23 Nisan 2011 Cumartesi

PUTPEREST DOĞU ROMA’NIN DİNÎ MİRASI: HIRİSTİYANLIK

Roma imparatoru Konstantin, ülkesindeki Hıristiyanların gücünü görünce 312 yılında devlet dini olarak Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra yaptığı en önemli iş, başkenti Roma’dan İstanbul’a taşımak olmuştur. Bu kararda siyasî, askerî ve dinî gerekçelerin etkileri olabilir. Bizi ilgilendiren dinî ge­rekçelerin neler olabileceğidir. Kendi adını taşıyan “Yeni Ro­ma” eskinin izdüşümü olmasına rağmen, Roma gibi yedi tepe üzerine kurulmuş, İstanbul’un yedi tepesi Roma’nın naziresi yapılmıştır. Eski Roma’dan daha dindar, daha saf, dinlerin çı­kış kaynağı olan Ön Asya’ya, Helen kültürüne daha yakın bir mekân arz etmesinin yanında yeni dinin tüm sembollerini, anlamlarım, sanat ifadelerini en temiz anlamda karşılayabile­cek bir yerdi.

Ayrıca Roma’nın daha güçlü ekonomik kaynak­larına da yakın, Asya ile Avrupa’nın arasında bir köprü idi. Konstantin’in gönlüne göre burada Hıristiyanlık maddi ve manevi anlamda yapılanabilirdi. İmparatorun diğer önemli bir başarısı da, pagan/putperest bir inanca sahip olduğu, pagan yüksek rahibi anlamında “Pontifex Maximus” unvanını taşı­yıp, şehrin pagan yaşayışına, kültürüne ses çıkarmamış olma­sıdır. Devlet ile Hıristiyanlığı birleştirip, hem siyasî hem de dinî bir lider olarak kendini kabul ettiren Konstantin, Hıristi­yanlığı devlet yapmıştır. Ama o, gerçek bir Romalı olarak olaylara sürekli pragmatist bakmıştır. Onun Hıristiyanlığı sa­dece politik amaçlar için elverişli olduğu zaman öne çıkmış; rüyasında kendisine vaad edilmiş olan zafer, bir anıt ile onur­landırdığında, yazıtta Hıristiyanlığa hiçbir atıfta bulunulma­mıştır. Roma askerleri her zaman pagan tanrılarından yardım dilenmeyi sürdürmüşlerdir. Bu da yetmiyormuş gibi Roma’daki dev güneş heykelinin üstüne imparator kendi büstü­nü ilave ettirmiştir. Hıristiyanlığa giriş seremonisi olan “vaftiz oIma”yı ölünceye kadar ertelemiş; böylece günahlarına devam etme fırsatı bulmuştur. Hıristiyanlığın merhametli imparatoru olması gerekirken zulümlerine devam etmiş, oğlu Crispus ve onun üvey annesi Fausta’yı öldürmekten çekinmemiştir. Hatta imparatorların 382 yılma kadar devam eden pagan un­vanı “Pontifex Maximus/Pagan Baş Rahipliği”  kaldırması mümkün iken, kaldırmamıştır. Ancak unutulmaması gereken bir nokta, yeni kurulan şehirde halkın çoğunluğu Yunanca ko­nuşmasına, Latince konuşanlar azınlıkta olmasına rağmen ku­ruluşundan yıkılışına kadar halk ve Bizans imparatorları ken­dilerini hiçbir zaman Yunanlı hissetmemişler, kendilerini Ro­ma imparatoru olarak adlandırmışlar, Roma mirasına hayran­lık ve saygı duymuşlardır. Bundan dolayı Bizans-Grek antik kültürünü koruyan bir hazine olduğundan bu kültüre ulaş­mak isteyenler Bizans’a başvurmuşlardır.
Hıristiyanlık devlet gücünü Konstantin sayesinde kulla­narak pek çok dinî uygulamayı başlatmıştır. Bu uygulamalar Hıristiyanlığın kendi yorum ve ihtiyaçlarından değil de imparatorun ve yeni yerleşim mekânının kültür ve inanç ele­manlarından emaneten alınmışlardır. Sonra da Hıristiyanlı­ğın kendi malı olarak adlandırılmışlardır. Bunlar arasında istersek, pek çok örnek bulabiliriz. Mesela: imparator Kons­tantin Pazar gününü “Güneş Günü” ilan etmiştir. Bütün ça­lışanların bu günde tatil yapmasını emretmiştir. Aralık ayı­nın 21. gününden başlayarak 24-25 Aralıkta devam eden gün uzaması, güneşin tekrar yükselmesi “güneşin doğuşu” yani ışık tanrısı Mithra’nın doğuşu olarak kabul edilip tanrının doğum günü kutlamaları yapılıyordu. Bu gelenek İran’dan alınmıştı. Pazar gününün tatil olması, ışık tanrısına saygıdan kaynaklanıyordu. Ayrıca Frigya tanrısı Attis’in doğumu ile Hz. İsa’nın doğumu arasında çok benzerlikler vardı. Onun da doğumu 25 Aralık idi. Bu tarih de İsa’nın doğum günü olarak kabul edildi. İlk Noel kutlamaları Hıristiyan âleminde 336 yılında başladı. İsa’nın ne zaman doğduğu bilinmemesi­ne rağmen 25 Aralık kutlamaları ilk defa Roma’da başladı, daha sonra İstanbul Kilisesi 380 yılında resmi olarak Noel kutlamalarını başlattı. Bütün bunlar pagan kültürünün ge­leneklerini yeni devlet dini tarafından meşrulaştırma ve yer­leştirme gayretleriydi.
Richard A. Todd, “Kilise Tarihi” isim­li kitapta yazdığı “Konstantin ve Hıristiyan imparatorluğu” başlığı altındaki bölümde “Hıristiyanlık ve Putperest Gele­nekler” adıyla Hıristiyanlığın benimsediği müşrik gelenekle­ri sayıp dökmüştür. “Hıristiyan kilisesinin birçok putperest düşünce ve simgeyi devraldığını” açıkça belirtmiştir. Özel­likle Noel kutlamalarının tamamının pagan kültüründen geldiğini, güneşe tapınmanın miladî beşinci yüzyıla kadar devam ettiğini belirttikten sonra, “Bakire Meryem Kültü”nün rahiplere tapınma, mum yakma âdetinin pagan gele­neğinin devamı olduğunu belirttikten sonra, yürekli bir şe­kilde ifade etmiştir ki, “putperest ayinlerin din bahanesiyle kiliseye sokulduğunu görüyoruz” itirafını yapmaktan çekin­memiştir.
İstanbul’un fethine gözyaşı döken Roger Crowley yeni im­paratorluk başkentini ve Ayasofya’yı anlatırken yaptığı tas­virler oldukça dikkat çekicidir: Bizans sadece Roma İmpara­torluğunun son varisi değil, aynı zamanda ilk Hıristiyan uluslardan biridir. Başkent Konstantinopolis (İstanbul) daha temelleri atılırken cennetin bir eşi, Mesih’in zaferinin bir bil­dirimi olarak düşünülmüş ve İmparatoru Tanrı’nın yeryü­zündeki vekili sayılmıştır. Hıristiyanlık şehrin her yerinde kendini gösteriyor, caddeler, sokaklar, kiliselerin ve binaların her cephesi yeni dinin ihtişamını olanca cömertliğince sergi­liyordu. Kent Kutsal topraklardan derlenmiş ve Batıdaki Hı­ristiyanlar tarafından gıpta ile bakılan Hıristiyanlık yadigâr­larının bir deposu haline gelmişti. Vaftizci Yahya’nın başı, Hz. İsa’nın çarmıhta başına giydirilen dikenli taç, Haç’ın çi­vileri ve isa’nın ilk defnedildiği mezardan gelen taş, havarile­rin hatıralarını taşıyan eşyalar ve kendisinden mucizeler umulan objeler, mücevherler, pek çok malzeme Meryem ana­nın himayesi altında şehirde koruma altına alınmıştı. Kentin merkezinde demirlemiş fevkalade büyük bir gemi gibi duran ulu Hagia Sophia/Ayasofya kilisesi İustinianus tarafından sadece altı yılda inşa ettirilmiş ve 537′de adanmıştır. Geç an­tikitenin en olağanüstü yapısı, büyüklüğü sadece kendi ihti­şamıyla uyuşabilecek bir bina idi, Hagia Sophia. Büyü gücüy­le havada durur gibi algılanan kubbesi, görenler için anlaşıl­maz bir mucize idi. Prokopius’un ifadesine göre, altındaki mekân taş duvarlar üstünde duruyor gibi değil, cennetten asılarak sarkıtılmış gibi örterdi. (…) Bir yabancı mabedi tarif ederken şöyle demek zorunda kalmış: “Cennette mi, yoksa yeryüzünde mi olduğumuzu anlayamadık. Dünya yüzünde öyle bir ihtişam ve güzellik olmadığından o şeyi nasıl tarif edeceğimizi bilemez haldeydik. Tek bildiğimiz Tanrı’nın ora­da insanlar arasında ikamet ettiğidir.”
Hıristiyanlık ihtişamıyla boğazın gerdanında parlayan bu kolye şehir dünyanın gidişatına engel olamadı. Bozkırlardan gelen yoksul kavimler imparatorluğu sarsmağa başladı. Sa­dece Roma uygarlığı değil, diğer uygarlıklar da 378-511 yılla­rı arasında bozkırlardan gelen halkların göç tehdidi altında kaldı. Roma ağır darbeler aldı, bir daha da eski gücüne kavu­şamadı. Ama Roma ideali sürüp gitti. Altıncı yüzyıldan son­ra Doğu Roma imparatorlarına Bizans imparatoru dense de, onlar İstanbul’un fethine kadar kendilerini Rum saydılar, Ro­ma İmparatoru olduklarını savundular. Batı Avrupa’da son “Roma İmparatoru” bundan vazgeçip, “Avusturya İmpara­toru” unvanını aldığında tarihler 1806 yılını gösteriyordu. İstanbul surlarında biten İslâm-Rum kavgası kıta Avrupasında yüzyıllarca devam etmişti.
Diğer medeniyetler bozkır göç tehdidini eritmesine rağmen Roma düştüğü çaresizlik karşısında başkenti ve devletin dini­ni değiştirme sürecine girdi. Bu iki yeni oluşum imparatorlu­ğun ömrünü uzattı. Hatta imparator Justinianus (527-565) ye­niden dünya imparatorluğunu kurmak için Akdeniz havzası­na ve Avrupa’ya seferler düzenledi. Ama istediği sonuçları el­de edemedi, Avrupa halklarını idaresi altında tutamadı.
İnsanoğlunun hayatında beslenme ve konfor her zaman Önemini korumuş, bir de buna siyasî egemenlik hırsı eklenin­ce savaşlar kaçınılmaz olmuştur, insanlara sübjektif yöntem­lerle hükmeden dinler, idareci konumunda bulunan kralların egemenlik arzusuna genellikle yardımcı olmuşlardır, İslâm öncesi dünyanın iki süper gücü görünümündeki İran ve Do­ğu Roma/ Bizans birbirlerine karşı coğrafya ve din faktörünü iyi kullanmışlar. Fırat ve Dicle ırmaklarını sınır yaparak, gü­nümüzde olduğu gibi, eski dünyayı ikiye bölerek Doğu ve Batı’nın karşılıklı istihsal ve bilimsel akışını uzun süre engel­lemişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in müşrik ve Ehl-i Kitab kavga­sı bağlamında değerlendirdiği bu savaşlarda Kur’ân, İran’a karşı Rumların yanında yer alarak, vahyin ilk yıllarında, ya­kın bir gelecekte Ehl-i Kitab’ın galip geleceğine işaret etmiş­tir.
Kur’ân mesajının çok kısa bir zamanda eski dünyaya hâ­kim olması, İran’ı dize getirip Bizans’ı köşeye sıkıştırması, dünyadaki siyasî bölünmüşlüğü ortadan kaldırıp dinlere ve insanlara geniş özgürlüklerin yanında güven de vermiştir. Bu noktaya işaret eden Dimitri Gutas devamla şöyle demektedir: İslâm fütuhatı karşılıklı üretim ve bilimsel akışın önünü aç­mış, tarımda ise tam bir devrim yaşanmıştır. Hindistan ve Doğu Akdeniz arasındaki sınırların ortadan kalkması, pek çok bitki türünün, baklagillerin ve meyvelerin Güney Batı Asya ve Akdeniz’e düzenli ithal edilmesini, yeni türlerin ge­liştirilmesini sağlamış. Bunun yanı sıra tarım teknikleri, yo­ğun çiftçilik bilgisi ve nadasa bırakılan toprakların tam kapa­siteyle kullanımından elde edilen ürün Batı’ya aktarılmıştır, İslâm’ın ilk fütuhat yıllarında daha önce hiç görülmemiş bir gelişim ve genişleme yaşayan ticaretten bile daha fazla zen­ginlik sağlanmıştır. Ticari faaliyetlerde sadece toplumun bir sınıfı refahı yakalarken, tarımda alt sınıflardan üst sınıflara kadar her kesim kendine düşen payı almış. Bu durum Kur’ân mesajının mutlu bir toplum ortaya koyma başarısının somut bir Örneği olarak yorumlanabilmiştir.

GERÇEK HIRİSTİYANLIK YOKTUR

Hz. İsa’nın yaratılması da, yine insan biyolojisine tam uyum sağlamayan bir oluşum, yani babasız olarak vücut bul­masıdır. Kur’ân’a göre İsa’nın yaratılması Âdem’in yaratıl­masının bir benzeridir.
Ayrıca hem İsa, hem de İsa’nın an­nesi Meryem insanlara ders almaları, bilimsel gururlarının kırılması için Allah’ın birer âyetidir.
Hıristiyanlığın merkezinde İsa bulunmaktadır. O Tanrı’ya ait, özel olan tüm sıfatları üstlenmiş durumdadır. Ona karşı davranış ve tutumlar, Tanrı’ya karşı davranış ve tutumlar gi­bidir. Kim İsa’yı kabul veya reddederse Tanrı’yı kabul veya reddetmiş olur. Kim de onu severse Tanrı’yı sevmiş olur. Ayrıca Xavier Jacob, İsa’nın Tanrı ile olan ortaklığını dokuz madde halinde indilere dayanarak anlatmaktadır.

Hıristi­yanlık açısından çok önemli olan İsa’nın çarmıha gerilme me­selesi Kur’ân’da ele alınmış, fakat onları haklı çıkaracak hiç­bir gerekçe vermemiştir. Kur’ân-ı Kerim açısından en kapalı konulardan biri de İsa’nın çarmıha gerildiğini konusunu ele alan âyettir. O bakımdan bu âyet geniş bir tahlille ele alınma­sı gerekmektedir, indilerde de konu çok daha karmaşık bir tarz arz etmektedir. Konuyu ele aldığımızda karşımıza çıka­cak sorunlar şunlardır:
İsa’nın yakalanması Fısh bayramı öncesi halkın bayram hazırlıklarına başladığı bir zamanda olmuştur. Ayrıca Bay­ramda bir karışıklığın olması da istenmiyordu. İsa’yı yakala­maya gelenler onu tanımıyorlardı. Onu yönetime karşı, kral­lık iddia eden, kışkırtıcı bir terörist olarak görüyorlardı. Ro­malı yöneticiler, Pilatus, Hirodes, İsa’nın suçsuz olduğuna inanıyorlardı. Ancak Yahudi din adamları, yazıcılar, İsa’nın hile nasıl yakalanıp öldürüleceğini araştırıyorlardı.
……
İsa’nın dirilişini bizzat gören yok, sadece Mecdelli Mer­yem’e görünüyor. Diğer bir rivayete göre de Mecdelli Mer­yem ve Yakup’un annesi Meryem ve Salome İsa’nın cesedine baharat sürmek için gittiklerinde cesedin yerinde olmadığını gördüler. Mezardan dirilme tasavvuru o zamanki Yahudi toplumunda vardı. Halkın düşünce geleneğinde, insanların zihinlerinde olağanüstü durumlarda ölülerin dirileceğine da­ir algılar vardı. Mesela, İsa’nın çarmıha gerilmesi anında zu­hur eden olağan üstü olaylar arasında şöyle bir Örnek veril­mektedir: “O anda tapınaktaki perde yukarıdan aşağıya yır­tılarak ikiye bölündü. Yer sarsıldı, kayalar yarıldı. Mezarlar açıldı, ölmüş olan birçok kutsal kişinin cesetleri dirildi. Bun­lar mezarlarından çıkıp İsa’nın dirilişinden sonra kutsal ken­te girdiler ve birçok kimseye göründüler.” Matta İncili’nde İsa’nın dirilişi mucizevî bir atmosfer içinde anlatılır. İsa’yı dirilmiş olarak gören ziyaretçi hanımlar onun ayaklarına kapa­narak tapınırlar. İsa, kendisini görmek isteyenlerin Celile’ye gitmelerini haber veriyor. Luka Incili’nde İsa’ya atfedilen dikkat çekici bir ifade var. Bunu İsa dirildikten sonra arka­daşlarına hatırlatıyor: “Daha sizlerle birlikteyken, “Musa’nın Yasası’nda, peygamberlerin yazılarında ve Mezmurlar’da be­nimle ilgili yazılmış olanların tümünün gerçekleşmesi gerek­tir’ demiştim.”
Bu açıklamalar ölen birinin dünyada tekrar dirilmesinin arzulandığını gösteren geleneksel bir “dirilme kültü” nün varlığına işaret etmektedir. Beşerin en büyük acısı olan ölüm vakası karşısında gösterilen teessür ve tepkinin şekli, türü ve ifadesinin birey ve toplumlara göre farklılık göstermesi bilinmedik bir durum değildir. Ancak dinî bir yönlendirme olmadan insanların bu derin ve duygulu ölüm acısının doğal şartlan içinde kalması da zordur. Bundan do­layı tarihin en eski devirlerinden beri ölüme karşı insanların yaklaşımı farklı olmuştur. Tanrıların insan biçiminde algılan­ması ya da insan biçimli tanrılara işlevsellik yüklenmesi ölüm acısından ayrı düşünülemez.
İsa’nın etrafında bulunan havarilerin, onun yakalanması, mahkemeye çıkarılması, yargılanması ve çarmıhta cezalandı­rılması gibi Hıristiyanlığın merkezini oluşturan tüm olayla­rın ve tanımların farklı anlatım biçimleri var; yani bunları bi­ze anlatanlar verdikleri bilgiler konusunda net değiller, do­yurucu bilgi verememektedirler. Bundan dolayı bir dinin te­melini oluşturan Hz. İsa’nın hayatı ve ölümü kurgular ve efsaneler yumağı arasında kaybolmuş gibidir. Bu konuyu çağdaş araştırmacıların kaleminden daha sert ifadelerle oku­yabiliriz:
“Bizden önce bu arayışta bulunmuş sayısız bilim adamı gibi, biz de, tarihsel bir İsa’yı aramanın boşuna olduğunu görmüştük. Tüm tarih boyunca Tanrı’nın vücut bulmuş tek hali olmuş olduğu söylenen bir insanın tarihsel varlığı hak­kında hiçbir gerçek delilimiz olmaması şaşırtıcı bir şeydi. Ama gerçek buydu. (…) İsa’nın doğumu ve ölümü hakkında bile birbiriyle hemfikir olmayan dört anonim İncil… (…) Ta­rihsel İsa’dan hiç bahsetmeyen, ama sadece, mistik olarak ölen ve Ölümden dirilen bir isa’dan bahseden Pavlus tarafın­dan yazılmış birkaç gerçek mektup.” 
  Evet, “best seller”i yakalayabilmiş, Hıristiyan bir kültürde yetişmiş, iki Ameri­kalı yazar tarafından, Hıristiyanlığın tamamının işte bunlar­dan ibaret olduğu söyleniyor.
İnancımız ve kaynaklarımızın verdiği bilgiler doğrultu­sunda bizim böyle bir karara varmamız mümkün değil, ama Hıristiyan kaynaklarına güvenmemiz de mümkün değildir. Hıristiyan teolojisi İsa’ya gelen kutsal mesaja ya da İsa’nın mesajına isnat ettirilmiş değil, kilise konsillerinin belirleyip oyladığı, onayladığı kararlardan oluştuğu bilinmektedir. Bu kararların beşeri, siyasî veya dünyevî bir etkiden tamamıyla uzak ve mahfuz olduğu düşünülebilir mi? Böyle bir dinin ra­kibi olarak görülen İslâm dini, onun Peygamberi, Peygambe­rinin mesajı, bu mesajın çağımıza intikali gibi temel konular, rakibinin kaynaklarına göre çok açık, seçik ve belirgin yön­temlerle günümüze intikal etmişlerdir. Bu sebeple Hıristiyan­lık ile İslâm’ın birebir karşılaştırmasını, yani kıyaslamasını yapmak mümkün görünmemektedir, İsa’nın karşılığı İslâm’­da Hz. Peygamber değil Kur’ân’dır. Kur’ân ile insanî özellik­leri taşımakla birlikte mucizevî anlamlar yüklenen biri nasıl kıyaslanabilir?
İslâm-Hıristiyan dünyasının bugünkü sorunlarının kökle­rinin, tarihin derinliklerinde olduğu görülmektedir. Hz. Pey­gamber devrinde başlayan iki büyük dinin siyasî, dinî reka­beti, askerî savaşların da yardımıyla gittikçe derinleşmiş, Hicri ikinci yüzyılın başında Dımeşkî’nin gayretleriyle kültü­rel bir mücadeleye dönüşmüştür. Hz. Peygambere ithamlar, Kur’ân-ı Kerim öğretilerine itiraz ve reddiyeler olarak ilk de­fa bizzat Dımeşkî tarafından başlatılan bu mücadele, onun müritleri tarafından Doğu Roma başkentine servis edilmiş, İslâm’a karşı psikolojik, siyasî ve askerî direnmenin motivas­yon kaynağı oluşturmuştur, İstanbul’un fethine kadar gelişe­rek ve genişleyerek süren İslâm-Hıristiyan kültürel mücade­lesi fetihten sonra Avrupa’ya kaymış, temel ithamlar çerçeve­sinde, zaman ve zemine uyarlanıp modernliğin tüm imkânla­rı ve araçları kullanılarak günümüze kadar devam ettirilmiş­tir. Bugünkü sorunların bunlardan ayrı düşünülmesi müm­kün değildir. Bu tarihî süreç kaynaklarıyla birlikte ortaya ko­nup, anlaşılmadan, yorumlanmadan taraflar arasında bir uzlaşının olması zor görünmektedir.

Hiç yorum yok:

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...