Roma imparatoru Konstantin, ülkesindeki
Hıristiyanların gücünü görünce 312 yılında devlet dini olarak
Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra yaptığı en önemli iş, başkenti
Roma’dan İstanbul’a taşımak olmuştur. Bu kararda siyasî, askerî ve dinî
gerekçelerin etkileri olabilir. Bizi ilgilendiren dinî gerekçelerin
neler olabileceğidir. Kendi adını taşıyan “Yeni Roma”
eskinin izdüşümü olmasına rağmen, Roma gibi yedi tepe üzerine kurulmuş,
İstanbul’un yedi tepesi Roma’nın naziresi yapılmıştır. Eski Roma’dan
daha dindar, daha saf, dinlerin çıkış kaynağı olan Ön Asya’ya, Helen
kültürüne daha yakın bir mekân arz etmesinin yanında yeni dinin tüm
sembollerini, anlamlarım, sanat ifadelerini en temiz anlamda
karşılayabilecek bir yerdi.
Ayrıca Roma’nın daha güçlü ekonomik kaynaklarına da yakın, Asya ile Avrupa’nın arasında bir köprü idi. Konstantin’in gönlüne göre burada Hıristiyanlık maddi ve manevi anlamda yapılanabilirdi. İmparatorun diğer önemli bir başarısı da, pagan/putperest bir inanca sahip olduğu, pagan yüksek rahibi anlamında “Pontifex Maximus” unvanını taşıyıp, şehrin pagan yaşayışına, kültürüne ses çıkarmamış olmasıdır. Devlet ile Hıristiyanlığı birleştirip, hem siyasî hem de dinî bir lider olarak kendini kabul ettiren Konstantin, Hıristiyanlığı devlet yapmıştır. Ama o, gerçek bir Romalı olarak olaylara sürekli pragmatist bakmıştır. Onun Hıristiyanlığı sadece politik amaçlar için elverişli olduğu zaman öne çıkmış; rüyasında kendisine vaad edilmiş olan zafer, bir anıt ile onurlandırdığında, yazıtta Hıristiyanlığa hiçbir atıfta bulunulmamıştır. Roma askerleri her zaman pagan tanrılarından yardım dilenmeyi sürdürmüşlerdir. Bu da yetmiyormuş gibi Roma’daki dev güneş heykelinin üstüne imparator kendi büstünü ilave ettirmiştir. Hıristiyanlığa giriş seremonisi olan “vaftiz oIma”yı ölünceye kadar ertelemiş; böylece günahlarına devam etme fırsatı bulmuştur. Hıristiyanlığın merhametli imparatoru olması gerekirken zulümlerine devam etmiş, oğlu Crispus ve onun üvey annesi Fausta’yı öldürmekten çekinmemiştir. Hatta imparatorların 382 yılma kadar devam eden pagan unvanı “Pontifex Maximus/Pagan Baş Rahipliği” kaldırması mümkün iken, kaldırmamıştır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, yeni kurulan şehirde halkın çoğunluğu Yunanca konuşmasına, Latince konuşanlar azınlıkta olmasına rağmen kuruluşundan yıkılışına kadar halk ve Bizans imparatorları kendilerini hiçbir zaman Yunanlı hissetmemişler, kendilerini Roma imparatoru olarak adlandırmışlar, Roma mirasına hayranlık ve saygı duymuşlardır. Bundan dolayı Bizans-Grek antik kültürünü koruyan bir hazine olduğundan bu kültüre ulaşmak isteyenler Bizans’a başvurmuşlardır.
