1 Aralık 2011 Perşembe

YAHUDİLİK NEDİR?-I

Ahmet Özcan
Ahmet Özcan
YAHUDİLİK NEDİR?-I
Yahudilik, kelimenin tam manasıyla jeopolitik dinselliğin adıdır. Yahudiliği çözümleyerek tarihe ve insana dair bir çok şeyi kavrayabiliriz.
YAHUDİLİK NEDİR?-I 'Tarih, tekerrürden ibarettir'. Bu söz, ilerlemeci dünya görüşü sahipleri için saçma bir aforizmadan başka bir şey değildir. Dünyanın dönmediğine ve düz olduğuna inanılan çağlardan, yani o herşeyin sıkıcı bir yavaşlıkla aynı döngüde kendini tekrar ettiği geçmişten kalma bir inançtır. Tarihin sürekli yeni bir geleceğe aktığına inananlar, belki de haklıdır. Her doğan nesil, kendi tarihini yaşadığı için öncesini eskimiş ve bitmiş, kendisini ise ilk defa yaşanan olarak kurgular.
Ne var ki, bazı olay ve olgular, tekerrür eden tarih algısının hiçte boş bir inanç olmadığına bizi ikna edebilir. Belki herşeyin totolojik bir çevrim içinde dönüp durduğu söylenemez ama ana hatlarıyla tarihin bazı karakteristik -yasaları demesekte-özelliklerinin bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz.
Devamlılığı en açık ve doğru verilerle dinsellik üzerinden test edebiliriz. Dinler, toplumların ortak bilinçaltını da ifade ederler. İnsanın temel güdüleri olan beslenme, barınma ve güvenlik, yani modern ifadeyle ekonomi-politik, dinsel inançların şifreli diliyle konuşur. Herhangi bir toplumun tanrı telakkisinden ya da mesela basit bir ayrıntıya dair inancından, diyelim su'ya dair inançlarından o toplumun ruh köküne de, bilinmeyen kadim geçmişine de inilebilir. Doğruya yakın kestirimlerde bulunulabilir.
Yahudilik, kelimenin tam manasıyla jeopolitik dinselliğin adıdır. Yahudiliği çözümleyerek tarihe ve insana dair bir çok şeyi kavrayabiliriz.
Yahudiliği çözümlemek için önce bir tarih turu yapmamız gerekiyor. Yahudiliğin nasıl doğduğunu, ekonomi-politik tarihin içinden okuyarak, yahudiliğin kendisine, oradan insanlığa, dinselliğe, dinsizliğe, kapitalizme, İsrail'e, Amerikaya, İngiltere'ye...geleceğiz.
Önce, Teolojinin Jeopolitiği-Allah-vatan-Özgürlük isimli çalışmamızdan (İst, 2005) kısa bir tarih turu atalım:


"TEOLOJİNİN JEOPOLİTİĞİ: DİNLERİN DOĞUŞU"
Elimizdeki veriler ışığında baktığımızda, tevhid peygamberlerinin ortaya çıktığı devirlerde devletlerarası çatışmaların doruğa çıkıp halkların yorulduğu ve genel bir bunalım devrinin yaşandığı görülür.

Nuh,( tahminen M.Ö. 3200-2700 arası) büyük tufan sonrası yeniden tarımsal düzenin inşa dönemidir. Sümer metinlerinde Ziusudra, Akad-Babil Gılgamış destanında Utnapiştim olarak geçen Hz. Nuh, adeta ikinci Adem olarak tufan sonrası insan türünün yeniden gelişmesi ve insanlaşma sürecinin devamı için ikinci ata konumundadır.

Hz. İbrahim, Akad-Babil-Elam savaşlarının bütün bölgeyi yorduğu zamanda çıkmıştır. (M.Ö 2000 civarı) Kuranı Kerimde İbrahim kıssası, Hz. İbrahim'in sırayla güneş, ay ve yıldız tanrısallığını reddedişini anlatır. Yani Sümer, Elam, Babil ve Akad'ın bozulmuşluğunu simgeleyen bu pagan dinlerin üzerinden eski düzen reddedilmekte, yeni bir dünya kurma çağrısı yapılmaktadır.
Hz. İbrahim, Babil'in Ur şehrinden çıkarak Harran, Filistin, Mısır ve Arabistan'ı dolaşır. Dönemin jeopolitik dengesi,Elam/ Babil/Akad/ Yani Mezopotamya ile Mısır imparatorlukları arasındadır. Hz.İbrahim, tüm iç ve dış çatışmalara karşı tevhidci birlik ve barışı temsil eder. İbrahim'in tevhid mesajı, Elam-Akad ve Hitit-Mısır savaşları sonrası kurulan yeni Babil'de Hammurabi yasalarının temsil ettiği düzene renk verir. Ancak bölgesel düzeni kurmada başarısız olur. Bölge büyük Kassit halklarının göçüyle alt üst olmuştur. Yeni Babil, Kassit hanedanlığının egemenliğine girer.

Hz. Musa, (M.Ö. 1300'lü yıllar), Mısırda Hiksos'ların yani -bir rivayete göre kuzeyden, Kafkaslardan gelen yabancı istilacıların-egemen olduğu dönemde sahneye çıkar. Musa, İbrahimî mesajın dönemin en büyük devletlerinden birinde yeniden dirilmesini ifade eder. Antik Mısır, Nil'in çocuğudur. Afrika, Akdeniz ve Mezopotamya'nın sentezidir. Hind ve Afrika kaynaklı animizm ile Mezopotamya paganizmi, Mısır teolojisinin kaynağıdır. Mısır aynı zamanda batı Anadolu ve Yunan'ın da kaynağıdır. Yunan uygarlığı olarak anlatılan hemen bütün felsefi ve mitolojik birikim, Mısır (ayrıca Finike, İran ve Hind) kökenlidir. Yunan site devletleri, ilk başlarda (M.Ö.1300-400 lü yıllar arasında) birer Mısır kolonisidir. Mısır, İbrahimi mesajla tanıştıktan sonra dönem dönem tektanrılı teolojinin egemenliğine girmiştir. Firavun Akhenaton-muhtemelen Hz. Yusuf dönemi-güneş tanrılı panteonu değiştirerek tek tanrıcılığı resmi din yapmıştır. Hz. Musa, işte bu dönemden kalan mesajın yeniden diriltilmesini ifade eder.
Mısır, tanrı kral ve kutsal rahip devlet sisteminin özgün bir örneğidir. Mısır rahipleri, kelimenin tam anlamıyla birer bilim adamı ve teknokratlardır. Yani Mısır, bugünkü manada bir teknokrat devletidir. İnşaat ve sulama sistemi üzerine oturan teknik, Mısır dininin özüdür. Hermes olarak bilinen İdris peygamber, Mısırdaki felsefi bilim geleneğinin kurucusu olarak bilinir. (Muhtemelen bundan bin yıl sonra bugünkü egemen kapitalist ekonomi dili, teolojiye dönüşecek ve ekonomistler de o zamanın rahipleri-büyücüler ya da din adamları olacaktır. Eski Mısırda rahipler, bilinen manada din adamı değil, tamda kendi zamanlarının teknokratlarıdır. Ancak, teknik bilgiyi halka ezoterik-tanrısal bilgi gibi sunarak karizma yaratmış ve kurumsal bir dinsel geleneği sürdürmüşlerdir. Tıpkı İran ve Babil de olduğu gibi)
Hz. Musa'nın isyanı, işte bu güçlü ve gelişmiş uygarlığın bozulma devresine tekabül eder. Firavunların zalimleştiği, rahiplerin halkı sömürdüğü, savaşçıların da bunların sopasına dönüştüğü bir zamanda Musa, Mısır halkını ayaklandırmış ve tevhidin hürriyete çağıran içeriğini öne çıkartarak Firavuna meydan okumuştur. Ne var ki Musa devrimi başarısız olmuş ve Mısır halkının bir bölümü ile birlikte Musa, Filistin'e hicret etmek zorunda kalmıştır. Hz. Musa'nın isyan ettiği tarihlerde Mısır ile Hitit arasında özellikle Filistin-Lübnan bölgesini paylaşmaya dönük savaşlar sürmektedir. Ve muhtemelen Hz. Musa hicret ettiğinde, Filistin bölgesi, Hitit kontrolündedir. Tarihen somut veriler henüz elde olmamasına rağmen, Firavun'un Hz. Musa hareketine dönük sert tutumu, tevhidi mesajın düzeni sarsan içeriğinin ve etkisinin yanında onu Hitit destekli bir isyanın lideri olarak görmüş olma ihtimalinden kaynaklanmış olabilir.

Hz. Davut ve Süleyman, Filistin'e gelen Musa bağlılarının ardılı olan toplumun önderleridir. Kurdukları krallık, zamanın en kritik ticaret yolunun tam ortasında, Kudüs-Lübnan hattındadır ve Mezopotamya ile Akdeniz (Mısır) arasındaki barışı temsil ederler. (M.Ö. 1000-800 arası) Süleyman krallığı, İbrahim'le Musa'nın mesajını en iyi algılamış ve devlet siyasetine dönüştürmüş iki sembol isimdir. Süleyman krallığı, o dönemin en önemli çatışma noktası olan, yani ticaret yollarının denetim merkezindeki, Akdeniz, Kızıldeniz ve Fırat havzasının kavşak noktası olan Kudüs'te, Mısır- Babil ve Hitit arasında denge oluşturmuştur. Süleyman'ın ihtişamı, yani balıklar ve kuşlardan karınca ve cinlere kadar her şeyi yönetmesi, esasen dönemin birbirine yabancı ve düşman devletleri arasında oynadığı barışçı rolü ifade eder. Balık ve su, denizcilerdir (Finikeliler), cinler Babilliler (astrolog-büyücü), karıncalar Yemenliler, kuşlar Hitit (sembolü kartal) ve Mısırdır (sembolü atmaca-horus).

Süleyman ölünce krallık dağılır. Kuzey bölgesi, Hitit- Babil etkisine girer. Güney ise Mısır yörüngesi olur. Hititlerin yerine geçen Asurlular sahneye çıkınca, bölgeyi istila ederler. Asur çağı, (takriben M.Ö. 1000-600), bölgede dengelerin yeniden kurulduğu ve eski düzenin yıkıldığı çağdır. Asur, sert ve kanlı savaşçılığı ile diplomatik ve tüccar karakteri bir arada barındıran ilginç bir devlettir. Babil'le çatışır. Babil'i ele geçirir. Ve Basra körfezinden Akdeniz ve Kızıldeniz'e kadar tüm kritik ticaret kavşaklarını kontrol altına alır. Mısır etkisindeki Filistin'i de istila eder. M.Ö. 600'lü yıllardaki bu ilk istila sonrasında bölgenin ticaret tekelini elinde tutan bezirganları Babil'e sürer. (O tarihlerde henüz bir Yahudi kavmi yoktur. Asur'un sürgüne gönderdiği kişiler muhtemelen Finike'nin ticaret tekelini yöneten arami-kenani kökenli karışık topluluklardır. Bu topluluklardan bazıları-yahudi kaynaklar çok azı diyor-, Persler sayesinde geri filistine dönerler, Bunlar sonradan Tevrat yazımı ile birlikte Yahudi kimliğini de icat etmişlerdir. (Yahudi denilen topluluk bugünkü gibi o zamanda homojen bir etnos değildir. Üst sınıfları Finike bölgesine yerleşmiş karışık kökenli zengin tüccarlardır, orta ve alt sınıfları ise perslerle bölgeye gelen Hint ve İran kökenli dağınık kabilelerdir.)

Yüz yıl sonra (M.Ö. 570) bu sürgün tekrarlanır. Ünlü Babil sürgünü, aslında bir nüfus transferidir. Asur'la işbirliği yapmayan tüccarlar, Babil'e aktarılarak enterne edilmiştir. Ünlü Babil sürgünü, esasen Asurlularca icra edilmiş bir mali oligarşi tasfiyesidir. İşte bu mali oligarşi, sonradan kendine bir tarih icad ederek Yahudi kavmi adını almıştır.

M.Ö. 600 sonlarında Medler sahneye çıkar. İran'dan gelen bu savaşçı topluluk, Babil ve Mısırla işbirliği yaparak Asur'u yıkar. Med'lerin ardından Persler sahneye çıkar. İşte tam bu yüzyıl, yani M.Ö. 600-500 arası, neredeyse o zamanki uygar dünyada zincirleme bir teolojik ve jeopolitik devrim yüzyılıdır. Doğu'da, Zerdüşt, Buddha, Tao, Konfüçyüs, Batıda, Sokrates, Platon, Aristo ve bir çok felsefe akımı bu yüzyılda ortaya çıkar.

Doğu, yani Mezopotamya-Akdeniz havzasının doğusu ilk defa kendi teoloji ve jeopolitiğini üretir. Taoculuk (Lao Tse öğretisi) ve Konfüçyüs, Çin'deki yabancı istilalara karşı Çin'in içe kapanması ve düzen kurmasını simgeler. Çin bu öğretilerinde ifade ettiği bir biçimde tarihte uykuya dalar. Taoculuk ve Konfüçyüs öğretileri, geleneğin kutsandığı katı bir muhafazakarlık ve içe kapanmayı teolojileştirmiştir. Çin, 20. yüzyılda Mao devrimiyle uyanmıştır.

Buddha ve Zerdüşt, Hind'in doğu ve batısının Hind'den kopuşudur. Budizm, Hind'in doğusunu, Zerdüştlük batısını yani İran'ı Hind kıtasından ayırır. (Kadim Hind, bugünkü kuzey İran, Afganistan, Pakistan, Hazar kıyıları, ve batı Çin'e kadar olan bölgeyi ifade eder) Vedacılık, sağ (Budist) ve sol (Zerdüşt) yorumuyla iki büyük din doğurur. Hindu-Brahman dini ise, Hind muhafazakarlığını, yani ebedi kast sisteminin korunmasını ifade eder.

Hareketli uygarlık havzasına yani Mezopotamya-Akdeniz bölgesine büyük bir hız ve hırsla giren İran, Pers imparatorluğuna dönüşür. Elam, Med, Asur, Hitit, Babil ve Süleyman krallıklarının mirasına konar. Pers'in sahneye çıkışı, Yahudiliğin de sahneye çıkışıdır. Persler, Asur jeopolitiğinin aksini yaparak Asur nefreti ile dolu tüm halkları yanlarına çekerler. Zerdüştlük bu nedenle hızla yayılır. Kadim pagan inançlar zayıflar. Yeni Zerdüşt mezhepler doğar. Bunlardan biri de Yahudiliktir.
JEOPOLİTİĞİN TEOLOJİ ÜRETMESİ :
YAHUDİLİK VE HRİSTİYANLIK
Yahudi bezirgan sınıf, Finike- Arami paganizmini, Babil'de öğrendiği Mezopotamya birikimini ve Zerdüştlüğü sentezleyerek yeni bir din icat eder. Perslerin bu sadık topluluğu, hem ödül olarak hem de sadakat gereği Filistin'e geri yerleştirilir. Ve Filistin bölgesinin kritik ticari imtiyazları, bu Yahudilere teslim edilir. M.Ö 520'lerde bir Pers karakolu olarak İsrail/Yahuda devleti kurulur.(Bu devletin kuzeyine İsrail, Güneyine Yahuda devleti -ya da tersi-dendiğine dair hiç bir tarihi-arkeolojik belge yoktur. batılı tarihçiler Tevrata dayanarak bu iddiayı dile getirir. Bizde ihtiyat payı bırakarak kullanıyoruz. Böyle bir devletin kurulmadığı, sadece Perslerin bölge satraplığı olarak bir idari birimin olabileceğini düşünüyoruz. ) Bölgeye gelen Yahudilerin ilk işi, yerli halkı tehcir etmek olur. Bölgedeki Süleyman krallığının kalıntısı olan Musevi topluluklar katledilir. Samiriler ve Sabiiler, bunların en yaygın olanlarıdır. Birer banker olan Yahudi hahamlar, İran-Babil rahip geleneğinin taklidi halinde örgütlenmiştir. Bunlar, Zerdüşt moğ-Magus(molla) tarzını Babil büyücü (astrolog) ve tefeci rahip tarzıyla sentezleyerek, etkin bir sınıf halinde örgütlenmişlerdir. (Mogus, sonradan M.S. 500'lerde sapkın bir Zerdüşt yorumu olan Sasani Mecusiliğinin de adının kaynağı olmuştur. Mecus, batı dillerine sihir-büyü anlamıyla-Maji- geçmiştir)

Bu rahipler, Tevrat'ı (töre) yazıya geçirmeye koyulurlar. Tevrat (Yani Yahudi Tevrat'ı...Bize göre Musevi tevratı, esasen islam'ın da içerdiği 10 emirdir. yani asıl Tevrat Kuran-ı Kerim gibi bir kitap değil, 10 emre dayalı bir nizamnamedir.Ki bu manada Kuran şahsında aslını korumaktadır), M.Ö 600'lerden M.Ö 100 yıllarına kadar parça parça yazılmıştır, ekleme ve çıkarmalar yapılmıştır. İlk 5 bölümü, eski Ahit, Sümer-babil efsane ve mitleridir. Sonraki bölümleri de sırasıyla Pers, Finike ve Mısır efsaneleridir. Cennet, cehennem, kıyamet, Mesih, melek mitleri, Sümer-Babil'den ve Zerdüştlük'ten alınmadır.Yani Tevrat, Yahudilerin ekonomik ve politik çıkarlarının süzgecinden geçirilmiş bir bölge tarihi gibidir. Yahudilik, Filistin'de tutunmak için, Süleyman krallığının mirasını üstlenir. Süleyman tapınağına sahip çıkar. Perslerin yardımıyla tapınağı tekrar inşa eder. İbrahim'i geleneğin tek tanrıya inananların kurtulacağı, yani manevi olarak insanlaşacağı ve tanrının rızasını kazanacağı inancı, Yahudi hahamlar tarafından seçilmiş millet inancına dönüştürülür. Arzı mevud - vaad edilmiş topraklar inancı ise Perslerin Yahudilere onları bölge karakolu olarak kullanma karşılığı verdiği bir sözdür. (Bu olayın aynısı, 20. yüzyılda İngiltere-ABD güçleri tarafından taklit edilmiş, İsrail devleti tekrar ve neredeyse eskinin aynen tekrarı şeklinde kurulmuştur.)

Bölgedeki orijinal Musevi cemaatlerden öğrenilen Musevi inançlar ve Mısır efsaneleri ve Musa, Yakup, Yusuf, Davut ,Süleyman öyküleri, kendi tarihleri imiş gibi kayda geçirilir. Aslında bu kayda geçiş, önceleri düşman topluluğun anlatımı gibidir. Yani Tevrat'taki peygamber öyküleri aslında açıkça peygamberlere hakaret edildiği, dalga geçildiği ve aşağılandığı ifadelerle doludur. Örneğin; Abram (İbrahim) karısını Mısır firavununa kardeşim diye yutturmaya kalkar, Lut, kızlarıyla yatar, Yakup kaynatasını aldatır, Davut tanrıyla güreş tutar, Süleyman iflah olmaz bir kadın düşkünüdür, vb..Bu anlatım, bu öykülerin aslında bölge halkının yani Musevilerin inançlarıyla dalga geçmek için yazılarak dağıtılan propaganda broşürlerine benzemektedir. Yahudi tüccarlar, bugünkü kapitalist egemenler gibi, aslında para ve hükmetmek dışında hiçbir şeye inanmazlar ve halkların inançlarına küçümseyerek bakarlar. Ancak zamanla bölgede yerleşip, ticari rantın politik vazgeçilmezlik kazandırdığı görüldükçe, bu metinler sürekli tashih edile edile en son Yahudilerin tarihiymiş gibi kodifiye edilmiştir. Artık Yahudiler, neredeyse tüm insanlık tarihinin, tüm uygarlık tarihinin, tüm Mezopotamya-Akdeniz havzası birikiminin ve Zerdüştlükten sonra moda olan tevhidciliğin merkezi, sahibi haline gelmiştir!. Oysa ne tevhidle alakaları vardır, (M.Ö 100'lere kadar bir kısmı Mammon denen altın ve güç tanrısına, daha alt sınıflar ise Yahve denilen bir volkan cinine- ki yahve farsça 'ya huve', Yahuda ise 'Ya huda' olarak okunursa pers-Zerdüşt bağlantısı için ilginç bir yorumlama yapılabilir- bir kısmı ise Elohime yani Baal-Marduk-Adonai gibi isimleri olan Arami tanrılarına tapıyorlardı), ne Musevilikle ne de Yakup'la bir alakaları yoktur..İsrael isminin manası muğlaktır. Yahudi tarihçiler 'Allahla (El, ilah demektir) yürüyen ya da güreşen' manası vermiştir. Bize göre, 'İsrail' ifadesinin Yahudileri tarih sahnesine Perslerle anlaşarak çıkaran lider olan Ezra' ile alakalı (Ezrayil)bir niteleme olma ihtimali bulunmaktadır.. Tevrat'ın Ezra ile ilgili bölümleri onun perslerle ilişkili rolünü gayet açık anlatır.
Yahudiler, Perslerin sunduğu imkanlar sayesinde 400 yıl içinde bir din ve millet inşa etmişlerdir. Mesela İbranice esasen bölgedeki egemen dil olan Aramice ile Akadca'nın karması bir dildir. İbranice, Akad şiveli Aramice'dir. Ve sadece hahamlar, yani Babil'den gelenler konuşur, normal halk ise Aramice konuşur. Akadca o dönemde İran'ın yaygın dilidir.
Yahudilerin Kudüs sevdası ise tamamen kadim Kudüs'ün ticari ve stratejik konumundan kaynaklanır. Ki bu sevda, 19. yüzyıl sonu siyonist harekete kadar Yahudi topluluklarında Kudüs kenti için değil, ideal bir yahudi ülkesi manasında geçerliydi.(Ortaçağ'da en yaygın yahudi duası: 'gelecek yıl yeruşaleym'de' diye başlardı.) Alman ve İngiliz emperyalistlerinin 20. yüzyıl petrol bölgelerinin keşfiyle birlikte bölgeye bir plantasyon yerleştirmek maksadıyla desteklediği siyonist hareket, bu hayali ülke ismini Kudüs şehri'ni ifade için kullanmaya başlamıştır.Oysa 20. yüzyıl başında filistin'de 30 bin civarında Yahudi yaşamaktadır.Ve dünya Yahudiliği için Kudüs böyle bir önem taşımamaktadır.

İran kolonisi olan İsrail/Yahuda krallığı, M.Ö. 300'lerdeki İskender istilasına kadar egemen olur. İskender istilası ile Yahudiler doğucular ve batıcılar halinde ikiye bölünür. Doğucu Yahudiler Pers çizgisini sürdürür. Batıcı Yahudiler, bölgeye egemen olan bu yeni helenik güçle işbirliği yapar. İskender'in komutanı olan Ptolemenin egemenliğini tanırlar. M.Ö 270'lerde Tevrat Yunanca'ya çevrilir. Mısır merkezli yeni bir Yahudi yorumu gelişir. Sonradan torah, mişna ve kabala şeklindeki Tevrat yorumlarının kaynağı bu bölünmedir. Helen etkisi, Yahudilerin bir kısmını Roma ile işbirliğine kadar getirir. M.Ö 140'lardaki Makkabeler isyanı, Roma'ya olduğu kadar işte bu işbirlikçi Yahudi gruba karşı da Bölgedeki Musevilerin ortak isyanı gibidir. Bu isyan, İsa'nın çıkışına kadar Musevilerle Yahudiler arasında bir çok kanlı çatışmayı da tetiklemiştir. Ferisiler denilen ekol(Ki ilk persli Ezra'dan kalma bir niteleme gibidir bu isim, ferisi-Persi. Bunlar yükselen güce yaslanarak var olma alışkanlıkları gereği, yükselen Roma ile ilk işbirliğine giren gruptur.), Roma orduları İran etkisindeki Kudüs'ü yıktığı sırada yol göstericilik ve ajanlık yapar. M.Ö. 40'larda işte bu ferisiler Kudüs'e yerleştirilir ve Roma idaresinin imtiyazları verilir. Hz.İsa, gerçek Musevilerin, yani Samiri, Sabii, Esseni, Nasıri ve vaftizci Yahya mezhepleri olarak tanımlanan cemaatlerin devamı olarak sahneye çıkar. Yahudiler, İsa'nın yeni bir Pers destekli Musevi ayaklanması çıkartacağı söylentisi ve korkusu yayarak, Roma valisini kışkırtırlar. Ancak, Roma ile işbirliği yanlısı Yahudi ekolden Pavlus, İsa mesajını Romalılara uygun hale getirerek anlatmaya koyulur. Roma, uzun süre, Pers yörüngesinde olarak gördüğü Musevi tevhidci akımlara karşı zalimane davranır. Anadolu'da, Filistin'de, Irakta çıkan bir çok ayaklanma, gerçektende o dönem İran'da iktidarı ele geçirmiş olan Sasaniler tarafından desteklenir. Bölgede giderek İran-Roma çelişkisi gelişir ve iki jeopolitik kutup, bölgenin tüm kadim çatışma geleneğinin mirasçısı olarak İslam fetihlerine kadar savaşır.

Hıristiyanlığın Roma'da kabulü (M.S.313), İran-Roma savaşlarının Roma lehine döndüğü ve kuzeydeki barbar saldırıları ve göçlerinin Roma'yı ele geçirmek üzere olduğu bir zamana denk gelir. Roma, adeta İran'ın elinden bu silahı alır ve resmi din yaparak hem bölgedeki halkı kendine bağlar, hem de barbar Germen kabilelerin kültürüne karşı direnecek bir zırh edinir. Roma Hıristiyanlaştıktan sonra daha da güçlenmiş ve İran bu tarihten sonra bölgede etkisini kaybederek bugünkü sınırlarına çekilmiştir. Pers istilasının sonucu Sparta Platonizmidir. İskender sonrası Aristo, Mısır-Yunan'ın buna cevabıdır. Hristiyanlık, Aristo ile Pavluscu Hristiyanlık sentezi üzerinden bölgede İran etkisini kırar.

Jeopolitik gözle bakıldığında Yahudilik olarak bilinen topluluğun tarih sahnesine çıkışı Pers derin siyasetinin bir sonucudur. Yahudilik, teolojik olarak Zerdüştlükle Museviliğin sentezidir. Babil ve Finike inançları da bu sentezde yer almıştır. Ancak asıl baskın inanç, Pers jeopolitiğinin bu topluluğa yüklediği misyondur. Yani seçilmiş millet olma narsizmi, Arz-ı mevud vaadi ve azınlık imtiyazcılığı..Bugün dahi Yahudiliği ayakta tutan tek tanrıcılık ya da yoksul Yahudilerin ısrarla sürdürmeye çalıştığı Şeriat (Yani Babil Hammurabi yasaları, Zerdüşt ve Musevi ahlakçılığı ve geleneklerinin sentezi) değil, işte bu jeopolitik kaynaklı Yahudi asabiyesidir. Bu topluluğun tarih boyunca yaşadığı tüm diasporalar, tehcir ve katliamlar, esasen bu jeopolitik kullanım değerinden kaynaklanmaktadır. Asur'un ve Roma'nın antik dönemde yaptığı sürgün de, Katolik dünyanın ortaçağ ve 20.yüzyılda yaptığı baskı ve katliamlar da, esasen inanç çatışmasından çok Yahudi topluluğun seçtiği müttefiğin rakipleri tarafından kendilerinin kolay bir düşman konumuna düşmelerinden beslenmiştir. Roma'da, Katolik kilisesi de, Hitler de, rakiplerine vurmadan önce bir tür arazi temizliği yapmak istemiş ve rakiplerinin kritik misyon yüklediği (yani ticaret ve finans işlerini teslim ettiği) bu toplulukları tasfiye ederek savaşı başlatmıştır. Ortaçağ Avrupa'sında Endülüs'ün (Kilisenin asıl düşmanının) yok edilmesi, Endülüs tüccarı olan Yahudilerin tasfiyesini de zorunlu kılmıştır. '20. yüzyılda Hitler, aynı tasfiyeyi asıl düşmanı olan İngiltere ve Rusya ile savaşa tutuşmadan önce yapmıştır. Yahudiler, bugünde çoğunlukla Anglo-Sakson gücün müttefiği durumundadır. Ve olasıdır ki, bu güç inişe geçtiği zaman yani Anglo- Saksonlar yenilirken, onları yenen gücün ilk hedefi yine Yahudiler olacaktır. En azından tarih bunu böyle göstermektedir.

Benzer şekilde Hıristiyanlığın Roma ile ilişkisi de jeopolitik bir hadisedir. Esasen Aziz Pavlus (Paul)un kodifiye ettiği Hıristiyanlıkla, Hz. İsa'nın İbrahimi-tevhidi mesajı aynı değildir. Pavlus, Yahudi topluluğun Roma ile işbirliği yapan kanadından bir görevlidir. M.Ö 520'lerde Pers kralı II.Kyros'un Yahudileri Filistin'e yerleştirmesiyle başlayan Hezeikel-Ezra dönemi tarihsel Yahudi uyanışına benzer bir şekilde, Pavlus'ta, yeni yükselen Roma ile işbirliği içinde İseviliği Roma'ya götürerek ikinci bir Hezeikel ya da Ezra olmaya niyetlenmiş gibidir. Yani aynı jeopolitik güdü ile ama bu kez inişe geçen Persler yerine yükselen Romalılarla işbirliği yaparak tarih sahnesinde kalma çabası, Pavlus'ta açığa çıkmıştır. Ne var ki, dönemin Roma'sı, gerek iç karışıklıklar gerekse güneyde Kartaca, kuzeyde ise Germanik barbar akınları ile boğuşmaktadır ve bu mesajı algılaması için 200 yüzyıl beklenecektir. Bu iki yüz yıl boyunca İsevilerin Roma ile savaşında Sasani desteği söz konusudur. Ancak, Romanın Hıristiyanlıkla mücadele adı altında sürekli Anadolu ve Filistin'de asker bulundurduğu, bölgede İran sınırına kadar hareket kabiliyeti geliştirdiği göz önüne alınırsa, Hıristiyan direnişinin Sasani'lerden çok Romalıların işine yaradığı söylenebilir. İşte bu sürecin sonundadır ki, Roma askeri zulmü altında inleyen bölge halklarının doruğa çıkan isyanı ve bir tepki olarak Hıristiyanlaşması sonucunda, İmparator Konstantin zamanında Roma aristokrasisi hayati bir karar vererek, istemeyerekte olsa kadim pagan geleneği terk edip, Hıristiyanlığı benimsemiştir. Bu hamle, Roma derin iradesi adına, tükenmekte olan imparatorluğa yeni bir ruh kazandırmış ve kilise ile sembolize edilen bu ruh, Roma bölündükten sonra dahi Roma'yı toparlayan, yaşatan ve güçlendiren bir rol oynamıştır. Kilise, artık yoksulların dayanışma ve direnme evi değil, derin Roma'nın yedek örgütüdür.

Hıristiyanlık ismiyle İznik (M.S. 313), Kadıköy (M.S. 383) konsüllerinde kodifiye edilen inanç biçimi, esasen Mısır-Yunan kaynaklı Roma paganizminin tek tanrıcılık formu içinde reforme edilişidir. Yahudiliğin Musevi form içinde şekillenişi gibi, Hıristiyanlıkta İsevi form içinde şekillenmiştir. Yahudilik Pers jeopolitiğinin, Hıristiyanlıkta ona hem cevap hem de taklit hüviyetinde Roma jeopolitiğinin teolojiyi üretme ve yönetme biçimidir. Tek tanrıcılık ya da İsevi tevhidi gelenek, bu jeopolitik saptırmalardan sonra dağlara, çöllere çekilmiş, Filistin'de Esseniler-Nasıriler, Anadolu'da orijinal İseviler, Arabistan'da Hanifler, İran'da Maniciler olarak, İslam'ın doğuşuna kadar kapalı cemaatler halinde yaşamıştır.

Bu arada, M.S. 2. yüzyılda ortaya çıkan Manicilik, İranlı bir aristokratın oğlu olan Mani şahsında, Zerdüştlükle İseviliğin sentezini denemiştir. Bir dönem hayli yaygınlaşan bu inanç, hem Roma'nın ve Kilisenin sert tedbirleri hem de Sasani devletinin yeni kralının basiretsiz siyaseti nedeniyle kanlı bir şekilde tasfiye edilmiştir. Maniciliğin bu iki jeopolitik tarafından tasfiyesi, adeta soğuk savaş döneminde ABD-Rusya muvazaalı savaşının sürmesinin her iki tarafın dünyayı paylaşmasını sağladığı gibi, İran ve Roma'nın karşılıklı savaş pozisyonunda denge kurduğu bir dönemde bu dengeyi bozma teşebbüsü olarak algılanmış gibidir. Manicilik, İran'dan Hind, Afganistan ve Orta Asya'ya sürülmüş ve bir dönem Uygur Türk devletinin resmi dini olmuştur. Roma'dan ise önce Bulgaristan'a, oradan Bosna Hersek ve Güney Fransa kıyılarına kadar dağılmış Kathar-Bogomil mezhebi olarak varlığını sürdürmüştür. M.S. 8. yüzyılda Anadolu'da ortaya çıkan Ermeni Paflikyan mezhebinin de maniciliği Anadolu'daki kalıntısı olduğu ileri sürülmektedir. Paflikyanlar, uzun süre Bizans'a karşı isyan etmiş ve Anadolu'nun Bizans egemenliğinden koparak Arap ve Türk akıncıların kolayca yerleşmesinde bir tür psikolojik öncü rolü oynamışlardır. İşte bu Ermeni Anadolu Hıristiyanlığı, İslam orduları geldiğinde Bizans'tan değil, Müslümanlardan yana tavır almış, ve sonrada bir çoğu gönüllü bir şekilde Müslümanlaşmışlardır.

Katharlar ise, Katolik engizisyonun ilk kurbanlarıdır. Topluca yakılma ve vahşi işkencelerle katledilme sonucu Hıristiyanlıktan tamamen kopmuşlar ve zaman içinde tasfiye olmuşlardır. Bosna hersek bölgesindeki Kathar-Bogomil kalıntıları ise, Osmanlının bölgeye gelişiyle birlikte Müslümanlaşmıştır. Yani, bugünkü Bosna Müslümanlarının Hristiyan nefretine muhatap oluşunun İslam olmaları dışında tarihsel nedenleri de vardır.

Teolojinin, İran-Roma çelişkisi ekseninde bu kullanımı, modern çağda ideolojilerin doğu ve batı arasında kullanımının da kaynağıdır. Özellikle 20. yüzyıldaki soğuk savaş dönemi, bu karşılıklı kullanımın doruğu olmuştur. Sosyalizm, milliyetçilik, İslamcılık, tıpkı tevhid dinleri gibi başka amaçlar ve içeriklerle doğmuş, ama zamanla devletlerin siyaset aracına dönüşmüştür. Daha doğrusu, kadim jeopolitik, yani İran-Roma çelişkisinin yansıttığı imparatorluk düzenleri, modern çağda da devam etmektedir. Rusya'nın çökmesinden sonra ihtimaldir ki Çin tarafından oluşacak yeni bir doğu gücü ile batıdaki güçlerin çelişkisine dayalı dünya düzeni kendini yeniden kurgulayacaktır. İşte bu zalimane jeopolitik geleneğin ilk nüvesi, yani tarihsel jeopolitiğin laboratuarı, Mezopotamya-Akdeniz havzasıdır. Buranın tarihi, hala insanlığın tarihidir. Ve burada doğan uygarlık diyalektiği, tarihin motoru olmaya devam etmektedir. Adeta bir 'ilk hareket ettiren hareket' hüviyetindeki Mezopotamya-Akdeniz havzası diyalektiği, suya atılan bir taşın giderek genişleyen halkaları gibi, zaman ve mekan içinde genişleyerek ve büyüyerek tüm insanlığı saran bir tarih olarak devam etmektedir. " (Devam edecek)
ahmetozcan1@yahoo.com

Hiç yorum yok:

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...