN AĞACI YOK EDİLDİ
İşgal altındaki Filistin topraklarında Yahudi yerleşimcilerinin Filistinlilerin zeytin ağaçlarına nasıl zarar verdiğine dair bir rapor hazırlayan Filistinli Toprak Araştırma Merkezi, 2009 yılında Filistinlilere ait 14 bin zeytin ağacının yok edildiğini bunun da Yahudi hahamların verdiği fetvalar doğrultusunda gerçekleştiğini bildirdi. Yahudilere yeni yerleşim birimi açmak zeytin ağaçlarının kesildiğini açıklayan Toprak Araştırma Merkezi’nin araştırmasına göre, İsrail işgal güçleri bin 455 zeytin ağacını yakarken, 7 bin ağaç Yahudi yerleşim birimleri için ortadan kaldırıldı, 5 bin 500 ağacın ise Yahudi yerleşim birimlerince saldırıya uğradı.
SİYONİST ZİHNİYETİN ÜRÜNÜ
Araştırma merkezi, Yahudilerin Filistinlilere ait ağaçlara saldırmasının yanı sıra, Filistinli çiftçilerin zeytinlerini toplamasına da izin vermediğini belirterek, Yahudilere dağıtılan broşürlerde Filistinlilere ait zeytin ağaçlarının kesilmesi ve zeytinlerinin toplanması çağrısı yapıldığını bildirdi. Araştırma merkezi, Filistinlilere ait zeytin ağaçlarının yok edilmesinin arkasında Siyonist zihniyetli hahamların fetvalarının bulunduğunu belirterek, Haham Murdakhai Elyaho’nun bu konuyla ilgili sözlerini hatırlattı.
HAHAMIN FETVASI
Haham Murdakhai Elyaho fetvasında, Filistinlilere ait zeytinlerin Yahudilere helal olduğu ve bunların çalınması gerektiğini belirterek, “Filistinlilerin zeytinlerini çalmak mübah. Çünkü bu zeytin bahçeleri bizim topraklarımız üzerinde kurulmuş” dedi. Elyaho, İsrail’deki en büyük dini otoritelerden Başhaham Yusef Melmid’in Yahudilerin Filistinlilerin mallarına el koymasının helal olduğuna dair bir fetva verdiğini de söyledi.
(Mehmet Nedim Aslan, www.habervaktim.com, 12-2009)
***
The Brutal Fatwas in Israel
While people in Muslim countries have been preoccupied with fatwas (religious rulings) concerning breast-feeding adults, the purity of the Prophet’s urine, and the legality of the recent different types of marriages such as Misyar and Mesfar, perhaps it would be appropriate to take a look at fatwas in Israel. It might give us a chance to compare the two, evaluating the circumstances on both sides.
It is worthy of further consideration to consider the Israeli fatwas that my Palestinian colleague Salih Al-Tuhami observed. Conservative Jewish thought and tradition say that in case the country’s laws contradict the rabbi’s fatwas, the fatwa must be implemented and anything the government says is worthless. That’s the opinion of Rabbi Elie — who is one of Israel’s senior rabbis — who is supported by the majority of his peers.
These Jewish fatwas are responsible for instigating religious Jews against Arabs. Last year, Rabbi Mordechai Eliyahu, former Sephardic chief rabbi and an influential authority among conservative Jews, issued a fatwa asking the Israeli Army not to flinch from killing Palestinian civilians in the context of the ongoing military campaign against armed groups resisting the occupation. He mentioned in his fatwa, which received special attention from religious media outlets and hundreds of pamphlets distributed inside synagogues in Israel. that all Palestinians must be murdered, even the ones who are not participating in the war against terrorism. This wasn’t enough for the revered rabbi, who said that this was not only a fatwa, but a religious duty from God that Jews must follow.
After that, one of the most important Jewish rabbis issued a fatwa that allowed his students in one of the Jewish settlements in the northern West Bank to steal the agricultural produce grown by Palestinians. It said that everything in the West Bank belongs to the Jews, giving them the right to confiscate such properties. This fatwa was implemented and his students confiscated the agricultural yield of the Palestinians.
Rabbi Dov Lior, chief rabbi of Hebron and Kiryat-Arba, issued a fatwa that allowed Jewish settlers to poison the livestock and water wells owned by Palestinians in neighboring cities and villages. The settlers didn’t hesitate in implementing the fatwa. Not a single day passed without Palestinians finding dead sheep and poisoned water.
On the other hand, a group of prominent Jewish rabbis addressed the Israeli defense minister, Shaul Mofaz, saying that killing enemy civilians was “normal” during wartime and that the Israeli Army should never hesitate to kill non-Jewish civilians in order to save Jewish lives. “There is no war in the world in which it is possible to delineate neatly between the population and the enemy’s army, neither in the US war in Iraq, the Russian war in Chechnya, nor in Israel’s war with its enemies,” the rabbis said.
The rabbis quoted a Talmudic ruling, which states “Our lives come first.” In their famous letter, the rabbis warned against what they called Christian preaching in dealing with conflict. “The Christian preaching of ‘turning the other cheek’ doesn’t concern us, and we will not be impressed by those who prefer the lives of our enemies to our lives,” they said.
These tense times have influenced a number of other fatwas from rabbis about underestimating the lives of Arabs and humiliating them. Yediot Ahronot newspaper reported on July 25, 2002 that Rabbi Ovadia Yosef, the current spiritual leader of the Shas political party in the Knesset (Israel’s Parliament), said that until Christ the Savior arrives, he will send all Arabs to hellfire. “Why doesn’t Ariel Sharon do what needs to be done? He’s scared of the people of the world. But when the Savior Christ comes, he won’t fear anyone. He will send all the Arabs to hell.” Yosef described Arabs as snakes and said Jews should not trust them.
It’s no wonder that one of the rabbis — Isaac Ginzburg — published a book entitled “Baruch the Hero” to immortalize the name of Dr. Baruch Goldstein who perpetrated the 1994 Cave of the Patriarchs massacre in the city of Hebron, killing 29 Arab attendants of the Ibrahimi Mosque (within the Cave of the Patriarchs) and wounding another 150 in a shooting attack.
As for Rabbi Eli Albaz, who is one of the distinctive Eastern rabbis, he never misses an opportunity to attack Islam and condemn the Prophet (pbuh). He insists on complaining in front of his audience by telling jokes that address Muslims and Palestinians and using filthy language to attack Muslims. And Rabbi Eliyahu Reskin continuously ridicules the reconciliation attempts to create dialogue between Jewish rabbis and Arab officials. He believes that the only language of dialogue between Muslims and Jews should be bullets. He feels that without convincing the Arabs in general, and the Palestinians specifically, settlement can’t be forced upon Israel so the efforts of peace are worthless.
It’s true that from a legal perspective, the rabbis’ fatwas concerning political issues don’t exert much influence. But their words, that come from their religious backgrounds, have a huge impact especially with the increasing dominance of religious parties that have developed tremendous political power that cannot be underestimated. Therefore, their fatwas influence more than religious people and are used to pressure political decisions. It’s true that conservatives, whether the followers of Zionism or from the ultra-Orthodox movement, make up 28 percent of the Israeli population, yet more than 50 percent of the inhabitants of the country introduce themselves as conservatives. These people empathize greatly with Jewish religious authorities and pay attention to what they say.
What’s interesting is that all the laws and systems in Israel have never tried, not even once, to address those rabbis or question them about their racial discrimination. Not only that, but these rabbis, who are involved in this discrimination, are given great prominence in Israeli politics. Decision makers in Israel compete with each other to earn the endorsement of rabbis, and to be close to them.
When one examines these fatwas and their influence in instigating and serving the Zionist schemes and its evil goals, one can’t help but feel sad and bitter when compared with the fatwas that are preoccupying Muslim scholars. The latter provoke gossip among people and divert their attention from what’s vital and fateful, making them regress instead of moving forward.
I pray to God to enlighten our scholars and guide them.
(Fahmi Howaidi, www.inminds.co.uk, 2007)

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...