Ayrıca Roma’nın daha güçlü ekonomik kaynaklarına da yakın, Asya ile Avrupa’nın arasında bir köprü idi. Konstantin’in gönlüne göre burada Hıristiyanlık maddi ve manevi anlamda yapılanabilirdi. İmparatorun diğer önemli bir başarısı da, pagan/putperest bir inanca sahip olduğu, pagan yüksek rahibi anlamında “Pontifex Maximus” unvanını taşıyıp, şehrin pagan yaşayışına, kültürüne ses çıkarmamış olmasıdır. Devlet ile Hıristiyanlığı birleştirip, hem siyasî hem de dinî bir lider olarak kendini kabul ettiren Konstantin, Hıristiyanlığı devlet yapmıştır. Ama o, gerçek bir Romalı olarak olaylara sürekli pragmatist bakmıştır. Onun Hıristiyanlığı sadece politik amaçlar için elverişli olduğu zaman öne çıkmış; rüyasında kendisine vaad edilmiş olan zafer, bir anıt ile onurlandırdığında, yazıtta Hıristiyanlığa hiçbir atıfta bulunulmamıştır. Roma askerleri her zaman pagan tanrılarından yardım dilenmeyi sürdürmüşlerdir. Bu da yetmiyormuş gibi Roma’daki dev güneş heykelinin üstüne imparator kendi büstünü ilave ettirmiştir. Hıristiyanlığa giriş seremonisi olan “vaftiz oIma”yı ölünceye kadar ertelemiş; böylece günahlarına devam etme fırsatı bulmuştur. Hıristiyanlığın merhametli imparatoru olması gerekirken zulümlerine devam etmiş, oğlu Crispus ve onun üvey annesi Fausta’yı öldürmekten çekinmemiştir. Hatta imparatorların 382 yılma kadar devam eden pagan unvanı “Pontifex Maximus/Pagan Baş Rahipliği” kaldırması mümkün iken, kaldırmamıştır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, yeni kurulan şehirde halkın çoğunluğu Yunanca konuşmasına, Latince konuşanlar azınlıkta olmasına rağmen kuruluşundan yıkılışına kadar halk ve Bizans imparatorları kendilerini hiçbir zaman Yunanlı hissetmemişler, kendilerini Roma imparatoru olarak adlandırmışlar, Roma mirasına hayranlık ve saygı duymuşlardır. Bundan dolayı Bizans-Grek antik kültürünü koruyan bir hazine olduğundan bu kültüre ulaşmak isteyenler Bizans’a başvurmuşlardır.
Hıristiyanlık devlet gücünü Konstantin
sayesinde kullanarak pek çok dinî uygulamayı başlatmıştır. Bu
uygulamalar Hıristiyanlığın kendi yorum ve ihtiyaçlarından değil de
imparatorun ve yeni yerleşim mekânının kültür ve inanç elemanlarından
emaneten alınmışlardır. Sonra da Hıristiyanlığın kendi malı olarak
adlandırılmışlardır. Bunlar arasında istersek, pek çok örnek
bulabiliriz. Mesela: imparator Konstantin Pazar gününü “Güneş Günü” ilan etmiştir. Bütün çalışanların bu günde tatil yapmasını emretmiştir. Aralık
ayının 21. gününden başlayarak 24-25 Aralıkta devam eden gün uzaması,
güneşin tekrar yükselmesi “güneşin doğuşu” yani ışık tanrısı Mithra’nın
doğuşu olarak kabul edilip tanrının doğum günü kutlamaları yapılıyordu. Bu gelenek İran’dan alınmıştı. Pazar gününün tatil olması, ışık tanrısına saygıdan kaynaklanıyordu. Ayrıca Frigya tanrısı Attis’in doğumu ile Hz. İsa’nın doğumu arasında çok benzerlikler vardı. Onun da doğumu 25 Aralık idi. Bu tarih de İsa’nın doğum günü olarak kabul edildi. İlk Noel kutlamaları Hıristiyan âleminde 336 yılında başladı.
İsa’nın ne zaman doğduğu bilinmemesine rağmen 25 Aralık kutlamaları
ilk defa Roma’da başladı, daha sonra İstanbul Kilisesi 380 yılında resmi
olarak Noel kutlamalarını başlattı. Bütün bunlar pagan kültürünün
geleneklerini yeni devlet dini tarafından meşrulaştırma ve yerleştirme
gayretleriydi.
Richard A. Todd, “Kilise Tarihi” isimli kitapta yazdığı “Konstantin ve Hıristiyan imparatorluğu” başlığı altındaki bölümde “Hıristiyanlık ve Putperest Gelenekler” adıyla Hıristiyanlığın benimsediği müşrik gelenekleri sayıp dökmüştür. “Hıristiyan kilisesinin birçok putperest düşünce ve simgeyi devraldığını” açıkça belirtmiştir. Özellikle
Noel kutlamalarının tamamının pagan kültüründen geldiğini, güneşe
tapınmanın miladî beşinci yüzyıla kadar devam ettiğini belirttikten
sonra, “Bakire Meryem Kültü”nün rahiplere tapınma, mum
yakma âdetinin pagan geleneğinin devamı olduğunu belirttikten sonra,
yürekli bir şekilde ifade etmiştir ki, “putperest ayinlerin din bahanesiyle kiliseye sokulduğunu görüyoruz” itirafını yapmaktan çekinmemiştir.
İstanbul’un fethine gözyaşı döken Roger
Crowley yeni imparatorluk başkentini ve Ayasofya’yı anlatırken yaptığı
tasvirler oldukça dikkat çekicidir: Bizans sadece Roma
İmparatorluğunun son varisi değil, aynı zamanda ilk Hıristiyan
uluslardan biridir. Başkent Konstantinopolis (İstanbul) daha temelleri
atılırken cennetin bir eşi, Mesih’in zaferinin bir bildirimi olarak
düşünülmüş ve İmparatoru Tanrı’nın yeryüzündeki vekili sayılmıştır.
Hıristiyanlık şehrin her yerinde kendini gösteriyor, caddeler, sokaklar,
kiliselerin ve binaların her cephesi yeni dinin ihtişamını olanca
cömertliğince sergiliyordu. Kent Kutsal topraklardan derlenmiş ve
Batıdaki Hıristiyanlar tarafından gıpta ile bakılan Hıristiyanlık
yadigârlarının bir deposu haline gelmişti. Vaftizci Yahya’nın
başı, Hz. İsa’nın çarmıhta başına giydirilen dikenli taç, Haç’ın
çivileri ve isa’nın ilk defnedildiği mezardan gelen taş, havarilerin
hatıralarını taşıyan eşyalar ve kendisinden mucizeler umulan objeler,
mücevherler, pek çok malzeme Meryem ananın himayesi altında şehirde
koruma altına alınmıştı. Kentin merkezinde demirlemiş fevkalade büyük bir gemi gibi duran ulu Hagia Sophia/Ayasofya kilisesi İustinianus
tarafından sadece altı yılda inşa ettirilmiş ve 537′de adanmıştır. Geç
antikitenin en olağanüstü yapısı, büyüklüğü sadece kendi ihtişamıyla
uyuşabilecek bir bina idi, Hagia Sophia.
Büyü gücüyle havada durur gibi algılanan kubbesi, görenler için
anlaşılmaz bir mucize idi. Prokopius’un ifadesine göre, altındaki mekân
taş duvarlar üstünde duruyor gibi değil, cennetten asılarak sarkıtılmış
gibi örterdi. (…) Bir yabancı mabedi tarif ederken şöyle demek zorunda
kalmış: “Cennette mi, yoksa yeryüzünde mi olduğumuzu
anlayamadık. Dünya yüzünde öyle bir ihtişam ve güzellik olmadığından o
şeyi nasıl tarif edeceğimizi bilemez haldeydik. Tek bildiğimiz Tanrı’nın
orada insanlar arasında ikamet ettiğidir.”
Hıristiyanlık ihtişamıyla boğazın
gerdanında parlayan bu kolye şehir dünyanın gidişatına engel olamadı.
Bozkırlardan gelen yoksul kavimler imparatorluğu sarsmağa başladı.
Sadece Roma uygarlığı değil, diğer uygarlıklar da 378-511 yılları
arasında bozkırlardan gelen halkların göç tehdidi altında kaldı. Roma
ağır darbeler aldı, bir daha da eski gücüne kavuşamadı. Ama Roma
ideali sürüp gitti. Altıncı yüzyıldan sonra Doğu Roma imparatorlarına
Bizans imparatoru dense de, onlar İstanbul’un fethine kadar kendilerini
Rum saydılar, Roma İmparatoru olduklarını savundular. Batı Avrupa’da
son “Roma İmparatoru” bundan vazgeçip, “Avusturya İmparatoru” unvanını aldığında tarihler 1806 yılını gösteriyordu. İstanbul surlarında biten İslâm-Rum kavgası kıta Avrupasında yüzyıllarca devam etmişti.
Diğer medeniyetler bozkır göç tehdidini
eritmesine rağmen Roma düştüğü çaresizlik karşısında başkenti ve
devletin dinini değiştirme sürecine girdi. Bu iki yeni oluşum
imparatorluğun ömrünü uzattı. Hatta imparator Justinianus (527-565)
yeniden dünya imparatorluğunu kurmak için Akdeniz havzasına ve
Avrupa’ya seferler düzenledi. Ama istediği sonuçları elde edemedi,
Avrupa halklarını idaresi altında tutamadı.
İnsanoğlunun hayatında beslenme ve konfor
her zaman Önemini korumuş, bir de buna siyasî egemenlik hırsı
eklenince savaşlar kaçınılmaz olmuştur, insanlara sübjektif
yöntemlerle hükmeden dinler, idareci konumunda bulunan kralların
egemenlik arzusuna genellikle yardımcı olmuşlardır, İslâm öncesi
dünyanın iki süper gücü görünümündeki İran ve Doğu Roma/ Bizans
birbirlerine karşı coğrafya ve din faktörünü iyi kullanmışlar. Fırat ve
Dicle ırmaklarını sınır yaparak, günümüzde olduğu gibi, eski dünyayı
ikiye bölerek Doğu ve Batı’nın karşılıklı istihsal ve bilimsel akışını
uzun süre engellemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in müşrik ve Ehl-i Kitab
kavgası bağlamında değerlendirdiği bu savaşlarda Kur’ân, İran’a karşı
Rumların yanında yer alarak, vahyin ilk yıllarında, yakın bir gelecekte
Ehl-i Kitab’ın galip geleceğine işaret etmiştir.
Kur’ân mesajının çok kısa bir zamanda eski dünyaya hâkim olması, İran’ı dize getirip Bizans’ı köşeye sıkıştırması, dünyadaki siyasî bölünmüşlüğü ortadan kaldırıp dinlere ve insanlara geniş özgürlüklerin yanında güven de vermiştir. Bu noktaya işaret eden Dimitri Gutas devamla şöyle demektedir: İslâm fütuhatı karşılıklı üretim ve bilimsel akışın önünü açmış, tarımda ise tam bir devrim yaşanmıştır. Hindistan ve Doğu Akdeniz arasındaki sınırların ortadan kalkması, pek çok bitki türünün, baklagillerin ve meyvelerin Güney Batı Asya ve Akdeniz’e düzenli ithal edilmesini, yeni türlerin geliştirilmesini sağlamış. Bunun yanı sıra tarım teknikleri, yoğun çiftçilik bilgisi ve nadasa bırakılan toprakların tam kapasiteyle kullanımından elde edilen ürün Batı’ya aktarılmıştır, İslâm’ın ilk fütuhat yıllarında daha önce hiç görülmemiş bir gelişim ve genişleme yaşayan ticaretten bile daha fazla zenginlik sağlanmıştır. Ticari faaliyetlerde sadece toplumun bir sınıfı refahı yakalarken, tarımda alt sınıflardan üst sınıflara kadar her kesim kendine düşen payı almış. Bu durum Kur’ân mesajının mutlu bir toplum ortaya koyma başarısının somut bir Örneği olarak yorumlanabilmiştir.
