Devrin Fener Patriği Grigoryos’un Rus Çarı I.Aleksandr’a yazdığı ve Türklerin nasıl mahvedileceğine dair tavsiyeleri şunlardır:
“Türkleri
maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler başka
milletleri gurur ve ifrada sevkedecek zaferler önünde olduğu kadar her
türlü ümitleri kaybedecekleri mağlubiyetlere ve felaketlere karşı sakin,
sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i
nefislerine fevkalade düşkündürler. Ferdi iradelerin üstündeki hadisatı
değişmez mukadderat sayma inancına sahiptirler. Bu inanışları dinlerine
bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin
kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat
duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet
yolda sevkü idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de
çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta
kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından
ahlaklarının selabet ve safiyetinden bilhassa dinî ve manevî hayatlarını
tanzim ve tedvin eden şahsiyetlere olan bağlılık ve hürmetlerinden
gelmektedir. Türkleri evvela bu din ve maneviyat şahsiyetlerinden mahrum
bırakmak, buhran anlarında irşad vazifesini îfâ edecek şahsiyet ve
mihraklardan nasipsiz kılmak icap eder. Bunun da kestirme yolu dinî ve
manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri milletleri üzerinde
müessir kudret halinden çıkarmak. Halkı da ananat-ı diniyye ve
milliyetlerine intibak etmeyen haricî telkin ve fikirlerle tahrip
etmektir. Manevî mihraklardan mahrum oldukları gün Türkleri
kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler
önünde zafere götüren asıl kuvvetleri sarsılacak ve ancak o zaman maddî
vesaitin faikiyetine istinat edilerek Türkleri yıkmak mümkün olacaktır”.
Patrik,
son zamanlarda yabancı devlet başkanlarına dinî nişanlar da vermeye
başlamıştır. Yeni Mesaj Gazetesi’nde yer alan bir habere göre, “Gazeteci
yazar Aytunç Altındal, son iki yıldır Türkiye’ye gelen tüm devlet
başkanlarının Patrikhaneyi ziyaret edip kutsanmalarının anlamlı olduğunu
vurguladı. Altındal, gelen devlet başkanlarından hiçbirinin Diyanet
İşleri Başkanı’yla görüşmeye tenezzül etmemesinin de dikkat çekici
olduğunu ifade etti. Altındal şunları dile getirdi: ‘Patrik sanki
Türkiye’de iki devlet başkanı varmış gibi bir tutum içindedir. Başta
Clinton olmak üzere kendisi de devlet başkanı sıfatıyla gelenleri kendi
sarayında ve tahtında karşılıyor. Bu taht kavramını ben uydurmadım.
Patrik, resmî belgelere Konstantinopol’daki tahtın temsilcisi olduğunu
belirterek imza atıyor. Patrik, Alman Devlet Başkanı’na bir nişan verdi.
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Türk vatandaşının başka bir devletin
temsilcisine dini nişan vermesi yasaktır. Patriğin verdiği nişan Aziz
Andreas Haçı’dır. Çok anlamlı bir haçtır. Hıristiyan aleminde çok kutsal
bir değeri vardır. Hıristiyanlık inanışına göre; Aziz Andreas, İsa’nın
ilk havarisidir. Ve bizzat İsa tarafından Anadolu’yu
Hıristiyanlaştırmakla görevlendirilmiştir. Şu yaşananlara bakıp
Patrikhane’nin Türkiye’de ‘devlet içinde devlet’ olduğunu söylemeden
geçemeyeceğim”
PKK VE HİRİSTİYAN KİLİSELERİNİN İLİŞKİLERİ
Papalığın
ve onun şahsında Katolik kilisesinin Türkler ve Türk vatanı üzerindeki
hesaplarının çarpıcı misallerinden birisi Papalığın PKK ve lideri Öcalan
konusunda aldığı tavırdır. Roma’da bulunduğu zaman içerisinde Öcalan’a
bizzat kiliseler tarafından sahip çıkıldığı kamuoyuna yansıyan bir
hakikattir.
Yeni Mesaj Gazetesinin 23/11/98 tarihli haberinden şunları öğreniyoruz:
“Kardinal
Achilli Silvestrini Abdullah Öcalan’a siyasi sığınma hakkı tanınması
gerektiğini açıkladı. Vatikan’da Doğu Kiliselerinden sorumlu Kardinal,
“Kendi bağımsızlığı ve düşünceleri için mücadele veren herkese siyasi
sığınma hakkı tanınmalı” diye konuştu.
Kürt sorununun yalnızca
Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğine
dikkat çeken Kardinal, sorunun bütün Avrupa’yı ilgilendiren uluslararası
bir konu olduğunu vurguladı.
3/12/98 Cumhuriyet Gazetesinde, Sn.
Aytunç Altındal Öcalan’ın Papa’ya mektubu üzerine bir değerlendirme
yaptı. Altındal yazısında:
“Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok
yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve
düşüncelerimin merkezindedir.”
Şimdi sorumuz şudur: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketlerinin kiliselerle ne ilişkisi var?
İlkin
şunu belirteyim: Kiliseler 1965’den bu yana Ortadoğu’daki Kürtçülük
hareketleriyle ve 1983’den sonra da PKK ile çok yakından
ilgilenmekteydiler. Güneydoğu Anadolu’daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve
dinsel ayırımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962’de Barış
Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen, çoğunluğu Katolik ve Anglikan
kiliselerine kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardır.
Bunlar üç
yıl süreyle bu bölgede yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular,
bir çok vatandaşımıza din değiştirme telkinleri yaptılar, inanılmaz
vaatlerde bulundular ve etnik ve dinsel ayırımcılığı körükleyecek
bölgesel inanç farklılıklarını bilgi haline dönüştürerek ABD’deki
çeşitli istihbarat birimlerine aktardılar. Bu gönüllülerin
hazırladıkları raporların bir kısmı da doğrudan doğruya kiliselere
gitti.
1965’te II. Vatikan Konseyi sona erdi ve kararları
yayımlandı. Bunların arasında üç kavramın dünya çapında
yaygınlaştırılması da vardı. Bu kavramlar “Ekümenizm, Diyalog ve
Hoşgörü” idi. Ekümenizm özellikle tüm kiliseleri bir araya getirmeye
yönelik bir girişimdi. Bunun sonucu olarak Katolik ve Ortodoks
kiliseleri ortak bir yönetmelik hazırladılar ve bir ortak eylem planı
yaptılar.[2] Kiliseler daha önce de II. Vatikan Konseyi kararları gereği
mevcut “Canon”larında (mer-i hükümler kitabı) Hıristiyanları
birleştirici yeni maddeler ihsas etmişlerdir. Katolikler “Code of Canon
Law”da 752.maddeyi, Ortodokslar da “Code of Canons of The Easter
Churches” adlı paralel kitaplarında 599. maddeyi yeniden
düzenlemişlerdir.
Diyalog ve hoşgörü toplantılarını düzenleme
faaliyetleri ise daha 1960’da ilk kez gündeme gelmişti ve taraflar
Amerika’da kısaca SCOBA diye bilinen daimî bir konferans örgütü
kurmuşlardı. İşte bu örgütün yıllar süren çabaları sonucunda dünyadaki
“komünist” hareketin gelişme çizgisi de göz önünde tutularak ilk
uluslararası diyalog ve hoşgörü toplantıları düzenlenmeye başlandı. Bu
karar Lübnan’daki “Balamand” manastırında Temmuz 1993 yılında düzenlenen
gizli bir toplantıda alındı ve ilk hoşgörü ve diyalog konferansının
sembolik önemi de dikkate alınarak İstanbul’da yapılmasına karar
verildi. Fener Patriği Bartholomeus’un girişimiyle bu ilk toplantı
kutsal “St. Andrew” günü 30 Kasım 1993’te İstanbul’da yapıldı ve ünlü
Boğaziçi Deklarasyonu yayımlandı. Katolik ve Ortodoks kiliselerini
birbirlerine bağlayan şahıs Suriye Ortodoks kilisesinin başı Mar
Athanasius Yeshue Samuel olmuştu. Bu şahıs ile ondan önceki ruhani
Gabrit Abdulsaid bu uğurda çok çalışmışlardır. Mar Athanasius namlı
papaz bir Türk düşmanıydı. Suriye’deki Nusayilerle de çok sıkı ilişkiler
içindeydi. Nitekim 1989 ve 1991 yıllarında bu kilise iki kez Türkiye’yi
Avrupa Birliği’ne şikayet etti. Kilisenin şikayet mektubunda aynen
şöyle yazılmıştı: “Türk Silahlı Kuvvetleri Güneydoğu Anadolu’daki Kürt
ve Süryanileri öldürmekte, evlerini yakmakta ve onlara işkence
uygulamaktadır. Kürtler ve Süryaniler TSK’nın ve Müslümanların
boyunduruğundan kurtarılmalıdırlar.”
İşte PKK ile Vatikan ve diğer
kiliseler arasındaki doğrudan bağları bu kilise sağlıyordu. Çok
geçmeden Vatikan bu Ortodoks kilisesiyle birlikte PKK’yı savunan
yayınlara başladı. Dünyadaki 900 milyon Katolik için yayın yapan radyo,
televizyon ve yazılı basında TSK’nın ve Türklerin Kürtleri vahşice yok
etmekte oldukları yazılmaya başlandı. Örneğin “The World Catholic
Report” Mayıs, Haziran 1995 tarihli yayınlarında tam sekiz sayfa
Türkiye’yi iğrenç bir şekilde karalayan yayınlar yaptı ve başta
İtalyanlar olmak üzere tüm Hıristiyanlara PKK’ya ve ayrılıkçı Kürt
hareketlere destek olmaları çağrısında bulundu. Vatikan daha önce de “La
Documantation Catholic” adlı resmi yayın organında tüm Türkiye
topraklarının gerçekte Hıristiyan Arap ve Kürtlere ait olduğunu yetkili
bir ağızdan, Cezayir Arşöveki Monsenyör Henry Tessier tarafından dile
getirilmiştir.
Şimdi yeniden Apo’nun mektubuna dönelim. Apo
mektubunda aynen şöyle yazmış Papaya: “Suriye’de bulunduğum sırada
Suriye Ortodoks kilisesinin başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius
ile bir çok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil,
Ermenileri, Süryanileri, ve Rumları da imha etmiştir. Ben Kürdistan
topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak
için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”
Kiliseler
Apo’yu gerçekten de yalnız bırakmadılar. Papalığın Doğu Kiliseleri
Birliği Komisyonunun başı Achille Silvestrini, Apo’nun mektubundan iki
gün sonra bir açıklama yaparak Vatikan’ın PKK’yı ve onun başını
desteklediğini açıkladı. Rusya’da ise Ortodoks kilisesinin en hararetli
savunucularından olan bir milletvekili Apo’yu Rusya’ya getirmek ve ona
sığınma hakkı tanımak için var gücüyle çalıştı. Üstelik bu milletvekili
komünist değildi, tam bir kilise taraftarıydı. Nedir ki, bu milletvekili
aynı zamanda gizli bir tarikatın da üyesiydi. Bu Hıristiyan tarikatı
yüzlerce yıllık geçmişi olan “Ordre souverain militaire et dynastique
des chevaliers de la croix de constantinople”idi. Bu tarikatın başında
da, yasal Bizans İmparatoru olduğu, başta Rus, ABD, İtalya, İngiltere ve
Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog
vardı. Söz konusu milletvekili 23/6/1997’de St. Petersburg’da bu
tarikatın düzenlediği ve imparatorun hazır bulunduğu taç giyme törenine
katılmış ve hem Yeltsin’i, hem de Duma’yı temsil etmişti.
İşte bu
gizli tarikat da 1970’li yıllardan bu yana özellikle Almanya’da
Duisburg, Karlsuruhe ve Berlin’de ayrılıkçı Kürt hareketlerine ve
PKK’lılara maddî ve manevî destek veriyordu. El altından dağıtılan
bildirilerde aynen şöyle yazılmıştı: “Türkiye’de boyunduruk altında
yaşan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız.”
Sözde
Bizans İmparatoru’nun tarikatının üyesi, Duma milletvekili ve Başkan
Yeltsin’in bir dönem yardımcısı olan bu milletvekili Bayan Galina
Strovoitova idi. Ve Galina Rusya’daki Monarkistlerin başkenti St.
Petersburg’da uğradığı saldırıda öldürüldü. PKK ve Apo, Rus, Suriye ve
Yunan Ortodoks kiliselerindeki çok güçlü bir yandaşlarını kaybettiler.
Ama ilginç olan da şudur ki Apo’yu Rusya’ya getirten ve ona bu ülkede
kalacağına dair söz vermiş olan 13 milletvekilinin başı olan bu bayan
milletvekilinin gücü Apo’yu Rusya’da tutmaya yetmemişti. Kısacası
Galina, Apo’ya yapılan vaatleri yerine getiremeden öldü.
Son söz:
PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketinin arkasındaki destekçilerin başında
kiliseler vardır. PKK olayında hiç dikkat edilmeyen bu husus umarım
bundan sonra dikkate alınır. Ortadoğu’daki kilise ve İslam harici
fraksiyonlar çok uzun zamandır bir ittifak içindeler, benden uyarması”.
MİSYONERLER NASIL YETİŞTİRİLİYOR?
Osmanlı
İmparatorluğu’nda devlet kademelerine sızan ve hatta yüksek makamlara
kadar ulaşan misyonerler mevcuttur. Bu gayeye yönelik olarak seçilen bu
ajan-misyonerler küçük yaşlarda Osmanlı topraklarına gönderilmişler ve
burada îfâ edecekleri vazifeye göre özel olarak yetiştirilmişlerdir.
İngiliz misyonerlerinin hepsi Londra’da Protestan Misyoner Merkezi
tarafından yönetiliyordu. Sultan Abdülhamid zamanında bahriye kaymakamı
olan Kaptan Mustafa Bey “Sergüzeşt” isimli romanında bu konuya ayrıntılı
olarak yer vermektedir. Mustafa Bey bir İngiliz ajan-misyoner olan Mr
John’la tanışmış ve bu zât kendisine şunları nakletmiştir:
“Misyonerler
çocuk iken hizmete alınır ve îfâ edecekleri vazifeye göre ilmen,
ahlâken, fikren yetiştirilirler. Misyon Cemiyeti her sene bütün Rüştiye
Mektepleri çocuklarının zekilerinden 30-40 talebe ayırarak himayesine
alır; onları kâbiliyetlerine göre üçere-beşere ayırarak dünya
ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına gönderirler.
Mesela ikisini Türkiye’ye, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya
serpiştirirler. Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret ve konsolosluklara
tevdî edilirler. Bilumum İngiliz sefaretlerinde Misyon Cemiyeti’nin
mükemmel talimatı vardır. Bu talimata göre bu çocuklar büyütülür,
yetiştirilir, okutulur ve öğretilirler.
Ben ve arkadaşım Herbert
on yaşındayken Misyon Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilmiştik.
Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası Cihangir’de
sakin Ali Ağa’ya teslim etti. Ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa bu
çocuğun ismi İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin.
Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu para ile çocuğu mahallenin
mektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi
yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Adetiniz nasılsa öyle terbiye
edeceksin. Ayda bir kere geceleyin sefarethaneye getirip bana
göstereceksin” dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni hanesine
götürdü ve zevcesi Gülsüm hanıma teslim ederek: “İşte sana evlat
getirdim, bunu büyüteceksin” dedi. Don, gömlek ve entari yapıp
giydirdiler. İki takunya alarak ayağıma geçirdiler. Ve bir gün elime on
paralık kağıt helvası sıkıştırarak mahalle çocukları arasına
salıverdiler. Birkaç ay kadar sıkıntı çektim, Türkçe bilmediğim için
kimse bana ehemmiyet vermiyor, dilsiz diyorlardı. Evde daima Türkçe
görüşüldüğü gibi devam ettiğim dilde konuşan olamadığından yavaş yavaş
kulak dolgunluğuyla Türkçe’yi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin
önünde toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir sene sonra
çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de hocaefendi teveccüh göstermeye
başladı. Sesim iyi ve gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum.
Hatta ezberledim.
Elhasıl bu şekilde İptidai ve Rüşti derslerini
gördükten sonra Beyazıt Camii Şerifinde müderris Pala Bıyık Ali
Efendi’nin ders halkasına dahil oldum. Cübbem, pabuçlarım, sarığım pek
hoş, muntazam ve temizdi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir kere
olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derlerdi. Tespihim elimde,
kitabım koltuğumda evden medreseye ve camii şerife ve dershaneden eve
gider gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçücük ve sarı sakalımı
taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için küçük misvakım cebimde
ve divitim belimden eksik değildi. Validem Gülsüm hanım beni yatırıncaya
kadar uyumaz, daima zihin açıklığı için dua ederdi. Ali Ağa’nın çocuğu
olmadığından ben Gülsüm hanımın öz evladı daha doğrusu gözünün nuru
idim. Sarf, Nahiv, Ayamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kelam,
Fıkıh, Tefsir ve İla ahire gibi bir çok kitapları sırası ile okudum ve
öğrendim. Arkadaşlarımdan okuyanlar pek çoktu. Ancak öğrenenler birkaç
kişiden ibaretti. Fransızca öğrenme hevesine düştüm. Bir müddet
aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrar isimli bir Ermeni buldum. Bu zat iyi
Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Bu zâtın evine gitmeye ve ders
almaya başladım. Ders verişi o kadar mükemmeldi ki az bir zaman zarfında
Fransızca konuşmaya da muvaffak oldum. Arapça dersinde arkadaşlarım
içinde birinciydim. Hocama öyle sualler yöneltiyordum ki bazen onu bile
düşündürüyordum. Sonunda ismime bir de zekilik ilavesiyle çalışmalarım
takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim. Cami dersini ikmal ederek
icazet aldım yani Sünni bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu.
Dersaadet’e (yani İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay
bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar
olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça okur yazar olduğumdan
Bâb-ı Âli’ye devama başladım. Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne memur
edildim. Maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri, Sadrazam Reşit
Paşa’yı ziyarete gelir. Söz arasında “sefaret kavvası Ali Ağa’nın
mahdumu İbrahim Zeki Efendi’nin 500 kuruş maaşla Bâb-ı Âli’ye çırağ
buyrulduğunu tebriş ettiler memnun oldum, teşekkür ederim” der. Sadrazam
da: “Tercüme odasına birkaç katip almışlar hangisi olduğunu bilemiyorum
çağıralım da bir görelim” buyurur. Beni huzurlarına çıkardılar. Reşit
Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyasi ve harici işlerde beni
çalıştırdı. İngiltere sefarethanesine ben gönderilirdim. Az zamanda
maaşım 2000 kuruş oldu. Ve hariciyede tercüme odası baş halife oldum.
Misyon Cemiyeti’nden gelen bir emir üzerine Londra’ya gelişim lazım
geldiğinden sakal ve bıyıklarımı tıraş ettirdikten sonra tam bir
Avrupalı kıyafetine bürünüp değerli arkadaşlarıma veda ederek
İngiltere’ye döndüm. Yeni şeklim beni tanıyanları hayrete düşürdü.”
Buradan
da anlaşılacağı üzere misyoner ajanlar pek büyük bir titizlikle
yetiştirilmekte ve yapacakları vazifeler istikametinde
eğitilmektedirler. Mr. John’un çocuk yaşta bir Türk’ün himayesine
verilip tamamen bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmesi, Türkçe’yi,
Arapça’yı, Kur’an-ı ve bütün İslamî ilimleri inceliklerine varıncaya
kadar öğrenmesi, kendisinin hadis, sünnet ve İslam’ın diğer pek çok
temel esası üzerinde ihtilaf, fitne çıkartma, şüphe uyandırma ve tefrika
yaratma vazifesini mükemmel bir şekilde îfâ edebilmesi içindir.
AJAN HERBERT 'IN FAALİYETLERİ
“Misyon
Cemiyeti’nden Herbert’e tevdî edilen vazife Bektaşi Tarikatını öğrenmek
olduğundan benim gibi yetiştirildikten yani Sünniliği dört mezhebe ait
bilgileri öğrendikten sonra Konya’ya gönderildi. Herbert, İngilizliğe
taban tabana zıt olarak güzel sözlü, şen ve kurnazdı. Rind meşrepliği
sever, akşamcılığa bayılır, dünyalığa ehemmiyet vermez, kimse aleyhinde
ağzını açmaz, her şeye eyvallah diyerek hoş görür bir adam olduğundan
tab’an Bektaşî idi. Şiire meraklı olan Herbert Türkçe, Arapça, Farsça
bir çok kasideler, mersiyeler, methiyeler ezberine almıştı. Sırası
düştükçe onlardan birini okurdu.
Mr. Herbert’in Müslümanca ismi
Muhammed Ali idi. Muhamed Ali her akşam kahvehane ve bozahanelere devam
etti. Orada rastladığı adamlarla dost oldu. Çünkü Türkiye’deki
meyhanelerde insan bir iki kadeh yuvarladıktan sonra önüne gelenle dost
olur. Herbert hemen her gece dostlarına ikramda bulundu ve bu yolda pek
çok paralar sarf etti. Başlar bir miktar döndükten sonra Herbert bütün
maharet ve dirayetini ortaya koyarak hazırûnun can alacak noktalarına
temas eden sözleri sarfına başlar ve akabinde bir iki mersiye okurdu.
Herbert’in her hali dostlarının sevgisini çeker, kalplerini kazanırdı.
Erenlerden biri “Adına kurban olayım Muhammed Ali imanım sen teb’an
canlardansın ham ervahlar arasında yerin yoktur. Noksanın nasip
almamaklığındır. Haydi pir evine gidelim. O merasimi de yapalım olsun
bitsin, dedi. Oradakiler bu teklifi alkışladı. Herbert (yani Muhammed
Ali de) “hay hay gidelim, canıma minnettir ehl-i beyte, al-i aba’ya
canım feda” dedi. İki üç gün zarfında usulden olan nevalar dizildi,
hediyeler hazırlandı. Mangırlar istif edilerek pir evine gidildi.
Ayinler icra olundu. Herbert, tarikatı Bektaşiye’ye intisap etti.
Sonraları tarikatta halife derecesine kadar çıktı.
Not: Bu zatın
Bektaşi tarikatına girebilmek için gösterdiği bu gayret, sarfettiği
para, harcadığı emek dikkat çekicidir. Bir ajan-misyoner nasıl
yetiştirilir, nasıl gayesine ulaşmak için engel tanımadan gayret eder bu
hadise bize apaçık göstermektedir. Zira Bektaşi tarikatını bozmak
aslından ve maksadından uzaklaştırmak, adını kirletmek, halk arasındaki
itibarını düşürmek, ancak Bektaşiliğin içine sızmak, bu kimselerle
beraber olmak ve onları etkilemekle mümkün olabilir.
Mr. Herbert’in yaptığı da budur. Zira başta da ifade ettiğimiz gibi İngiliz ajanları İslam ülkelerinde;
-Renk ayrımını,
-Kabile ihtilaflarını,
-Arazi ihtilaflarını,
-Dinî ihtilafları,
-Kavmiyetçilik akımlarını körükleme hedefini benimsemişlerdir.
Dinî ihtilafları körükleyebilmek için bu yol takip edilmiştir.
İşte
böylece misyoner yetiştirilir. Hindistan’da, Çin’de, Bolucistan’da
hatta o çetin Afganistan’da, Afrika’da, Amerika, Avustralya’da ve bu
kıtaların en ücra köşelerinde adalarda hülasa dünyanın her noktasında
bulunmuş bizim gibi yetiştirilmiş ve oralardaki mezhepleri örf ve
adetin, akaidin, âlimi ve şahidi olmuş bir çok zâtın bir araya
gelmesiyle husule gelmiş cemiyete Misyon Cemiyeti denir. Bu cemiyetin
vazifesi Protestanlığı neşr ve ta’mim etmek, gizli görevleri ise İngiliz
siyaset ve menfaatinin temini için keşfiyatta ve teşvikiyatta
bulunmaktır.
Mustafa Efendi iyi bil ki ne bir insan ne de bir
hükümet hal ve şanını tanımadığı bir arazide ahlak ve adetini bilmediği
bir halk ve kabile arasında uzun müddet kalamaz. Çünkü tarihen sabittir
ki, körü körüne istila edilen yerlerde çok durulmaz. İngiltere elindeki
yerleri pek güzel bildiği gibi istila eyleyeceği kıtaları evvelce
taktikle öğrenir. Ondan sonra siyasi vasıtalarla işini hazırlar bir gün
de ansızın orayı istila eder ve o kıtaya girdiği zaman bir ecnebi evine
değil, kendi hanesine giriyormuş gibi girer. Sizin iyi bilmeniz lazım
gelir ki Hz. Muhammed de civar kabile ve hükümetleri araştırmadan geri
durmamıştır. Misal olarak derim ki keşif için gerek Hudeybiye
Müzakeresi’nin devam ettiği 10 gün zarfında gerekse Bedir vakasından
evvel Şam’a adamlar göndermiştir. Fakat İngilizler faydalı şeyleri asla
unutup, ihmal etmezler ve ayırım yapmaksızın gelip geçen büyük adamların
tavsiyelerine uyarlar. İngilizler soğukkanlıdırlar, hareketleri de
yavaştır. Kendilerinden gayrisini beğenmezler fakat her işte evvelce
uzun uzadıya düşünülmüş bir program dahilinde hareket ederler ama
muvaffak olurlar veya olamazlar ona bir şey diyemem. Emin ol ki yüz sene
sonra yapılacak bir işin tertibatı bugünden düşünülmüş, hazırlanmıştır.
Bu gibi hizmetlerde Misyon Cemiyeti’nin pek çok gayreti mesbuk olur”
dedi.
Bundan 100 küsur yıl evvel bir İngiliz ajanı tarafından sarf
edilen bu sözler ibret verici bir hakikatin işaretidir. Nitekim o zaman
ekilen tohumlar bu gün meyvelerini vermeye başlamıştır. Yapılan uzun
vadeli plan ve programlar çerçevesinde Osmanlı yıkılmış ve Ortadoğu
fiilen parçalanmıştır. Bu, meselenin siyasi boyutudur. Bizi asıl
ilgilendiren ve daha korkunç olanı ise İslam’a ve İslam’ın temel
kurallarına karşı girişilen tahribat ve tahrifat hareketidir ki, bu
sinsi plan da maalesef hassasiyetle sahneye konmuş ve kısmen de olsa
başarılı olmuştur. İslam dünyasında hadisler ve İslam peygamberinin
sünneti meşrep ve mezhep müessesesi ve hatta bizzat Kur’an-ı Kerim’in
kendisi tartışılır, münakaşa edilir duruma gelmiştir. İyi bilinmelidir
ki bunlar 100 sene, 200 sene önce İngiliz ajanları tarafından ekilen
fitne tohumlarının, İslam aleminde verdiği meyvelerdir. Ve maksat başta
Türkler olmak üzere Müslüman halkları inandıkları hak dini tahrif etmek
suretiyle İslam’dan uzaklaştırmak ve Hıristiyanlaştırmaktır. Bu yolla
ülkelerin millî birlikleri de çözülecek ve buraların İngilizlerce
sömürülmesi sağlanacaktır.
Bahriye Kaymakamı Mustafa Bey bu
noktada konuşmasına şöyle devam ediyor: “Bu hikayeyi dinlerken içimden
İngilizlere o kadar bahriyeli küfürler atıyordum ki hiç birinin yakası
açılmamıştı. Biz uykuda iken İngilizler bezlerini dokuyorlar, biz ise
uyandığımız zaman o bezlerin pazara çıkarıldığını görüyoruz.
Günün
birinde bütün masraflar Mr. John’a ait olmak üzere Londra’ya gittik ve
gayet mutantan bir otele nazil olduk. Mr John’un oğlu Ernest de bizimle
beraber idi. Bu zeki çocuk yanımdan ayrılmaz ikide bir de “Mustafa
Efendi, babam sizi çok seviyor, ne olur Protestan olsan da Allah’ın
lutfuna, mükafatına mazhar olsan, dünyada Protestanlık kadar kolay bir
din yoktur” derdi. Ben de “Protestanlığın ne olduğunu öğrenmeden nasıl
din değiştiririm bir kere tahkik edeyim, öğreneyim. Aklım ererse olurum”
derdim...
Mustafa Bey İngiltere’ye gelen Müslümanların bu şekilde
kandırılmaya çalışıldığını ifade ediyor ve “İşbu misyonerlerden Mr.
Nebit ile Lavve yani Lethause namında iki zat Doik Pot ve Playmouth’a
devama başlayıp Protestanlığa teşvik etmek üzere rastgeldikleri ve
gözlerine kestirdikleri subay ve erleri arkadaşlığa ve adı geçen yerde
ihtiyaçları için satın alacakları eşyayı göstermek ve pazarlığını
kolaylaştırmak için vasıta olmaya ve güzel gazinolara götürüp ikram
etmeye başladılar. Artık asker kendi aralarında bunların kendilerine
olan ikramlarını ve yardımlarını ve fasih Türkçe bildiklerini
birbirlerine uzun uzadıya anlatmaya başladılar. Ve adeta askere bir hal
geldi ki çarşıya çıktıklarında ihtiyaçlarını elde etmek için bunları
köşe bucak behemahal aramaya koyuldular.”
Mustafa Bey
misyonerlerin, kazanmak istedikleri kişilerle önce yakın bir dostluk ve
arkadaşlık içerisine girdiklerini ve bunun neticesi muhataplarına derin
bir İngiliz hayranlığı aşıladıklarını ifade ediyor:
“... Mr. Nebit
ile bir akşam evinde muhabbet üzereyken onun İslamî ilimlere olan
vukufiyeti ve lisanındaki fesahati ile konuşması merakıma mucip olarak
bu kadar kemale seyahat ile mi yoksa tahsil ile mi muvaffak olduklarını
sual eyledim. İfadesini de şöyle beyan eyledi. Kendisi Londra’nın
Misyoner Cemiyeti’nin Şark dilleri profesörü Mösyö Harlet’in mahdumu
olup kendi akaid-i diniyelerini tedris zamanının haricinde buna
tekellüme medar olarak cümleler okutup yazdırdıktan sonra, bunlarda
görmüş oldukları zeka ve iktidarı cemiyetlerince takdir ederek bunu 13
yaşında çocuk olduğu halde 1834 miladi yılında İstanbul İngiltere
sefarethanesine gönderildiler. Burada sefarethaneye devam eden Türk
katiplerinin nezareti altında okumak ve Türkçe konuşmayı ilerletmek için
ismini Tahsin tesmiye edip, sefarethane kavvaslarından Hüseyin Ağa’ya
evlad-ı manevî suretiyle teslim edilerek ve bir hayli talimat verilerek
evine gönderdiler. Bu minval üzere Tahsin namındaki küçük misyoneri
Hüseyin Ağa’nın Tophane’de Karabaş mahallesindeki evine iki sene kadar
gündüzleri sefarethaneye geceleri de Hüseyin Ağa’nın evine devam eder.
Ve mahalle çocuklarıyla beraber oyun ve arkadaşlık ile sair çocuklardan
fark olunmaz derecede lisanını temizledikten ve okuyup yazmayı tahsil
ettikten sonra Hüseyin Ağa vasıtasıyla Fatih dersiamlarından Hopalı Ömer
Efendi’ye çömezlik etmek ve kendisi gelip almadıktan sonra eve dahi
müsaade olunmaması tenbihat-ı akide ile teslim olunup bunun yeme vs.
için dahi aylık beş lira verileceğini adı geçen efendiye söylediği anda,
hocanın etekleri tutuşup değil çömezlik hoca çocuğa çömezlik edercesine
dört sene ihtimam eder...”
“Adı geçen Tahsin Efendi okuduğu
derslerde o derece malumat sahibi olmuştu ki ders halkalarındaki talebe
arkadaşları bunun suallerinden aciz kaldıkları gibi hocası Ömer Efendi
dahi bunun kemaline ve tahsilatında olan maharetine hayran olurdu.
Mumaileyh Tahsin Efendi cami dersine geldikte dersin gayri zamanında bir
miktar mesnevi görmek üzere Sultan Selim civarında vâki Mesnevihaneye
devam eylemesi için hocasından müsaade istihsal ederek kabul için dahi
aracılığını niyaz edip, o dahi bunu götürüp Mesnevihanesindeki Zeki
Efendi’ye kabul ettirip derse devam ile değil mesnevi Farisi’nin her bir
künhünü ve bazı İran uleması mumaileyh Zeki Efendi’ye gelir, Tahsin
Efendi’yle muhasebeye tutuşup ve dinî meselelere olan vukufu hasebiyle
bunları pabuçsuz kaçırırmış.
Misyoner Tahsin o derece yetişiyor ki Şeyhülislamlık dahi ona lâyık görülüyor.
Yetişen misyonerler faaliyetlerde bulunmak üzere İslam ülkelerine gönderiliyorlar.
Mustafa
Bey misyoner Let Hause yani Hayri Bey hakkında şu bilgileri veriyor:
“Bu dahi miladi 1843 yılında İngiliz sefarethanesi Türkçe katiplerinden
Ferhat Efendi’ye evlâd-ı manevî suretiyle teslim olunup ismini Hayri
tesmiye eylemişler. Bu defa 13-14 yaşlarında olduğu halde Aksaray’daki
hanesine götürüp, uzun zaman orada mahalle çocuklarıyla düşe kalka ve
mahdumuyla mektebe devam ederek 15 ay bu minval üzere devamdan sonra
lisanında ecnebi olduğuna dair asla bir eser kalmayıp İslam
çocuklarından ayırt edilemez derecede fesahat-ı lisaniyeye kemaliyle
vukufiyet peyda ve istihsal-ı malumat eyledikten sonra, Cerrahpaşa
medresesinde on-on beş talebeye ders vermekle meşgul Amasyalı Hafız
Kadri Efendi’den geceleri İzhar’dan bir ders almaya mübaşeret ederek bir
hayli dersini ilerlettikten sonra münferiden Ayasofya dersiamlarından
Hacı Zihni Efendi’nin kûşad etmiş olduğu derse devam etmeye
başlamıştır”.
MİSYONER ÖRGÜTLERİN TÜRKİYE OPERASYONLARI
Hıristiyan
Misyoner Örgütlerin Türkiye'deki ve Türk Dünyası'ndaki faaliyetleri,
son yıllarda ulusal kamuoyumuzu ve Türk medyasını ciddi bir şekilde
meşgul etmektedir. Bu durum, uluslararası medya ve uluslararası kamuoyu
için de geçerlidir.
Ali Rıza BAYZAN yazısı
Dünya medyası ve
kamuoyu, Başkan Bush'un radikal Hıristiyan kimliğine dayalı
söylemlerini,1 Cumhuriyetçi Parti'nin Yahudi-Protestan inancına dayalı
Kıyamet ve Mesih beklentisi ile örtüşen dış politika çizgisini ve bu
bağlamda misyoner örgütlerin uluslararası politikanın bir aktörü hâline
getirilmesini garip bir şaşkınlıkla izlemektedir.
Bu bağlamda
bizde de hararetli tartışmalar yapılmaktadır. Kimi uzmanlara göre dinsel
faktörlerin Amerika dış politikası üzerinde pek bir etkisi yoktu.
Kimilerine göre misyonerlik faaliyetleri fazlasıyla abartılıyordu;
şimdiye dek kaç kişi Hıristiyanlaştırılmıştı ki? Üstelik Müslümanların
kendi dinlerini anlatma hakkı olduğuna göre misyonerlerin de
Hıristiyanlığı anlatma hakkı olması gerekmez miydi?
Tartışmalarda
pek çok gariplik de vardı. Örneğin, misyonerlik faaliyetlerini
eleştirenler, daha Hıristiyan kaynaklara göre "misyonerin" kim olduğunu
ve "misyonerliğin" ne olduğunu bilmiyordu. Örneğin, misyoner örgütlerin
başarısını sadece "yeni kiliselere devam eden kişi sayısına dair
istatistiklerle" ölçmeye kalkıyordu; "İsimsiz Hıristiyan: Unnamed
Christian", "Görünmeyen Kilise: Invisible Church", "İnkültürasyon:
Hıristiyan Kültürünü Aşılama" gibi kavramları bilmiyorlardı. Kimi
silâhlı eylemlerin "Kurtuluş Teolojisi" adıyla bir inanç hâline
getirilip meşrulaştırıldığını rüyalarında bile görmemişlerdi. Yine
örneğin Başkan Bush'un ve Cumhuriyetçi Parti'nin fanatik dinci kimliği
hakkında kulaktan dolma bilgileri bile yoktu.
Gerçekte karşımızda,
bireysel olarak inancını başkalarıyla paylaşmak isteyen kendi hâlinde
Hıristiyanlar yok. Birey olarak misyonerlerle değil, örgüt olarak
misyoner kurumlarla karşı karşıyayız. Bütün bunların ötesinde misyoner
örgütler, misyonerliğin yanı sıra politik, ekonomik, ekolojik, sosyal ve
kültürel alanlarda da stratejik ve sistematik faaliyetler
yapmaktadırlar. Üstelik küresel devler, misyoner örgütlerin
faaliyetlerine her türlü lojistik desteği vermektedir. Bu kitapta
bunları belgeleriyle birlikte sergiliyoruz.
Bu misyoner örgütlerin
birçoğu, pek çok devletten daha uzun bir tarihe sahiptir. Ekonomik
kaynakları ve uluslararası ilişkilerdeki etkileri itibariyle de misyoner
örgütler, orta ölçekli devletlerle yarışacak çaptadır.
Misyoner örgütler, Cumhuriyet Türkiyesi'ne beş dalga halinde gelmiştir.
*
Birinci dalga, II. Dünya Savaşı sonrası CHP/İnönü iktidarı döneminde
1948'de Amerika'nın Marshall yardımlarıyla başlayan süreç.
*
İkinci dalga, 12 Eylül sonrası Özal dönemindeki dışa açılım süreciyle:
Osmanlı döneminden 1980li yıllara kadar Müslümanlıktan Hıristiyanlığa
geçtiği bilenen kimseler parmakla sayılacak kadar az idiyse de, bu
tarihten sonra yerden mantar biter gibi Türkiye'nin dört bir tarafında
Protestan kiliseler açılmaya başlamıştır.
* Üçüncü dalga, 1999
depremiyle: Depremzedelere yardım ettiği için kimse sorgulanamaz
elbette, ancak yardımların bir din değiştirme aracı olarak kullanılması
hiç kuşkusuz insan haklarına da aykırıdır. Üstelik Dünya Kiliseler
Birliği ile Dünya Müslüman Kongresi'nin ortaklaşa düzenledikleri diyalog
toplantısında insani yardımın din değiştirme aracı olarak
kullanılmaması kararı alınmıştı. Ancak bu karardan üç gün sonra bir
araya gelen Hıristiyan delegeler alınan karardan dönmüşlerdir.
* Dördüncü dalga 2000-2001'de inanç turizmi ve üçüncü bin yıl (milenyum) kutlamalarıyla,
* Beşinci dalga ise, AB uyum yasalarının lojistik desteğiyle başlamıştır.
2004'ün
yaz ayı beşinci dalganın dönüm noktası olacaktır. Bunun iki temel
nedeni vardır. Birincisi, yaz ayları binlerce gönüllü misyonerlerin
devreye girdiği mevsim olmaktadır. İkincisi, AB Uyum Yasaları ile
Türkiye'de kilise kurmak da serbestleştirmiştir.6 Ancak Avrupa Birliği
2003 İlerleme Raporu'nda bu durumu yetersiz bulmaktadır. Rapordaki bu
ifadeler Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye misyoner örgütler konusunda
giderek daha fazla baskı yapacağının göstergesidir. Misyoner Örgütler AB
rüzgârıyle yelkenlerini şişirerek yeni oluşan fırsatları değerlendirmek
isteyeceklerdir.
Avrupa Birliği, misyoner örgütlerle ilgili
konulara İlerleme Raporları'nda somut ve özel olarak yer vermektedir.
Bunun son örneği 2003 İlerleme Raporu'nda Diyarbakır Kilisesi'nin
durumudur. 2003 İlerleme Raporu'ndan okuyalım:
Konuya hakkındaki literatüre dair
Misyoner
Örgütlerin güncel faaliyetlerini konu alan kitap çalışması birkaç
istisna dışında yok denecek kadar azdır. Bu konudaki kitap
çalışmalarının hemen hepsi misyoner örgütlerin tarihte yapmış olduğu
faaliyetleri konu almaktadır. Tarihsel çalışmaların bir kısmında güncel
konulara değini varsa da bunlar oldukça yüzeysel bilgilerdir. Ağırlığı
teolojik tartışmalara veren çalışmalar, konumuza ışık tutmadığı için pek
işe yaramamaktadır. Dinler Tarihi bağlamında yapılan çalışmalar teorik
ağırlıklı olduğu için konumuz açısından işlevsel değildir.
Biz
güncel gelişmeleri ele alırken gazeteciliğin gereği olarak "5N+1K"
sorularına cevap aradık. Nedir "5N+1K"? "Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl?
Neden? Kim?"
Biz konuyla gazeteciliğin ötesinde "araştırmacı"
olarak da ilgileniyoruz; bu bakımdan akademik gelenekleri gözeten bir
çalışma yaptık. Araştırmacı kimliğimiz, itfaiyeci ile yangın arasında
tarafsız kalmamızı gerektirmedi elbette. Ancak bilgiye ve belgeye dayalı
olmayan hiçbir iddiada bulunmadık. Bu alanda yapılan çalışmaların %
90'ından farklı olarak konuyla ilgili bilgi ve belgeleri özellikle ve
öncelikle misyoner örgütlerin kendi kaynaklarından ortaya koyduk.
* Ali Rıza Bayzan, Küresel Vaftiz,İstanbul-2004, IQ yayınları. Web:www.bayzan.net
1
Örneğin bkz., L. H. Lapham, "Ahir Zaman Peygamberi Bush'a" Nur Yağıyor,
15 Temmuz-15 Eylül 2003 tarihli Le Monde Diplomatique Türkiye, s. 30
vd.
2 Dr. Ali İsra Güngör, "Kilise'nin Yeni Misyon Anlayışında
İnkültürasyon'un Yeri", AÜİFD Cilt: XLIII (2002), Sayı 1, s. 171-185; A.
Roest Crollius, İnkültürasyon, Dini Araştırmalar Dergisi, C. 1, S. 1,
s. 93-105, Ank.-1998.
3 Bu konuda bkz., Mim Kemal Öke, Din-Ordu
Gerilimi, İst.-2002, Alfa Yay. Michael Löwy, Marksizm ve Din / Kurtuluş
Teolojisi Meydan Okuyor, çev., İrfan Cüre, İst-1996, Belge yay.
4
Bu bağlamda iki örnek özellikle anılmaya değer diye düşünüyoruz. Ünlü
şair Tevfik Fikret'in bir "amentüsü" vardı ve bunu biricik oğlu Haluk'a
adamıştı. Bir bakıma Halûk, inandıkları ile yeni kuşağın öncüsü
olacaktı. Ancak Haluk Amerika'da Katolik bir papaz olmayı tercih
etmişti. Abdülhamid'i hedef alan Ermeni teröristine "Ey şanlı avcı" diye
övgü dolu bir şiir yazan Tevfik Fikret, oğlu Haluk'un papaz oluşuna da
hiç ses çıkarmamıştı. Çok daha dramatik olan ise "Mecelle"yi hazırlayan
heyetin başkanı olan ünlü düşünür ve bilgin Ahmet Cevdet Paşa'nın torunu
olan Fatma Aliyye'nin 70'li yıllarda Avrupa'da, Tevfik Fikret'in
Haluk'una özenircesine, "rahîbe" olmasıdır.
5 Mahmut Aydın, Monologdan Diyaloğa, Ank.-2001, Ankara Okulu yay. s. 232 vd.
6 6. uyum paketinin 9. maddesi
7
Devlet Planlama Teşkilâtı, Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü
Türkiye'nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı
İlerleme Raporu, Ankara Aralık 2003.
Türk Dünyası Tarih Dergisi'nin Temmuz 2004 tarihli 211. sayısında yayımlanan (s. 20-21) makalemiz. Bkz., www.turan.org
Ali Rıza BAYZAn yazısı
Kaynak : http://www.bayzan.net/article_view.php?id=319
'MİSYONERLERİN AMACI TÜRKLERİ HRİSTİYANLAŞTIRMAK DEĞİL, TÜRKİYE'Yİ BÖLMEKTİR'
Oksidantalist (Batı Bilimcisi) Araştırmacı Aytunç ALTINDAL ile http://www.2023.gen.tr/ sitesince yapılan söyleşiden alıntı.
2023-Hıristiyanlık
ve gizli cemiyetler ile ilgili araştırmalarınızın nereden
kaynaklandığını anlatır mısınız? Bu çerçevede oryantalist bakış açısına
karşı oksidantalist bakış açısının neden gerekli olduğundan ve
oryantalist düşünce biçiminin Doğu'yu tanımlamaktaki yanlışlarından
bahseder misiniz?
A.Altındal- Sözkonusu konularla ilgilenmem çok
eskilere gider. Ben 1964-65 yılında ilk kez bir gazetede yazmaya
başladım. Aynı yıllarda Türkiye'deki "Barış Gönüllüleri" adlı Amerikan
misyonerleriyle de kavga ediyorduk gençler olarak. O yıllarda rahmetli
Doğan Avcıoğlu ağabeyin yayınladığı Yön dergisi bu misyonerlik
faaliyetlerine ve Masonlar'a karşı yayınlar yapmaktaydı. Ben de bu
konuları araştırmaya ve yazmaya başladım. Kısaca böyle. Sorunuzun ikinci
kısmı çok önemli. Dünya'da "oksidantoloji" diye bir dal yok.
Oryantalizm var, ama bunun karşıtı olan "Garbiyatçılık" yok. 1992'de
Türkiye'ye döndüğümde uzun yıllardır oryantalizme karşı mücâdele
edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Oksidantoloji kavramını
Başbakanlık'ta müşavir olarak görev yapan usta bir bürokratik arkadaş
buldu. Bunu bir disiplin hâline getirmek istemiştik, ama YÖK tarafından
AB standartlarına uymadığı gerekçesiyle engellendi. Sözü uzatmadan
kısaca belirteyim ki Edward Said, oryantalizmi eleştirmeye başlamadan
çok önce, 1960'larda Doğan Avcıoğlu'nun ve Niyazi Berkes'in yazılarında
oryantalist bakış açısı deşifre edilmişti. Yâni oryantalizmin ne olup
olmadığını bizler Said'ten öğrenmedik. Bu sözleri şimdi rahmete kavuşmuş
olan bazı aydınlarımızı anmak ve haklarını teslim etmek için tarihe
kayıt olsun diye söylüyorum.
2023- Türkiye'nin son günlerde
muhatap olduğu "Misyonerlik" faaliyetleri hakkında söylenenler abartılı
mı, yoksa gerçekten bir plân dahilinde ülkemiz Hıristiyanlaştırılmaya mı
çalışılıyor?
A.Altındal- Bakın örnek olsun diye anlatayım. Fener
Patriği'nin "Ekümenik" olamayacağını ilk kez dile getiren Prof. Niyazi
Berkes 'ti. Biz ondan öğrendik. Berkes Hoca ilk kez 1965'te bunu
yazmıştı. Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenenlerin hiçbiri
abartılı değildir. Tam tersine az bile söyleniyor. Ülkemiz
Hıristiyanlaştırılmaya mı çalışılıyor? Hem evet, hem hayır! Evet çünkü
bazı safdil ve menfaatperest kişiler para veya vaad karşılığında
dinlerini satıyorlar. Yaklaşık 10.000 kadar kişi bu yollara girmişler.
Hem hayır, çünkü misyonerlik faaliyetlerinin gerçek amacı Türkler'i
Hıristiyanlaştırmak değil, Türkiye'yi bölmektir. Misyonerlik
faaliyetleri özünde bir yabancılaştırma projesidir, dinsel değil
siyasîdir
SİZ HIRİSTİYANLARIN TAŞERONU OLMAMALISINIZ
Biz,
Hıristiyanların böyle yaptıklarını söylerken Hıristiyanların hiç sesi
çıkmadığı halde, ne garip ki onların müdafaalarını Müslüman cenahtan
bazıları yapıyor. Bu bazıları istatistik yapmış gibi şöyle konuşuyorlar:
“Söylenenler yalan. Türkiye’de o kadar kilise açılmadı. Söylendiği
kadar misyonerlik faaliyeti yok. Hıristiyan olan da o kadar değil...”
İslâm’da
tebliğ, Hıristiyanlıkta ise misyonerlik var. Tebliğ, İslâm dinini
başkalarına ulaştırmak ve anlatmak, misyonerlik ise Hıristiyanlığı
yaymaya çalışmak...
Denilebilir ki; İslâmî tebliğ nasıl normalse
Hıristiyanların kendi dinlerini yaymak için misyonerlik yapmaları da
normaldir. Varsın yapsınlar. İnsanlar ikisine de bakar, isteyen Müslüman
olur, isteyen Hıristiyan. Dinimize güvendikten sonra misyonerlikten
niye gocunuyoruz ki?
Kur’an’ın 12 yaşından küçüklere yasak olduğu
bir yerde bu sözlerin doğruluğu düşünülmez. Ayrıca, dinde dürüstlük
esastır. Benim dinimi kabul edersen sana şunlar şunlar var diye,
fakirler para-pul ile, işsizler iş vadiyle, işi olanlar yükselmek
vaadiyle kandırılmamalıdır.
Dünyada, en çok İslâm dinine geçiş
var. Ama hiçbir Müslüman, hiçbir kimseyi kandırarak İslâm’a çekmiyor.
Misyonerler öyle mi ya! Nerede bir harp, deprem, sel felâketi,
açlık-yoksulluk varsa, misyonerler orada bitiveriyorlar. İnsanların aciz
ve zayıf hallerinden istifade ederek, içine dolarlar koydukları
İncillerle kandırarak onları Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar.
Kazakistanlı
bir genç, canlı bir şahit... “Camiye gidiyorum, kimse bana para
vermiyor. Ama Hıristiyanlar altın veriyorlar. Ben de Hıristiyan oldum”
diyor.
Bu tek bir misal. Bunun binlercesi, Türkiye’de devamlı
yaşanıyor. İşsizliğin had safhaya ulaştığı Türkiye’de, işsiz-güçsüz
binlerce Müslüman bu şekilde kandırılmaya çalışılıyor.
Demek ki;
“Kardeşim, biz nasıl dinimizi anlatıyorsak onlar da varsın anlatsın”
demenin âlemi yok. Böyle diyenler, meselâ Kemal Alemdaroğlu’nun
yardımcısı Prof. Nur Serter’in, bir TV kanalındaki konuşmasında “tebliğ
yapıyorlar” diye Müslümanları suçladığını ve buna kimsenin karşı
çıkmadığını biliyorlar mı?
Soruyorum: Aynı suçlama misyonerlere yapılabiliyor mu?
Demek ki, iki cihetten eşit değiliz...
1) Misyonerliğe yol açık; tebliğe kapalı.
2) Misyonerler dürüst davranmıyor, parayla din satıyorlar.
Onların vazifesi o da, ben bir şeye üzülüyorum, değerli okuyucular.
Biz,
Hıristiyanların böyle yaptıklarını söylerken Hıristiyanların hiç sesi
çıkmadığı halde, ne garip ki onların müdafaalarını Müslüman cenahtan
bazıları yapıyor. Bu bazıları istatistik yapmış gibi şöyle konuşuyorlar:
“Söylenenler yalan. Türkiye’de o kadar kilise açılmadı. Söylendiği
kadar misyonerlik faaliyeti yok. Hıristiyan olan da o kadar değil...”
Halbuki,
sırf Adapazarı Müftüsü’nün açıklamaları bile yeter. Misyonerler depremi
bahane ederek o havaliyi üs edindiler. Bu haberler gazetelerde çarşaf
çarşaf yer aldı. Diyanet, misyonerlik faaliyetlerine karşı bütün
Türkiye’de faaliyete geçiyor. Meclis’te, hem iktidar hem muhalefet
milletvekilleri, “Misyonerlik faaliyetleri çok arttı. Bu, Türkiye’nin
aleyhinedir. Ne tedbir alıyorsunuz?” diye ardı ardına soru önergeleri
veriyorlar.
Bütün bunları yok sayarak, “Yok kardeşim öyle bir şey”
demenin arkasındaki niyet ne? Bu zatlar, “Kim Hıristiyan olmuş? Hani
nerede kilise açılmış? Bize adres verin” diyorlar. Onlara iki şekilde
cevap vermeli:
1) Açılan kiliselerin adreslerini vatandaşlar değil
devlet bilir. Eğer gayeniz inkâr değil de öğrenmekse, bunu vatandaşa
değil, resmî yerlere sorsanız ya.
2) Bu hususta suçlananlar
Hıristiyanlardır, size ne oluyor? “Türk gençlerini, İncillerin içine
dolar koyarak kandırmıyoruz” diyecekse misyonerler desin. Niçin onların
müdafaasını siz yapıyorsunuz? Derdi size mi düştü? Siz Hıristiyanların
ücretsiz dava vekili misiniz? Diyaloğun tarifi bu mu?
Bugünlerde "Sözde Ermeni Soykırımı" yine gündemin başına oturdu. İlginçtir
tartışmalarda her nedense sözde soykırım iddialarının tarihsel aktörleri
üzerinde pek durulmamaktadır.
Sözde soykırım ilk önce Osmanlı topraklarını okullarıyla, hastaneleriyle,
kiliseleriyle... bir ağ gibi ören ve adeta birer ajan gibi çalışan Hıristiyan
propagandacılar (misyonerler) tarafından ortaya atılmıştır.Aslında
misyonerlerden başka bir davranış beklemek de haksızlık olurdu herhalde.
Çünkü "Kuruluşlarından itibaren gerek Katolik, gerekse Protestan
Hıristiyanlık'ta misyonerlik teşkilatları hiç bir dönemde sadece dini amaçlı
müesseseler olmamıştır. Misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan veya dolaylı
tesirleri her zaman dinin kapsama alanının dışına taşmış; siyasi, cografi,
toplumsal ekonomik, külürel bakımlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri
ülkelerin ise aleyhine sonuçlar doğurmuştur."
(Yrd.Doc.Dr.Omer TURAN, AVRASYA COGRAFYASI'NDA MISYONERLIK FAALIYETLERI,
Avrasya Etüdleri Dergisi'nin Kış/1999 sayısı )
Bu durum özellikle sömürgecilik döneminde çok daha belirgin bir hal almıştır.
Samiha Ayverdi hanımefendinin işaret ettiği gibi: "... Hıristiyan mabedi, ...
bir yandan da organize ve çok zengin bir kilise meydana getirmiş ve bu kiliseyi
sağlama bağlamak, böylece de mensup olduğu memleketin himayesini kazanmak için
onu devlet siyasetinin emrine açık bırakmıştır. (Samiha Ayverdi, Misyonerlik
Karşısında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s.XII.)
Böylece misyonerlik, emperyalizmin mızrak ucu olmuştur.
İhtiyar bir Afrikalının bir İngiliz misyonerine söylediği şu söz bu gerçeği çok
trajik bir biçimde dile getirmektedir: " Siz buraya ilk geldiğiniz zaman bizim
toprağımız, sizin de mukaddes kitabınız vardı. Şimdi bizim mukaddes kitabımız,
sizin de toprağınız var..."( Prof Dr Erol Güngör, Türkiye'de Misyoner
Faaliyetleri, İst.-1999, 2. bası, Ötüken yay.)
Bizdeki durum bundan farklı değildir; Atilla İlhan'ın isabetli teşhisile ifade
edersek: 'Misyoner', Batı' dan, bir 'emperyalist' icâdıdır: 'Mazlum Halkları'
tutsak etmek için 'dini kullanır'; Osmanlı'nın en yaygın fütuhât döneminde bile,
'misyoneri' yoktur.
Emperyalizm'in üzerine oturduğu sacayağının, bir ayağı para (kapitalizm), bir
ayağı silâh (militarizm), bir ayağı Hıristiyan 'misyonu'dur, yâni din! Bilmem
hâlâ yazıyor mu? 'Erken' Cumhuriyet döneminin ortaokul tarih kitaplarında, Batı'
lıların bütün 'fesat' hareketlerini, kiliselerde örgütlediği anlatılırdı: Batı'
nın Osmanlı' dan 'ürettiği', bütün ajan/devletler; Sırp, Rum, Bulgar vb.
kiliselerden türetilmiştir. (Bkz., http://www.prizma.net.tr/AILHAN,
http://www.eda.tr/-bilgiyay/yazar/ailhan.htlm,
http://www.bilgiyayinevi.com.tr/ailhan)
artışmalarda her nedense sözde soykırım iddialarının tarihsel aktörleri
üzerinde pek durulmamaktadır.
Sözde soykırım ilk önce Osmanlı topraklarını okullarıyla, hastaneleriyle,
kiliseleriyle... bir ağ gibi ören ve adeta birer ajan gibi çalışan Hıristiyan
propagandacılar (misyonerler) tarafından ortaya atılmıştır.Aslında
misyonerlerden başka bir davranış beklemek de haksızlık olurdu herhalde.
Çünkü "Kuruluşlarından itibaren gerek Katolik, gerekse Protestan
Hıristiyanlık'ta misyonerlik teşkilatları hiç bir dönemde sadece dini amaçlı
müesseseler olmamıştır. Misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan veya dolaylı
tesirleri her zaman dinin kapsama alanının dışına taşmış; siyasi, cografi,
toplumsal ekonomik, külürel bakımlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri
ülkelerin ise aleyhine sonuçlar doğurmuştur."
(Yrd.Doc.Dr.Omer TURAN, AVRASYA COGRAFYASI'NDA MISYONERLIK FAALIYETLERI,
Avrasya Etüdleri Dergisi'nin Kış/1999 sayısı )
Bu durum özellikle sömürgecilik döneminde çok daha belirgin bir ha...
bir yandan da organize ve çok zengin bir kil, http://www.prizma.net.tr/AILHAN,
http://www.eda.tr/-bilgiyay/yazar/ailhan.htlm,
http://www.bilgiyayinevi.com.tr/ailhan)
Hıristiyan propagandacılar (misyonerler) açısından 19. yüzyıl Türkiye'si bir
"İncil Ülkesi Hıristiyan propagandacılar (misyonerler) açısından 19. yüzyıl Türkiye'si bir
"İncil Ülkesi"dir (Bible Land). Hıristiyanlar için çok önemli pek çok merkez
Anadolu'dadır. Misyonerler kendi ifadeleriyle "Bu mukaddes ve vaad edilmiş
topraklar, silahsız bir haçlı seferiyle geri alınacaktır". Bunun yanısıra, 19.
yüzyıl itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul ve Anadolu,
Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Orta Doğu'dan Kafkaslar'a kadar uzanan geniş bir
cografyanın tabii merkezi olarak olağanüsütü jeo-stratejik bir önemi vardır. Bir
Amerikan misyonerinin 1880 yılındaki raporunda ifade ettiği gibi "Misyonerlik
faaliyetleri açısından Türkiye,Asya'nın anahtarıdır"( TURAN, adı geçen makale)
Bu durum bugün için de geçerlidir. Bunun sebebi açıktır; ünlü oksidantalistimiz
Altındal'ın Yeni Mesaj Gazetesi'ndeki söyleşisinde de vurguladığı gibi: "
Bakınız, Türkiye’yi çiğnemeden, Türkiye’yi kazanmadan hiçbir yere geçemezsiniz.
Türkiye’yi kazanmadan İslam alemini de çökertemezsiniz. İslamiyeti ve İslam
alemini çökertmek istiyorsanız mutlaka Türkiye’yi nötralize etmeniz gerekir.
Hıristiyan yapamadığınızı kabul edin ki yapmaları çok zordur, ama pasifize
etmek, nötralize etmek mümkündür. Bugün oldğu gibi müslümanlar oturdukları
yerden “Allah Allah, neler oluyor?” diye bakmaya başlarlarsa işte o zaman
pasifize olmuş demektir."
Ancak ne yazık ki Osmanlı'da ne devlet yetkilileri ne de bilgiler bu konuda
yeterince ayık ve uyanık olamamışlardır. Nitekim Milli şairimiz Mehmet Akif bu
konuda serzenişte bulunur:
"Misyonerler gece gündüz çalışırken, acaba, oturup vahy-i ilâhi mi bekler
ulemâ."
Mustafa
Kemal'in ölümünden sonra Lozan'dan geriye dönüş başlatılmıştır. Bu
dönüş devam etmektedir. Bu itibarla Mustafa Kemal tipini benimseyen Türk
aydınları şuurlu olmak zorundadır. Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye,
Lozan'dan taviz verilmemelidir."
Bilindiği üzere, Avrupa,
Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika Roma İmparatorluğu'nun sınırları
içinde idi. Roma İmparatorluğu M. S. 375'te Batı Roma ve Doğu Roma olmak
üzere ikiye ayrıldı. Batı Roma 474'te yıkıldı. Avrupa kendisini Batı
Roma'nın varisi kabul ederek, Batı Roma'nın topraklarına sahip çıktı.
Daha sonraki asırlarda Avrupa Doğu Roma topraklarına da sahip çıkarak,
Büyük Roma İmparatorluğu'nu canlandırmak istemiştir. Ancak bu konuda
Hıristiyan dünyası ikiye ayrıldı. Batı Avrupa, özellikle Kutsal Roma
Germen İmparatorluğu kendini Roma'nın tek varisi saydı ve Bizans'a sahip
çıkmaya çalıştı. Fakat Ortodoks Rusya, buna karşı çıktı. Zira, Ortodoks
Rusya, kendisini Ortodoks Bizans'ın yani Doğu Roma'nın tabii varisi
görerek, üçüncü Roma'yı kurmaya kalkıştı.
Hıristiyan dünyası
içindeki bu veraset ve mezhep (Katolik-Ortodoks) rekabeti ve kavgası
sürerken, Osmanlı Türkleri Fatih Sultan Mehmet zamanında yani 1453'te
İstanbul'un fethiyle fiilen ve hukuken Doğu Roma'nın mirasına kondu ve
Büyük Roma İmparatorluğu'nun mirasçıları arasına girdi. Hatta, Fatih
Sultan Mehmet Batı Roma'nın başşehri Roma'yı fethederek, Vatikan'daki
Saint-Pierre kilisesinin tepesine hilali takmayı hedefi (Kızıl Elma)
haline getirdi. İşte, Şark Meselesi'nin kökeni Hıristiyan-İslam
kavgasının esası, Osmanlı-Avrupa rekabetinin sebebi Roma
İmparatorluğu'nun varisinin kim olacağı idi. Başka bir deyişle Roma
İmparatorluğu'nu varisi Katolikler mi, Ortodokslar mı, Müslüman Türkler
mi olacaktı?
Osmanlı Devleti Anadolu'ya, Ortadoğu'ya, Kudüs'e,
Balkanlar'a, Kuzey Afrika'ya sahip olmakla Roma İmparatorluğu'nun
topraklarının büyük bir kısmını sınırlarına dahil etmiş ve Roma'nın en
büyük varisi durumuna gelmişti. Osmanlı'nın bu yükselişi ve iddiası
Hıristiyan dünyasını (Katolik-Ortodoksları) hem endişeye, hem de
Osmanlı'ya karşı birleşmeye (Haçlı zihniyetine) sevk etmiştir. Neticede,
Osmanlıya karşı bu kutsal ittifak kurulmuştur. Hedef, Doğu Roma
topraklarını Osmanlılardan geri almaktı. Bu ittifak, 1683'te Osmanlıyı
Viyana'da durdurdu. Bu tarihten sonra,William Penn adlı bir Avrupalı
Osmanlıların Hıristiyanlığı kabul etmesi şartıyla Avrupalı devletler
arasına (Avrupa Birliğine…!) alınabileceğini söylemiştir. Elbetteki bu
durumun gerçekleşmesi, dünya gücü olan Osmanlı için imkansızdı. Bunun
üzerine Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Viyana) ile III. Roma'yı
kurmaya çalışan Rusya, Osmanlı'yı yıkmak üzere saldırılarına devam
ettiler. Bu saldırıya, XIX. Yüzyıldan itibaren İngiltere ve Fransa da
Hıristiyanlık gayreti ve ekonomik sebepler yüzünden iştirak etti.
1890'dan sonra Almanya da farklı bir şekilde bu kafileye katıldı.
Sevr Antlaşması
Balkanlar,
Kuzey Afrika Osmanlı'nın elinden alındı. I. Dünya Harbi sonunda ise,
Osmanlı'nın mağlup olması üzerine Ortadoğu (Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan,
Filistin, Arabistan) işgal edildi. Anadolu toprakları Sevr
Antlaşması'yla aralarında taksim olundu. Buna göre; Trakya ve Ege
bölgesi Yunanistan'a verilecekti, Doğu Anadolu'da Kürdistan ve
Ermenistan devletleri kurulacaktı, Adana-Maraş-Antep bölgesi Fransa'nın,
Antalya ve havalisi İtalya'nın sömürgesi olacaktı; İstanbul beynelmilel
bir şehir haline getirilecekti; Ordumuz, donanmamız olmayacaktı;
Osmanlı Devleti yabancıların denetimin de bulunacaktı; maliyemiz,
adliyemiz, eğitimimiz, bayındırlık işleri kontrol altında olacaktı; Türk
milleti Anadolu'da küçük bir etnik grup haline getirilerek, köle
yapılacaktı; İtilaf Devletleri efendilerimiz olacaktı; azınlıklara
imtiyazlar ve özerklik hakları verilecekti.
Kısaca, eski Osmanlı
Türk tipi 1839'da ölmüştü. 1876'da Genç Osmanlılar ölmüştü, 1918'de Genç
Türkler öldürülmüştür. Sevr ile Türk milleti öldürülmek ve Tür vatanı
parçalanmak, Türk Devleti ise yok edilmek istenmiştir. Böylece
Anadolu'da Türklük ve İslamlık yok edilecekti.
Türklere, bu
şartları reva gören Sevr Antlaşmasını Rumlar, Ermeniler, İtilaf
devletleri, ABD, maalesef Vahdettin, Damat Ferit, Amerikan Mandacıları,
İngiliz Muhipleri gibi cemiyetler ve hilafetçiler kabul etmişlerdi.
Milli Mücadele
30
Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla eski Osmanlılar'dan,
Genç Osmanlılar'dan ve Genç Türkler'den farklı tarihi ve milli şuura
sahip yeni Türk tipi ortaya çıktı. Bu yeni Türk tipini Mustafa Kemal ve
arkadaşları temsil ediyordu. Bu Türk tipi ne Osmanlı İmparatorluğu'nu,
ne saltanatı, ne hilafeti, ne Arapları kurtarmayı düşünüyordu. Tek
düşünceleri Türk milletinin istiklalini, hürriyetini, vatanını, şeref ve
namusunu kurtarmaktı. Bunun için "Kuvva-yı Milliye'yi" (Milli
kuvvetleri) amil, İrade-i Milliye'yi hakim hale getirmekle işe
başladılar. Milli ordunun kurulmasıyla milli kuvvetler, Büyük Millet
Meclisi'nin açılmasıyla da milli irade somut hale getirilerek,
mücadeleye başladılar. 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması'nın imza
edilmesiyle Anadolu halkı yeni Türk tipini temsil eden Mustafa Kemal
etrafında daha fazla ve şevkle toplanmaya başladı. Sevr'i red edenler
milli mücadeleye katılarak destek verirken, Sevr'i kabul edenler Milli
Mücadeleye karşı gelmek şöyle dursun, İtilaf Devletleriyle işbirliği
yaptılar. Bütün bunlara rağmen Milli Mücadele kazanıldı. Bu mücadelenin
bedeli çok ağır oldu, ama mükafatı Türk milletini istiklali olması, bu
ağır ve acı bedeli unutturmuştur.
Lozan Barış Antlaşması
Misak-ı
Milli ile millilik ve meşruluk zemininde fiilen verilen ve kazanılan
mücadelenin ve zaferin siyasi ve hukuki anlamda taçlandırılması Lozan'da
yapılan barış antlaşmasıyla olmuştur. Zaten istiklal için lazım olan
millet istiklalini eline almıştı; Misak-ı Milli ile vatanın sınırları
çizilmişti. 23 Nisan 1920'de BMM'nin açılması ve Ankara hükümetinin
teşkili ile de siyasi anlamda devlet kurulmuştur. Geriye milletin
istiklali, vatanın bütünlüğü ve devletin varlığının devletler hukukuna
göre, devletler arası bir antlaşma ile teyid edilmesi kalıyordu. İşte
Lozan'a bunun için gidilmiş ve hukuken Türk devletinin, vatanının ve
milletinin istiklalinin tanınması temin edilmiştir.
Lozan'da
istenilen ve arzu edilen belki elde edilememiştir. Ancak gerekli olan ve
mümkün olan hususlar gerçekleştirilmiştir. Bu anlamda Lozan zaferdir.
Zira, Lozan'la Sevr Antlaşması tarihe gömülmüş ve ortaya yeni, milli ve
üniter bir Türk devleti ortaya çıkmıştır. Her ne kadar yeni Türk
devletinin sınırları dahilinde %15-20 civarında çeşitli etnik gruplar
var idiyse de, bu durum Türk devletinin milli ve üniter olmasını
engellememiştir. Zira, nüfusun %75-80 Türk soyundandı. Mustafa Kemal
Misak-ı Milli sınırlarını çizerken, özellikle bu hususa fevkalade dikkat
etmiştir.
Lozan Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır, fakat
Osmanlı için bir sonuçtur. Türk alemi için bir umut olmuştur. Sömürge
ülkeleri için de ilham kaynağı olmuştur.
Sonuç
Lozan
Antlaşması Şark Meselesini ve Hıristiyan dünyasının Roma
İmparatorluğu'nu ihya projesini, 1923'te Edirne'de ve Ege kıyılarında
durdurmuştur. Anadolu'da Ermeni ve Kürdistan devletlerini kurulmasını
engellemiştir. Sevr'in hükümlerini ortadan kaldırmıştır. Yeni milli bir
Türk devletini ortaya çıkarmıştır.
Lozan'dan memnun olmayanlar o
günde vardı, bugünde vardır. Bunların başında Ermeniler, PKK-Kadek gibi
bölücü örgütler, Lozan Antlaşmasını hala onaylamamış olan ABD, ikinci
cumhuriyetçiler, milli hassasiyetti körelmiş cumhuriyet ve milli devlet
düşmanları ve Milli Mücadeleyi arkadan vuran hilafetçiler gelmektedir.
Bu tür zihniyete sahip olanlar şunu bilmelidir ki, Lozan için Türk
milleti ağır bir bedel ödedi. Bedelsiz Sevr'i geri getirmeleri mümkün
değildir. Türk milletinin ödediği bedelin fiatını Yunanistan'dan ve Şeyh
Sait gibi düşünenlerden öğrenebilirler.
Mustafa Kemal'in
ölümünden sonra Lozan'dan geriye dönüş başlatılmıştır. Bu dönüş devam
etmektedir. Bu itibarla Mustafa Kemal tipini benimseyen Türk aydınları
şuurlu olmak zorundadır. Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye, Lozan'dan
taviz verilmemelidir. Türkiye'de yeni azınlıklar, etnik gruplar
yaratılmamalıdır. Özerklik anlamına gelen ve milli-üniter devlet
anlayışına ters gelen imtiyazlar-tavizler verilmemelidir. Bütün bunlar
Mustafa Kemal'in yırtıp attığı Sevr'e mevcuttu, ama Lozan Antlaşması'nda
yer almamıştır.
Lozan Antlaşması Avrupa Birliği'ne girişi değil,
Avrupa'ya teslimiyeti ve Türkiye'nin parçalanmasını engellediği
düşünülmelidir. Lozan Kuvva-yı Milliye'nin ve İrade-i Milliye'nin ürünü
olduğu için geçerliliğini hala konuyor ve korumalıdır da. Kopenhag
kriterleri Lozan kriterlerinin önüne geçirilmemelidir.
Bizim
tarihçi olarak görevimiz bu tespitleri yapmaktır. Siyaset bilimcilerine
ve siyasilere bu tespitleri yorumlayarak, tedbir almaları düşüyor.
Ruhban Okulu neden açılmamalı?
Heybeli
Ada Ruhban Okulu 1971'de "Özel Yüksek Okulların Kapatılması" hakkındaki
kanun yürürlüğe girince, Milli Eğitim Bakanlığı'nca kapatıldı. 1884'te
Patrikhane'ye bağlı bir lise olarak açılan Heybeli Ada Ruhban Okulu
1951'de Patrik Athinagoras tarafından ruhban yetiştirmesi için özel
yüksek okula dönüştürüldü.
Bugüne kadar Yunanistan'daki Yunan
kamuoyu, Amerika'daki üç milyon Ortodoks Hıristiyan Rum'un oluşturduğu
kamuoyu, bugün de Patrik Varthelemeos Ruhban Okulu'nun yeniden faaliyete
geçirilmesi için Türkiye'ye baskı uygulanması için vargüçleriyle
çalışmaktadırlar.
İstanbul Patriği ve Yunanistan neden Heybeli Ada
Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedir? Bu sorunun cevabı okulun
kuruluş amacında şöyle ifade edilmiştir; "İstanbul'daki Fener
Patrikhanesi'ne din adamı yetiştirmek için..." ilk bakışta amaç sadece
İstanbul'daki Patrikhane'ye din adamı yetiŞtirmek olmasına rağmen, esas
amaç bütün Dünya Ortodokslarına üst düzeyde kiliselerde görev alacak
Türk düşmanı ruhban yetiştirmektir.
Ayrıca önemle belirtmeliyiz
ki, dünya ve Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Türk düşmanı Kıbrıs
Papazı Makarios ve eski Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Yakovos'un
Amerika'daki Türkiye aleyhine Lobicilik faaliyetlerini düşününüz.
Bugünkü İstanbul Patriği Varthelemeos'ta bu okulda yetişmişlerdir.
Varthelemeos Türk kamuoyundan gizlemeye çalıştığı "dünya
Ortodoksları'nın Ruhani lideri-ekumeniklik" sözde sıfatıyla gittiği
ülkelerde siyasi içerikli konuşmalar yaparken, 1994 yılında Avrupa
Parlamentosu'nda bir temsilcilik açma teşebbüsünde de bulunmuştur. Fener
Patriği Varthelemeos seyahatlerini Yunan devletinin kendisine tahsis
ettiği "sarı zemin üzerine siyah renkli çift başlı Bizans kartalı"
yerleştirilen Yunanistan Olimpik Hava Yolları'na ait uçaklarla
gerçekleştirmektedir. Yine "din, çevre ve Karadeniz tehlikede" adlı
sempozyum çerçevesinde 28 Eylül 1997 tarihinde Selanik'te Varthelemeos
devlet töreniyle Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos tarafından
"devlet başkanı" gibi karşılandı ve Bizans bayrağı yine her yerdeydi.
Yunanistan'da
Bizans İmparatoru Koltuğunu vekaleten Patrikhane'nin temsil ettiği
varsayılarak, Varthelemeos devlet töreni ile karşılanmaktadır, Yunan
ETl, ET3 televizyonları patrik Vartheleıııeos'un bu ziyaretini naklen
verdi. Selanik'e Varthelemeo~ ile beraber sırasıyla Sırbistan,
Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan kiliselerinin
patrikleri de geldi. Yunanistan tarafından Varthelemeos'a Eleftherios
Venizelos gemisi tahsis edildi. Uzülerek izlemekteyiz ki, bu
girişimlerinde patriğe iş adamı Rahmi Koç'ta destek vermektedir. 1 Ocak
1997 tarihli Milliyet gazetesinde öğrendiğimize göre, "Koç, Selanik'e
yatırım hazırlığında"dır.
Türkiye'deki hükümet ve kamuoyu sanki
Ruhban okulu'nun açılabileceği izlenimini vermektedir. Türk basınından,
kamuoyundan ve en önemlisi de 28 Aralık 1997 tarihli Hürriyet'ten
öğrendiğimize göre, Dışişlerinin hükümete verdiği tavsiyelerden de
Ruhban okulu'nun açılmaması için herhangi bir tavsiyenin ve itirazın
yapılmaması düşündürücüdür.
Oysa Lozan Barış andlaşmasında
İstanbul Rumları icin sayılan haklardan Batı Trakya Müslüman Türkleri'ni
de yararlanacağı 45. maddede garanti altına alınmıştır.
Batı
Trakya'da Ruhban Okulu ayarında bir okul açılmadan ve Batı Trakya
Türklerinin Okullarına tamamen Yunanlı öğretmenler tarafindan öğretmen
yetiştiren Selannik Özel Pedagoji Akademisi KAPATILMADAN, Rhban
Okulu'nun açılmasına izin VERİLMEMELİDİR.
Geçmişte Yunanistan'ın,
yeniden NATO'ya kabul edilmesinde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne tam
üyeliğinde ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bankası'nın Selanik'e
gitmesindeki gibi elimizdeki kozları hiçbir kazanım elde etmeden lütfen
çıkarmayalım.
Eğer patrikhane din adamı sıkıntısı çekmekte ise,
Batı Trakyada hem din adamı hem öğretmen sıkıntısı cekilmektedir. Batı
Trakyada bu sıkıntıları önlemek için Ruhban okulu ayarında bir okulu
Gümülcine'ye açmak gerekmektedir.Bu gerçekleşmeksizin Ruhban okulunun
açılması Batı Trakya Türklerini Yine üzecektir.
Batı Trakya'ya
vize alamadıkları için Türkiye'den Diyanet İşlerinden din adamı
gidemezken, Yunan Gümrük kapısından geri çevrilirken,(Bkz.22 Mart 1991
tarihli ve 639 sayılı İLERİ Gazetesi,Gümülcine)Türkiye'ye her sınıftan
Yunanlı ve din adamı gelerek patrikhanede ayin yapabilmekte ve bu
ayinleride Yunan televizyonları naklen vermektedir.Aynı hoşgörüyü
Yunanlılar acaba gösterir mi?Batı Trakya'dan Türk televizyonları böyle
bir canlı yayın veya camilerden böyle bir canlı yayın yapılabilir mi?
Yunanistan izin verir mi? Cevabımız kesinlikle izin vermez
olacaktır.Batı Trakya'ya ziyaret vizesi dahi vermeyen, Türk
televizyonlarına camiden veya başka bir yerden nakle yayın izni hiç
verir mi?
İstanbul'daki patrikhane bir Türk kurumudur ve Türk
yasalarına tabidir.Heybeli Ada Ruhban Okulu "açılmazsa Patrikhane Türk
vatandaşı din adamı yokluğundan kapanır".İstanbul'daki Patrikhane
kapanmamalıdır, çünkü kapanırsa, kontrol edemeyiz ve dışarıda aleyhimize
faliyet gösterirler" iddiaları ve gerekçeleri patrikhane sevenleri
tarafından ileri sürülmektedir.
Oysa patrikhane bir Türk kurumu
olarak ve Türk yasalarına bağlı olmasına rağmen geçmişte de, bugünde
Türk Devletinin menfaatleri aleyhinde faaliyette bulunmakta ve bizde
seyirci kalmaktayız. Bu konuda örnekler çok, ancak sadece iki örnek
vermekle yetinecegiz. İlk örneğimiz eski tarihlerden ve Amerika'daki
Türk alehtarlığı Lobiciliğin başı olan ve herkesin tanıdığı
Yakovos'tur.Yakovos Türk vatandaşı İstanbul Rum'u olup, İstanbul Patriği
Athenagoras tarafından Amerika Mitropolitikliğine atanmıştır.
Amerika'da Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunmuştur.Türk
vatandışlığından çıkarılmış ancak faaliyetlerine devam etmiştir.Turgut
Özal, Yakovos'un Türkiye'ye gelebilmesi için izin çıkarmıştır.Yakovos
hala Türk aleyhtarı faaliyetlerine Amerika Birleşik Devletlerin'de devam
etmektedir.İkinci örneğimiz Kardak krizinde Yunan Bayrağını İkizce
adalarına, Kilimli (Kalimnos) papazının diktiğini televizyonlardan
defalarca izledik.Kilimli Adası,Oniki Adalar'a bağlı küçük bir
adadır.Oniki Adalar Mitropoliti ile Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposunu
İstanbul Patriği tayin etmektedir.Yani Oniki Ada ve Amerika Birleşik
Devletleri Papazları İstanbul Patriğine Bağlı olup, Atina'daki Serafim'e
bağlı değildir.
Atina'daki kilise bağımsız(aktokefal)'dır.Yani
İstanbul'daki patriğe bağlı değildir. Hatta İstanbul Patriğiyle araları
şimdilik açıktır.Atina'daki Serafim'le Patriğin arasının açık olması,
Yunanistan'ın, Yunan idaresinin Fener Patriği'nin bütün dünya Ortodoks
Hristiyanlarının başı, ekumenik olmasını istemiyor alamına
gelmemektedir. Bu kanaatimizce şimdilik bir iç cekişmedir.Zamanı gelince
ve Serafim'in görevi sona erince iç çekişmelere de,Yunanistan Atina
kiliselerinin bağımsızlığıda bitecektir diye düşünmekteyiz. Böylece asıl
amaç ve hedefleri, bütün dünya Ortodoks Hıristiyanlarının dini lideri
olma rüyaları da Atina kilisesinin bağımsızlıgını da ortadan kaldırarak
gerçekleştirecektir.Zira İskeçe metropoliti, İskeçe'de yeni inşa edilen
Metropolitliğin açılış törenine İstanbul Patriğini davet etti ve patrik
bu davet üzerine 30 Eylül 1997 tarihinde İskeçeye giderek açılışı bizzat
yaptı.Bu arada Yunan devletinin laik olmadığını, dinin Ortodoks
Hıristiyan olduğunu belirtmeden ve İskeçe'de,Gümülcine'de cami
inşaası,tamiri için izinlerin İskeçe ve Gümülcine Mitropolitleri
tarafından verildiğinide belirtmeden geçmemeliyim.
Lozan Barış
görüşmelerinde Türkiye patrikhanenin kapatılmasını istemiştir. Ancak
Yunanistan'ın ve konferansa katılan diğer ülkelerin itirazlarıyla
karşılaşmıştır. Tüm çabalara rağmen patrikhanenin kapatılması
sağlanamamıştır. Eğer bugün Heybeli Ada Ruhban Okulu açılmazsa
patrikhane papazsız kalacaksa veya kapanacaksa bu bizi Türkiye olarak
ilgilendirmemeli Lozan Barış Antlaşması'na göre, İstanbul'daki
patrikhane sadece Istanbul il sınırları içerisindeki Rum cemaatinin
ruhani lideridir. Istanbul'daki Rum cemaatinin iki-üç bin kişi civarında
olduğu Yunanlılar ve Rumlar tarafından iddia edilmektedir. Bu da
İstanbul'daki patriğin ve kiliselerinin cemaatsiz olduğu anlamına gelir.
İstanbul Rumları bir yandan iki-üç bin kişi kaldıklarını, cemaatlerinin
kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan da Ruhban Okulu'nun
açılmasını istemektedirler. Işte bu düşündürücüdür. 1923 Lozan Barış
Antlaşması'yla Türkiye'den cemaatleri gitmiş olmasına rağmen bugün hala
Bergama, Efes ve diğer bazı bölgelerin Metropolitlerinin Istanbul'da
Patrikhane'de görevlerinin başında bulunmaları da ayrıca düşündürücüdür.
İstanbul
Patriği Varthelemeos, Ruhban Okulu'nun açılnıasını gündeme getirdiği
Amerika Birleşik Devletleri gezisinde Yunanlılara Yunanca olarak yaptığı
konuşmasında Yunan ETl televizyonunda aynen şunları söyledi: "Dün (24
Ekim 1997) tarihinde Washington'da Beyaz Saray'da ve Kongre'de genç
Yunanlılarla karşılaştım, gördüm ve kendileriyle gurur duydum."
Istanbul
Patriği'nin konuşmalarından, hal ve hareketlerinden iki amacı olduğu
sonucunu çıkartmayız: a- Bilgilendirme, b- Uyarma ve bu taktiklerle
ekumeniklik propagandasını yapma imkanı bulmaktadır. Yine bu vesileyle,
İstanbul Patriği amacına ulaşmak için önümüzdeki günlerde dünya
gündeminde kalabilmek için çağımızın önemli sorunlarıda olan işsizlik,
uyuşturucu ve AIDS konularında çalışmalar, sempozyumlar yapacaktır.
Sonuç:
İki-üç
bin kişi kaldıklarını, kiliselerinin cemaatsiz kaldığını iddia eden
patrik bir yandan da Ruhban Okulu'nu açmaya çalışmaktadır. Cemaat yoksa
bu okula ne gerek var? Okulun öğrencileri kimler olacaktır?
Batı
Trakya'da cemaat olmasına, okullara ihtiyaç olmasına rağmen, örneğin;
anaokullarına, ilköğretim okullarına, Liselere ve özel yabancı dil kurs
okullarına ihtiyaç olmasına rağmen, Eğitim Fakültelerinden formasyon
derslerini alarak mezun olan öğretmenler olmasına rağmen, Yunan idaresi
tarafından Batı Trakya Türkü oldukları için kendilerine çalışma izni,
okul açma izni verilmemekte, tarlada çalışmak zorunda
bırakılmaktadırlar. Lozan Antlaşması'na göre sadece İstanbul Rumlarının
dini lideri olması ve siyaset yapmaması gereken patrik, Türkiye
sınırları dışına çıkınca hem siyaset yapmakta hem de "ekumenik" olduğunu
iddia etmektedir.
Ruhban Okulu eğer açılacalsa, Batı Trakya'daki
Eğitim, Müftülükler sorunu gündeme getirilmeli ve en önemlsi de Selanik
Ozel Pedagoji Akademisi Kapatılmadan, Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun
açılması sözü dahi ağza alınmamalıdır. Eğer Selannik Ozel Pedagoji
Akademisi kapatılırsa Heybeli Ada Ruhban Okulu ayarında Gümülcine'ye bir
okul açılmadan, Ruhban Okulu kesinlikle açılmamalıdır.
Müftülükler
konusuna gelince, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan antlaşmalara
ve Yunanistan'ın çıkardığı 1920 tarihli 2345 sayılı yasaya rağmen hala
Yunanistan'da müftüler ve başmüftü seçimi yapılmadı, özellikle başmüftü
seçiminin yapılmamasının sebebi de kanaatimizce tamamen İstanbul
Patriği'nin karşılığı olmasıdır.
Bu noktada hareket ederek, eğer
Ruhban Okulu açılmazsa, patrikhane kapanacaksa, andlaşmalara rağmen
Yunan idaresi tarafından müftülük seçimi, yıllardan beri de başmüftü
seçimi yaptırılmadığı, Batı Trakya Müslüman Türklerinin hakkı olan
başmüftü engellendiği için, bizde Ruhban Okulu'nun açılmasını
engellemeliyiz. Bu fırsatı kaçırmamalıyız. Lozan'da da Yüce
Atatürk'ümüzün amacı patrikhaneyi kapatmak değil miydi? Böylece
Atatürk'ümüzün amacıda da gerçekleşmiş olur
Şimdi gelelim soykırım iddialarına:
Osmanlı ve Türk tarihi üzerine çalışan bir akademisyen olan Justin McCarthy,
sözde soykırım iddialarının kaynağının misyonerler olduğunu vurguluyor .
McCarthy, bu görüşünde yalnız değil elbette. Prof. Dr. Erich Figl ise ABD'nin
daha korkunç bir emeline işaret ediyor. Avusturyalı Figl, ''bölgedeki olayların
temel sorumlusunun, bir Protestan-Hıristiyan Ermeni imparatorluğu kurmayı
tasarlayan Amerikan misyonerler olduğunu'' söylüyor. Figl, ''Bu Amerikan
misyonerler, Rus ajanların yardımlarıyla Ermenileri kışkırtmışlardı." diyor.
(Cumhuriyet, internet arişivi, 99/10/07). Bu nedenle ABD, Gregoryen mezhebine
mensup olan Ermenileri protestanlaştırabilmek için de misyonerlik
faaliyetlerinde bulunmuştur. (ABD'de egemen olan mezhep protestanlıktır;
görüldüğü üzere bu durum uluslararası ilişkilere bile yansımaktadır.) Aşağıda
Ermeni Patriği Mutafyan'ın bu bağlamdaki yakınmalarına da yer vereceğiz.
Demek ki misyonerler, Osmanlı'da yalnızca hıristiyanlığın propagandasını
yapmakla yetinmemiş doğrudan ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcı faaliyetlerde de
bulunmuşlardır. Dikkat çekici olan misyonerlerin bu tür faaliyetlerini daha çok
Robert Koleji, Arnavutköy Amerikan Koleji, Saint Benoit Fransız Okulu,
Santa-Maria İtalyan Okulu gibi yabancı okullar aracılığı ile yapmış
olmalarıdır.(Bkz., Yrd Doç Dr İlknur Haydar Polatoğlu, Osmanlı Imparatorlugunda
Yabancı Okullar, Ank.-1990, Kültür Bakanlığı yay.)
Doç Dr Ömer Turan'ın da belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle
Protestan misyonerlerin gayri müslim azınlıkların milliyetçilik hareketlerinde
önemli tesirleri olmuştur. Okullarında o toplulukların liderlerini
yetiştirmişlerdir. Bunlardan Ermeniler ve Bulgarlar en önde gelenleri teşkil
ederler . Her hâlükarda Osmanlı'nın parçalanmasında, dağılmasında rolleri
olmuştur. Osmanlı'ya gelişlerinden itibaren Ermenilere, Rumlara yönelmişler.
Mesela Robert Koleji'nin kuruluşunu takip eden yıllarda Robert Koleji mezunları
arasında en başta Bulgarlar yer alıyor. Bulgaristan bağımsızlığını kazandıktan
sonra mezunlar arasında Bulgarlar'ın sayısı azalıyor, bu sefer çoğunluğu
Ermeniler alıyor. Ve daha sonra misyonerler 1. Dünya Savaşı yıllarında Ermeni
tehciriyle çok çok ilgileniyorlar. ABD'de, Batı başkentlerinde Ermeniler lehine
müthiş bir kamuoyu oluşturuyorlar.
ŞİMDİ Kİ MASAL”PONTUS”
Hıristiyan propagandacıların ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcı faaliyetlere verdiği
destek halen de devam etmektedir.
Bugün Trabzon merkez olmak üzere Doğu Karadeniz'de Pontus kültürünün yeniden
canlandırmak ve etnik kökenlerin birer ayrılıkçılık vesilesi haline getirmek
için hem misyonerler hem de başta Yunan olmak üzere yabancı istihbaratçıların
aktif olarak görev yapmaktadır.Yerli işbirlikçilerse işin cabası. Bu konuda E.
Albay Hüseyin Mümtaz'in Karadeniz'in Kitabı (İst.-2000, Yeni Batı Trakya Dergisi
yayınları) etraflı bilgi vermektedir.
Gazetemiz yazarlarından, Sn Mümtaz'ın da dikkat çektiği gibi başta Koç olmak
üzere (güya) yerli bir çok sivil ve resmi yetkili de bu propagandalara alet
olmakta hatta bundan da öte öncülük etmektedir. Örneğin Rahmi Koç, Fener Rum
Patrikhanesi'nin Pontus hayali ile gövde gösterisi olarak düzenlediği Çevre ve
Vahiy Sempozyumu'nun öncüleri arasında yer almıştı.Rahmi Koç daha önce de Din,
Bilim ve Barış Sempozyumu vesilesi ile yine Patriğin yanıbaşında idi. Bkz.,
Hürriyet, 24.9.1995, Ferai Tınç: Bartolomeos'a 21 Pare top. Sabah Gazetesi ise,
Çevre ve Vahiy Sempozyumunu oldukça antanalı biçimde sunmuş ve Karadeniz Zirvesi
olarak duyurmuştu. Çevre ve Vahiy Sempozyumu çerçevesinde bir de papazların
Trabzon'da düzenleyecekleri bir gövde gösterisi vardı. Ancak Trabzon insanı
duarlı idi ve haklı (yasal) tepkisini ortaya koymuştu. Bunun üzerine güya can
güvenliği nedeniyle (ülkücü protesto) Trabzon şehir turu iptal edildi. (Sabah,
21 Eylül 1997, Stelyo Berberakis ve Kenan Gümüş'ün haberi). Hürriyet de
Bartolomeos adına konuşyordu sanki, bu durumu "Sempozyuma çirkin protesto"diye
haber yapıyordu.( 20.9.1997 A. Kayacık ve İ. Sezen'in haberi).
Sabah Gazetesi'nden Zeynep Göğüş'ün kim adına yazmasını beklersiniz: "Hamsi'nin
kafası karışık" diyerek özel olarak Trabzonlulara ima yoluyla da olsa dil
uzatıyor ama asıl kafası karışık kendisi görünüyor. Bakın ne yazıyor Sn Göğüş :
"Efendim bu seyahatın amacı Pontus Devleti'ni yeniden kurmakmış... Güçleri
yeterse, buyursunlar kursunlar... Türkiye bugün bunu söyleyebilecek yerde. Ya da
kirtikillik yapıp folklor gösterisi engellersiniz... Sümela Manastırı'na gitmek
isteyen gemi yolcularını taslayanlara ses etmezsiniz, falan... Sempozyumun bir
amacı da Fener Patriği'nin bu civarlarda varlığını hissettirmek istemesi
elbette... Fener Patriği, dünyadaki bütün diğer Ortodoks kiliselerinin önünde
gelir, çünkü "Eşitler arasında birinci" yani, "Primis Interpares"tir." (Sabah,
23.9.1997)
"Sempozyumun bir amacı da Fener Patriği'nin bu civarlarda varlığını hissettirmek
istemesi elbette..." diyecek kadar ayık Sn Göğüş ama yine de vizyonunu kurbanı
olarak Fener Patriği'nden yana tavır alıyor. Bile bile lades değil mi?
MHP il başkanı Muhammet Öztürk ise bir vatanperver olarak "Fener Rum Ortodoks
Patriğinin Trabzon Seferi sinsi bir planın uzantısıdır" diye haykırıyordu.
Türkiye Gazetesi ise "Venizelos'a Öfke" başlığı ile duyuruyordu haberi.
(28.9.1997 Nuri Yılmaz ve Selahattin Tercan'ın haberi). Ahmet Kabaklı ise
"Trabzon'da yeni Pontus Türetmek isteyenlere lanet" okuyordu haklı olarak ve Dr
Yılmaz Kurt'un Pontus Meselesi (TBMM Kültür yayınları no: 68) kitabını salik
veriyordu. (27.9.1997 Türkiye gazetesi) (Aktüel Dergisi'nin de Fener Rum
Patrikhanesinin ökümeniklik iddiasını Rum ağzı ile dile getirmesi de dikkat
çekicidir. 99/09/09 kapak konusu)
Elbette Pontusu hortlatma gayretlerinde misyoner çevreler yalnız değil:
Hurriyet'in 18 Mayıs 1999 tarihli bir haberi: "Sözde Rum-Pontus soykırımı
kampanyası" Haberin ayrıntılarında şunlar bildiriliyor:"ABD'de Türkiye aleyhinde
faaliyet gösteren lobi ve kuruluşlara yenileri ekleniyor. 19 Mayıs'ın sözde
Rum-Pontus soykırımını anma günü olduğu iddia edildi. Rum-Pontus kökenli
olduğunu belirten bir kurulus, Atatürk'ün Samsun'a gitmesiyle sözde soykırımın
başladığını ve 700 bin ila 1,5 milyon kişinin yerinden edildiğini ya da
katledildiğini iddia etti."
Türkiye'ye karşı faaliyet gösteren Ermeni ve Rum-Yunan lobileri ABD'deki en
örgütlü ve finansal açıdan en güçlü lobilerin başında geliyor olduklarını hesaba
katarsak Trabzonluların bu konulardaki duyarlılıklarının ne kadar haklı olduğunu
anlarız sanırım.
Haber de geçen önemli bir not daha var: Bu iki lobi, bölücü terör örgütü PKK
ile bağlantısı bulundugu ifade edilen kuruluşlara da destek veriyor.
Sonucun sonucu:
Binlerce yıllık tarihi bulunan ve bu tarihte hiçbir kimsenin dinine,
diline ,tarihine kanına ,canına , diline dokunmayan yani tarihin her bir
sayfasına şerefle yazılan Yüce Türk Milleti’ni kılıçla silahla yok
edemeyenler şu an korkunç bir oyunun oyuncuları olarak ,sahneye vahşi
bir oyun sergilemek için;bütün mevcudiyetleriyle çıkmışlardır. Nedir bu
oyun? Adı : misyonerlik ,soyadı :kan ,amacı :yeryüzünden Türkü silmek…..
Tarihin sayfalarına baktığımız zaman orta çağ Avrupa’sında insanlar
açlıktan ,sefaletten birer hayvan gibi can veriyor,kadınlar sadece
cinsel ihtiyaç giderici olarak görülüyordu.şu an maalesef “ne kadar
saygın insanlar diye hayranlıkla baktığımız ,gençlerimizin beynini
yıkayan papaz efendiler sadece gözlerinin rengi yeşil yada mavi diye
genç kızları çatır çatır yakanların yolundan giden torunlardır…
Ey Türk Genci bilesin ki; senin şu an saygıyla baktığın adının
corç,maykıl,meri olduğunu bildiğin o misyonerlerin tek bir amacı
var,senin ecdadının şehadet kanıyla suladığı vatan topraklarından seni
ve tüm izini silmek..biliyormusun ki;veba hastalığından orta çağda ölen
bir tek Türk yokken ,Avrupalılar bu hastalıktan kırılıyordu,bu
hastalığın sebebi ise sadece pisliktir…sorarım sana ;bunlardan mı örnek
alacağız?!
Ey yüce Türk Millet’nin evlatları geçmişi pis olanın
geleceği de pistir,oysa ki bizim ecdadımız dünyaya adaletle nam
salmış,sevgi bahçesine güller ekmiştir.
Yüce ve Büyük Türk ATATÜRK’ün şu sözü yetmez mi bize;Muhtaç olduğun kudret ,damarlarında ki asil kanda mevcuttur,…
Kanmayalım ki;yanmayalım….. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder