30 Nisan 2011 Cumartesi

kan yolu misyonerlik

kan yolu misyonerlik

Devrin Fener Patriği Grigoryos’un Rus Çarı I.Aleksandr’a yazdığı ve Türklerin nasıl mahvedileceğine dair tavsiyeleri şunlardır:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler başka milletleri gurur ve ifrada sevkedecek zaferler önünde olduğu kadar her türlü ümitleri kaybedecekleri mağlubiyetlere ve felaketlere karşı sakin, sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefislerine fevkalade düşkündürler. Ferdi iradelerin üstündeki hadisatı değişmez mukadderat sayma inancına sahiptirler. Bu inanışları dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevkü idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından ahlaklarının selabet ve safiyetinden bilhassa dinî ve manevî hayatlarını tanzim ve tedvin eden şahsiyetlere olan bağlılık ve hürmetlerinden gelmektedir. Türkleri evvela bu din ve maneviyat şahsiyetlerinden mahrum bırakmak, buhran anlarında irşad vazifesini îfâ edecek şahsiyet ve mihraklardan nasipsiz kılmak icap eder. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri milletleri üzerinde müessir kudret halinden çıkarmak. Halkı da ananat-ı diniyye ve milliyetlerine intibak etmeyen haricî telkin ve fikirlerle tahrip etmektir. Manevî mihraklardan mahrum oldukları gün Türkleri kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kuvvetleri sarsılacak ve ancak o zaman maddî vesaitin faikiyetine istinat edilerek Türkleri yıkmak mümkün olacaktır”.

Patrik, son zamanlarda yabancı devlet başkanlarına dinî nişanlar da vermeye başlamıştır. Yeni Mesaj Gazetesi’nde yer alan bir habere göre, “Gazeteci yazar Aytunç Altındal, son iki yıldır Türkiye’ye gelen tüm devlet başkanlarının Patrikhaneyi ziyaret edip kutsanmalarının anlamlı olduğunu vurguladı. Altındal, gelen devlet başkanlarından hiçbirinin Diyanet İşleri Başkanı’yla görüşmeye tenezzül etmemesinin de dikkat çekici olduğunu ifade etti. Altındal şunları dile getirdi: ‘Patrik sanki Türkiye’de iki devlet başkanı varmış gibi bir tutum içindedir. Başta Clinton olmak üzere kendisi de devlet başkanı sıfatıyla gelenleri kendi sarayında ve tahtında karşılıyor. Bu taht kavramını ben uydurmadım. Patrik, resmî belgelere Konstantinopol’daki tahtın temsilcisi olduğunu belirterek imza atıyor. Patrik, Alman Devlet Başkanı’na bir nişan verdi. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Türk vatandaşının başka bir devletin temsilcisine dini nişan vermesi yasaktır. Patriğin verdiği nişan Aziz Andreas Haçı’dır. Çok anlamlı bir haçtır. Hıristiyan aleminde çok kutsal bir değeri vardır. Hıristiyanlık inanışına göre; Aziz Andreas, İsa’nın ilk havarisidir. Ve bizzat İsa tarafından Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmakla görevlendirilmiştir. Şu yaşananlara bakıp Patrikhane’nin Türkiye’de ‘devlet içinde devlet’ olduğunu söylemeden geçemeyeceğim”
PKK VE HİRİSTİYAN KİLİSELERİNİN İLİŞKİLERİ
Papalığın ve onun şahsında Katolik kilisesinin Türkler ve Türk vatanı üzerindeki hesaplarının çarpıcı misallerinden birisi Papalığın PKK ve lideri Öcalan konusunda aldığı tavırdır. Roma’da bulunduğu zaman içerisinde Öcalan’a bizzat kiliseler tarafından sahip çıkıldığı kamuoyuna yansıyan bir hakikattir.
Yeni Mesaj Gazetesinin 23/11/98 tarihli haberinden şunları öğreniyoruz:
“Kardinal Achilli Silvestrini Abdullah Öcalan’a siyasi sığınma hakkı tanınması gerektiğini açıkladı. Vatikan’da Doğu Kiliselerinden sorumlu Kardinal, “Kendi bağımsızlığı ve düşünceleri için mücadele veren herkese siyasi sığınma hakkı tanınmalı” diye konuştu.
Kürt sorununun yalnızca Türkiye ve İtalya arasında bir mesele olarak görülmemesi gerektiğine dikkat çeken Kardinal, sorunun bütün Avrupa’yı ilgilendiren uluslararası bir konu olduğunu vurguladı.
3/12/98 Cumhuriyet Gazetesinde, Sn. Aytunç Altındal Öcalan’ın Papa’ya mektubu üzerine bir değerlendirme yaptı. Altındal yazısında:
“Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir.”
Şimdi sorumuz şudur: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketlerinin kiliselerle ne ilişkisi var?
İlkin şunu belirteyim: Kiliseler 1965’den bu yana Ortadoğu’daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983’den sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmekteydiler. Güneydoğu Anadolu’daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayırımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962’de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen, çoğunluğu Katolik ve Anglikan kiliselerine kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardır.
Bunlar üç yıl süreyle bu bölgede yoğun misyonerlik faaliyetlerinde bulundular, bir çok vatandaşımıza din değiştirme telkinleri yaptılar, inanılmaz vaatlerde bulundular ve etnik ve dinsel ayırımcılığı körükleyecek bölgesel inanç farklılıklarını bilgi haline dönüştürerek ABD’deki çeşitli istihbarat birimlerine aktardılar. Bu gönüllülerin hazırladıkları raporların bir kısmı da doğrudan doğruya kiliselere gitti.
1965’te II. Vatikan Konseyi sona erdi ve kararları yayımlandı. Bunların arasında üç kavramın dünya çapında yaygınlaştırılması da vardı. Bu kavramlar “Ekümenizm, Diyalog ve Hoşgörü” idi. Ekümenizm özellikle tüm kiliseleri bir araya getirmeye yönelik bir girişimdi. Bunun sonucu olarak Katolik ve Ortodoks kiliseleri ortak bir yönetmelik hazırladılar ve bir ortak eylem planı yaptılar.[2] Kiliseler daha önce de II. Vatikan Konseyi kararları gereği mevcut “Canon”larında (mer-i hükümler kitabı) Hıristiyanları birleştirici yeni maddeler ihsas etmişlerdir. Katolikler “Code of Canon Law”da 752.maddeyi, Ortodokslar da “Code of Canons of The Easter Churches” adlı paralel kitaplarında 599. maddeyi yeniden düzenlemişlerdir.
Diyalog ve hoşgörü toplantılarını düzenleme faaliyetleri ise daha 1960’da ilk kez gündeme gelmişti ve taraflar Amerika’da kısaca SCOBA diye bilinen daimî bir konferans örgütü kurmuşlardı. İşte bu örgütün yıllar süren çabaları sonucunda dünyadaki “komünist” hareketin gelişme çizgisi de göz önünde tutularak ilk uluslararası diyalog ve hoşgörü toplantıları düzenlenmeye başlandı. Bu karar Lübnan’daki “Balamand” manastırında Temmuz 1993 yılında düzenlenen gizli bir toplantıda alındı ve ilk hoşgörü ve diyalog konferansının sembolik önemi de dikkate alınarak İstanbul’da yapılmasına karar verildi. Fener Patriği Bartholomeus’un girişimiyle bu ilk toplantı kutsal “St. Andrew” günü 30 Kasım 1993’te İstanbul’da yapıldı ve ünlü Boğaziçi Deklarasyonu yayımlandı. Katolik ve Ortodoks kiliselerini birbirlerine bağlayan şahıs Suriye Ortodoks kilisesinin başı Mar Athanasius Yeshue Samuel olmuştu. Bu şahıs ile ondan önceki ruhani Gabrit Abdulsaid bu uğurda çok çalışmışlardır. Mar Athanasius namlı papaz bir Türk düşmanıydı. Suriye’deki Nusayilerle de çok sıkı ilişkiler içindeydi. Nitekim 1989 ve 1991 yıllarında bu kilise iki kez Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne şikayet etti. Kilisenin şikayet mektubunda aynen şöyle yazılmıştı: “Türk Silahlı Kuvvetleri Güneydoğu Anadolu’daki Kürt ve Süryanileri öldürmekte, evlerini yakmakta ve onlara işkence uygulamaktadır. Kürtler ve Süryaniler TSK’nın ve Müslümanların boyunduruğundan kurtarılmalıdırlar.”
İşte PKK ile Vatikan ve diğer kiliseler arasındaki doğrudan bağları bu kilise sağlıyordu. Çok geçmeden Vatikan bu Ortodoks kilisesiyle birlikte PKK’yı savunan yayınlara başladı. Dünyadaki 900 milyon Katolik için yayın yapan radyo, televizyon ve yazılı basında TSK’nın ve Türklerin Kürtleri vahşice yok etmekte oldukları yazılmaya başlandı. Örneğin “The World Catholic Report” Mayıs, Haziran 1995 tarihli yayınlarında tam sekiz sayfa Türkiye’yi iğrenç bir şekilde karalayan yayınlar yaptı ve başta İtalyanlar olmak üzere tüm Hıristiyanlara PKK’ya ve ayrılıkçı Kürt hareketlere destek olmaları çağrısında bulundu. Vatikan daha önce de “La Documantation Catholic” adlı resmi yayın organında tüm Türkiye topraklarının gerçekte Hıristiyan Arap ve Kürtlere ait olduğunu yetkili bir ağızdan, Cezayir Arşöveki Monsenyör Henry Tessier tarafından dile getirilmiştir.
Şimdi yeniden Apo’nun mektubuna dönelim. Apo mektubunda aynen şöyle yazmış Papaya: “Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks kilisesinin başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile bir çok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri, ve Rumları da imha etmiştir. Ben Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”
Kiliseler Apo’yu gerçekten de yalnız bırakmadılar. Papalığın Doğu Kiliseleri Birliği Komisyonunun başı Achille Silvestrini, Apo’nun mektubundan iki gün sonra bir açıklama yaparak Vatikan’ın PKK’yı ve onun başını desteklediğini açıkladı. Rusya’da ise Ortodoks kilisesinin en hararetli savunucularından olan bir milletvekili Apo’yu Rusya’ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanımak için var gücüyle çalıştı. Üstelik bu milletvekili komünist değildi, tam bir kilise taraftarıydı. Nedir ki, bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın da üyesiydi. Bu Hıristiyan tarikatı yüzlerce yıllık geçmişi olan “Ordre souverain militaire et dynastique des chevaliers de la croix de constantinople”idi. Bu tarikatın başında da, yasal Bizans İmparatoru olduğu, başta Rus, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı. Söz konusu milletvekili 23/6/1997’de St. Petersburg’da bu tarikatın düzenlediği ve imparatorun hazır bulunduğu taç giyme törenine katılmış ve hem Yeltsin’i, hem de Duma’yı temsil etmişti.
İşte bu gizli tarikat da 1970’li yıllardan bu yana özellikle Almanya’da Duisburg, Karlsuruhe ve Berlin’de ayrılıkçı Kürt hareketlerine ve PKK’lılara maddî ve manevî destek veriyordu. El altından dağıtılan bildirilerde aynen şöyle yazılmıştı: “Türkiye’de boyunduruk altında yaşan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız.”
Sözde Bizans İmparatoru’nun tarikatının üyesi, Duma milletvekili ve Başkan Yeltsin’in bir dönem yardımcısı olan bu milletvekili Bayan Galina Strovoitova idi. Ve Galina Rusya’daki Monarkistlerin başkenti St. Petersburg’da uğradığı saldırıda öldürüldü. PKK ve Apo, Rus, Suriye ve Yunan Ortodoks kiliselerindeki çok güçlü bir yandaşlarını kaybettiler. Ama ilginç olan da şudur ki Apo’yu Rusya’ya getirten ve ona bu ülkede kalacağına dair söz vermiş olan 13 milletvekilinin başı olan bu bayan milletvekilinin gücü Apo’yu Rusya’da tutmaya yetmemişti. Kısacası Galina, Apo’ya yapılan vaatleri yerine getiremeden öldü.
Son söz: PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketinin arkasındaki destekçilerin başında kiliseler vardır. PKK olayında hiç dikkat edilmeyen bu husus umarım bundan sonra dikkate alınır. Ortadoğu’daki kilise ve İslam harici fraksiyonlar çok uzun zamandır bir ittifak içindeler, benden uyarması”.
MİSYONERLER NASIL YETİŞTİRİLİYOR?
Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet kademelerine sızan ve hatta yüksek makamlara kadar ulaşan misyonerler mevcuttur. Bu gayeye yönelik olarak seçilen bu ajan-misyonerler küçük yaşlarda Osmanlı topraklarına gönderilmişler ve burada îfâ edecekleri vazifeye göre özel olarak yetiştirilmişlerdir. İngiliz misyonerlerinin hepsi Londra’da Protestan Misyoner Merkezi tarafından yönetiliyordu. Sultan Abdülhamid zamanında bahriye kaymakamı olan Kaptan Mustafa Bey “Sergüzeşt” isimli romanında bu konuya ayrıntılı olarak yer vermektedir. Mustafa Bey bir İngiliz ajan-misyoner olan Mr John’la tanışmış ve bu zât kendisine şunları nakletmiştir:
“Misyonerler çocuk iken hizmete alınır ve îfâ edecekleri vazifeye göre ilmen, ahlâken, fikren yetiştirilirler. Misyon Cemiyeti her sene bütün Rüştiye Mektepleri çocuklarının zekilerinden 30-40 talebe ayırarak himayesine alır; onları kâbiliyetlerine göre üçere-beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına gönderirler. Mesela ikisini Türkiye’ye, üçünü Tibet’e, beşini Rusya’ya serpiştirirler. Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret ve konsolosluklara tevdî edilirler. Bilumum İngiliz sefaretlerinde Misyon Cemiyeti’nin mükemmel talimatı vardır. Bu talimata göre bu çocuklar büyütülür, yetiştirilir, okutulur ve öğretilirler.
Ben ve arkadaşım Herbert on yaşındayken Misyon Cemiyeti tarafından İstanbul’a gönderilmiştik. Doğruca sefarethanemize gittik. Sefir beni sefaret kavvası Cihangir’de sakin Ali Ağa’ya teslim etti. Ve şu tenbihatta bulundu: “Ali Ağa bu çocuğun ismi İbrahim’dir. Ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana on lira vereceğiz. Bu para ile çocuğu mahallenin mektebinde okutacaksın. Ve tıpkı kendi soyundan olmuş çocuğun gibi yedirecek, içirecek ve giydireceksin. Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir kere geceleyin sefarethaneye getirip bana göstereceksin” dedi. Kavvas Ali Ağa da kolumdan tutarak beni hanesine götürdü ve zevcesi Gülsüm hanıma teslim ederek: “İşte sana evlat getirdim, bunu büyüteceksin” dedi. Don, gömlek ve entari yapıp giydirdiler. İki takunya alarak ayağıma geçirdiler. Ve bir gün elime on paralık kağıt helvası sıkıştırarak mahalle çocukları arasına salıverdiler. Birkaç ay kadar sıkıntı çektim, Türkçe bilmediğim için kimse bana ehemmiyet vermiyor, dilsiz diyorlardı. Evde daima Türkçe görüşüldüğü gibi devam ettiğim dilde konuşan olamadığından yavaş yavaş kulak dolgunluğuyla Türkçe’yi öğrenmeye başladım. Akşam üzeri evimizin önünde toplanan çocuklarla top oynamaya başladım. Bir sene sonra çocukların elebaşı olmuştum. Mektepte de hocaefendi teveccüh göstermeye başladı. Sesim iyi ve gür olduğundan Amme cüzünü güzelce okuyordum. Hatta ezberledim.
Elhasıl bu şekilde İptidai ve Rüşti derslerini gördükten sonra Beyazıt Camii Şerifinde müderris Pala Bıyık Ali Efendi’nin ders halkasına dahil oldum. Cübbem, pabuçlarım, sarığım pek hoş, muntazam ve temizdi. Yolda tesadüf edenlerin hiç biri bir kere olsun bana yobaz demedi. Daima çelebi çocuk derlerdi. Tespihim elimde, kitabım koltuğumda evden medreseye ve camii şerife ve dershaneden eve gider gelir, geceleri derslerime çalışırdım. Küçücük ve sarı sakalımı taramak için şimşir tarağım ve pak dişlerim için küçük misvakım cebimde ve divitim belimden eksik değildi. Validem Gülsüm hanım beni yatırıncaya kadar uyumaz, daima zihin açıklığı için dua ederdi. Ali Ağa’nın çocuğu olmadığından ben Gülsüm hanımın öz evladı daha doğrusu gözünün nuru idim. Sarf, Nahiv, Ayamil, Kafiye, Mantık, Tasavvurat, Tasdikat, Kelam, Fıkıh, Tefsir ve İla ahire gibi bir çok kitapları sırası ile okudum ve öğrendim. Arkadaşlarımdan okuyanlar pek çoktu. Ancak öğrenenler birkaç kişiden ibaretti. Fransızca öğrenme hevesine düştüm. Bir müddet aradıktan sonra Dellâl oğlu Dikrar isimli bir Ermeni buldum. Bu zat iyi Türkçe ve Fransızca biliyordu.
Bu zâtın evine gitmeye ve ders almaya başladım. Ders verişi o kadar mükemmeldi ki az bir zaman zarfında Fransızca konuşmaya da muvaffak oldum. Arapça dersinde arkadaşlarım içinde birinciydim. Hocama öyle sualler yöneltiyordum ki bazen onu bile düşündürüyordum. Sonunda ismime bir de zekilik ilavesiyle çalışmalarım takdir edildi. Ve bu isim ile ödüllendirildim. Cami dersini ikmal ederek icazet aldım yani Sünni bir müderris oldum. Yaşım da otuzu buldu. Dersaadet’e (yani İstanbul’a) gelişimden icazet alıncaya kadar her ay bir kere geceleyin sefarethaneye gider ve sefirin iltifatına mazhar olurdum. İngilizce, Fransızca, Türkçe ve Arapça okur yazar olduğumdan Bâb-ı Âli’ye devama başladım. Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’ne memur edildim. Maaşım 500 kuruş oldu. Bir gün İngiltere Sefiri, Sadrazam Reşit Paşa’yı ziyarete gelir. Söz arasında “sefaret kavvası Ali Ağa’nın mahdumu İbrahim Zeki Efendi’nin 500 kuruş maaşla Bâb-ı Âli’ye çırağ buyrulduğunu tebriş ettiler memnun oldum, teşekkür ederim” der. Sadrazam da: “Tercüme odasına birkaç katip almışlar hangisi olduğunu bilemiyorum çağıralım da bir görelim” buyurur. Beni huzurlarına çıkardılar. Reşit Paşa iltifat etti ve o günden itibaren siyasi ve harici işlerde beni çalıştırdı. İngiltere sefarethanesine ben gönderilirdim. Az zamanda maaşım 2000 kuruş oldu. Ve hariciyede tercüme odası baş halife oldum. Misyon Cemiyeti’nden gelen bir emir üzerine Londra’ya gelişim lazım geldiğinden sakal ve bıyıklarımı tıraş ettirdikten sonra tam bir Avrupalı kıyafetine bürünüp değerli arkadaşlarıma veda ederek İngiltere’ye döndüm. Yeni şeklim beni tanıyanları hayrete düşürdü.”
Buradan da anlaşılacağı üzere misyoner ajanlar pek büyük bir titizlikle yetiştirilmekte ve yapacakları vazifeler istikametinde eğitilmektedirler. Mr. John’un çocuk yaşta bir Türk’ün himayesine verilip tamamen bir Osmanlı Türk’ü olarak yetiştirilmesi, Türkçe’yi, Arapça’yı, Kur’an-ı ve bütün İslamî ilimleri inceliklerine varıncaya kadar öğrenmesi, kendisinin hadis, sünnet ve İslam’ın diğer pek çok temel esası üzerinde ihtilaf, fitne çıkartma, şüphe uyandırma ve tefrika yaratma vazifesini mükemmel bir şekilde îfâ edebilmesi içindir.
AJAN HERBERT 'IN FAALİYETLERİ
“Misyon Cemiyeti’nden Herbert’e tevdî edilen vazife Bektaşi Tarikatını öğrenmek olduğundan benim gibi yetiştirildikten yani Sünniliği dört mezhebe ait bilgileri öğrendikten sonra Konya’ya gönderildi. Herbert, İngilizliğe taban tabana zıt olarak güzel sözlü, şen ve kurnazdı. Rind meşrepliği sever, akşamcılığa bayılır, dünyalığa ehemmiyet vermez, kimse aleyhinde ağzını açmaz, her şeye eyvallah diyerek hoş görür bir adam olduğundan tab’an Bektaşî idi. Şiire meraklı olan Herbert Türkçe, Arapça, Farsça bir çok kasideler, mersiyeler, methiyeler ezberine almıştı. Sırası düştükçe onlardan birini okurdu.
Mr. Herbert’in Müslümanca ismi Muhammed Ali idi. Muhamed Ali her akşam kahvehane ve bozahanelere devam etti. Orada rastladığı adamlarla dost oldu. Çünkü Türkiye’deki meyhanelerde insan bir iki kadeh yuvarladıktan sonra önüne gelenle dost olur. Herbert hemen her gece dostlarına ikramda bulundu ve bu yolda pek çok paralar sarf etti. Başlar bir miktar döndükten sonra Herbert bütün maharet ve dirayetini ortaya koyarak hazırûnun can alacak noktalarına temas eden sözleri sarfına başlar ve akabinde bir iki mersiye okurdu. Herbert’in her hali dostlarının sevgisini çeker, kalplerini kazanırdı. Erenlerden biri “Adına kurban olayım Muhammed Ali imanım sen teb’an canlardansın ham ervahlar arasında yerin yoktur. Noksanın nasip almamaklığındır. Haydi pir evine gidelim. O merasimi de yapalım olsun bitsin, dedi. Oradakiler bu teklifi alkışladı. Herbert (yani Muhammed Ali de) “hay hay gidelim, canıma minnettir ehl-i beyte, al-i aba’ya canım feda” dedi. İki üç gün zarfında usulden olan nevalar dizildi, hediyeler hazırlandı. Mangırlar istif edilerek pir evine gidildi. Ayinler icra olundu. Herbert, tarikatı Bektaşiye’ye intisap etti. Sonraları tarikatta halife derecesine kadar çıktı.
Not: Bu zatın Bektaşi tarikatına girebilmek için gösterdiği bu gayret, sarfettiği para, harcadığı emek dikkat çekicidir. Bir ajan-misyoner nasıl yetiştirilir, nasıl gayesine ulaşmak için engel tanımadan gayret eder bu hadise bize apaçık göstermektedir. Zira Bektaşi tarikatını bozmak aslından ve maksadından uzaklaştırmak, adını kirletmek, halk arasındaki itibarını düşürmek, ancak Bektaşiliğin içine sızmak, bu kimselerle beraber olmak ve onları etkilemekle mümkün olabilir.
Mr. Herbert’in yaptığı da budur. Zira başta da ifade ettiğimiz gibi İngiliz ajanları İslam ülkelerinde;
-Renk ayrımını,
-Kabile ihtilaflarını,
-Arazi ihtilaflarını,
-Dinî ihtilafları,
-Kavmiyetçilik akımlarını körükleme hedefini benimsemişlerdir.
Dinî ihtilafları körükleyebilmek için bu yol takip edilmiştir.
İşte böylece misyoner yetiştirilir. Hindistan’da, Çin’de, Bolucistan’da hatta o çetin Afganistan’da, Afrika’da, Amerika, Avustralya’da ve bu kıtaların en ücra köşelerinde adalarda hülasa dünyanın her noktasında bulunmuş bizim gibi yetiştirilmiş ve oralardaki mezhepleri örf ve adetin, akaidin, âlimi ve şahidi olmuş bir çok zâtın bir araya gelmesiyle husule gelmiş cemiyete Misyon Cemiyeti denir. Bu cemiyetin vazifesi Protestanlığı neşr ve ta’mim etmek, gizli görevleri ise İngiliz siyaset ve menfaatinin temini için keşfiyatta ve teşvikiyatta bulunmaktır.
Mustafa Efendi iyi bil ki ne bir insan ne de bir hükümet hal ve şanını tanımadığı bir arazide ahlak ve adetini bilmediği bir halk ve kabile arasında uzun müddet kalamaz. Çünkü tarihen sabittir ki, körü körüne istila edilen yerlerde çok durulmaz. İngiltere elindeki yerleri pek güzel bildiği gibi istila eyleyeceği kıtaları evvelce taktikle öğrenir. Ondan sonra siyasi vasıtalarla işini hazırlar bir gün de ansızın orayı istila eder ve o kıtaya girdiği zaman bir ecnebi evine değil, kendi hanesine giriyormuş gibi girer. Sizin iyi bilmeniz lazım gelir ki Hz. Muhammed de civar kabile ve hükümetleri araştırmadan geri durmamıştır. Misal olarak derim ki keşif için gerek Hudeybiye Müzakeresi’nin devam ettiği 10 gün zarfında gerekse Bedir vakasından evvel Şam’a adamlar göndermiştir. Fakat İngilizler faydalı şeyleri asla unutup, ihmal etmezler ve ayırım yapmaksızın gelip geçen büyük adamların tavsiyelerine uyarlar. İngilizler soğukkanlıdırlar, hareketleri de yavaştır. Kendilerinden gayrisini beğenmezler fakat her işte evvelce uzun uzadıya düşünülmüş bir program dahilinde hareket ederler ama muvaffak olurlar veya olamazlar ona bir şey diyemem. Emin ol ki yüz sene sonra yapılacak bir işin tertibatı bugünden düşünülmüş, hazırlanmıştır. Bu gibi hizmetlerde Misyon Cemiyeti’nin pek çok gayreti mesbuk olur” dedi.
Bundan 100 küsur yıl evvel bir İngiliz ajanı tarafından sarf edilen bu sözler ibret verici bir hakikatin işaretidir. Nitekim o zaman ekilen tohumlar bu gün meyvelerini vermeye başlamıştır. Yapılan uzun vadeli plan ve programlar çerçevesinde Osmanlı yıkılmış ve Ortadoğu fiilen parçalanmıştır. Bu, meselenin siyasi boyutudur. Bizi asıl ilgilendiren ve daha korkunç olanı ise İslam’a ve İslam’ın temel kurallarına karşı girişilen tahribat ve tahrifat hareketidir ki, bu sinsi plan da maalesef hassasiyetle sahneye konmuş ve kısmen de olsa başarılı olmuştur. İslam dünyasında hadisler ve İslam peygamberinin sünneti meşrep ve mezhep müessesesi ve hatta bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi tartışılır, münakaşa edilir duruma gelmiştir. İyi bilinmelidir ki bunlar 100 sene, 200 sene önce İngiliz ajanları tarafından ekilen fitne tohumlarının, İslam aleminde verdiği meyvelerdir. Ve maksat başta Türkler olmak üzere Müslüman halkları inandıkları hak dini tahrif etmek suretiyle İslam’dan uzaklaştırmak ve Hıristiyanlaştırmaktır. Bu yolla ülkelerin millî birlikleri de çözülecek ve buraların İngilizlerce sömürülmesi sağlanacaktır.
Bahriye Kaymakamı Mustafa Bey bu noktada konuşmasına şöyle devam ediyor: “Bu hikayeyi dinlerken içimden İngilizlere o kadar bahriyeli küfürler atıyordum ki hiç birinin yakası açılmamıştı. Biz uykuda iken İngilizler bezlerini dokuyorlar, biz ise uyandığımız zaman o bezlerin pazara çıkarıldığını görüyoruz.
Günün birinde bütün masraflar Mr. John’a ait olmak üzere Londra’ya gittik ve gayet mutantan bir otele nazil olduk. Mr John’un oğlu Ernest de bizimle beraber idi. Bu zeki çocuk yanımdan ayrılmaz ikide bir de “Mustafa Efendi, babam sizi çok seviyor, ne olur Protestan olsan da Allah’ın lutfuna, mükafatına mazhar olsan, dünyada Protestanlık kadar kolay bir din yoktur” derdi. Ben de “Protestanlığın ne olduğunu öğrenmeden nasıl din değiştiririm bir kere tahkik edeyim, öğreneyim. Aklım ererse olurum” derdim...
Mustafa Bey İngiltere’ye gelen Müslümanların bu şekilde kandırılmaya çalışıldığını ifade ediyor ve “İşbu misyonerlerden Mr. Nebit ile Lavve yani Lethause namında iki zat Doik Pot ve Playmouth’a devama başlayıp Protestanlığa teşvik etmek üzere rastgeldikleri ve gözlerine kestirdikleri subay ve erleri arkadaşlığa ve adı geçen yerde ihtiyaçları için satın alacakları eşyayı göstermek ve pazarlığını kolaylaştırmak için vasıta olmaya ve güzel gazinolara götürüp ikram etmeye başladılar. Artık asker kendi aralarında bunların kendilerine olan ikramlarını ve yardımlarını ve fasih Türkçe bildiklerini birbirlerine uzun uzadıya anlatmaya başladılar. Ve adeta askere bir hal geldi ki çarşıya çıktıklarında ihtiyaçlarını elde etmek için bunları köşe bucak behemahal aramaya koyuldular.”
Mustafa Bey misyonerlerin, kazanmak istedikleri kişilerle önce yakın bir dostluk ve arkadaşlık içerisine girdiklerini ve bunun neticesi muhataplarına derin bir İngiliz hayranlığı aşıladıklarını ifade ediyor:
“... Mr. Nebit ile bir akşam evinde muhabbet üzereyken onun İslamî ilimlere olan vukufiyeti ve lisanındaki fesahati ile konuşması merakıma mucip olarak bu kadar kemale seyahat ile mi yoksa tahsil ile mi muvaffak olduklarını sual eyledim. İfadesini de şöyle beyan eyledi. Kendisi Londra’nın Misyoner Cemiyeti’nin Şark dilleri profesörü Mösyö Harlet’in mahdumu olup kendi akaid-i diniyelerini tedris zamanının haricinde buna tekellüme medar olarak cümleler okutup yazdırdıktan sonra, bunlarda görmüş oldukları zeka ve iktidarı cemiyetlerince takdir ederek bunu 13 yaşında çocuk olduğu halde 1834 miladi yılında İstanbul İngiltere sefarethanesine gönderildiler. Burada sefarethaneye devam eden Türk katiplerinin nezareti altında okumak ve Türkçe konuşmayı ilerletmek için ismini Tahsin tesmiye edip, sefarethane kavvaslarından Hüseyin Ağa’ya evlad-ı manevî suretiyle teslim edilerek ve bir hayli talimat verilerek evine gönderdiler. Bu minval üzere Tahsin namındaki küçük misyoneri Hüseyin Ağa’nın Tophane’de Karabaş mahallesindeki evine iki sene kadar gündüzleri sefarethaneye geceleri de Hüseyin Ağa’nın evine devam eder. Ve mahalle çocuklarıyla beraber oyun ve arkadaşlık ile sair çocuklardan fark olunmaz derecede lisanını temizledikten ve okuyup yazmayı tahsil ettikten sonra Hüseyin Ağa vasıtasıyla Fatih dersiamlarından Hopalı Ömer Efendi’ye çömezlik etmek ve kendisi gelip almadıktan sonra eve dahi müsaade olunmaması tenbihat-ı akide ile teslim olunup bunun yeme vs. için dahi aylık beş lira verileceğini adı geçen efendiye söylediği anda, hocanın etekleri tutuşup değil çömezlik hoca çocuğa çömezlik edercesine dört sene ihtimam eder...”
“Adı geçen Tahsin Efendi okuduğu derslerde o derece malumat sahibi olmuştu ki ders halkalarındaki talebe arkadaşları bunun suallerinden aciz kaldıkları gibi hocası Ömer Efendi dahi bunun kemaline ve tahsilatında olan maharetine hayran olurdu. Mumaileyh Tahsin Efendi cami dersine geldikte dersin gayri zamanında bir miktar mesnevi görmek üzere Sultan Selim civarında vâki Mesnevihaneye devam eylemesi için hocasından müsaade istihsal ederek kabul için dahi aracılığını niyaz edip, o dahi bunu götürüp Mesnevihanesindeki Zeki Efendi’ye kabul ettirip derse devam ile değil mesnevi Farisi’nin her bir künhünü ve bazı İran uleması mumaileyh Zeki Efendi’ye gelir, Tahsin Efendi’yle muhasebeye tutuşup ve dinî meselelere olan vukufu hasebiyle bunları pabuçsuz kaçırırmış.
Misyoner Tahsin o derece yetişiyor ki Şeyhülislamlık dahi ona lâyık görülüyor.
Yetişen misyonerler faaliyetlerde bulunmak üzere İslam ülkelerine gönderiliyorlar.
Mustafa Bey misyoner Let Hause yani Hayri Bey hakkında şu bilgileri veriyor: “Bu dahi miladi 1843 yılında İngiliz sefarethanesi Türkçe katiplerinden Ferhat Efendi’ye evlâd-ı manevî suretiyle teslim olunup ismini Hayri tesmiye eylemişler. Bu defa 13-14 yaşlarında olduğu halde Aksaray’daki hanesine götürüp, uzun zaman orada mahalle çocuklarıyla düşe kalka ve mahdumuyla mektebe devam ederek 15 ay bu minval üzere devamdan sonra lisanında ecnebi olduğuna dair asla bir eser kalmayıp İslam çocuklarından ayırt edilemez derecede fesahat-ı lisaniyeye kemaliyle vukufiyet peyda ve istihsal-ı malumat eyledikten sonra, Cerrahpaşa medresesinde on-on beş talebeye ders vermekle meşgul Amasyalı Hafız Kadri Efendi’den geceleri İzhar’dan bir ders almaya mübaşeret ederek bir hayli dersini ilerlettikten sonra münferiden Ayasofya dersiamlarından Hacı Zihni Efendi’nin kûşad etmiş olduğu derse devam etmeye başlamıştır”.
MİSYONER ÖRGÜTLERİN TÜRKİYE OPERASYONLARI
Hıristiyan Misyoner Örgütlerin Türkiye'deki ve Türk Dünyası'ndaki faaliyetleri, son yıllarda ulusal kamuoyumuzu ve Türk medyasını ciddi bir şekilde meşgul etmektedir. Bu durum, uluslararası medya ve uluslararası kamuoyu için de geçerlidir.
Ali Rıza BAYZAN yazısı
Dünya medyası ve kamuoyu, Başkan Bush'un radikal Hıristiyan kimliğine dayalı söylemlerini,1 Cumhuriyetçi Parti'nin Yahudi-Protestan inancına dayalı Kıyamet ve Mesih beklentisi ile örtüşen dış politika çizgisini ve bu bağlamda misyoner örgütlerin uluslararası politikanın bir aktörü hâline getirilmesini garip bir şaşkınlıkla izlemektedir.
Bu bağlamda bizde de hararetli tartışmalar yapılmaktadır. Kimi uzmanlara göre dinsel faktörlerin Amerika dış politikası üzerinde pek bir etkisi yoktu. Kimilerine göre misyonerlik faaliyetleri fazlasıyla abartılıyordu; şimdiye dek kaç kişi Hıristiyanlaştırılmıştı ki? Üstelik Müslümanların kendi dinlerini anlatma hakkı olduğuna göre misyonerlerin de Hıristiyanlığı anlatma hakkı olması gerekmez miydi?
Tartışmalarda pek çok gariplik de vardı. Örneğin, misyonerlik faaliyetlerini eleştirenler, daha Hıristiyan kaynaklara göre "misyonerin" kim olduğunu ve "misyonerliğin" ne olduğunu bilmiyordu. Örneğin, misyoner örgütlerin başarısını sadece "yeni kiliselere devam eden kişi sayısına dair istatistiklerle" ölçmeye kalkıyordu; "İsimsiz Hıristiyan: Unnamed Christian", "Görünmeyen Kilise: Invisible Church", "İnkültürasyon: Hıristiyan Kültürünü Aşılama" gibi kavramları bilmiyorlardı. Kimi silâhlı eylemlerin "Kurtuluş Teolojisi" adıyla bir inanç hâline getirilip meşrulaştırıldığını rüyalarında bile görmemişlerdi. Yine örneğin Başkan Bush'un ve Cumhuriyetçi Parti'nin fanatik dinci kimliği hakkında kulaktan dolma bilgileri bile yoktu.
Gerçekte karşımızda, bireysel olarak inancını başkalarıyla paylaşmak isteyen kendi hâlinde Hıristiyanlar yok. Birey olarak misyonerlerle değil, örgüt olarak misyoner kurumlarla karşı karşıyayız. Bütün bunların ötesinde misyoner örgütler, misyonerliğin yanı sıra politik, ekonomik, ekolojik, sosyal ve kültürel alanlarda da stratejik ve sistematik faaliyetler yapmaktadırlar. Üstelik küresel devler, misyoner örgütlerin faaliyetlerine her türlü lojistik desteği vermektedir. Bu kitapta bunları belgeleriyle birlikte sergiliyoruz.
Bu misyoner örgütlerin birçoğu, pek çok devletten daha uzun bir tarihe sahiptir. Ekonomik kaynakları ve uluslararası ilişkilerdeki etkileri itibariyle de misyoner örgütler, orta ölçekli devletlerle yarışacak çaptadır.
Misyoner örgütler, Cumhuriyet Türkiyesi'ne beş dalga halinde gelmiştir.
* Birinci dalga, II. Dünya Savaşı sonrası CHP/İnönü iktidarı döneminde 1948'de Amerika'nın Marshall yardımlarıyla başlayan süreç.
* İkinci dalga, 12 Eylül sonrası Özal dönemindeki dışa açılım süreciyle: Osmanlı döneminden 1980li yıllara kadar Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçtiği bilenen kimseler parmakla sayılacak kadar az idiyse de, bu tarihten sonra yerden mantar biter gibi Türkiye'nin dört bir tarafında Protestan kiliseler açılmaya başlamıştır.
* Üçüncü dalga, 1999 depremiyle: Depremzedelere yardım ettiği için kimse sorgulanamaz elbette, ancak yardımların bir din değiştirme aracı olarak kullanılması hiç kuşkusuz insan haklarına da aykırıdır. Üstelik Dünya Kiliseler Birliği ile Dünya Müslüman Kongresi'nin ortaklaşa düzenledikleri diyalog toplantısında insani yardımın din değiştirme aracı olarak kullanılmaması kararı alınmıştı. Ancak bu karardan üç gün sonra bir araya gelen Hıristiyan delegeler alınan karardan dönmüşlerdir.
* Dördüncü dalga 2000-2001'de inanç turizmi ve üçüncü bin yıl (milenyum) kutlamalarıyla,
* Beşinci dalga ise, AB uyum yasalarının lojistik desteğiyle başlamıştır.
2004'ün yaz ayı beşinci dalganın dönüm noktası olacaktır. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, yaz ayları binlerce gönüllü misyonerlerin devreye girdiği mevsim olmaktadır. İkincisi, AB Uyum Yasaları ile Türkiye'de kilise kurmak da serbestleştirmiştir.6 Ancak Avrupa Birliği 2003 İlerleme Raporu'nda bu durumu yetersiz bulmaktadır. Rapordaki bu ifadeler Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye misyoner örgütler konusunda giderek daha fazla baskı yapacağının göstergesidir. Misyoner Örgütler AB rüzgârıyle yelkenlerini şişirerek yeni oluşan fırsatları değerlendirmek isteyeceklerdir.
Avrupa Birliği, misyoner örgütlerle ilgili konulara İlerleme Raporları'nda somut ve özel olarak yer vermektedir. Bunun son örneği 2003 İlerleme Raporu'nda Diyarbakır Kilisesi'nin durumudur. 2003 İlerleme Raporu'ndan okuyalım:
Konuya hakkındaki literatüre dair
Misyoner Örgütlerin güncel faaliyetlerini konu alan kitap çalışması birkaç istisna dışında yok denecek kadar azdır. Bu konudaki kitap çalışmalarının hemen hepsi misyoner örgütlerin tarihte yapmış olduğu faaliyetleri konu almaktadır. Tarihsel çalışmaların bir kısmında güncel konulara değini varsa da bunlar oldukça yüzeysel bilgilerdir. Ağırlığı teolojik tartışmalara veren çalışmalar, konumuza ışık tutmadığı için pek işe yaramamaktadır. Dinler Tarihi bağlamında yapılan çalışmalar teorik ağırlıklı olduğu için konumuz açısından işlevsel değildir.
Biz güncel gelişmeleri ele alırken gazeteciliğin gereği olarak "5N+1K" sorularına cevap aradık. Nedir "5N+1K"? "Ne? Nerede? Ne zaman? Nasıl? Neden? Kim?"
Biz konuyla gazeteciliğin ötesinde "araştırmacı" olarak da ilgileniyoruz; bu bakımdan akademik gelenekleri gözeten bir çalışma yaptık. Araştırmacı kimliğimiz, itfaiyeci ile yangın arasında tarafsız kalmamızı gerektirmedi elbette. Ancak bilgiye ve belgeye dayalı olmayan hiçbir iddiada bulunmadık. Bu alanda yapılan çalışmaların % 90'ından farklı olarak konuyla ilgili bilgi ve belgeleri özellikle ve öncelikle misyoner örgütlerin kendi kaynaklarından ortaya koyduk.
* Ali Rıza Bayzan, Küresel Vaftiz,İstanbul-2004, IQ yayınları. Web:www.bayzan.net
1 Örneğin bkz., L. H. Lapham, "Ahir Zaman Peygamberi Bush'a" Nur Yağıyor, 15 Temmuz-15 Eylül 2003 tarihli Le Monde Diplomatique Türkiye, s. 30 vd.
2 Dr. Ali İsra Güngör, "Kilise'nin Yeni Misyon Anlayışında İnkültürasyon'un Yeri", AÜİFD Cilt: XLIII (2002), Sayı 1, s. 171-185; A. Roest Crollius, İnkültürasyon, Dini Araştırmalar Dergisi, C. 1, S. 1, s. 93-105, Ank.-1998.
3 Bu konuda bkz., Mim Kemal Öke, Din-Ordu Gerilimi, İst.-2002, Alfa Yay. Michael Löwy, Marksizm ve Din / Kurtuluş Teolojisi Meydan Okuyor, çev., İrfan Cüre, İst-1996, Belge yay.
4 Bu bağlamda iki örnek özellikle anılmaya değer diye düşünüyoruz. Ünlü şair Tevfik Fikret'in bir "amentüsü" vardı ve bunu biricik oğlu Haluk'a adamıştı. Bir bakıma Halûk, inandıkları ile yeni kuşağın öncüsü olacaktı. Ancak Haluk Amerika'da Katolik bir papaz olmayı tercih etmişti. Abdülhamid'i hedef alan Ermeni teröristine "Ey şanlı avcı" diye övgü dolu bir şiir yazan Tevfik Fikret, oğlu Haluk'un papaz oluşuna da hiç ses çıkarmamıştı. Çok daha dramatik olan ise "Mecelle"yi hazırlayan heyetin başkanı olan ünlü düşünür ve bilgin Ahmet Cevdet Paşa'nın torunu olan Fatma Aliyye'nin 70'li yıllarda Avrupa'da, Tevfik Fikret'in Haluk'una özenircesine, "rahîbe" olmasıdır.
5 Mahmut Aydın, Monologdan Diyaloğa, Ank.-2001, Ankara Okulu yay. s. 232 vd.
6 6. uyum paketinin 9. maddesi
7 Devlet Planlama Teşkilâtı, Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü Türkiye'nin Avrupa Birliğine Katılım Sürecine İlişkin 2003 Yılı İlerleme Raporu, Ankara Aralık 2003.
Türk Dünyası Tarih Dergisi'nin Temmuz 2004 tarihli 211. sayısında yayımlanan (s. 20-21) makalemiz. Bkz., www.turan.org
Ali Rıza BAYZAn yazısı
Kaynak : http://www.bayzan.net/article_view.php?id=319

'MİSYONERLERİN AMACI TÜRKLERİ HRİSTİYANLAŞTIRMAK DEĞİL, TÜRKİYE'Yİ BÖLMEKTİR'
Oksidantalist (Batı Bilimcisi) Araştırmacı Aytunç ALTINDAL ile http://www.2023.gen.tr/ sitesince yapılan söyleşiden alıntı.
2023-Hıristiyanlık ve gizli cemiyetler ile ilgili araştırmalarınızın nereden kaynaklandığını anlatır mısınız? Bu çerçevede oryantalist bakış açısına karşı oksidantalist bakış açısının neden gerekli olduğundan ve oryantalist düşünce biçiminin Doğu'yu tanımlamaktaki yanlışlarından bahseder misiniz?
A.Altındal- Sözkonusu konularla ilgilenmem çok eskilere gider. Ben 1964-65 yılında ilk kez bir gazetede yazmaya başladım. Aynı yıllarda Türkiye'deki "Barış Gönüllüleri" adlı Amerikan misyonerleriyle de kavga ediyorduk gençler olarak. O yıllarda rahmetli Doğan Avcıoğlu ağabeyin yayınladığı Yön dergisi bu misyonerlik faaliyetlerine ve Masonlar'a karşı yayınlar yapmaktaydı. Ben de bu konuları araştırmaya ve yazmaya başladım. Kısaca böyle. Sorunuzun ikinci kısmı çok önemli. Dünya'da "oksidantoloji" diye bir dal yok. Oryantalizm var, ama bunun karşıtı olan "Garbiyatçılık" yok. 1992'de Türkiye'ye döndüğümde uzun yıllardır oryantalizme karşı mücâdele edilmesi gerektiğini düşünüyordum. Oksidantoloji kavramını Başbakanlık'ta müşavir olarak görev yapan usta bir bürokratik arkadaş buldu. Bunu bir disiplin hâline getirmek istemiştik, ama YÖK tarafından AB standartlarına uymadığı gerekçesiyle engellendi. Sözü uzatmadan kısaca belirteyim ki Edward Said, oryantalizmi eleştirmeye başlamadan çok önce, 1960'larda Doğan Avcıoğlu'nun ve Niyazi Berkes'in yazılarında oryantalist bakış açısı deşifre edilmişti. Yâni oryantalizmin ne olup olmadığını bizler Said'ten öğrenmedik. Bu sözleri şimdi rahmete kavuşmuş olan bazı aydınlarımızı anmak ve haklarını teslim etmek için tarihe kayıt olsun diye söylüyorum.
2023- Türkiye'nin son günlerde muhatap olduğu "Misyonerlik" faaliyetleri hakkında söylenenler abartılı mı, yoksa gerçekten bir plân dahilinde ülkemiz Hıristiyanlaştırılmaya mı çalışılıyor?
A.Altındal- Bakın örnek olsun diye anlatayım. Fener Patriği'nin "Ekümenik" olamayacağını ilk kez dile getiren Prof. Niyazi Berkes 'ti. Biz ondan öğrendik. Berkes Hoca ilk kez 1965'te bunu yazmıştı. Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenenlerin hiçbiri abartılı değildir. Tam tersine az bile söyleniyor. Ülkemiz Hıristiyanlaştırılmaya mı çalışılıyor? Hem evet, hem hayır! Evet çünkü bazı safdil ve menfaatperest kişiler para veya vaad karşılığında dinlerini satıyorlar. Yaklaşık 10.000 kadar kişi bu yollara girmişler. Hem hayır, çünkü misyonerlik faaliyetlerinin gerçek amacı Türkler'i Hıristiyanlaştırmak değil, Türkiye'yi bölmektir. Misyonerlik faaliyetleri özünde bir yabancılaştırma projesidir, dinsel değil siyasîdir

SİZ HIRİSTİYANLARIN TAŞERONU OLMAMALISINIZ
Biz, Hıristiyanların böyle yaptıklarını söylerken Hıristiyanların hiç sesi çıkmadığı halde, ne garip ki onların müdafaalarını Müslüman cenahtan bazıları yapıyor. Bu bazıları istatistik yapmış gibi şöyle konuşuyorlar: “Söylenenler yalan. Türkiye’de o kadar kilise açılmadı. Söylendiği kadar misyonerlik faaliyeti yok. Hıristiyan olan da o kadar değil...”
İslâm’da tebliğ, Hıristiyanlıkta ise misyonerlik var. Tebliğ, İslâm dinini başkalarına ulaştırmak ve anlatmak, misyonerlik ise Hıristiyanlığı yaymaya çalışmak...
Denilebilir ki; İslâmî tebliğ nasıl normalse Hıristiyanların kendi dinlerini yaymak için misyonerlik yapmaları da normaldir. Varsın yapsınlar. İnsanlar ikisine de bakar, isteyen Müslüman olur, isteyen Hıristiyan. Dinimize güvendikten sonra misyonerlikten niye gocunuyoruz ki?
Kur’an’ın 12 yaşından küçüklere yasak olduğu bir yerde bu sözlerin doğruluğu düşünülmez. Ayrıca, dinde dürüstlük esastır. Benim dinimi kabul edersen sana şunlar şunlar var diye, fakirler para-pul ile, işsizler iş vadiyle, işi olanlar yükselmek vaadiyle kandırılmamalıdır.
Dünyada, en çok İslâm dinine geçiş var. Ama hiçbir Müslüman, hiçbir kimseyi kandırarak İslâm’a çekmiyor. Misyonerler öyle mi ya! Nerede bir harp, deprem, sel felâketi, açlık-yoksulluk varsa, misyonerler orada bitiveriyorlar. İnsanların aciz ve zayıf hallerinden istifade ederek, içine dolarlar koydukları İncillerle kandırarak onları Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar.
Kazakistanlı bir genç, canlı bir şahit... “Camiye gidiyorum, kimse bana para vermiyor. Ama Hıristiyanlar altın veriyorlar. Ben de Hıristiyan oldum” diyor.
Bu tek bir misal. Bunun binlercesi, Türkiye’de devamlı yaşanıyor. İşsizliğin had safhaya ulaştığı Türkiye’de, işsiz-güçsüz binlerce Müslüman bu şekilde kandırılmaya çalışılıyor.
Demek ki; “Kardeşim, biz nasıl dinimizi anlatıyorsak onlar da varsın anlatsın” demenin âlemi yok. Böyle diyenler, meselâ Kemal Alemdaroğlu’nun yardımcısı Prof. Nur Serter’in, bir TV kanalındaki konuşmasında “tebliğ yapıyorlar” diye Müslümanları suçladığını ve buna kimsenin karşı çıkmadığını biliyorlar mı?
Soruyorum: Aynı suçlama misyonerlere yapılabiliyor mu?
Demek ki, iki cihetten eşit değiliz...
1) Misyonerliğe yol açık; tebliğe kapalı.
2) Misyonerler dürüst davranmıyor, parayla din satıyorlar.
Onların vazifesi o da, ben bir şeye üzülüyorum, değerli okuyucular.
Biz, Hıristiyanların böyle yaptıklarını söylerken Hıristiyanların hiç sesi çıkmadığı halde, ne garip ki onların müdafaalarını Müslüman cenahtan bazıları yapıyor. Bu bazıları istatistik yapmış gibi şöyle konuşuyorlar: “Söylenenler yalan. Türkiye’de o kadar kilise açılmadı. Söylendiği kadar misyonerlik faaliyeti yok. Hıristiyan olan da o kadar değil...”
Halbuki, sırf Adapazarı Müftüsü’nün açıklamaları bile yeter. Misyonerler depremi bahane ederek o havaliyi üs edindiler. Bu haberler gazetelerde çarşaf çarşaf yer aldı. Diyanet, misyonerlik faaliyetlerine karşı bütün Türkiye’de faaliyete geçiyor. Meclis’te, hem iktidar hem muhalefet milletvekilleri, “Misyonerlik faaliyetleri çok arttı. Bu, Türkiye’nin aleyhinedir. Ne tedbir alıyorsunuz?” diye ardı ardına soru önergeleri veriyorlar.
Bütün bunları yok sayarak, “Yok kardeşim öyle bir şey” demenin arkasındaki niyet ne? Bu zatlar, “Kim Hıristiyan olmuş? Hani nerede kilise açılmış? Bize adres verin” diyorlar. Onlara iki şekilde cevap vermeli:
1) Açılan kiliselerin adreslerini vatandaşlar değil devlet bilir. Eğer gayeniz inkâr değil de öğrenmekse, bunu vatandaşa değil, resmî yerlere sorsanız ya.
2) Bu hususta suçlananlar Hıristiyanlardır, size ne oluyor? “Türk gençlerini, İncillerin içine dolar koyarak kandırmıyoruz” diyecekse misyonerler desin. Niçin onların müdafaasını siz yapıyorsunuz? Derdi size mi düştü? Siz Hıristiyanların ücretsiz dava vekili misiniz? Diyaloğun tarifi bu mu?
Bugünlerde "Sözde Ermeni Soykırımı" yine gündemin başına oturdu. İlginçtir
tartışmalarda her nedense sözde soykırım iddialarının tarihsel aktörleri
üzerinde pek durulmamaktadır.
Sözde soykırım ilk önce Osmanlı topraklarını okullarıyla, hastaneleriyle,
kiliseleriyle... bir ağ gibi ören ve adeta birer ajan gibi çalışan Hıristiyan
propagandacılar (misyonerler) tarafından ortaya atılmıştır.Aslında
misyonerlerden başka bir davranış beklemek de haksızlık olurdu herhalde.
Çünkü "Kuruluşlarından itibaren gerek Katolik, gerekse Protestan
Hıristiyanlık'ta misyonerlik teşkilatları hiç bir dönemde sadece dini amaçlı
müesseseler olmamıştır. Misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan veya dolaylı
tesirleri her zaman dinin kapsama alanının dışına taşmış; siyasi, cografi,
toplumsal ekonomik, külürel bakımlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri
ülkelerin ise aleyhine sonuçlar doğurmuştur."
(Yrd.Doc.Dr.Omer TURAN, AVRASYA COGRAFYASI'NDA MISYONERLIK FAALIYETLERI,
Avrasya Etüdleri Dergisi'nin Kış/1999 sayısı )
Bu durum özellikle sömürgecilik döneminde çok daha belirgin bir hal almıştır.
Samiha Ayverdi hanımefendinin işaret ettiği gibi: "... Hıristiyan mabedi, ...
bir yandan da organize ve çok zengin bir kilise meydana getirmiş ve bu kiliseyi
sağlama bağlamak, böylece de mensup olduğu memleketin himayesini kazanmak için
onu devlet siyasetinin emrine açık bırakmıştır. (Samiha Ayverdi, Misyonerlik
Karşısında Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, s.XII.)
Böylece misyonerlik, emperyalizmin mızrak ucu olmuştur.
İhtiyar bir Afrikalının bir İngiliz misyonerine söylediği şu söz bu gerçeği çok
trajik bir biçimde dile getirmektedir: " Siz buraya ilk geldiğiniz zaman bizim
toprağımız, sizin de mukaddes kitabınız vardı. Şimdi bizim mukaddes kitabımız,
sizin de toprağınız var..."( Prof Dr Erol Güngör, Türkiye'de Misyoner
Faaliyetleri, İst.-1999, 2. bası, Ötüken yay.)
Bizdeki durum bundan farklı değildir; Atilla İlhan'ın isabetli teşhisile ifade
edersek: 'Misyoner', Batı' dan, bir 'emperyalist' icâdıdır: 'Mazlum Halkları'
tutsak etmek için 'dini kullanır'; Osmanlı'nın en yaygın fütuhât döneminde bile,
'misyoneri' yoktur.
Emperyalizm'in üzerine oturduğu sacayağının, bir ayağı para (kapitalizm), bir
ayağı silâh (militarizm), bir ayağı Hıristiyan 'misyonu'dur, yâni din! Bilmem
hâlâ yazıyor mu? 'Erken' Cumhuriyet döneminin ortaokul tarih kitaplarında, Batı'
lıların bütün 'fesat' hareketlerini, kiliselerde örgütlediği anlatılırdı: Batı'
nın Osmanlı' dan 'ürettiği', bütün ajan/devletler; Sırp, Rum, Bulgar vb.
kiliselerden türetilmiştir. (Bkz., http://www.prizma.net.tr/AILHAN,
http://www.eda.tr/-bilgiyay/yazar/ailhan.htlm,
http://www.bilgiyayinevi.com.tr/ailhan)
artışmalarda her nedense sözde soykırım iddialarının tarihsel aktörleri
üzerinde pek durulmamaktadır.
Sözde soykırım ilk önce Osmanlı topraklarını okullarıyla, hastaneleriyle,
kiliseleriyle... bir ağ gibi ören ve adeta birer ajan gibi çalışan Hıristiyan
propagandacılar (misyonerler) tarafından ortaya atılmıştır.Aslında
misyonerlerden başka bir davranış beklemek de haksızlık olurdu herhalde.
Çünkü "Kuruluşlarından itibaren gerek Katolik, gerekse Protestan
Hıristiyanlık'ta misyonerlik teşkilatları hiç bir dönemde sadece dini amaçlı
müesseseler olmamıştır. Misyonerlik faaliyetlerinin doğrudan veya dolaylı
tesirleri her zaman dinin kapsama alanının dışına taşmış; siyasi, cografi,
toplumsal ekonomik, külürel bakımlardan geldikleri ülkelerin lehine, gittikleri
ülkelerin ise aleyhine sonuçlar doğurmuştur."
(Yrd.Doc.Dr.Omer TURAN, AVRASYA COGRAFYASI'NDA MISYONERLIK FAALIYETLERI,
Avrasya Etüdleri Dergisi'nin Kış/1999 sayısı )
Bu durum özellikle sömürgecilik döneminde çok daha belirgin bir ha...
bir yandan da organize ve çok zengin bir kil, http://www.prizma.net.tr/AILHAN,
http://www.eda.tr/-bilgiyay/yazar/ailhan.htlm,
http://www.bilgiyayinevi.com.tr/ailhan)
Hıristiyan propagandacılar (misyonerler) açısından 19. yüzyıl Türkiye'si bir
"İncil Ülkesi Hıristiyan propagandacılar (misyonerler) açısından 19. yüzyıl Türkiye'si bir
"İncil Ülkesi"dir (Bible Land). Hıristiyanlar için çok önemli pek çok merkez
Anadolu'dadır. Misyonerler kendi ifadeleriyle "Bu mukaddes ve vaad edilmiş
topraklar, silahsız bir haçlı seferiyle geri alınacaktır". Bunun yanısıra, 19.
yüzyıl itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi olan İstanbul ve Anadolu,
Balkanlar'dan Orta Asya'ya, Orta Doğu'dan Kafkaslar'a kadar uzanan geniş bir
cografyanın tabii merkezi olarak olağanüsütü jeo-stratejik bir önemi vardır. Bir
Amerikan misyonerinin 1880 yılındaki raporunda ifade ettiği gibi "Misyonerlik
faaliyetleri açısından Türkiye,Asya'nın anahtarıdır"( TURAN, adı geçen makale)
Bu durum bugün için de geçerlidir. Bunun sebebi açıktır; ünlü oksidantalistimiz
Altındal'ın Yeni Mesaj Gazetesi'ndeki söyleşisinde de vurguladığı gibi: "
Bakınız, Türkiye’yi çiğnemeden, Türkiye’yi kazanmadan hiçbir yere geçemezsiniz.
Türkiye’yi kazanmadan İslam alemini de çökertemezsiniz. İslamiyeti ve İslam
alemini çökertmek istiyorsanız mutlaka Türkiye’yi nötralize etmeniz gerekir.
Hıristiyan yapamadığınızı kabul edin ki yapmaları çok zordur, ama pasifize
etmek, nötralize etmek mümkündür. Bugün oldğu gibi müslümanlar oturdukları
yerden “Allah Allah, neler oluyor?” diye bakmaya başlarlarsa işte o zaman
pasifize olmuş demektir."
Ancak ne yazık ki Osmanlı'da ne devlet yetkilileri ne de bilgiler bu konuda
yeterince ayık ve uyanık olamamışlardır. Nitekim Milli şairimiz Mehmet Akif bu
konuda serzenişte bulunur:
"Misyonerler gece gündüz çalışırken, acaba, oturup vahy-i ilâhi mi bekler
ulemâ."
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra Lozan'dan geriye dönüş başlatılmıştır. Bu dönüş devam etmektedir. Bu itibarla Mustafa Kemal tipini benimseyen Türk aydınları şuurlu olmak zorundadır. Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye, Lozan'dan taviz verilmemelidir."
Bilindiği üzere, Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu, Kuzey Afrika Roma İmparatorluğu'nun sınırları içinde idi. Roma İmparatorluğu M. S. 375'te Batı Roma ve Doğu Roma olmak üzere ikiye ayrıldı. Batı Roma 474'te yıkıldı. Avrupa kendisini Batı Roma'nın varisi kabul ederek, Batı Roma'nın topraklarına sahip çıktı. Daha sonraki asırlarda Avrupa Doğu Roma topraklarına da sahip çıkarak, Büyük Roma İmparatorluğu'nu canlandırmak istemiştir. Ancak bu konuda Hıristiyan dünyası ikiye ayrıldı. Batı Avrupa, özellikle Kutsal Roma Germen İmparatorluğu kendini Roma'nın tek varisi saydı ve Bizans'a sahip çıkmaya çalıştı. Fakat Ortodoks Rusya, buna karşı çıktı. Zira, Ortodoks Rusya, kendisini Ortodoks Bizans'ın yani Doğu Roma'nın tabii varisi görerek, üçüncü Roma'yı kurmaya kalkıştı.
Hıristiyan dünyası içindeki bu veraset ve mezhep (Katolik-Ortodoks) rekabeti ve kavgası sürerken, Osmanlı Türkleri Fatih Sultan Mehmet zamanında yani 1453'te İstanbul'un fethiyle fiilen ve hukuken Doğu Roma'nın mirasına kondu ve Büyük Roma İmparatorluğu'nun mirasçıları arasına girdi. Hatta, Fatih Sultan Mehmet Batı Roma'nın başşehri Roma'yı fethederek, Vatikan'daki Saint-Pierre kilisesinin tepesine hilali takmayı hedefi (Kızıl Elma) haline getirdi. İşte, Şark Meselesi'nin kökeni Hıristiyan-İslam kavgasının esası, Osmanlı-Avrupa rekabetinin sebebi Roma İmparatorluğu'nun varisinin kim olacağı idi. Başka bir deyişle Roma İmparatorluğu'nu varisi Katolikler mi, Ortodokslar mı, Müslüman Türkler mi olacaktı?
Osmanlı Devleti Anadolu'ya, Ortadoğu'ya, Kudüs'e, Balkanlar'a, Kuzey Afrika'ya sahip olmakla Roma İmparatorluğu'nun topraklarının büyük bir kısmını sınırlarına dahil etmiş ve Roma'nın en büyük varisi durumuna gelmişti. Osmanlı'nın bu yükselişi ve iddiası Hıristiyan dünyasını (Katolik-Ortodoksları) hem endişeye, hem de Osmanlı'ya karşı birleşmeye (Haçlı zihniyetine) sevk etmiştir. Neticede, Osmanlıya karşı bu kutsal ittifak kurulmuştur. Hedef, Doğu Roma topraklarını Osmanlılardan geri almaktı. Bu ittifak, 1683'te Osmanlıyı Viyana'da durdurdu. Bu tarihten sonra,William Penn adlı bir Avrupalı Osmanlıların Hıristiyanlığı kabul etmesi şartıyla Avrupalı devletler arasına (Avrupa Birliğine…!) alınabileceğini söylemiştir. Elbetteki bu durumun gerçekleşmesi, dünya gücü olan Osmanlı için imkansızdı. Bunun üzerine Kutsal Roma Germen İmparatorluğu (Viyana) ile III. Roma'yı kurmaya çalışan Rusya, Osmanlı'yı yıkmak üzere saldırılarına devam ettiler. Bu saldırıya, XIX. Yüzyıldan itibaren İngiltere ve Fransa da Hıristiyanlık gayreti ve ekonomik sebepler yüzünden iştirak etti. 1890'dan sonra Almanya da farklı bir şekilde bu kafileye katıldı.
Sevr Antlaşması
Balkanlar, Kuzey Afrika Osmanlı'nın elinden alındı. I. Dünya Harbi sonunda ise, Osmanlı'nın mağlup olması üzerine Ortadoğu (Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan, Filistin, Arabistan) işgal edildi. Anadolu toprakları Sevr Antlaşması'yla aralarında taksim olundu. Buna göre; Trakya ve Ege bölgesi Yunanistan'a verilecekti, Doğu Anadolu'da Kürdistan ve Ermenistan devletleri kurulacaktı, Adana-Maraş-Antep bölgesi Fransa'nın, Antalya ve havalisi İtalya'nın sömürgesi olacaktı; İstanbul beynelmilel bir şehir haline getirilecekti; Ordumuz, donanmamız olmayacaktı; Osmanlı Devleti yabancıların denetimin de bulunacaktı; maliyemiz, adliyemiz, eğitimimiz, bayındırlık işleri kontrol altında olacaktı; Türk milleti Anadolu'da küçük bir etnik grup haline getirilerek, köle yapılacaktı; İtilaf Devletleri efendilerimiz olacaktı; azınlıklara imtiyazlar ve özerklik hakları verilecekti.
Kısaca, eski Osmanlı Türk tipi 1839'da ölmüştü. 1876'da Genç Osmanlılar ölmüştü, 1918'de Genç Türkler öldürülmüştür. Sevr ile Türk milleti öldürülmek ve Tür vatanı parçalanmak, Türk Devleti ise yok edilmek istenmiştir. Böylece Anadolu'da Türklük ve İslamlık yok edilecekti.
Türklere, bu şartları reva gören Sevr Antlaşmasını Rumlar, Ermeniler, İtilaf devletleri, ABD, maalesef Vahdettin, Damat Ferit, Amerikan Mandacıları, İngiliz Muhipleri gibi cemiyetler ve hilafetçiler kabul etmişlerdi.
Milli Mücadele
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla eski Osmanlılar'dan, Genç Osmanlılar'dan ve Genç Türkler'den farklı tarihi ve milli şuura sahip yeni Türk tipi ortaya çıktı. Bu yeni Türk tipini Mustafa Kemal ve arkadaşları temsil ediyordu. Bu Türk tipi ne Osmanlı İmparatorluğu'nu, ne saltanatı, ne hilafeti, ne Arapları kurtarmayı düşünüyordu. Tek düşünceleri Türk milletinin istiklalini, hürriyetini, vatanını, şeref ve namusunu kurtarmaktı. Bunun için "Kuvva-yı Milliye'yi" (Milli kuvvetleri) amil, İrade-i Milliye'yi hakim hale getirmekle işe başladılar. Milli ordunun kurulmasıyla milli kuvvetler, Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla da milli irade somut hale getirilerek, mücadeleye başladılar. 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması'nın imza edilmesiyle Anadolu halkı yeni Türk tipini temsil eden Mustafa Kemal etrafında daha fazla ve şevkle toplanmaya başladı. Sevr'i red edenler milli mücadeleye katılarak destek verirken, Sevr'i kabul edenler Milli Mücadeleye karşı gelmek şöyle dursun, İtilaf Devletleriyle işbirliği yaptılar. Bütün bunlara rağmen Milli Mücadele kazanıldı. Bu mücadelenin bedeli çok ağır oldu, ama mükafatı Türk milletini istiklali olması, bu ağır ve acı bedeli unutturmuştur.
Lozan Barış Antlaşması
Misak-ı Milli ile millilik ve meşruluk zemininde fiilen verilen ve kazanılan mücadelenin ve zaferin siyasi ve hukuki anlamda taçlandırılması Lozan'da yapılan barış antlaşmasıyla olmuştur. Zaten istiklal için lazım olan millet istiklalini eline almıştı; Misak-ı Milli ile vatanın sınırları çizilmişti. 23 Nisan 1920'de BMM'nin açılması ve Ankara hükümetinin teşkili ile de siyasi anlamda devlet kurulmuştur. Geriye milletin istiklali, vatanın bütünlüğü ve devletin varlığının devletler hukukuna göre, devletler arası bir antlaşma ile teyid edilmesi kalıyordu. İşte Lozan'a bunun için gidilmiş ve hukuken Türk devletinin, vatanının ve milletinin istiklalinin tanınması temin edilmiştir.
Lozan'da istenilen ve arzu edilen belki elde edilememiştir. Ancak gerekli olan ve mümkün olan hususlar gerçekleştirilmiştir. Bu anlamda Lozan zaferdir. Zira, Lozan'la Sevr Antlaşması tarihe gömülmüş ve ortaya yeni, milli ve üniter bir Türk devleti ortaya çıkmıştır. Her ne kadar yeni Türk devletinin sınırları dahilinde %15-20 civarında çeşitli etnik gruplar var idiyse de, bu durum Türk devletinin milli ve üniter olmasını engellememiştir. Zira, nüfusun %75-80 Türk soyundandı. Mustafa Kemal Misak-ı Milli sınırlarını çizerken, özellikle bu hususa fevkalade dikkat etmiştir.
Lozan Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır, fakat Osmanlı için bir sonuçtur. Türk alemi için bir umut olmuştur. Sömürge ülkeleri için de ilham kaynağı olmuştur.
Sonuç
Lozan Antlaşması Şark Meselesini ve Hıristiyan dünyasının Roma İmparatorluğu'nu ihya projesini, 1923'te Edirne'de ve Ege kıyılarında durdurmuştur. Anadolu'da Ermeni ve Kürdistan devletlerini kurulmasını engellemiştir. Sevr'in hükümlerini ortadan kaldırmıştır. Yeni milli bir Türk devletini ortaya çıkarmıştır.
Lozan'dan memnun olmayanlar o günde vardı, bugünde vardır. Bunların başında Ermeniler, PKK-Kadek gibi bölücü örgütler, Lozan Antlaşmasını hala onaylamamış olan ABD, ikinci cumhuriyetçiler, milli hassasiyetti körelmiş cumhuriyet ve milli devlet düşmanları ve Milli Mücadeleyi arkadan vuran hilafetçiler gelmektedir. Bu tür zihniyete sahip olanlar şunu bilmelidir ki, Lozan için Türk milleti ağır bir bedel ödedi. Bedelsiz Sevr'i geri getirmeleri mümkün değildir. Türk milletinin ödediği bedelin fiatını Yunanistan'dan ve Şeyh Sait gibi düşünenlerden öğrenebilirler.
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra Lozan'dan geriye dönüş başlatılmıştır. Bu dönüş devam etmektedir. Bu itibarla Mustafa Kemal tipini benimseyen Türk aydınları şuurlu olmak zorundadır. Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye, Lozan'dan taviz verilmemelidir. Türkiye'de yeni azınlıklar, etnik gruplar yaratılmamalıdır. Özerklik anlamına gelen ve milli-üniter devlet anlayışına ters gelen imtiyazlar-tavizler verilmemelidir. Bütün bunlar Mustafa Kemal'in yırtıp attığı Sevr'e mevcuttu, ama Lozan Antlaşması'nda yer almamıştır.
Lozan Antlaşması Avrupa Birliği'ne girişi değil, Avrupa'ya teslimiyeti ve Türkiye'nin parçalanmasını engellediği düşünülmelidir. Lozan Kuvva-yı Milliye'nin ve İrade-i Milliye'nin ürünü olduğu için geçerliliğini hala konuyor ve korumalıdır da. Kopenhag kriterleri Lozan kriterlerinin önüne geçirilmemelidir.
Bizim tarihçi olarak görevimiz bu tespitleri yapmaktır. Siyaset bilimcilerine ve siyasilere bu tespitleri yorumlayarak, tedbir almaları düşüyor.
Ruhban Okulu neden açılmamalı?
Heybeli Ada Ruhban Okulu 1971'de "Özel Yüksek Okulların Kapatılması" hakkındaki kanun yürürlüğe girince, Milli Eğitim Bakanlığı'nca kapatıldı. 1884'te Patrikhane'ye bağlı bir lise olarak açılan Heybeli Ada Ruhban Okulu 1951'de Patrik Athinagoras tarafından ruhban yetiştirmesi için özel yüksek okula dönüştürüldü.
Bugüne kadar Yunanistan'daki Yunan kamuoyu, Amerika'daki üç milyon Ortodoks Hıristiyan Rum'un oluşturduğu kamuoyu, bugün de Patrik Varthelemeos Ruhban Okulu'nun yeniden faaliyete geçirilmesi için Türkiye'ye baskı uygulanması için vargüçleriyle çalışmaktadırlar.
İstanbul Patriği ve Yunanistan neden Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedir? Bu sorunun cevabı okulun kuruluş amacında şöyle ifade edilmiştir; "İstanbul'daki Fener Patrikhanesi'ne din adamı yetiştirmek için..." ilk bakışta amaç sadece İstanbul'daki Patrikhane'ye din adamı yetiŞtirmek olmasına rağmen, esas amaç bütün Dünya Ortodokslarına üst düzeyde kiliselerde görev alacak Türk düşmanı ruhban yetiştirmektir.
Ayrıca önemle belirtmeliyiz ki, dünya ve Türk kamuoyunun yakından tanıdığı Türk düşmanı Kıbrıs Papazı Makarios ve eski Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposu Yakovos'un Amerika'daki Türkiye aleyhine Lobicilik faaliyetlerini düşününüz. Bugünkü İstanbul Patriği Varthelemeos'ta bu okulda yetişmişlerdir. Varthelemeos Türk kamuoyundan gizlemeye çalıştığı "dünya Ortodoksları'nın Ruhani lideri-ekumeniklik" sözde sıfatıyla gittiği ülkelerde siyasi içerikli konuşmalar yaparken, 1994 yılında Avrupa Parlamentosu'nda bir temsilcilik açma teşebbüsünde de bulunmuştur. Fener Patriği Varthelemeos seyahatlerini Yunan devletinin kendisine tahsis ettiği "sarı zemin üzerine siyah renkli çift başlı Bizans kartalı" yerleştirilen Yunanistan Olimpik Hava Yolları'na ait uçaklarla gerçekleştirmektedir. Yine "din, çevre ve Karadeniz tehlikede" adlı sempozyum çerçevesinde 28 Eylül 1997 tarihinde Selanik'te Varthelemeos devlet töreniyle Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos tarafından "devlet başkanı" gibi karşılandı ve Bizans bayrağı yine her yerdeydi.
Yunanistan'da Bizans İmparatoru Koltuğunu vekaleten Patrikhane'nin temsil ettiği varsayılarak, Varthelemeos devlet töreni ile karşılanmaktadır, Yunan ETl, ET3 televizyonları patrik Vartheleıııeos'un bu ziyaretini naklen verdi. Selanik'e Varthelemeo~ ile beraber sırasıyla Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan kiliselerinin patrikleri de geldi. Yunanistan tarafından Varthelemeos'a Eleftherios Venizelos gemisi tahsis edildi. Uzülerek izlemekteyiz ki, bu girişimlerinde patriğe iş adamı Rahmi Koç'ta destek vermektedir. 1 Ocak 1997 tarihli Milliyet gazetesinde öğrendiğimize göre, "Koç, Selanik'e yatırım hazırlığında"dır.
Türkiye'deki hükümet ve kamuoyu sanki Ruhban okulu'nun açılabileceği izlenimini vermektedir. Türk basınından, kamuoyundan ve en önemlisi de 28 Aralık 1997 tarihli Hürriyet'ten öğrendiğimize göre, Dışişlerinin hükümete verdiği tavsiyelerden de Ruhban okulu'nun açılmaması için herhangi bir tavsiyenin ve itirazın yapılmaması düşündürücüdür.
Oysa Lozan Barış andlaşmasında İstanbul Rumları icin sayılan haklardan Batı Trakya Müslüman Türkleri'ni de yararlanacağı 45. maddede garanti altına alınmıştır.
Batı Trakya'da Ruhban Okulu ayarında bir okul açılmadan ve Batı Trakya Türklerinin Okullarına tamamen Yunanlı öğretmenler tarafindan öğretmen yetiştiren Selannik Özel Pedagoji Akademisi KAPATILMADAN, Rhban Okulu'nun açılmasına izin VERİLMEMELİDİR.
Geçmişte Yunanistan'ın, yeniden NATO'ya kabul edilmesinde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne tam üyeliğinde ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bankası'nın Selanik'e gitmesindeki gibi elimizdeki kozları hiçbir kazanım elde etmeden lütfen çıkarmayalım.
Eğer patrikhane din adamı sıkıntısı çekmekte ise, Batı Trakyada hem din adamı hem öğretmen sıkıntısı cekilmektedir. Batı Trakyada bu sıkıntıları önlemek için Ruhban okulu ayarında bir okulu Gümülcine'ye açmak gerekmektedir.Bu gerçekleşmeksizin Ruhban okulunun açılması Batı Trakya Türklerini Yine üzecektir.
Batı Trakya'ya vize alamadıkları için Türkiye'den Diyanet İşlerinden din adamı gidemezken, Yunan Gümrük kapısından geri çevrilirken,(Bkz.22 Mart 1991 tarihli ve 639 sayılı İLERİ Gazetesi,Gümülcine)Türkiye'ye her sınıftan Yunanlı ve din adamı gelerek patrikhanede ayin yapabilmekte ve bu ayinleride Yunan televizyonları naklen vermektedir.Aynı hoşgörüyü Yunanlılar acaba gösterir mi?Batı Trakya'dan Türk televizyonları böyle bir canlı yayın veya camilerden böyle bir canlı yayın yapılabilir mi? Yunanistan izin verir mi? Cevabımız kesinlikle izin vermez olacaktır.Batı Trakya'ya ziyaret vizesi dahi vermeyen, Türk televizyonlarına camiden veya başka bir yerden nakle yayın izni hiç verir mi?
İstanbul'daki patrikhane bir Türk kurumudur ve Türk yasalarına tabidir.Heybeli Ada Ruhban Okulu "açılmazsa Patrikhane Türk vatandaşı din adamı yokluğundan kapanır".İstanbul'daki Patrikhane kapanmamalıdır, çünkü kapanırsa, kontrol edemeyiz ve dışarıda aleyhimize faliyet gösterirler" iddiaları ve gerekçeleri patrikhane sevenleri tarafından ileri sürülmektedir.
Oysa patrikhane bir Türk kurumu olarak ve Türk yasalarına bağlı olmasına rağmen geçmişte de, bugünde Türk Devletinin menfaatleri aleyhinde faaliyette bulunmakta ve bizde seyirci kalmaktayız. Bu konuda örnekler çok, ancak sadece iki örnek vermekle yetinecegiz. İlk örneğimiz eski tarihlerden ve Amerika'daki Türk alehtarlığı Lobiciliğin başı olan ve herkesin tanıdığı Yakovos'tur.Yakovos Türk vatandaşı İstanbul Rum'u olup, İstanbul Patriği Athenagoras tarafından Amerika Mitropolitikliğine atanmıştır. Amerika'da Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunmuştur.Türk vatandışlığından çıkarılmış ancak faaliyetlerine devam etmiştir.Turgut Özal, Yakovos'un Türkiye'ye gelebilmesi için izin çıkarmıştır.Yakovos hala Türk aleyhtarı faaliyetlerine Amerika Birleşik Devletlerin'de devam etmektedir.İkinci örneğimiz Kardak krizinde Yunan Bayrağını İkizce adalarına, Kilimli (Kalimnos) papazının diktiğini televizyonlardan defalarca izledik.Kilimli Adası,Oniki Adalar'a bağlı küçük bir adadır.Oniki Adalar Mitropoliti ile Kuzey-Güney Amerika Başpiskoposunu İstanbul Patriği tayin etmektedir.Yani Oniki Ada ve Amerika Birleşik Devletleri Papazları İstanbul Patriğine Bağlı olup, Atina'daki Serafim'e bağlı değildir.
Atina'daki kilise bağımsız(aktokefal)'dır.Yani İstanbul'daki patriğe bağlı değildir. Hatta İstanbul Patriğiyle araları şimdilik açıktır.Atina'daki Serafim'le Patriğin arasının açık olması, Yunanistan'ın, Yunan idaresinin Fener Patriği'nin bütün dünya Ortodoks Hristiyanlarının başı, ekumenik olmasını istemiyor alamına gelmemektedir. Bu kanaatimizce şimdilik bir iç cekişmedir.Zamanı gelince ve Serafim'in görevi sona erince iç çekişmelere de,Yunanistan Atina kiliselerinin bağımsızlığıda bitecektir diye düşünmekteyiz. Böylece asıl amaç ve hedefleri, bütün dünya Ortodoks Hıristiyanlarının dini lideri olma rüyaları da Atina kilisesinin bağımsızlıgını da ortadan kaldırarak gerçekleştirecektir.Zira İskeçe metropoliti, İskeçe'de yeni inşa edilen Metropolitliğin açılış törenine İstanbul Patriğini davet etti ve patrik bu davet üzerine 30 Eylül 1997 tarihinde İskeçeye giderek açılışı bizzat yaptı.Bu arada Yunan devletinin laik olmadığını, dinin Ortodoks Hıristiyan olduğunu belirtmeden ve İskeçe'de,Gümülcine'de cami inşaası,tamiri için izinlerin İskeçe ve Gümülcine Mitropolitleri tarafından verildiğinide belirtmeden geçmemeliyim.
Lozan Barış görüşmelerinde Türkiye patrikhanenin kapatılmasını istemiştir. Ancak Yunanistan'ın ve konferansa katılan diğer ülkelerin itirazlarıyla karşılaşmıştır. Tüm çabalara rağmen patrikhanenin kapatılması sağlanamamıştır. Eğer bugün Heybeli Ada Ruhban Okulu açılmazsa patrikhane papazsız kalacaksa veya kapanacaksa bu bizi Türkiye olarak ilgilendirmemeli Lozan Barış Antlaşması'na göre, İstanbul'daki patrikhane sadece Istanbul il sınırları içerisindeki Rum cemaatinin ruhani lideridir. Istanbul'daki Rum cemaatinin iki-üç bin kişi civarında olduğu Yunanlılar ve Rumlar tarafından iddia edilmektedir. Bu da İstanbul'daki patriğin ve kiliselerinin cemaatsiz olduğu anlamına gelir. İstanbul Rumları bir yandan iki-üç bin kişi kaldıklarını, cemaatlerinin kalmadığını iddia ederken, diğer taraftan da Ruhban Okulu'nun açılmasını istemektedirler. Işte bu düşündürücüdür. 1923 Lozan Barış Antlaşması'yla Türkiye'den cemaatleri gitmiş olmasına rağmen bugün hala Bergama, Efes ve diğer bazı bölgelerin Metropolitlerinin Istanbul'da Patrikhane'de görevlerinin başında bulunmaları da ayrıca düşündürücüdür.
İstanbul Patriği Varthelemeos, Ruhban Okulu'nun açılnıasını gündeme getirdiği Amerika Birleşik Devletleri gezisinde Yunanlılara Yunanca olarak yaptığı konuşmasında Yunan ETl televizyonunda aynen şunları söyledi: "Dün (24 Ekim 1997) tarihinde Washington'da Beyaz Saray'da ve Kongre'de genç Yunanlılarla karşılaştım, gördüm ve kendileriyle gurur duydum."
Istanbul Patriği'nin konuşmalarından, hal ve hareketlerinden iki amacı olduğu sonucunu çıkartmayız: a- Bilgilendirme, b- Uyarma ve bu taktiklerle ekumeniklik propagandasını yapma imkanı bulmaktadır. Yine bu vesileyle, İstanbul Patriği amacına ulaşmak için önümüzdeki günlerde dünya gündeminde kalabilmek için çağımızın önemli sorunlarıda olan işsizlik, uyuşturucu ve AIDS konularında çalışmalar, sempozyumlar yapacaktır.
Sonuç:
İki-üç bin kişi kaldıklarını, kiliselerinin cemaatsiz kaldığını iddia eden patrik bir yandan da Ruhban Okulu'nu açmaya çalışmaktadır. Cemaat yoksa bu okula ne gerek var? Okulun öğrencileri kimler olacaktır?
Batı Trakya'da cemaat olmasına, okullara ihtiyaç olmasına rağmen, örneğin; anaokullarına, ilköğretim okullarına, Liselere ve özel yabancı dil kurs okullarına ihtiyaç olmasına rağmen, Eğitim Fakültelerinden formasyon derslerini alarak mezun olan öğretmenler olmasına rağmen, Yunan idaresi tarafından Batı Trakya Türkü oldukları için kendilerine çalışma izni, okul açma izni verilmemekte, tarlada çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar. Lozan Antlaşması'na göre sadece İstanbul Rumlarının dini lideri olması ve siyaset yapmaması gereken patrik, Türkiye sınırları dışına çıkınca hem siyaset yapmakta hem de "ekumenik" olduğunu iddia etmektedir.
Ruhban Okulu eğer açılacalsa, Batı Trakya'daki Eğitim, Müftülükler sorunu gündeme getirilmeli ve en önemlsi de Selanik Ozel Pedagoji Akademisi Kapatılmadan, Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılması sözü dahi ağza alınmamalıdır. Eğer Selannik Ozel Pedagoji Akademisi kapatılırsa Heybeli Ada Ruhban Okulu ayarında Gümülcine'ye bir okul açılmadan, Ruhban Okulu kesinlikle açılmamalıdır.
Müftülükler konusuna gelince, Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan antlaşmalara ve Yunanistan'ın çıkardığı 1920 tarihli 2345 sayılı yasaya rağmen hala Yunanistan'da müftüler ve başmüftü seçimi yapılmadı, özellikle başmüftü seçiminin yapılmamasının sebebi de kanaatimizce tamamen İstanbul Patriği'nin karşılığı olmasıdır.
Bu noktada hareket ederek, eğer Ruhban Okulu açılmazsa, patrikhane kapanacaksa, andlaşmalara rağmen Yunan idaresi tarafından müftülük seçimi, yıllardan beri de başmüftü seçimi yaptırılmadığı, Batı Trakya Müslüman Türklerinin hakkı olan başmüftü engellendiği için, bizde Ruhban Okulu'nun açılmasını engellemeliyiz. Bu fırsatı kaçırmamalıyız. Lozan'da da Yüce Atatürk'ümüzün amacı patrikhaneyi kapatmak değil miydi? Böylece Atatürk'ümüzün amacıda da gerçekleşmiş olur
Şimdi gelelim soykırım iddialarına:
Osmanlı ve Türk tarihi üzerine çalışan bir akademisyen olan Justin McCarthy,
sözde soykırım iddialarının kaynağının misyonerler olduğunu vurguluyor .
McCarthy, bu görüşünde yalnız değil elbette. Prof. Dr. Erich Figl ise ABD'nin
daha korkunç bir emeline işaret ediyor. Avusturyalı Figl, ''bölgedeki olayların
temel sorumlusunun, bir Protestan-Hıristiyan Ermeni imparatorluğu kurmayı
tasarlayan Amerikan misyonerler olduğunu'' söylüyor. Figl, ''Bu Amerikan
misyonerler, Rus ajanların yardımlarıyla Ermenileri kışkırtmışlardı." diyor.
(Cumhuriyet, internet arişivi, 99/10/07). Bu nedenle ABD, Gregoryen mezhebine
mensup olan Ermenileri protestanlaştırabilmek için de misyonerlik
faaliyetlerinde bulunmuştur. (ABD'de egemen olan mezhep protestanlıktır;
görüldüğü üzere bu durum uluslararası ilişkilere bile yansımaktadır.) Aşağıda
Ermeni Patriği Mutafyan'ın bu bağlamdaki yakınmalarına da yer vereceğiz.
Demek ki misyonerler, Osmanlı'da yalnızca hıristiyanlığın propagandasını
yapmakla yetinmemiş doğrudan ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcı faaliyetlerde de
bulunmuşlardır. Dikkat çekici olan misyonerlerin bu tür faaliyetlerini daha çok
Robert Koleji, Arnavutköy Amerikan Koleji, Saint Benoit Fransız Okulu,
Santa-Maria İtalyan Okulu gibi yabancı okullar aracılığı ile yapmış
olmalarıdır.(Bkz., Yrd Doç Dr İlknur Haydar Polatoğlu, Osmanlı Imparatorlugunda
Yabancı Okullar, Ank.-1990, Kültür Bakanlığı yay.)
Doç Dr Ömer Turan'ın da belirttiği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda özellikle
Protestan misyonerlerin gayri müslim azınlıkların milliyetçilik hareketlerinde
önemli tesirleri olmuştur. Okullarında o toplulukların liderlerini
yetiştirmişlerdir. Bunlardan Ermeniler ve Bulgarlar en önde gelenleri teşkil
ederler . Her hâlükarda Osmanlı'nın parçalanmasında, dağılmasında rolleri
olmuştur. Osmanlı'ya gelişlerinden itibaren Ermenilere, Rumlara yönelmişler.
Mesela Robert Koleji'nin kuruluşunu takip eden yıllarda Robert Koleji mezunları
arasında en başta Bulgarlar yer alıyor. Bulgaristan bağımsızlığını kazandıktan
sonra mezunlar arasında Bulgarlar'ın sayısı azalıyor, bu sefer çoğunluğu
Ermeniler alıyor. Ve daha sonra misyonerler 1. Dünya Savaşı yıllarında Ermeni
tehciriyle çok çok ilgileniyorlar. ABD'de, Batı başkentlerinde Ermeniler lehine
müthiş bir kamuoyu oluşturuyorlar.
ŞİMDİ Kİ MASAL”PONTUS”
Hıristiyan propagandacıların ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcı faaliyetlere verdiği
destek halen de devam etmektedir.
Bugün Trabzon merkez olmak üzere Doğu Karadeniz'de Pontus kültürünün yeniden
canlandırmak ve etnik kökenlerin birer ayrılıkçılık vesilesi haline getirmek
için hem misyonerler hem de başta Yunan olmak üzere yabancı istihbaratçıların
aktif olarak görev yapmaktadır.Yerli işbirlikçilerse işin cabası. Bu konuda E.
Albay Hüseyin Mümtaz'in Karadeniz'in Kitabı (İst.-2000, Yeni Batı Trakya Dergisi
yayınları) etraflı bilgi vermektedir.
Gazetemiz yazarlarından, Sn Mümtaz'ın da dikkat çektiği gibi başta Koç olmak
üzere (güya) yerli bir çok sivil ve resmi yetkili de bu propagandalara alet
olmakta hatta bundan da öte öncülük etmektedir. Örneğin Rahmi Koç, Fener Rum
Patrikhanesi'nin Pontus hayali ile gövde gösterisi olarak düzenlediği Çevre ve
Vahiy Sempozyumu'nun öncüleri arasında yer almıştı.Rahmi Koç daha önce de Din,
Bilim ve Barış Sempozyumu vesilesi ile yine Patriğin yanıbaşında idi. Bkz.,
Hürriyet, 24.9.1995, Ferai Tınç: Bartolomeos'a 21 Pare top. Sabah Gazetesi ise,
Çevre ve Vahiy Sempozyumunu oldukça antanalı biçimde sunmuş ve Karadeniz Zirvesi
olarak duyurmuştu. Çevre ve Vahiy Sempozyumu çerçevesinde bir de papazların
Trabzon'da düzenleyecekleri bir gövde gösterisi vardı. Ancak Trabzon insanı
duarlı idi ve haklı (yasal) tepkisini ortaya koymuştu. Bunun üzerine güya can
güvenliği nedeniyle (ülkücü protesto) Trabzon şehir turu iptal edildi. (Sabah,
21 Eylül 1997, Stelyo Berberakis ve Kenan Gümüş'ün haberi). Hürriyet de
Bartolomeos adına konuşyordu sanki, bu durumu "Sempozyuma çirkin protesto"diye
haber yapıyordu.( 20.9.1997 A. Kayacık ve İ. Sezen'in haberi).
Sabah Gazetesi'nden Zeynep Göğüş'ün kim adına yazmasını beklersiniz: "Hamsi'nin
kafası karışık" diyerek özel olarak Trabzonlulara ima yoluyla da olsa dil
uzatıyor ama asıl kafası karışık kendisi görünüyor. Bakın ne yazıyor Sn Göğüş :
"Efendim bu seyahatın amacı Pontus Devleti'ni yeniden kurmakmış... Güçleri
yeterse, buyursunlar kursunlar... Türkiye bugün bunu söyleyebilecek yerde. Ya da
kirtikillik yapıp folklor gösterisi engellersiniz... Sümela Manastırı'na gitmek
isteyen gemi yolcularını taslayanlara ses etmezsiniz, falan... Sempozyumun bir
amacı da Fener Patriği'nin bu civarlarda varlığını hissettirmek istemesi
elbette... Fener Patriği, dünyadaki bütün diğer Ortodoks kiliselerinin önünde
gelir, çünkü "Eşitler arasında birinci" yani, "Primis Interpares"tir." (Sabah,
23.9.1997)
"Sempozyumun bir amacı da Fener Patriği'nin bu civarlarda varlığını hissettirmek
istemesi elbette..." diyecek kadar ayık Sn Göğüş ama yine de vizyonunu kurbanı
olarak Fener Patriği'nden yana tavır alıyor. Bile bile lades değil mi?
MHP il başkanı Muhammet Öztürk ise bir vatanperver olarak "Fener Rum Ortodoks
Patriğinin Trabzon Seferi sinsi bir planın uzantısıdır" diye haykırıyordu.
Türkiye Gazetesi ise "Venizelos'a Öfke" başlığı ile duyuruyordu haberi.
(28.9.1997 Nuri Yılmaz ve Selahattin Tercan'ın haberi). Ahmet Kabaklı ise
"Trabzon'da yeni Pontus Türetmek isteyenlere lanet" okuyordu haklı olarak ve Dr
Yılmaz Kurt'un Pontus Meselesi (TBMM Kültür yayınları no: 68) kitabını salik
veriyordu. (27.9.1997 Türkiye gazetesi) (Aktüel Dergisi'nin de Fener Rum
Patrikhanesinin ökümeniklik iddiasını Rum ağzı ile dile getirmesi de dikkat
çekicidir. 99/09/09 kapak konusu)
Elbette Pontusu hortlatma gayretlerinde misyoner çevreler yalnız değil:
Hurriyet'in 18 Mayıs 1999 tarihli bir haberi: "Sözde Rum-Pontus soykırımı
kampanyası" Haberin ayrıntılarında şunlar bildiriliyor:"ABD'de Türkiye aleyhinde
faaliyet gösteren lobi ve kuruluşlara yenileri ekleniyor. 19 Mayıs'ın sözde
Rum-Pontus soykırımını anma günü olduğu iddia edildi. Rum-Pontus kökenli
olduğunu belirten bir kurulus, Atatürk'ün Samsun'a gitmesiyle sözde soykırımın
başladığını ve 700 bin ila 1,5 milyon kişinin yerinden edildiğini ya da
katledildiğini iddia etti."
Türkiye'ye karşı faaliyet gösteren Ermeni ve Rum-Yunan lobileri ABD'deki en
örgütlü ve finansal açıdan en güçlü lobilerin başında geliyor olduklarını hesaba
katarsak Trabzonluların bu konulardaki duyarlılıklarının ne kadar haklı olduğunu
anlarız sanırım.
Haber de geçen önemli bir not daha var: Bu iki lobi, bölücü terör örgütü PKK
ile bağlantısı bulundugu ifade edilen kuruluşlara da destek veriyor.
Sonucun sonucu:
Binlerce yıllık tarihi bulunan ve bu tarihte hiçbir kimsenin dinine, diline ,tarihine kanına ,canına , diline dokunmayan yani tarihin her bir sayfasına şerefle yazılan Yüce Türk Milleti’ni kılıçla silahla yok edemeyenler şu an korkunç bir oyunun oyuncuları olarak ,sahneye vahşi bir oyun sergilemek için;bütün mevcudiyetleriyle çıkmışlardır. Nedir bu oyun? Adı : misyonerlik ,soyadı :kan ,amacı :yeryüzünden Türkü silmek…..
Tarihin sayfalarına baktığımız zaman orta çağ Avrupa’sında insanlar açlıktan ,sefaletten birer hayvan gibi can veriyor,kadınlar sadece cinsel ihtiyaç giderici olarak görülüyordu.şu an maalesef “ne kadar saygın insanlar diye hayranlıkla baktığımız ,gençlerimizin beynini yıkayan papaz efendiler sadece gözlerinin rengi yeşil yada mavi diye genç kızları çatır çatır yakanların yolundan giden torunlardır…
Ey Türk Genci bilesin ki; senin şu an saygıyla baktığın adının corç,maykıl,meri olduğunu bildiğin o misyonerlerin tek bir amacı var,senin ecdadının şehadet kanıyla suladığı vatan topraklarından seni ve tüm izini silmek..biliyormusun ki;veba hastalığından orta çağda ölen bir tek Türk yokken ,Avrupalılar bu hastalıktan kırılıyordu,bu hastalığın sebebi ise sadece pisliktir…sorarım sana ;bunlardan mı örnek alacağız?!
Ey yüce Türk Millet’nin evlatları geçmişi pis olanın geleceği de pistir,oysa ki bizim ecdadımız dünyaya adaletle nam salmış,sevgi bahçesine güller ekmiştir.
Yüce ve Büyük Türk ATATÜRK’ün şu sözü yetmez mi bize;Muhtaç olduğun kudret ,damarlarında ki asil kanda mevcuttur,…
Kanmayalım ki;yanmayalım…..

Hiç yorum yok:

Siz, siz olun Yehova Şahitlerini evinizden, ailenizden ve hatta tanıdıklarınızdan ırak tutun.

Türk insanı üzerine bilinen ya da bilinmeyen birçok oyunlar oynanıyor.  Dünyanın neresinde olursa olsun Müslüman  Türk insani yoğun bir kı...