Kur’ân mesajının çok kısa bir zamanda eski dünyaya hâkim olması, İran’ı dize getirip Bizans’ı köşeye sıkıştırması, dünyadaki siyasî bölünmüşlüğü ortadan kaldırıp dinlere ve insanlara geniş özgürlüklerin yanında güven de vermiştir. Bu noktaya işaret eden Dimitri Gutas devamla şöyle demektedir: İslâm fütuhatı karşılıklı üretim ve bilimsel akışın önünü açmış, tarımda ise tam bir devrim yaşanmıştır. Hindistan ve Doğu Akdeniz arasındaki sınırların ortadan kalkması, pek çok bitki türünün, baklagillerin ve meyvelerin Güney Batı Asya ve Akdeniz’e düzenli ithal edilmesini, yeni türlerin geliştirilmesini sağlamış. Bunun yanı sıra tarım teknikleri, yoğun çiftçilik bilgisi ve nadasa bırakılan toprakların tam kapasiteyle kullanımından elde edilen ürün Batı’ya aktarılmıştır, İslâm’ın ilk fütuhat yıllarında daha önce hiç görülmemiş bir gelişim ve genişleme yaşayan ticaretten bile daha fazla zenginlik sağlanmıştır. Ticari faaliyetlerde sadece toplumun bir sınıfı refahı yakalarken, tarımda alt sınıflardan üst sınıflara kadar her kesim kendine düşen payı almış. Bu durum Kur’ân mesajının mutlu bir toplum ortaya koyma başarısının somut bir Örneği olarak yorumlanabilmiştir.
GERÇEK HIRİSTİYANLIK YOKTUR
Hz. İsa’nın yaratılması da, yine insan
biyolojisine tam uyum sağlamayan bir oluşum, yani babasız olarak vücut
bulmasıdır. Kur’ân’a göre İsa’nın yaratılması Âdem’in yaratılmasının
bir benzeridir.
Ayrıca hem İsa, hem de İsa’nın annesi Meryem insanlara ders almaları, bilimsel gururlarının kırılması için Allah’ın birer âyetidir.
Ayrıca hem İsa, hem de İsa’nın annesi Meryem insanlara ders almaları, bilimsel gururlarının kırılması için Allah’ın birer âyetidir.
Hıristiyanlığın merkezinde İsa
bulunmaktadır. O Tanrı’ya ait, özel olan tüm sıfatları üstlenmiş
durumdadır. Ona karşı davranış ve tutumlar, Tanrı’ya karşı davranış ve
tutumlar gibidir. Kim İsa’yı kabul veya reddederse Tanrı’yı kabul veya
reddetmiş olur. Kim de onu severse Tanrı’yı sevmiş olur. Ayrıca Xavier Jacob, İsa’nın Tanrı ile olan ortaklığını dokuz madde halinde indilere dayanarak anlatmaktadır.
Hıristiyanlık açısından çok önemli olan İsa’nın çarmıha gerilme meselesi Kur’ân’da ele alınmış, fakat onları haklı çıkaracak hiçbir gerekçe vermemiştir. Kur’ân-ı Kerim açısından en kapalı konulardan biri de İsa’nın çarmıha gerildiğini konusunu ele alan âyettir. O bakımdan bu âyet geniş bir tahlille ele alınması gerekmektedir, indilerde de konu çok daha karmaşık bir tarz arz etmektedir. Konuyu ele aldığımızda karşımıza çıkacak sorunlar şunlardır:
Hıristiyanlık açısından çok önemli olan İsa’nın çarmıha gerilme meselesi Kur’ân’da ele alınmış, fakat onları haklı çıkaracak hiçbir gerekçe vermemiştir. Kur’ân-ı Kerim açısından en kapalı konulardan biri de İsa’nın çarmıha gerildiğini konusunu ele alan âyettir. O bakımdan bu âyet geniş bir tahlille ele alınması gerekmektedir, indilerde de konu çok daha karmaşık bir tarz arz etmektedir. Konuyu ele aldığımızda karşımıza çıkacak sorunlar şunlardır:
İsa’nın yakalanması Fısh bayramı öncesi
halkın bayram hazırlıklarına başladığı bir zamanda olmuştur. Ayrıca
Bayramda bir karışıklığın olması da istenmiyordu. İsa’yı yakalamaya
gelenler onu tanımıyorlardı. Onu yönetime karşı, krallık iddia eden, kışkırtıcı bir terörist olarak görüyorlardı. Romalı yöneticiler, Pilatus, Hirodes,
İsa’nın suçsuz olduğuna inanıyorlardı. Ancak Yahudi din adamları,
yazıcılar, İsa’nın hile nasıl yakalanıp öldürüleceğini araştırıyorlardı.
……
İsa’nın dirilişini bizzat gören yok, sadece Mecdelli Meryem’e görünüyor.
Diğer bir rivayete göre de Mecdelli Meryem ve Yakup’un annesi Meryem
ve Salome İsa’nın cesedine baharat sürmek için gittiklerinde cesedin
yerinde olmadığını gördüler. Mezardan dirilme tasavvuru o
zamanki Yahudi toplumunda vardı. Halkın düşünce geleneğinde, insanların
zihinlerinde olağanüstü durumlarda ölülerin dirileceğine dair algılar
vardı. Mesela, İsa’nın çarmıha gerilmesi anında zuhur eden olağan üstü olaylar arasında şöyle bir Örnek verilmektedir: “O
anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya yırtılarak ikiye bölündü. Yer
sarsıldı, kayalar yarıldı. Mezarlar açıldı, ölmüş olan birçok kutsal
kişinin cesetleri dirildi. Bunlar mezarlarından çıkıp İsa’nın
dirilişinden sonra kutsal kente girdiler ve birçok kimseye göründüler.”
Matta İncili’nde İsa’nın dirilişi mucizevî bir atmosfer içinde
anlatılır. İsa’yı dirilmiş olarak gören ziyaretçi hanımlar onun
ayaklarına kapanarak tapınırlar. İsa, kendisini görmek isteyenlerin
Celile’ye gitmelerini haber veriyor. Luka Incili’nde İsa’ya atfedilen
dikkat çekici bir ifade var. Bunu İsa dirildikten sonra arkadaşlarına
hatırlatıyor: “Daha sizlerle birlikteyken, “Musa’nın Yasası’nda,
peygamberlerin yazılarında ve Mezmurlar’da benimle ilgili yazılmış
olanların tümünün gerçekleşmesi gerektir’ demiştim.”
Bu açıklamalar ölen birinin dünyada tekrar dirilmesinin arzulandığını gösteren geleneksel bir “dirilme kültü”
nün varlığına işaret etmektedir. Beşerin en büyük acısı olan ölüm
vakası karşısında gösterilen teessür ve tepkinin şekli, türü ve
ifadesinin birey ve toplumlara göre farklılık göstermesi bilinmedik bir
durum değildir. Ancak dinî bir yönlendirme olmadan insanların bu derin
ve duygulu ölüm acısının doğal şartlan içinde kalması da zordur. Bundan
dolayı tarihin en eski devirlerinden beri ölüme karşı insanların
yaklaşımı farklı olmuştur. Tanrıların insan biçiminde algılanması ya da
insan biçimli tanrılara işlevsellik yüklenmesi ölüm acısından ayrı
düşünülemez.
İsa’nın etrafında bulunan
havarilerin, onun yakalanması, mahkemeye çıkarılması, yargılanması ve
çarmıhta cezalandırılması gibi Hıristiyanlığın merkezini oluşturan tüm
olayların ve tanımların farklı anlatım biçimleri var; yani bunları
bize anlatanlar verdikleri bilgiler konusunda net değiller, doyurucu
bilgi verememektedirler. Bundan
dolayı bir dinin temelini oluşturan Hz. İsa’nın hayatı ve ölümü
kurgular ve efsaneler yumağı arasında kaybolmuş gibidir. Bu konuyu
çağdaş araştırmacıların kaleminden daha sert ifadelerle okuyabiliriz:
“Bizden önce bu arayışta bulunmuş
sayısız bilim adamı gibi, biz de, tarihsel bir İsa’yı aramanın boşuna
olduğunu görmüştük. Tüm tarih boyunca Tanrı’nın vücut bulmuş tek hali
olmuş olduğu söylenen bir insanın tarihsel varlığı hakkında hiçbir
gerçek delilimiz olmaması şaşırtıcı bir şeydi. Ama gerçek buydu. (…)
İsa’nın doğumu ve ölümü hakkında bile birbiriyle hemfikir olmayan dört
anonim İncil… (…) Tarihsel İsa’dan hiç bahsetmeyen, ama sadece, mistik
olarak ölen ve Ölümden dirilen bir isa’dan bahseden Pavlus tarafından
yazılmış birkaç gerçek mektup.”
Evet, “best seller”i yakalayabilmiş, Hıristiyan bir kültürde yetişmiş, iki Amerikalı yazar tarafından, Hıristiyanlığın tamamının işte bunlardan ibaret olduğu söyleniyor.
Evet, “best seller”i yakalayabilmiş, Hıristiyan bir kültürde yetişmiş, iki Amerikalı yazar tarafından, Hıristiyanlığın tamamının işte bunlardan ibaret olduğu söyleniyor.
İnancımız ve kaynaklarımızın
verdiği bilgiler doğrultusunda bizim böyle bir karara varmamız mümkün
değil, ama Hıristiyan kaynaklarına güvenmemiz de mümkün değildir. Hıristiyan
teolojisi İsa’ya gelen kutsal mesaja ya da İsa’nın mesajına isnat
ettirilmiş değil, kilise konsillerinin belirleyip oyladığı, onayladığı
kararlardan oluştuğu bilinmektedir. Bu kararların beşeri, siyasî
veya dünyevî bir etkiden tamamıyla uzak ve mahfuz olduğu düşünülebilir
mi? Böyle bir dinin rakibi olarak görülen İslâm dini, onun Peygamberi,
Peygamberinin mesajı, bu mesajın çağımıza intikali gibi temel konular,
rakibinin kaynaklarına göre çok açık, seçik ve belirgin yöntemlerle
günümüze intikal etmişlerdir. Bu sebeple Hıristiyanlık
ile İslâm’ın birebir karşılaştırmasını, yani kıyaslamasını yapmak
mümkün görünmemektedir, İsa’nın karşılığı İslâm’da Hz. Peygamber değil
Kur’ân’dır. Kur’ân ile insanî özellikleri taşımakla birlikte mucizevî anlamlar yüklenen biri nasıl kıyaslanabilir?
İslâm-Hıristiyan dünyasının bugünkü
sorunlarının köklerinin, tarihin derinliklerinde olduğu görülmektedir.
Hz. Peygamber devrinde başlayan iki büyük dinin siyasî, dinî rekabeti,
askerî savaşların da yardımıyla gittikçe derinleşmiş, Hicri ikinci
yüzyılın başında Dımeşkî’nin gayretleriyle kültürel bir mücadeleye
dönüşmüştür. Hz. Peygambere ithamlar, Kur’ân-ı Kerim öğretilerine itiraz
ve reddiyeler olarak ilk defa bizzat Dımeşkî tarafından başlatılan bu
mücadele, onun müritleri tarafından Doğu Roma başkentine servis edilmiş,
İslâm’a karşı psikolojik, siyasî ve askerî direnmenin motivasyon
kaynağı oluşturmuştur, İstanbul’un fethine kadar gelişerek ve
genişleyerek süren İslâm-Hıristiyan kültürel mücadelesi fetihten sonra
Avrupa’ya kaymış, temel ithamlar çerçevesinde, zaman ve zemine
uyarlanıp modernliğin tüm imkânları ve araçları kullanılarak günümüze
kadar devam ettirilmiştir. Bugünkü sorunların bunlardan ayrı
düşünülmesi mümkün değildir. Bu tarihî süreç kaynaklarıyla birlikte
ortaya konup, anlaşılmadan, yorumlanmadan taraflar arasında bir
uzlaşının olması zor görünmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder